Uzun süredir üzeride düşündüğüm bir yazı bu. Türk dili kavramlardan çok zengin bir dil değil, arada ki derin farklar sorunların ana nedeni oluyor. Aslında bir sorunu çözmek için en başta sorunun tanımını iyi yapmak lazım. Eğer tanım ve referansınız yanlışsa doğru konumlanamıyorsun. Doğru yerde olmayınca da bir türlü istediğin noktaya gelemiyor insan. Aslında elindeki harita ve pusula doğru olabilir, akıllı ve mantıklı olabilirsin. Ama “doğuya 50 km git” talimatında asıl başlangıç noktasını tanımlamazsan, kendini uşak’ta değil, afyon’da bulabilirsin. Neymiş; her soruna sorunu oluşturan parçaları ve kavramları tanımlayarak başlıyacağız.
“hoşgörülü toplumuz, Anadolu hoşgörüsü” kelimelerini yaşam boyu hep duydum. Bununla öğünürüz de, özellikle yabancıların olduğu toplumlarda, “hoşgörülü” davrandığımızı belirtmeyi severiz. Bazen “keşke bu kadar hoşgörülü olmasaydık, 600 yıl egemenlimizde kaldılar, dilimizi öğrenmediler, sonrada bize isyan ettiler” gibi bir serzenişi de duyarım. Tam bu noktada artık ana bilgi kaynağımız internete dönüp baktım. Halen ne anlıyor insanlar diyerek. Bulduğum ilginç belgelerden biri, bir yüksek lisans teziydi. “Felsefi açıdan tolerans ve hoşgörü” yasemin ölmez atalay’ a ait bu tez, bu iki kavramı açıklıyordu. Alttaki kısa özet tezin ana temasıdır. “Tolerans kelimesi etimolojik açıdan Latince kökenli, kullanılmaya başlanması hristiyan mezheplerinin arasında çatışmaların yaşandığı 16. yüzyıla rastlamaktadır. Kilise kurumunun farklı Hıristiyan mezheplerine karşı tutumunu belirtmek için kullanılan kelime, istenmeyen ancak engel de olunamayan bir şeye veya kişiye, daha kötü sonuçlar doğmasını önlemek amacıyla katlanmak anlamını taşıdığı için genellikle olumsuz bir kavram olarak algılanmıştır. Hoşgörü kelimesi ise tamamen Türk halk kültürünü yansıtan, diğer dillerde karşılığını vermekte zorlandığımız bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Eski Anadolu Türkçesinde ‘hoş görmek’ şekliyle ortaya çıkan fiil Türk-İslam unsurlarının senteziyle ortaya çıkmış bir anlayışı ifade eder. Bu şekliyle kelime bir kurumun tavrını belirtmekten uzaktır. Hoşgörü, farklı yaşam tarzlarına sahip kişilerin birbirlerine gösterdiği bireysel bir tutumun ifadesidir.
Tolerans ve hoşgörü kavramlarının farkı işte bu kurumsal ve bireysel yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Tolerans bir kurumdur ve gücü temsil eder. Hoşgörü ise bireysel bir yaklaşımdır ve yaptırım gücü yoktur.”
Ancak burada belirtilen kurumsal ve bireysel ayrımı beni tatmin etmedi. Çünkü sık sık devlet büyüklerimiz veya karşımda oturan çiftler “kurum” olarak hoşgörülerinden bahsediyordu. “Doktor bey, 20 yıldır annesini hoşgördüm” veya “protestocuları hoşgörmeliyiz” cümlelerinde bireysel bir tutum yoktu, ve buram buram “katlanmak” kokuyordu. Sıradan halk nasıl düşünür acaba, hemen bir tarama daha yaptım, işte sonuçlar.
“kabullenme,göz yumma... Hoşgörüden farklıdır. Hoşgörü sindirmeyi de gerektirir.
Oysa toleransta kabul etmek sindirmek zorunluluğu yoktur. Daha açıktır. muhendislikteki en önemli teknik unsurlardan biridir. Herhangi bir yapıda olsun ya da bir makina da toleransa önem verilmezse yüzlerce insanın ölümüne ve daha bir sürü zarara neden olabilir.
anahtar söz: saygili olmak zorunda degiliz, ama saygisizlik etmemek gibi bir yükümlülügümüz var...
hoşgörü ile karsilanmasi cok büyük yanlislik. Hosgörüde kabul etme, güzel görme, en iyi ihtimalle kötü görmeme manalari vardir.. ama tolerans-katlanma kelimesi, hic begenmedigin, bitin kadar sevmedigin bir seye toplumsal olarak katlanmaktir”
Almancada tam olarak erdulden kelimesi ile karsilaniyor, ki katlanmak manasina geliyor.. Karsidaki düsünce ve grubun her türlü fiyakasina, ön plana cikmasina karsin bu durumlara katlanabilmek.”
İngiltereden venezuellaya kadar değişik ülkelerde yaşayan Türklerin oluşturduğu bir tartışma grubun yazılarından alıntılar. Sonuçta yıllardır yaşadığım uygulamalara ve sezgilerime daha uygun yanıtlardı. Ve öne çıkan kavram “katlanmak” tı. Oysa asıl sorunu bu oluşturuyor gibi. On yıl kaynanaya katlanılamıyor, veya 30 yıl teröre, sürekli katlanınca biriktiriyorsun ve sonunda patlıyorsun. Bir adım geri atıp topluma bakıyorum, herkes çok hoşgörülü, aslında herkes nekadar fedakarca “katlanıyor”. İktidar muhalefete, dindarlar ayyaşlara, başı açıklar türbanlılara, yaşlılar gençlere. Günümüz jargonuyla “ne çektin sen be, ne çektin sen türk toplumu”
Beş gündür tüm toplum ayakta, ençok duyduğum cümlelerden biri yine “hoşgörü”. tüm bu yorumlara, lisans tezine ve toplumumuzun “hoşgörü” kavramına derin bir itirazım var. Ben böyle bir hoşgörü istemiyorum. Çocuğumun, eşimin, komşumun beni “hoşgörmesi” ni istemiyorum. Bana katlanmasınlar, sorun neyse konuşalım, çözelim ve uzlaşalım, biriktirmeyelim. Anahtar sözcük bence şimdi ortaya çıktı. Bu “UZLAŞMA” dır. Uzlaşan insanlar istiyorum, bana tahamül eden değil, “birbirimizi enaz nasıl rahatsız ederiz” üstüne kafa yoran insanlar istiyorum. Bunun farkını netleştirmek ve uzlaşma kavramını da tanımlamak lazım. Psikiyatride uzlaşma; “hiç kimsenin masadan memnun ayrılmadığı” anlaşmadır. Herkes ödünler verir, alt ve üst sınırlarını belirler, amaç “ençok almak” değildir, “enaz vermek” üzerine uzlaşılır. Tek kişinin vermesinin “teslimiyet” veya “katlanmak” olduğunu biliriz ve bu mutlaka kısa süre içinde daha ağır sorun olarak dönecektir. Evlilikler, işyeri veya politika gibi yakın ilişkilerin olduğu her yerde hoşgörü değil uzlaşma işlemeli. Bu üretim veya karar vermek için bir yöntem veya disipline bağlı olan ameliyathane, orkestra veya orduda farklı olabilir, veya denenmiş ve defalarca uzlaşılmış ortak nokta tekrar tartışılmayabilir. Ancak her yeni durum, her “karşı olanlarla” görüşmede amaç uzlaşmak olmalıdır. Kültürümüzde yok bu, nedense hep konuşarak kaybettiğimize inanmışız. Dilimizde bu haşgörüsüzlüğü görebiliz. “Müslüman mahellesinde salyangoz satmak” mesela. Alma sen, sen yeme ondan, ben hiç yemedim, kızmadım da, salyongoz satmasına değil, bağırıp gürültü yapmasına itiraz edebilirim. Bu uzlaşmanın uygulamasını batının kentlerinde görüyorum. Sık gittiğim Basel’e en yakın Fransız kasabası Mullhoese bir türk kasabası gibi. Heryerde “helal” şarküteri var, aynı uygulama neredeyse tüm batı kentlerinde yaygın. Yahudi isen “koşer” müslümansan “helal” yerlerden inancına uygun herşeyş alabilirsin. Adımı öğrenen garsonlar genellikle yaklaşır ve menüde beni rahatsız edebileceğini düşündükleri domuz etli yemekler hakkında uyarırlar. Bu uzlaşmadır. Bana, yaşama hakkıma, gündelik yaşamdaki basit konforuma bile saygılıdırlar. Bende bunu algılarım, saygı gördüğümü analr ve kendimi değerli hissederim. Kıskançlık uyanır içimde her zaman “neden kendi ülkemde kendimi böyle değerli hissedemiyorum” diye. Uzlaşma, salyongoz satanı dövmemek değil; markette kuzu etini, domuz etini, salyongozu, vejeteryan yemeğini bir arada satabilmek ve bunu kafaya takmamaktır. Sahi, bizim bir marketimiz bunu yapabilirmi? hoşgörümüz buna yetermi? Yöneticileri televizyondan izlerken, bazen kendimi böcek gibi hissettiriyorlar. Onlara oy vermemem, onlar gibi düşünmemem, onlar gibi yaşamamam ne kadar zor katlandıkları bir şeymiş ya rab, ne çektirdim ben bu masum yöneticilere be …
Hoşgörü ve uzlaşma
Uzun süredir üzeride düşündüğüm bir yazı bu. Türk dili kavramlardan çok zengin bir dil değil, arada ki derin farklar sorunların ana nedeni oluyor. Aslında bir sorunu çözmek için en başta sorunun tanımını iyi yapmak lazım. Eğer tanım ve referansınız yanlışsa doğru konumlanamıyorsun. Doğru yerde olmayınca da bir türlü istediğin noktaya gelemiyor insan. Aslında elindeki harita ve pusula doğru olabilir, akıllı ve mantıklı olabilirsin. Ama “doğuya 50 km git” talimatında asıl başlangıç noktasını tanımlamazsan, kendini uşak’ta değil, afyon’da bulabilirsin. Neymiş; her soruna sorunu oluşturan parçaları ve kavramları tanımlayarak başlıyacağız.
“hoşgörülü toplumuz, Anadolu hoşgörüsü” kelimelerini yaşam boyu hep duydum. Bununla öğünürüz de, özellikle yabancıların olduğu toplumlarda, “hoşgörülü” davrandığımızı belirtmeyi severiz. Bazen “keşke bu kadar hoşgörülü olmasaydık, 600 yıl egemenlimizde kaldılar, dilimizi öğrenmediler, sonrada bize isyan ettiler” gibi bir serzenişi de duyarım.
Tam bu noktada artık ana bilgi kaynağımız internete dönüp baktım. Halen ne anlıyor insanlar diyerek. Bulduğum ilginç belgelerden biri, bir yüksek lisans teziydi. “Felsefi açıdan tolerans ve hoşgörü” yasemin ölmez atalay’ a ait bu tez, bu iki kavramı açıklıyordu. Alttaki kısa özet tezin ana temasıdır.
“Tolerans kelimesi etimolojik açıdan Latince kökenli, kullanılmaya başlanması hristiyan mezheplerinin arasında çatışmaların yaşandığı 16. yüzyıla rastlamaktadır. Kilise kurumunun farklı Hıristiyan mezheplerine karşı tutumunu belirtmek için kullanılan kelime, istenmeyen ancak engel de olunamayan bir şeye veya kişiye, daha kötü sonuçlar doğmasını önlemek
amacıyla katlanmak anlamını taşıdığı için genellikle olumsuz bir kavram olarak algılanmıştır.
Hoşgörü kelimesi ise tamamen Türk halk kültürünü yansıtan, diğer dillerde karşılığını vermekte zorlandığımız bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Eski Anadolu Türkçesinde ‘hoş görmek’ şekliyle ortaya çıkan fiil Türk-İslam
unsurlarının senteziyle ortaya çıkmış bir anlayışı ifade eder. Bu şekliyle kelime bir
kurumun tavrını belirtmekten uzaktır. Hoşgörü, farklı yaşam tarzlarına sahip kişilerin
birbirlerine gösterdiği bireysel bir tutumun ifadesidir.
Tolerans ve hoşgörü kavramlarının farkı işte bu kurumsal ve bireysel
yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Tolerans bir kurumdur ve gücü temsil eder.
Hoşgörü ise bireysel bir yaklaşımdır ve yaptırım gücü yoktur.”
Ancak burada belirtilen kurumsal ve bireysel ayrımı beni tatmin etmedi. Çünkü sık sık devlet büyüklerimiz veya karşımda oturan çiftler “kurum” olarak hoşgörülerinden bahsediyordu. “Doktor bey, 20 yıldır annesini hoşgördüm” veya “protestocuları hoşgörmeliyiz” cümlelerinde bireysel bir tutum yoktu, ve buram buram “katlanmak” kokuyordu.
Sıradan halk nasıl düşünür acaba, hemen bir tarama daha yaptım, işte sonuçlar.
“kabullenme,göz yumma...
Hoşgörüden farklıdır. Hoşgörü sindirmeyi de gerektirir.
Oysa toleransta kabul etmek sindirmek zorunluluğu yoktur. Daha açıktır.
muhendislikteki en önemli teknik unsurlardan biridir. Herhangi bir yapıda olsun ya da bir makina da toleransa önem verilmezse yüzlerce insanın ölümüne ve daha bir sürü zarara neden olabilir.
anahtar söz: saygili olmak zorunda degiliz,
ama saygisizlik etmemek gibi bir yükümlülügümüz var...
hoşgörü ile karsilanmasi cok büyük yanlislik.
Hosgörüde kabul etme, güzel görme, en iyi ihtimalle kötü görmeme manalari vardir..
ama tolerans-katlanma kelimesi, hic begenmedigin, bitin kadar sevmedigin bir seye toplumsal olarak katlanmaktir”
Almancada tam olarak erdulden kelimesi ile karsilaniyor, ki katlanmak manasina geliyor..
Karsidaki düsünce ve grubun her türlü fiyakasina, ön plana cikmasina karsin bu durumlara katlanabilmek.”
İngiltereden venezuellaya kadar değişik ülkelerde yaşayan Türklerin oluşturduğu bir tartışma grubun yazılarından alıntılar.
Sonuçta yıllardır yaşadığım uygulamalara ve sezgilerime daha uygun yanıtlardı. Ve öne çıkan kavram “katlanmak” tı. Oysa asıl sorunu bu oluşturuyor gibi. On yıl kaynanaya katlanılamıyor, veya 30 yıl teröre, sürekli katlanınca biriktiriyorsun ve sonunda patlıyorsun. Bir adım geri atıp topluma bakıyorum, herkes çok hoşgörülü, aslında herkes nekadar fedakarca “katlanıyor”. İktidar muhalefete, dindarlar ayyaşlara, başı açıklar türbanlılara, yaşlılar gençlere. Günümüz jargonuyla “ne çektin sen be, ne çektin sen türk toplumu”
Beş gündür tüm toplum ayakta, ençok duyduğum cümlelerden biri yine “hoşgörü”. tüm bu yorumlara, lisans tezine ve toplumumuzun “hoşgörü” kavramına derin bir itirazım var. Ben böyle bir hoşgörü istemiyorum. Çocuğumun, eşimin, komşumun beni “hoşgörmesi” ni istemiyorum. Bana katlanmasınlar, sorun neyse konuşalım, çözelim ve uzlaşalım, biriktirmeyelim.
Anahtar sözcük bence şimdi ortaya çıktı. Bu “UZLAŞMA” dır. Uzlaşan insanlar istiyorum, bana tahamül eden değil, “birbirimizi enaz nasıl rahatsız ederiz” üstüne kafa yoran insanlar istiyorum. Bunun farkını netleştirmek ve uzlaşma kavramını da tanımlamak lazım.
Psikiyatride uzlaşma; “hiç kimsenin masadan memnun ayrılmadığı” anlaşmadır. Herkes ödünler verir, alt ve üst sınırlarını belirler, amaç “ençok almak” değildir, “enaz vermek” üzerine uzlaşılır. Tek kişinin vermesinin “teslimiyet” veya “katlanmak” olduğunu biliriz ve bu mutlaka kısa süre içinde daha ağır sorun olarak dönecektir.
Evlilikler, işyeri veya politika gibi yakın ilişkilerin olduğu her yerde hoşgörü değil uzlaşma işlemeli. Bu üretim veya karar vermek için bir yöntem veya disipline bağlı olan ameliyathane, orkestra veya orduda farklı olabilir, veya denenmiş ve defalarca uzlaşılmış ortak nokta tekrar tartışılmayabilir. Ancak her yeni durum, her “karşı olanlarla” görüşmede amaç uzlaşmak olmalıdır.
Kültürümüzde yok bu, nedense hep konuşarak kaybettiğimize inanmışız. Dilimizde bu haşgörüsüzlüğü görebiliz. “Müslüman mahellesinde salyangoz satmak” mesela. Alma sen, sen yeme ondan, ben hiç yemedim, kızmadım da, salyongoz satmasına değil, bağırıp gürültü yapmasına itiraz edebilirim. Bu uzlaşmanın uygulamasını batının kentlerinde görüyorum. Sık gittiğim Basel’e en yakın Fransız kasabası Mullhoese bir türk kasabası gibi. Heryerde “helal” şarküteri var, aynı uygulama neredeyse tüm batı kentlerinde yaygın. Yahudi isen “koşer” müslümansan “helal” yerlerden inancına uygun herşeyş alabilirsin. Adımı öğrenen garsonlar genellikle yaklaşır ve menüde beni rahatsız edebileceğini düşündükleri domuz etli yemekler hakkında uyarırlar. Bu uzlaşmadır. Bana, yaşama hakkıma, gündelik yaşamdaki basit konforuma bile saygılıdırlar. Bende bunu algılarım, saygı gördüğümü analr ve kendimi değerli hissederim. Kıskançlık uyanır içimde her zaman “neden kendi ülkemde kendimi böyle değerli hissedemiyorum” diye.
Uzlaşma, salyongoz satanı dövmemek değil; markette kuzu etini, domuz etini, salyongozu, vejeteryan yemeğini bir arada satabilmek ve bunu kafaya takmamaktır.
Sahi, bizim bir marketimiz bunu yapabilirmi? hoşgörümüz buna yetermi?
Yöneticileri televizyondan izlerken, bazen kendimi böcek gibi hissettiriyorlar. Onlara oy vermemem, onlar gibi düşünmemem, onlar gibi yaşamamam ne kadar zor katlandıkları bir şeymiş ya rab, ne çektirdim ben bu masum yöneticilere be …