Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Cay Keyfi
Cay Keyfi

SEN DE KİMSİN :)

  • üftade21.12.2003 - 11:56

    Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât etti.

    Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; 'Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.' diye tâbir etti.

    Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:

    'Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,

    Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.'

    Mânâsı:

    Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!

    Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!

    Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. 'Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle! ' emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.

    Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.

    Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.

    Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; 'Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.' dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; 'Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.' buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; 'Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma! ' dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir,birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; 'Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun? ' dedi. Kocası da; 'Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım.' dediyse de, kadın; 'Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.' dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; 'Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.' dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; 'Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez? ' dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.

    Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; 'Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.' deyince, o da; 'Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.' dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde,gelenleri görünce doğruldu ve; 'Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.' buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: 'Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin! ' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; 'Ciğerci! Ciğerciiii! ' diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; 'Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş! ' diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; 'Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi? ' diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.

    Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; 'Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir? ' diye sordu. O da; 'Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.' buyurdu.

    Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; 'Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.' diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; 'Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle! ' diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; 'Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.' buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; 'Sini, suyun içine girdi! ' diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; 'Suyun içine sakın girme! ' diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.

    Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; 'Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.' dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; 'Evinize gidebilirsiniz.' buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; 'Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar? ' deyince, oğlu; 'Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.' dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.

    Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; 'Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.' buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; 'Şu taşı kaldır ve altındakileri al! ' dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.

    Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; 'Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.' dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; 'Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.' dedi.

    Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; 'Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? ' buyurdu.Talebeler içlerinden; 'Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu? ' diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; 'Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.' diye düşünerek ayağa kalktı ve; 'Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.' dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; 'İmdât! Yâ mübârek hocam! ' der demez, çukurun başından bir ses; 'Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.' dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.

    Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; 'Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? ' diye sordu. Hüdâyî de; 'Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim' dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.

    Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:

    Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.

    Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.

    Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,

    Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.

    Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,

    Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.

    Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,

    Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.

    Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.

    Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:

    Hakka âşık olanlar, Gerçek bu söz yârenler,
    Zikrullahtan kaçar mı? Gördüm demez görenler,
    Ârif olan cevheri, Kerâmete erenler,
    Boş yerlere saçar mı? Gizli sırrın açar mı?

    Gelsin mârifet olan, Üftâde yanıp tüter,
    Yoktur sözümde yalan, Bülbüller gibi öter,
    Emmâreye kul olan, Dervişlere taş atan,
    Hayr ü şerri seçer mi? Îmân ile göçer mi?

    BURSA'DAN KÂBE'Yİ SEYRETTİ
    Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. 'Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.' diye yalvardı. Üftâde de; 'Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.' buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; 'Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi? ' buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; 'Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz! ' buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; 'Bunu sakın kimseye söyleme! ' diye tekrâr tenbih eyledi.

  • üftade21.12.2003 - 11:56

    Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât etti.

    Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; 'Oğlumuz büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak.' diye tâbir etti.

    Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:

    'Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,

    Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr.'

    Mânâsı:

    Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!

    Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!

    Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. 'Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle! ' emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.

    Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.

    Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.

    Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; 'Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım.' dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; 'Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur.' buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; 'Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma! ' dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir,birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; 'Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun? ' dedi. Kocası da; 'Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım.' dediyse de, kadın; 'Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.' dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; 'Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum.' dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; 'Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez? ' dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.

    Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; 'Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim.' deyince, o da; 'Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı bildirin.' dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde,gelenleri görünce doğruldu ve; 'Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur.' buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; 'Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.' dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: 'Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin! ' Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; 'Ciğerci! Ciğerciiii! ' diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; 'Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş! ' diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; 'Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi? ' diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.

    Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; 'Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir? ' diye sordu. O da; 'Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk.' buyurdu.

    Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; 'Hocamız müsâade etse de bir yemek yesek.' diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; 'Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle! ' diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; 'Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim.' buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri gelen talebelerinden Kemâl Dede; 'Sini, suyun içine girdi! ' diyerek sininin peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; 'Suyun içine sakın girme! ' diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.

    Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; 'Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın.' dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; 'Evinize gidebilirsiniz.' buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve; 'Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar? ' deyince, oğlu; 'Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım.' dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.

    Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; 'Kimseye söylemezsen borcunu vereyim.' buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; 'Şu taşı kaldır ve altındakileri al! ' dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.

    Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; 'Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum.' dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; 'Ey yolcular! Üftâde hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti.' dedi.

    Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; 'Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? ' buyurdu.Talebeler içlerinden; 'Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu? ' diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; 'Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır.' diye düşünerek ayağa kalktı ve; 'Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim.' dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; 'İmdât! Yâ mübârek hocam! ' der demez, çukurun başından bir ses; 'Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim.' dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.

    Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; 'Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? ' diye sordu. Hüdâyî de; 'Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim' dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.

    Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:

    Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.

    Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.

    Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,

    Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.

    Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,

    Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.

    Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,

    Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.

    Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.

    Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:

    Hakka âşık olanlar, Gerçek bu söz yârenler,
    Zikrullahtan kaçar mı? Gördüm demez görenler,
    Ârif olan cevheri, Kerâmete erenler,
    Boş yerlere saçar mı? Gizli sırrın açar mı?

    Gelsin mârifet olan, Üftâde yanıp tüter,
    Yoktur sözümde yalan, Bülbüller gibi öter,
    Emmâreye kul olan, Dervişlere taş atan,
    Hayr ü şerri seçer mi? Îmân ile göçer mi?

    BURSA'DAN KÂBE'Yİ SEYRETTİ
    Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. 'Efendim! Bu sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim.' diye yalvardı. Üftâde de; 'Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim.' buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; 'Şimdi bakınız! Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi? ' buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; 'Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz! ' buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; 'Bunu sakın kimseye söyleme! ' diye tekrâr tenbih eyledi.

  • ismet özel21.12.2003 - 11:53

    Hayatımda telişkilerle yaşadığım bir dönemde bana kılavuzluk eden muhterem...Allah ondan Razı olsun..

  • mürşid21.12.2003 - 11:31

    Mürşid kelime manası ise, kişinin bilgisizlik karanlığını aydınlatan kişi demektir. Bir insan mürşidin sohbetinde her zaman bulunma imkanına sahip olmayabilir. Bu yüzden bu kişilerin mürşidinin kitaplarını okuması ve bu yolun diğer büyüklerinin kitaplarını okuması manevi varlığı maddi valıkta kapamaktır. Bu söz onun için ifade edilmiştir. Günümüzde bu mürşidlere bağlanmanın önemi hızla artmaktadır.
    Imam-ı Rabbani Efendimizin dediği gibi:
    -Aslıdan bu yola kıyamete kadar gireceklerin ismini verirdim ama fitne çıkar endişesiyle vermedim, der. Allah herkesi bir mürşidle nasiplendirsin.

  • mahya21.12.2003 - 11:26

    Ramazanın gelişini ondan öğrenirsiniz. Size ben geldim der adeta bir sıcak tebessümle. Günümüzde pek üstadı kalmasa da hala varlığını devam ettiriyor. Kolay değil tabii o kadar yükseklikle mek vermek. Öğrenmek istediğim mesleklerden biri idi, diğeri ise hat sanatıdır. Ramazanın habercisidir. Osmanlı öneminde pek ehemmiyet verilmiş ve ihmal edilmemiştir. Hala devam etmektedir bu adet. Bazen çeşitli çevrelerden kaldırılması istense de onlar Ramazanın süsleridir. Mahya kurmak, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına sözcükler yazmak, tasvirler yapmaktır. Bu geleneğin amacı, Allah’a şükür yanında, insanları iyiliğe yöneltmek, sevaplara teşvik etmek ve çocuklara ramazan ayını sevdirmekti.
    Şimdilerde ampullerle yapılan mahya kurma işi, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraştı. Minarelerin şerefeleri arasına gerilen kalın bir halata halkalar, kancalar ve yüzlerce kandil asmak gerekirdi.
    Diğer taraftan, iftardan teravih bitimine kadar en çok iki saatlik bir zaman aralığında bu kandilleri yakmak da son derece zor bir işti. Hele de kışa rastlayan ramazanlarda şerefelerde çalışmak büyük fedakârlık isterdi.

    Mahyacılar her akşam ayrı bir mahya kurmak için gün boyu çalışmak zorundaydılar. Yaptıkları tasarımlara göre kandil sayısını ve her kandilin ip üzerindeki yerlerini tespit ederlerdi. Makaralı iplere düğümler atarlar, istenilen görüntünün kusursuz elde edilebilmesi için provalar yaparlardı. İftardan sonra da minare şerefelerinden, kandiller teker teker gergin halata salıverilir ve ışıklı kompozisyon elde edilirdi.

    Her gece değişik mahya kurmak için yarışan ve tasarımlarını gizli tutan mahyacıların o akşam ne yazacaklarını halk büyük merakla beklerdi. Hatta ilk kandillerin halata salıverilmesiyle tahminlerde bulunmaya başlarlardı.

    İslam dünyasında minarelerde kandil yakma geleneği yaygınken, mahyacılık İstanbul’a özgü bir sanat olarak kalmıştı. Bunun nedeni, padişahların yaptırdığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya için en az iki minarenin bulunması gerekiyor.

    İkinci başkent konumundaki Edirne’nin selâtin camilerinde de mahyalar kurulurdu. Ayrıca, Meriç Irmağı’na direkler dikerek askı mahyası kurulduğunu da kaynaklar bildiriyor.

    İstanbul’da ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye Camii minarelerine kurduğu “Hünkâr Kayığı” mahyası ile ünlenen Abdüllatif Efendi (ö. 1877) , gemi direkleri arasına kurduğu mahyası ile de meşhurdur.

    Süleymaniye’nin minarelerine kurulan gezici mahya ise en çok beğeni kazanan gösteri olurdu. Buradaki gösteride örneğin köprü görüntüsünün önünde hareketli kayık ve balıklar, köprünün üstünde yürüyen araba canlandırılırdı.
    Mahyacıların kadir gecelerinde minareleri külahtan şerefeye kadar yol yol kandillerle ışıklandırılmalarına “kaftan giydirmek” denilirdi.

    Mahyacılar ramazanın ilk onbeş günü yazılı, ikinci onbeşinde resimli mahyalar kurarlardı. Özellikle ramazanın onbeşini çocuklar sabırsızlıkla beklerlerdi. Akşamları “yandan çarıklı”, “piyade kayığı”, “çifte kayık”, “kule”, “salıncak” gibi tasvirleri sonsuz bir keyifle seyrederlerdi.
    Yazılı mahyalarda ise genellikle “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah” ibareleri kullanılırdı.

    Bugüne gelince:

    İletişim teknolojileri ne kadar ilerlemiş olsa da, akşam vakitlerinde gözümüzü gönlümüzü okşayan mahyaların sıcaklığını arıyoruz. “Oruç tut, sıhhat bul.” sözü oruca teşvik, “Müminler kardeştir.” yazısı ise bizleri hoşgörüye, dayanışmaya imrendirmiyor mu?
    Elektrik mahyalarının yaygınlaşmasıyla bu işle uğraşan sanatkâr sayısı da azaldı. Her mahya kurulduğunda bu sanatın bir zamanlar ne meşakkatlerle yapıldığını hatırlıyoruz. Yazılan yazılar ise ruhumuza hitap etmeye devam ediyor.

  • şimendifer21.12.2003 - 11:02

    Trenin eski manası olmakla beraber Bediüzzamanın eserlerinde tanıdığım kelime...Aslıdna şimendifer daha güzel değil mi...
    Ben genellikle hakaret manasında kullanırdım.

  • mastürbasyon21.12.2003 - 10:59

    Istimnâ' Arapça'da, 'istihâ bi'l-yed' ve 'hadhada' olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir 'fıtrat' dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en, azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır. Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: '...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır...' (K.K. el-Mü'minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, 'bunun ötesine geçenler'e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)

    Bir hadîste: 'elini nikâhlayan met'undur' (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, 'meşâyihin rivayeti' diye nakleder. bk. 16\11) Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiği bir hadiste: 'Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir' Atâ'nin bir rivayetinde: 'Elleri hamile olarak hasredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum' demiştir.

    Ayrıca Allah (c.c.) , evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: 'Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır.' (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)

    Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel'i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü'I-Hümâm da 'haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur' der. bk. AIûsî agk.) Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezühib-i erba'a'da: 'Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür' denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardüvî, el-Helâl ve'I-harâm 165) Imam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylît VI/25) Mesele Rasûlullah'ın amcaoğlu Ibn Abbas'a sorulduğunda: 'Zina yapmaktansa bu iyidir' (Sa'rânî, Kesf) cevabını vermiştir. Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; 'iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir', 'zaruretler haram şeyleri mubah kılar' kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır.

  • ateizm20.12.2003 - 22:15

    Dün sınavda sorulan bir soru:
    Darvinizm ve Evrim teorisi, ilmi delilleri sürekli çürütüldüğü ve o dönemde dahi ispattan yoksun olduğu halde neden bu kadar çok kabul görmüştür.
    El cevap:
    1789 sonrası başlayan akıl devrimi ile insanların soylarını ayıran insanlar doğal olarak devlet yönetimlerine etk etmiştir. Fikirlerine destek bulmak isteyen devlet yöneticileri Darvinizmin yayılmasına neden olmuştur....
    Hiçbir müslüman topluluk İki dünya savaşına sebep olmamıştır.... O dönemde darvinizmi destkleyen ldierlere bakın. Hitler, mussolini, Churcill
    Ve Darvinist görüşe sahip Churcill 'in Çanakkale Savaşı uzayınca söylediği sözün niteliği:
    -Artık bu Türkler fazla olmaya başladı.... Onları gaz ile yakmalıyız... Çünkü onlar insan bile değildir. Peki onlar nedir? Homoerectus.....

    Peki siz Hamıs Bey;
    Siz master sınavınıza gireceksiniz.Siizn bu sınavı tayin etme şansınız var mı? Soruları soranlara neden bu soruları böyle sordunuz bu imtihanın nedeni niye böyle. Bana bu notu niye verdiniz deme hakkınız var mı? Doğal olarak yok.Bizim bahsettiğimiz imtihanın da bir sırrı bu..
    Peki neden 5 milyar organizma...
    Neden dünyanın ve ışığın hızı şu kadar. Bu hız neden değişmez. Değiştiğinde bunları tayin eden nedir?
    Bu tayinin kendi kendine meydaa geldiğini söylemek aspirinin durup duruken olduğunu söylemek gibidir......
    Madem bu kadar akıllı bir varlığın mikroorganizmalara karşı direnen insan bedeni için bana neden bilimsel açıklama yerine senin tabirinle hurafi açıklamalarda bulundun....
    Madem ben maymundan geldim aha! maymunlar ve insanlar peki biyoloji ilmi bu kadar gelişmiş ise gelecek yüzyıllarda ne olacağız.... Nasıl bir değişim geçireceğiz.... Bu gelişim son mu buldu?
    Bir suya, bir ekmeğe neden bu kadar muhtacım! Ömrüm boyunca beni delirten tek soru bu olacak herhalde....
    İnsan bu kadar sıkıntıya neden müptala olur! Ve kendini durup durupken yeniler.... Bu evrim haksız o zaman... Beni farklı bir varlık olarak diye yaratmadı.... Kim tayin ediyor bunları ve ne adına.....
    Acayip bir durum :-)

  • allah (c.c)20.12.2003 - 18:11

    Allah neden herşeye gücü yeterken aracılara vasıta vermiştir. Kur'anda geçen biz yaptık kavramının üstünde düşünmemizi istemiştir.

  • mastürbasyon20.12.2003 - 17:10

    Aslının Yahudi kaynaklı olduğu bilinen birşeydir.En kısa yoldan bırakmaz iseniz ilerleyen yaşlarda karşılaşacağınız sorunlardan kurtulmuş olursunuz. en azından psikolojik ve fizyolojik osrunlarınız en aza iner.Dinen sakıncalıdır. Sadece çok zor durumda kalırsanız yani zina durumuna kadar geldi iseniz başvurabilirsiniz. Bunun dışında bekarların yediklerine dikkat etmeleri ve banyoya girdiklerine ağış aralarına soğuk su vurmaları gerekir. Ayrıca sizi tahrik edici mekan ve ortamlardan uzak durun.