Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Cay Keyfi
Cay Keyfi

SEN DE KİMSİN :)

  • abdulhamit celep27.12.2003 - 16:07

    mustafa Celep ' in abisi olma özelliğini taşır. Kendileri şairdir.

  • hallac-ı mansur27.12.2003 - 15:47

    Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.

    Hüseyin bin Mansûr'un büyük babası Mahamma adında bir zerdüştîdir. Buna, ana tarafından hazret-i Ebû Eyyûb'un neslinden geldiğini söyleyerek Ensârî de denilmiştir. Tüster'de büyük velîlerden Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin sohbetinde iki sene bulundu. Onun ruhlara hayat veren sohbetleri bereketiyle tasavvufa yöneldi. On sekiz yaşında Basra'ya gelerek, Amr bin Osman-ı Mekkî'ye bağlandı. On sekiz ay da onun sohbetinde ve derslerinde bulundu. Her iki velînin yanında da nefsi ile büyük mücâdele yaptı ve her isteğine sırt çevirdi. Nefsin istemediği, rağbet etmediği işlere sarıldı. Samîmi ve bağrı yanık bir âşık idi. Kendisini çok seven Ebû Yâkûb-ı Aktâ' kızını ona verdi. Bundan sonra bir müddet daha Basra'da kaldı.

    Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.

    Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.

    Hallâc-ı Mansûr daha sonra Basra'dan ayrılarak Bağdât'a Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına geldi, Cüneyd-i Bağdâdî ona susmayı ve insanlarla görüşmemeyi emretti. Daha sonra Hicaz'a giderek, bir sene Ravda-i mutahherada kaldı. Zikr ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra tekrar Bağdât'a geldi. Burada yine Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü ve bâzı suâller sordu. Cüneyd-i Bağdâdî suâllerine cevap vermedi ve; 'Gâliba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyaman yakındır! ' dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözü ile ilerde onun şehîd edileceğine işâret ediyordu. Mansûr, sorduğu meselelerin cevâbını alamayınca, izin alarak Tüster'e gitti. Bir sene orada kaldı. Burada büyük kabûl ve ilgi gördü. Sonra buradan ayrılıp, beş yıl ortadan kayboldu. Horasan ve Mâverâünnehr gibi beldelerde bulundu ve Ahvaz'a geldi. Burada da nasihatlarda bulunup, Ahvaz halkı içinde büyük kabûl ve ikrâm gördü. Ahvaz'da ilâhî esrârdan çok bahsettiğinden, kendisine Hallâc-ı Esrâr denildi. Tekrâr hacca gitti. Dönüşte Basra'ya geldi. Oradan tekrar Ahvaz'a gitti. Bir müddet daha burada kaldı. Sonra; 'Halkı Hakk'a dâvet için şirk beldelerine gidiyorum.' diyerek Hindistan'ın yolunu tuttu. Buradan Mâverâünnehr'e geldi. Çin'i Maçin'i dolaştı. Gittiği her yerde halkı Hakk'a dâvet etti. Hint, Çin ve Türk kavimlerinden pekçok kimsenin İslâmiyetle şereflenmesine vesîle oldu. Onların İslâmiyeti tanımaları için pekçok eserler telif etti. Dönüşünde dünyânın dört bir yanından ona mektuplar yazılmaktaydı. Hindliler, ona; Ebû Mugis, diye mektup yazarlardı. Çinliler Ebû Muîn, Türkler; Ebû Mihr, Farslılar; Ebû Abdullah Zâhid, Huzistanlılar; Hallâc-ı Esrâr diye hitab ediyorlardı.

    Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin İslâmiyeti yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği bu seyâhatleri sırasında pekçok kerâmetleri, hârikulâde halleri görüldü. Kerâmetlerinden daha mühimi de onun mârifet, hikmet ve ince mânâlar dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir. Kerâmetlerinden ve hikmet dolu sözlerinden bazıları şu şekildedir:

    Semerkantlı Reşid-i Hurd, Kâbe'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda konak yerlerinde meclisler teşkil edip sohbette bulunuyordu. Yine bir konak yerinde şunu anlattı: Hallâc-ı Mansûr dört yüz sûfî ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Gıdâ nâmına hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada Hallâc-ı Mansûr'a gelerek şimdi kelle kebâbı olsa da yesek dediler. Hallâc, hemen elini arkaya uzatıp, kebâb olmuş bir kelle ile iki pide alıp, birine verdi. Dört yüz kişiydiler. Her defâsında elini arkaya uzatıp, bir kelle iki pide aldı. Neticede 400 kelle, 800 pide almış ve her birine bir kelle iki pide vermiş oldu. O topluluk bunları yedikten sonra, tâze hurma olsa da yesek dediler. Kalktı ve beni silkeleyin buyurdu. Hurmalar döküldü. Doyuncaya kadar yediler. Bundan sonra yolda ne zaman sırtını bir dikenli ağaca dayasaydı, tâze hurma verirdi.

    Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olanAllah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'

    Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.

    'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.'

    'Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır.'

    'Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur.'

    Bir gün kendisine; 'Sabır nedir? ' diye sorduklarında; 'Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez.' buyurdu. Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.

    Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; 'Enel-Hak= (Ben Hakkım) ' sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.

    Hallâc-ı Mansûr, Enel-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmine vâkıf olmayan zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Sözünü Halîfe Mu'tasım'ın yanına götürerek fesâd çıkardılar. O sırada vezir olan Ali bin Îsâ'yı ona karşı kışkırtarak aleyhine çevirdiler. Halîfe, Hallâc'ın bir sene zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bâzı meseleler soruyordu. Daha sonra, insanların onu ziyâreti de yasaklandı. İbn-i Atâ'nın ve Ebû Abdullah bin Hafîf'in yaptıkları ziyâretler müstesnâ beş ay müddetle kimse onu ziyâret edemedi.

    Nakledilir ki; bir gece Mansûr hazretlerini zindanda bulamadılar. İkinci gece ne zindan vardı ne de Mansûr... Üçüncü gece, zindan da Mansûr da yerindeydi. Kendisine bunun hikmeti suâl edildiğinde; 'İlk gece O'nunlaydım, beni bulamadınız. İkinci gece, Obenimleydi, ne beni ne de zindanı görebildiniz. Üçüncü gece, her şey yerli yerindeydi. Tâ ki mukaddes dînimizin emrini yerine getiresiniz. Beni idâm edesiniz diye.' buyurdu.

    Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: 'Bir çok hîle ile zindana girerek Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle gördüm. 'Şeyh nerededir? ' diye sordum. 'Abdesthânededir. Abdest hazırlığı görüyor.' dedi. Ben: 'Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin? ' dedim. 'On sekiz aydan beri.' dedi. 'Bu zindanda şeyh ne yapıyor? ' dedim. 'On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor.' dedi. Sonra devâm ederek: 'Bu gördüğün zindanın kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser.' dedi. 'Ne yer? ' diye sordum. 'Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra önünden alır, götürürüz.' Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş, işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana: 'Ey delikanlı! Neredensin? ' dedi. 'Fars'tanım (İranlıyım) ' dedim. 'Hangi şehirdensin? ' diye sordu. 'Şiraz'danım' dedim. Benden meşâyıh haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: 'Onu görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle.' dedi. Sonra yine: 'Buraya nasıl gelebildin? ' dedi. 'Bâzı İran askerlerinin yardımıyla.' dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp oturdu. Şeyh ona: 'Sana ne oldu? ' dedi. Zindancıbaşı: 'Düşmanlarım beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni alıp götürecek, katledecekler.' dedi. Şeyh: 'Var selâmetle git.' dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: 'Ne oldu? ' diye sordu. Zindancıbaşı: 'Kurtuldum.' dedi. 'Hangi sebeple kurtuldun? ' diye sordu. O, 'Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; 'Şimdiye kadar seni katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim. Tekrar affettim.' dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım.' Sonra ben çıkıp gittim ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: 'Eğer tekrar onunla buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları saklayacağımı söyle.' dedi.

    Naklederler ki, Hallâc-ı Mansûr hapishânedeyken üç yüz kişiydiler. Bir gece diğerlerine; 'Ey mahpuslar! Gelin sizi kurtarayım.' dedi.'Peki sen kendini niçin kurtarmıyorsun. Gücün olsa kendini kurtarırsın.' dediklerinde; 'Biz himâye ve selâmet içindeyiz. Eğer dilersek bir işâretle bütün kelepçeleri açarız! ' dedi. Sonra parmağıyla işâret edince, bütün kelepçeler yere döküldü. Bunun üzerine; 'İyi ama hapishânenin kapısı kilitli, şimdi biz nereye gidelim? ' dediler. Bunun üzerine bir daha işâret etti. Duvarlarda bir takım gedikler ortaya çıktı. Bu hali gören mahpuslar, hemen Hallâc'ın ayaklarına kapanarak kendileriyle gelmesi için yalvarmaya başladılar. Fakat o reddetti. Neden diye sorduklarında; 'Bizim O'nunla öyle bir sırrımız vardır ve sır sâhibinden başkasına söylenmez.' buyurdu.

    Bu haberler halîfeye ulaşınca; 'Fitne çıkarmak istiyor, onu katlediniz veya Enel-Hak sözünden dönene kadar sopalayınız.' emrini verdi. Bunun üzerine Hallâc-ı Mansûr hazretlerini Bağdât'ta Tâkkapısına götürdüler. Evvelâ yüz kırbaç vurdular. Kendisinden en küçük bir ses çıkmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler.

    Hallâc-ı Mansûr'un rahmetullahi aleyh elleri ve ayakları kesildiğinde; 'Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum.' buyurdu.

    Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'

    İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.

    Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.

    Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.

    Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.

    Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'

    Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'

    Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.

    Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin idâmına sebeb olan 'Enel-Hak' sözü, onun tasavvuf yolunda sâhib olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime mânâsı; 'Ben Hak'ım' demek olan bu sözün hakîki mânâsı: 'Ben yokum. Hak vardır.' demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 2. cild 44. mektûbunda bu husûsu şöyle açıklamaktadır: 'O büyüklerin 'Her şey O'dur' demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır demektir. Meselâ, Hallâc-ı Mansûr Enel-Hak (Ben Hak'ım) dedi. Böylece, ben Hak'ım, Hak teâlâ ile birleştim, demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur. Onun sözünün mânâsı 'Ben yokum, Hak teâlâ vardır.' demektir. İşte sofiyye (evliyâ) her şeyi Hak teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın (kendisinin) bunlarla birleştiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veya o kimse o gölge şekline girmiştir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka bir şey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır, diyebilir. Yâni gölge yoktur, yalnız o insan vardır, der. Bundan anlaşıldı ki, sofiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydana gelmiştir. Hak teâlâ değildir, diyor. O halde, sofiyyenin; 'Her şey O'dur.' sözleri; 'Her şey O'ndandır.' demektir ki, âlimler de böyle söylemektedir. İki taraf arasında bir fark yoktur. Yalnız şu fark vardır ki, sofiyye, eşyâya, Hakk'ın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekten çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor.'

    Hallâc-ı Mansûr hazretleri halleri doğru, zamânındakilerin, kadrini ve derecesini anlamayacak derecede yüksek bir velî idi. O, hiçbir zaman Allahlık iddiâ etmedi. Tam tersine Allah aşkının sarhoşu bir kul olarak yaşadı, gündüz ve gecelerini ibâdetle geçirdi. Elli yaşındayken; 'Bu güne kadar bin senelik namaz kıldım.' buyurdu. İslâmiyetin bütün emir ve yasaklarına en ince hususlara kadar titizlikle uyar, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. Ömrünün temeli sıkıntı üzerine kurulmuştu.Bu da, Allah aşkına tutulanlarda çeşitli şekil ve derecelerde görülen bir husustur.

    Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Atâ, Ebû Abdullah Hafîf, Şiblî, Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, Şeyh Ebû Saîd Ebü'l-Hayr, Şeyh Ebü'l Kâsım-ıGürgânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî ve Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri bunlardan bâzılarıdır. Büyük velî Şiblî, onun için; 'Ben ve Hallâc aynı şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi.' buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; 'Hallâc, imâmdır. Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam (halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten oldu.' demiştir.

    AliRâmitenî hazretleri ise, Hallâc-ı Mansûr'un hâlini; 'Hüseyin bin Mansûr zamânında, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin oğullarından biri bulunsaydı, Mansûr idâm edilmezdi.' buyurarak en veciz şekilde îzâh etmiştir. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'nin mânevî oğulları olan talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyin bin Mansûr'u terbiye ederek, o makamdan daha yukarılara geçirir, idâm edilmesi lâzım gelmezdi. Çünkü Hallâc-ı Mansûr, her ne kadar büyük velî olmakla birlikte, tasavvuf yolunun en nihâyetine ulaşabilmiş değildir. Bulunduğu mertebe nihâyetten çok uzaktır.

    Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:

    Dilim dilim bende yürek

    Aşk nicedir gel benden sor.

    Savrulurum kürek kürek

    Aşk nicedir gel benden sor.

    HAK NEYİ DİLERSE BİZ ONU DİLERİZ

    Bir gün Mansûr'un hâtırından; 'Peygamber efendimiz, Mîrâc gecesi, sâdece müminleri diledi de, neden bütün insanları dilemedi ve, yâ Rabbî, cümlesini bana bağışla demedi.' diye geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah efendimiz içeri girdi ve; 'Biz kimi dilersek Hakk'ın fermânı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakk'ın fermân evidir. O'nun irâdesinin ve fermânının gayrisinden pâk ve mâsumdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim.' buyurdu. Bundan sonra Hallâc-ı Mansûr, başından sarığını çıkararak Resûlullah'ın huzûrunda kerâmet gösterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: 'Bu sarık kerâmeti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım.' Onun idâm edilmesine hakîkatte, sebep, bu hüküm oldu.

  • deccal27.12.2003 - 14:17

    Deccal için Bediüzzamanın açıklamalarına bakabilirsiniz.... Fakat insanları Deccalden ziyade imani konular ilgilendirmeli

  • deccal27.12.2003 - 14:15

    Allah onun şerrinden bizleri sakınsın....Manalara hükmeden bir vakia

  • deccal27.12.2003 - 14:13

    Deccal, haktır.......
    Ve bu hadislerle ve diğer dini kaidelerle tasdiklenmiştir.

  • çeçenistan27.12.2003 - 12:24

    1783
    Çeçenlerin Çarlik Rusyasi isgaline karsi baslattigi savas Kuzey Kafkasya'ya yayildi. 1780'lerin basinda baslayan savasta cihadin liderligini Seyh Mansur yürütüyordu. Rus istilâcilar katliam yaptilar. 1791'de tutukladiklari Seyh Mansur'u, 1794 yilindâ Slisselarg hapishanesinde sehit ettiler, ama savas devam etti.

    1816
    Çar, General Yermalov'u Kafkasya'ya komutan toyin etti. Yermalov büyük bir ordu ile Çeçenleri ve diger Kafkas halklarini katliama tabi tuttu.

    1828
    Rus baskisina dayanamayan Dagistan'da Müslümanlar önce Imam Gazi Muhammed, daha sonra Imam Hamzat önderliginde ayaga kalktilar. Büyük savas bir anda bütün Kafkasya'ya yayildi.

    1834
    Imam Hamzat'in sehit edilmesinden sonra cihadin önderligini Imam Samil yapmaya basladi. Taso Haci liderligindeki mücahid kuvvetleri de Imam Samil saflarina katildi.

    1839
    Çarlik, Çeçenlere karsi baskin düzenlemeye basladi. Imam Samil liderligindeki büyüklü küçüklü bütün Çeçenler ve Kuzey Kafkasya halklari gazavat savasina, cihada basladilar. Milli Azadlik cihadi olarak bilinen bu savas tam 25 yil devam etti. Bu savas Rus tarihine Kafkas Harbi olarak girdi. Rus demokrat yazari N.Çerniserskiy, bu savastan bahsederken, 'Rusya bu savasa yilda 25 bin asker gönderdi' diye yazmaktadir. General N.N. Rayevsk ise 'Bizim Kafkasya'daki hareketlerimiz Amerika'nin istilâsindaki facialar gibi
    idi' diye yazmaktan kendini alamamistir.

    1859
    Ruslar, Çeçenlerin son duragi Vedeno köyünü de isgal etti. Samil esir düstü. 25 yil devam etmis olan savasta milletin yarisindan çogu vuruldu ya sahit oldu veya gazi. Fakat Çeçenler yilmadi. Savas 1864 yilina kadar devam etti.

    1865
    Ruslar, sömürge rejimi uygulamaya basladilar. Çeçen gençleri Rus ordusu arasina dagitildi. Birçoklari da ülkenin disina çikmak zorunda kaldi. Anadolu'ya göçler bu tarihte basladi.

    1877
    Çeçen ve Inguslar yeniden ayaga kalkti. Iki yillik çetin savastan sonra Ruslar, Çeçen ve Inguslari vatan topraklarindan sürgün ettiler ve bölgeye Rus Kazak (koçak/larini yerlestirmeye basladilar. Bunun üzerine Çeçen ve Inguslar gerilla savasi,baslatti. Zalimhan, liderligindeki mücahidler;
    1917 yilina kadar Rus Koçaklorina karsi savastilar.

    1917
    Çeçen Inguslarla Rus Kazaklari arasindaki ölüm kalim savasi basladi. Bu savas bir yil sürdü. Çeçenler, 1918 yilinda kendi topraklarini geri aldilar. Çeçenler, Seyh Uzun Haci önderliginde Kuzey Kafkasya Emirligi altindaki Islâm devletinin kuruldugunu ilan ettiler.

    1920
    Komünistler, Kuzey Kafkasya'yi isgal ettiler. Sovyetler sikiyönetim ilan etti. Olaganüstü idarenin basini ÇK (daha sonra KGB) yürütüyordu. Aydinlar, bilhassa din adamlari kursunlandi.

    1922
    Komünistler, bölgeyi 'Çeçen vilayeti' ilan etti.

    1924-25
    Kafkasya Sikiyönetim Komutanligi, 10 bin Çeçen Ingus aydinini hapsetti. Komünist olmayanlar idam edildi, kursuna dizildi.

    1929
    Kafkasya Harbi Komutanligi, Çeçenistan'da kolhozlastirma (halkin topraklarina el koyma) hareketi baslatti. Bu uygulamaya karsi çikan Çeçenler, Sit Islambulov liderliginde baskaldirdilar.

    1930
    Kizilordu, Sit Islambulov liderligindeki mücahidlerle anlasma yoluna gitmek zorunda kaldi. Bu anlasmaya göre Sovyetler, Çeçen Inguslarin
    haklarina saygi duyacaklari garantisini verdi.

    1931
    KGB, anlasmayi bozdu ve Sit Islambulov ve arkadaslarini kursuna dizerek sehit etti. Sit Islambulov'un yerine kardesi Hasan Islambulov geçti ve 1935 yilina kadar Kizilordu ile savas devam etti.

    1932
    Çeçenistan Nogayyurt bölgesindeki halk ayaklandi. Buna karsi NKVD (daha sonra KGB) buradaki herkesi hapse atarak iskenceler uyguladi.
    Sonra diger yerlerdeki milleti kötülemek için kizil partizan Ibrahim Gelderan liderliginde sahte bir ayaklanma gerçeklestiren KGB, halki Kizilordu kursunlarina hedef ettiren Gelderan'a öldürttü.

    1936
    Yillardir devam eden savasi durdurmak isteyen Moskova, Çeçen-Ingus vilayetine, Çeçen Ingus Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti adini
    verdi. 'Sovyet Sosyalist' kelimelerini istemeyen millet aydinlarini 1937 yilinda hapse attilar. Bir yil içinde 10 bin kisi tutuklandi ve hiçbirisi evine
    dönemedi.

    1940
    Milleti tehcir eden Ruslara karsi Hasan Islambulov liderliginde baslayan
    ayaklanma herkesi birlestirdi. Satoy sehrini ele geçiren Hasan Islambulov askerlerinin hareketi millete güç verdi ve Galanoj Ingus halkinin geçici
    inkilap hükümetini kurdular. Ruslar ne kadar saldirdilarsa da Islambulov taraftarlarini yok edemediler.

    1944
    Çeçenler, Kirim; Karaçay, Balkar ve Ahiska Türkleriyle birlikte, Stalin tarafindan Sibirya ve Türkistan steplerine sürgün edildiler. Bu topyekün
    sürgün sirasinda binlerce Çeçen açlik, salgin hastalik ve Rus kursunlariyla öldü.

    1957
    Sovyet lideri Nikita Kurusçev, sürgündeki Çeçen ve Inguslara, eski durumlarina kavusmalari için bazi haklar tanidi. Sürgündekiler, Çeçen
    Ingus Cumhuriyeti'ndeki yurtlarina dönmeye basladilar.

    1960-1970
    Bu yillar içerisinde Moskova, Çeçen Inguslarin daglik yerlere, sehirlere, Rus Kazaklarinin yerlestirilmesi, nüfus yapisinin degistirilmesi çalismalarina devam etti. Çogu yerlerde sahte törenler yapti. Çeçen Inguslar bu sahte törenlere çok sert tavir aldilar. Rus-Çeçen mücadelesi ideolojik savas seklinde devam etti.

    1982
    Sovyetler Birligi Komünist Partisi'nin birinci adami Brejnev'in yardimcisi Süslov, 'Baska milletler, Sovyetler Birligi'ne kendi arzulari ile katilmislardir' diyerek asimilasyon politikasini sürdürdü.

    1988
    Çeçen Ingus Halk Cephesi kuruldu. Hoca Ahmet Bisultanov lider seçildi. Cephe, ilk eylem olarak Gudermes'te yapilmakta olan kimya fabrikasina karsi protesto gösterileri düzenlemeye basladilar. Bu arada siyasi teskilâtlar da kuruldu. Bu teskilâtlar, 1990 yilinda siyasi parti hüviyetine
    büründü.

    Kasim 1990
    Çeçen Halk Kurultayi toplandi. Kurultayda Çeçen Milli Komitesi kurulmasi karari alindi. Komitenin adi daha sonra Milli Kongre olarak
    degistirildi ve basina Cevher Dudayev getirildi.

    5 Eylül 1991
    Agustos ayinda Sovyetler Birligi Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Baskani Mihail Gorbaçov'u devirmek için yapilan darbeyi destekleyen Çeçen Ingus hükümeti, baskilar sonucu; bagimsizlik yanlisi Çeçen Milli Konseyi'nden istifa etmek zorunda kaldi. Rus Hava Kuvvetleri'nden kendi istegiyle emekli olan General Cevher Dudayev, ülkesine döndü ve milli lider ilan edildi.

    Ekim 1991
    Cevher Dudayev, Moskova yanlisi geçici hükümeti devirmek için kampanya baslatti. Resmi daireleri ele geçirmeye baslayan Cevher
    Dudayev halkin yüzde 80'den fazlasinin oyunu alarak Devlet Baskanligi'na seçildi ve tek tarafli olarak bagimsizlik ilan etti.

    Kasim 1991
    Rusya Federasyonu Devlet Baskani Boris Yeltsin, olaganüstü hal ilan ederek Çeçenistan'in bassehri Grozni'ye asker gönderdi. Bu askerlerin Grozni havaalaninda Devlet Baskani Dudayev'e bagli askerler tarafindan engellenmesi üzerine, Rusya Parlamentosu olaganüstü hali kaldirdi
    ve Rus askerleri 3 gün sonra geri döndü.

    Haziran 1992
    Çeçen-Ingus Cumhuriyeti, 'Çeçenistan' ve 'Ingusistan' olarak birbirinden ayrildilar. Ingusistan, Rusya Federasyonu içerisinde kalmaya karar verirken Çeçenistan'in bagimsizlik karari Rusya tarafindan reddedildi.

    1994
    Moskova; Çeçenistan'in suçlular için karargâh olmaya basladigi seklinde propaganda yapmaya basladi ve halkin Cevher Dudayev'i devirmesi için çagri yapmaya basladi.

    2 Agustos 1994
    Rusya'nin destekledigi bilinen muhalefet tarafindan organize edilen Geçici Konsey, Cevher Dudayev'i devirme çalismalarina basladi.

    25 Kasim 1994
    Moskova destekli isyancilar, tank ve agir silahlarla Grozni'ye saldirdilar, fakat bir gün sonra geri çekilmek zorunda kaldilar.





    29 Kasim 1994
    Boris Yeltsin, Dudayev ve muhalefete 48 saat içinde silahlarini birakmalari çagrisinda bulunarak, aksi halde olaganüstü hal ilan edecegini açikladi. Rus uçaklari Grozni'yi bombaladi.

    30 Kasim 1994
    Rus uçaklari tarafindan yeni bir hava
    saldirisi daha yapildi. En az 10 uçagin katildigi saldiridan
    sonra Cevher Dudayev, kadin ve çocuklara Grozni'yi terket-
    meleri çagrisinda bulundu. Rusya, Çeçen sinirina asker yig-
    maya basladi.

    1 Aralik 1994
    Rusya'nin, verdigi sürenin bitmesine ragmen, hiçbir harekette bulunmayan Yeltsin, Çeçenlerin elindeki Rus esirleri geri alabilmek için her yolu deneyecegini açikladi.

    5 Aralik 1994
    Rusya, Çeçenistan'in terörist yatagi oldugunu ileri sürerek, Bati'yi yanina almak tesebbüslerine basladi.

    6 Aralik 1994
    Çeçenistan bagimsizligini elde etmesinden sonra ilk dafa en üst seviyede bir toplanti yapti. Rusya Savunma Bakani Pavel Graçev ve Cevher Dudayev, yaptiklari görüsmede, krizin sona ermesi için güç kullanilmamasi konusunda görüs birligine vardilar.

    7 Aralik 1994
    Rus Güvenlik Konseyi, taraflarin silahsizlandirilmasi için bütün anayasal tedbirlerin uygulanmaya konulmasini istedi.

    8 Aralik 1994
    Boris Yeltsin, anayasal tedbirlerin uygulanmasini istedi.

    10 Aralik 1994
    Rusya, Çeçen hava sahasi ve sinirini kapattigini açikladi. Grozni yine bombalandi. Dudayev'in yardimcilarindan biri, Rusya'nin Çeçenistan'i isgal etmeleri halinde, Rus askerlerinin tabut içinde terk edeceklerini söyledi.

    11 Aralik 1994
    Rus askerleri, 3 koldan Çeçenistan'a girdiler. Yeltsin, 15 Aralik tarihine kadar süre taniyarak, Çeçenlerin silahlarini birakmalarini istedi.

    12 aralik 1994
    Rus uçaklari, Grozni yakinindaki hedefleri bombaladi. Grozni'nin disindaki köylerde agir çarpismalar meydana geldi.

    14 Aralik 1994
    Cevher Dudayev, Rusya'yi uyararak bir adim daha atmalari halinde, gerilla savasi baslatacaklarini ilan etti. Baris ümidi, Çeçenlerin
    Rusya'nin isteklerini reddetmeleri ile son buldu.

    15 Aralik 1994
    Boris Yeltsin, Cevher Dudayev taraftarlarinin silah birakmasi için verdigi süreyi 48 saat daha uzatti. Dudayev, Rus askerlerinin çekilmesi halinde masaya oturacagini açikladi.

    16 Aralik 1994
    Çeçenistan'a gönderilen bir Rus general, Yeltsin'in hareketinin anayasaya aykiri oldugunu belirterek, 'Bir adim daha ileri gitmeyecegini' ilan etti. Rusya Güvenlik Konseyi yaptigi açiklamada, verilen süreyi cumartesi gece
    yarisina kadar erteledi.

    17 Aralik 1994
    Rusya Disisleri Bakani Andrei Kozirev, yabancilarin ülkeyi terketmesini istedi ve Dudayev'i bir defa daha görüsme masasina davet etti.

    18 Aralik 1994
    Rus uçaklari gece yarisindan itibaren Grozni'yi bombalamaya basladilar. Fakat kara harekâtina geçilmedi. Grozni'de bulunan Dudayev taraftarlari sessiz kalarak Rusya'nin ikinci bir adim atmasini beklediler.

    19 Aralik 1994
    Rus kuwetleri özellikle sivil yerlesim birimlerini bombalayarak 16 kisinin
    ölümüne sebep oldu. Grozni'ye yönelik hava saldirilari yine devam etti. Grozni disinda yogun çarpismalar oldugu bildirildi. Bölgede bulunan
    gazeteciler, Petropavlovskaya köyünün Ruslarin eline geçtigini bildirdi. Cumhurbaskanligi Sarayina yönelik saldirilarda, sarayin isabet almadigi, mermilerin bos araziye düstügü belirtildi.

    Ocak 1995
    Rus tanklari Grozni'nin merkezine dogru ilerlemeye basladi.

    Subat 1995
    Mücahidler bassehir Grozni'yi terk etmeye basladi.

    Nisan 1995
    Avrupa Güvenlik ve Isbirligi Konferansi AGIK, Çeçenistan komisyonu kurmaya karar verdi. Dudayev, Rusya içinde saldirida bulunma
    tehdidinde 'bulundu. Argun, Gudermes ve Sali'yi ele geçirmeye basladi.

    Mayis 1995
    Rus askerleri Kafkas dagina dogru ilerliyor. AGIK himayesinde yapilan görüsmelerin ilk turunda sonuç alinamadi.

    Haziran 1995
    Askerlerinin, güneydogudaki mücahidlerin karargâhini ele geçirdiklerini duyuran Rusya, Satoy ve Nazhoyyurt'u da aldilar.

    14 Haziran 1995
    Çeçenistan'a 70 kilometre mesafedeki Stavropol sehrinin Budonnovski
    kasabasina baskin düzenleyen Samil Basayev liderligindeki bir grup mücahid, bir hastanede yüzlerce Rus'u rehin aldi.

    15 Haziran 1995
    Rusya, Kuzey Kafkasya'daki kuvvetlerini alarma geçirdi. Yeltsin, Rus sivillere sakin olmalari çagrisinda bulundu.

    16 Haziran 1995
    Rus askerleri, Çeçenlerin saldiri ihtimaline karsi Moskova'daki kilit öneme sahip binalari korumaya aldi. Rus parlamentosundaki gruplar, hükümetin istifasini istedi. Yediler toplantisi için Kanada'ya giden Yeltsin'e geri dön çagrisindabulunuldu.

    17 Haziran 1995
    Rus askerleri hastaneye baskin düzenledi. Operasyon basarili olamadi. Ancak Basayev, 220 kadin, çocuk ve hastayi serbest birakti. Yeltsin; baskinin kendisinin Moskova'dan ayrilmasindan sonra gerçeklestirildigini açikladi. Basbakan Çernomirdin ise, rehinelerin serbest birakilmasina karsilik Çeçenistan'da ateskes yapilmasini teklif etti.

    18 Haziran 1995
    Rusya Basbakani Çernomirdin, mücahidlerin komutani Samil Basayev ile telefonda görüstü. Mücahidler, 126 rehineyi daha serbest birakti. Bâsayev,
    kendi adamlarini ve rehinelerin bir kismini Çeçenistan'a götürmek için bir otobüs istedi. Çeçenistan'daki Rus komutan, 'Bütün askeri operasyonlarin durdurulmasi' talimatini verdi.

    19 Haziran 1995
    Baris görüsmelerinin yeni turu Grozni'de basladi. Mücahidler 764 rehineyi daha serbest birakti ve bir Rus tuzagina karsi bazi gazeteciler, parlamenterler ve çok sayida Rus'un bulundugu otobüsten olusan konvoyla Budonnovski'den ayrildi.

    30 Temmuz 1995
    Heyetler arasinda askeri anlasma imzalandi. Anlasmaya göre; Ruslar,
    Çeçenistan'daki askerlerini çekecek, Çeçenler de savunma maksatli olmayan silahlarini teslim edecekler. Çeçen heyetine Çeçenistan Bassavcisi.
    Osmati Imayev baskanlik etti.

    Agustos 1995
    Çeçenistan'da kimyasal silah kullanilmis olabilecegine iliskin belirtiler
    bulundugu bildirildi.

    16 Agustos 1995
    Çeçen Cumhuriyeti'nin baskenti Grozni'de süren baris görüsmelerinin
    kesilmesi ve taraflar arasinda gerginligin tehlikeli bir sekilde tirmanmasi ardindan bir grup Çeçen direnisçi silahini teslim etti.

    25 Agustos 1995
    Çeçen lideri Cevher Dudayev'e bagli güçler, cumhuriyetin ikinci büyük kenti Gudermes'te yönetime el koydugunu bildirdi.

    28 Agustos 1995
    Rusya'nin Budonnovsk kentine baskin düzenleyerek 30 Temmuz da Rus-Çeçen heyetlerinin askeri bir anlasmaya varmalarina
    kadar giden görüsme sürecini baslatan Çeçenlerin ünlü savasçisi Samil Basayev, silahlarini teslim etmeyeceklerini söyledi.

    5 Eylül 1995
    Çeçenistan'da Cevher Dudayev yanlilari 6 Eylül 1991'de ilan edilen, ancak
    taninmayan bagimsizlik ilanlarinin yildönümünü cumhuriyetin çesidi yerlesim birimlerinde kutladilar.

    16 Eylül 1995
    Çeçenistan'in Alkhoi-mohk kasabasinda Rus uçaklarinin bombardimani
    sonucu üç kisinin öldügü, alti kisinin Yaralandigi bildirildi.

    4 Ekim 1995
    Çeçenistan Cumhurbaskani Cevher Dudayev'in danismani Ramazan Kaytemirov, Rusya'nin Çeçenistan'da asil amacinin petrol yataklarina sahip olmak, boru hattini kullanmak ve askeri üs kurmak oldugunu söyledi.

    20 Aralik 1995
    Çeçenistan'in Gudermes kentini kusatan Rus askerleri yüzlerce sivil öldürerek kenti ele geçirdi. Ülkenin yüzde 70'ini kontrol altinda tutan
    Müslüman direnisçiler, Ruslara agir kayiplar verdirdi.

    9 Ocak 1996
    'Yalniz Kurt' grubunun lideri Salman Rudayev, Kizilyar'a baskin düzenleyerek yüzlerce kisiyi esir aldi.

    17 Ocak 1996
    Salman Raduyev ve mücahidler, Kizilya dan kaçarken kistirildiklari Pervomaiskoye köyündeki Rus kusatmasini yarmayi basardilar.

    5 Subat 1996
    Çeçenistan'in baskenti Grozni'de bagimsizlik yanlisi Çeçenler, Rus güçlerinin ayrilmasi istegiyle gösteriler baslatti.

    8 Subat 1996
    Grozni'deki gösterilere binlerce kisi katildi. Kent merkezinde gösterilere
    katilanlarin sayisi on bine ulasti.
    Çeçenistan ve Coğrafi konumu:

    Sovyetler Birliği döneminde Çeçen-İnguş Otonom Cumhuriyeti, (9 Kasım 1991’de bağımsızlkığını ilan ederek Çeçenistan Cumhuriyeti) adını alan bu ülke, 5 Aralık 1936 tarihinde kurulmuştur. Ancak II. Dünya Savaşında Çeçenler ve İnguşlar, Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesi ile sürgün edilerek Cumhuriyet ortadan kaldırılmış, 9 Ocak 1957’de yeniden kurulmasına izin verilmiştir.

    Kuzeyde Rusya Federasyonu’nun Stavropol Eyaleti (kray) , kuzeydoğu ve doğuda Dağıstan Özerk Cumhuriyet, güneyde Gürcistan Cumhuriyeti ile çevrilmiştir. Yüzölçümü 19.300 km2, nüfusu bugün itibariyle 1.300.000 civarındadır. Sınırları içinde 3 şehir ve 3 şehir tipinde yerleşim merkezi vardır. Başkenti Grozni (eski adı Sunjkhala, yeni adı Caharkale’dir) ’dir

    Kuzey Kafkasya’’nın güneydoğu bölümünde bulunan Çeçenistan Cumhuriyeti, Kafkas Sıradağlarının kuzey etekleriyle Terek Düzlüğü’nün (Nogay Stepi) güney kesimini kaplamaktadır. Güney sınırlarında bulunan Tebulos-Mta Dağının yüksekliği 4.494 metredir. Bu dağ kil şistleriyle, porfirit ve diyabaz intruzyonlarından oluşmuşturç Terek Dağları ile Terek Irmağı üzerinde Tereküstü Düzlüğü uzanır. Cumhuriyetin kuzey bölümü Terek Düzlüğü içindedir.

    Yer altı servetleri bakımından Çeçenistan Cumhuriyeti oldukça zengindir. Petrol ve yer altı gazlarına hemen hemen her yerde rastlanır. Maden suyu kaynakları çoktur. Yapı gereçleri (kireç taşı, marn, alçı, kuvars kumu, kil) de boldur.

    İklim bakımından Çeçenistan Cumhuriyeti büyük bir değişiklik gösterir. Kuzey bölümünde kara iklimi hakimdir. Yazlar sıcak olup uzun surer. (Temmuz ayı sıcaklık ortalaması 25,5 C, Ocak ayı ortalaması ise –4 C) . Kışlar ılık olup fazla kar yağmaz. Yeşillik süresi (vegetation) 233 gündür. Yıllık yağış tutarı 600-700 mm, yeşillik süresi 220-224 gündür.

    Akarsuları Cumhuriyeti doğu-batı doğrultusunda kesen Terek Irmağı havzasına bağlıdır. Ayrıca Terek’in büyük bir kolu olan Sunja anılabilir. Sunja birçok kolların birleşmesinden meydana gelir. En büyük kolları buzul sularıyla beslenen Assa ve Argun Irmaklarıdır. Irmaklar önemli hidroenerjiye sahiptir. Akarsulardan sulama işlerinde de faydalanılır. Düzlüklerde ve dağlarda göller vardır. En büyük gölü ülkenin güneydoğu ucundaki Kezenoyam’dır.

    Terek Düzlüğünde verimli topraklar yanında kunluklar da vardır. Terek ve Sunja ırmakları çernozyomla kaplıdır. Çeçen düzlüğünde çerezyomla örtülü yerlerden başka, vadilerde alüvyonlara da rastlanmaktadır.

    Bitki örtüsü bu toprak durumuna bağlıdır. Terek düzlüğünün güney kesimi ekime elverişlidir. Kuzey kesimi ise kumlu bir yarı çöl konumundadır. Terek vadisinde çayır bitkileri hakimdir. Terek düzlüğü ekim yapmaya da elverişlidir. Dağlık bölgelerde 1600-2000 metre arasında geniş yapraklı ormanlar (ak gürgen gibi) yer alır. 1600-2000 metre den sonra ise alp çayırları yetişir.

    Dağ ormanlarında yaşayan hayvanlar arasında boz ayı, kurt, tilki, yaban domuzu, Kafkas orman kedisi vardır. Kuşlar arasında sülün ve bıldırcın önemli yer tutar. Terek düzlüğünde kemirgenler (tavşan, tarla faresi ve sürüngenler yaygındır. Bunlardan başka çakal, karsak gibi hayvanlara da rastlanır.

    Çeçenistanın büyük şehirleri Grazni (Caharkale, Gudermes, Malgobek’tir. Özellikler bağımsızlık ilanından sonar Rus nüfusunda azalma olmuştur. Çeçenistan eski Sovyetlerin en eski ve en büyük petrol bölgelerinden biridir. Bu bakımdan petrol endüstrisi gelişmiştir. Bundan başka, enerji kaynakları da işletilmektedir. Kimya, makine, maden ve besin endüstrisi de anılmaya değer.

    s

    I - Çeçenler Kimdir?

    Çeçenler Kuzey Kafkasya’nın yerli (otokhton) halklarından olup Kuzey-Doğu Kafkasya’da Çeçenistan’da yaşarlar. Kendilerine Nohçi diyen Çeçenler komşuları tarafından Miçikis (Kumukça) , Burtel (Avarca) , Şeşen (Kabardeyce) gibi isimlerle anılırlar. Çeçenler, İnguş ve Tuşlarla birlikte Weynah halkını oluştururlar. İnguşlar kendilerine Ğalğay demektedir. (weynah halkının üçüncü kolunu oluşturan Tuşlar, nüfusça çok küçük bir topluluktur ve genellikle Kafkasların güney kesiminde yaşarlar.)

    Çeçen, İnguş ve Tuşların oluşturduğu dil grubu Weynah (veya Nakh) adıyla bilinir. Weynah ve Dağıstan dilleri de Kuzey-doğu Kafkas Dil ailesi’ni oluşturur. Çeçencenin diğer Kafkas dilleri ile ilişkisi aşağıda tabloda özetlenmiştir. Kuzey Kafkasya halklarının çoğunluğu müslümandır (Sünni) . Kuzey Kafkas Halkları (Abazalar, Adığeler, Weynahlar, Dağıstanlılar, bu bölgede yüzyıllardır aynı kültür ve tarihi paylaşarak yaşayan asetinler ve daha sonar bu bölgeye gelip yerleşmiş Karaçaylılar ve Malkarlılar) çok yakın tarihsel kültürel ve akrabalık bağlaruyla birbirine bağlıdırlar. 19. yüzyıl ortalarında Çarlık Rusyası’nın uyguladığı sürgün politikası sonucu bu halkların önemli bir kesimi Osmanlı İmparatorluğun’da iskan edilmiştir. Günümüz Türkiyesinde 6 milyon Kuzey Kafkasyalının yaşadığı tahmin edilmektedir. Türkiyede Çerkes kavramı, genellikle bütün Kuzey Kafkasyalıları kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.
    Çeçenlerin kısa tarihi

    Bugünkü Çeçenistan ülkesinde, özellikle Kezenoy gölü ve halhulav nehri çevresinde Paleolitik dönemden beri insanların yaşadığı bilinmektedir. Ülkenin çeşitli yerlerinde M.Ö. III. Bin yıllarına ait mezarlar bulunmuştur. Arkeolojik verilere gore bu dönemde tarım, çömlek yapımı ve maden işlemeciliği bölgede gelişmişti.

    Nohçi genel adıyla Çeçenlerden bahsede ilk yazılı kaynaklar M.Ö. 4-3. yüzyıllardaki Ermeni, Gürcü ve Roma-yunana kayıtlarıdır. M.S. 1. yüzyılda Alan Kavimler Birliğine katılan Çeçenler, zamanla orta ve kuzey-doğu Kafkasya’da çoğalmışlardır.

    Çeçenlerin Müslümanlık ile ilk tanışması 8. yüzyıl başlarında Arap-Hazar savaşları dönemindedir. Bu savaşlar sırasında Ememvi orduları Çeçenistan’a da akınlar yapmışlardır.

    10-12. yüzyıllarda Gürcü Karallığı aracılığıyla Hristiyanlık Çeçenistan’a sokulmak istenmişse de bu din hiçbir zaman Çeçenler arasında yaygınlaşmamıştır. 16-18. yüzyıllarda Dağıstan’daki müslümanların etkisiyle Çeçenistan’da İslam Dini yaygınlaşarak egemen din haline gelmiştir. Nakşibendi ve Kadiriye tarikatları 19. yüzyılda bölgede yaygınlaşmıştır.

    13 ve 14. yüzyıllarda Moğol saldırıları karşısında Çeçenler Kafkas Dağlarına çekilerek bağımsızlıklarını korumuşlardır. Bu dönemde Çeçenler kendilerine özgübir kale mimarisi geliştirmişlerdir. “Savaş Kulesi” olarak tanımlanan bu mimari örnekleri günümüze kadar ulaşmıştır.

    1556 yılında Rusya’nın Astrahan’I işgal etmesinden sonar Çeçenistan-Rusya ilişkileri başlamıştır. Rus birlikleri 1587’de Terek nehrine ulaşmış ve 1590’ da Sunja nehri üzerinde ilk Rus kalesi kurulmuştur. Ancak 1783 yılına kadar Rusya’nın Çeçenistan’da fazla ilerlemediği görülmektedir. Fakat 1782-1784 yıllarında Güney ve Kuzey Kafkasya’yı birbirine bağlayan Daryal Geçidi’nin ele geçirilmesi ve bu geçitteki Gürgistan Askeri Yolu’nun açılması, 1784’te Vladikavkaz kentinin kurulması ve 1801’de Gürcistan’I ilhak eden Rusya’nın (güneyde) Transkafkasya’da egemenliğini pekiştirmesinden sonar saldırılar artmıştır. 1783-1824 yıllarında Çarlık, sistemli bir şekilde müstahkem hatlar kurarak ilerlemiştir. Bu dönemde (1818’de kurulan Graozni gibi) Kuzey Kafkas kentleri, Rus müstahkem hatlarının oluşturan kaleler halinde kurulmuş, birer askeri ve ticari merkez olarak gelişmiştir.

    Rusyanın ilerlemesine karşı çok şiddetli direnişler yapılmıştır. 1783-1793 yılları arasında Şeyh Mansur’un 1810’larda İmam Hadis’in ve 1820’lerde Taymi Biybolat’ın önderliğinde işgale karşı önemli ve etkili direnişler gerçekleştirilmiştir. Fakat 1810’da İnguşistan bölgesi Rusya’nın kontroluna geçmiş ve İnguşların bir kesimi General Yemelov tarafından kuzeydeki ovalık bölgelere iskan edilmiştir.

    Çeçenistan’ın direnişinde en öenemli ve kritik dönem, 1829-1859 yıllarındaki İmamlar Dönemi olarakta bilinen dönemdir. Dağıstan’da Gazi Muhammed’in (1829-32) imamlığı ile başlayan bu dönem, İmam Hamzat (1832-34) ve Şeyh Şamil (1834-59) imamlıkları ile devam etmiştir. Bu dönemde Rusya’nın işgaline karşı gerçekleştirilen örgütlü direniş sonucu sayıca çok üstün konumdaki Rus ordusuna karşı bağımsızlık yıllarca korunabilmiştir. İşgale karşı gösterilen kararlı direniş sonucu Rus ordusu sürekli takviye edilmiş, 1860’larda mevcudu 3000’e yükselmiştir. Ancak 1859’da Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonradır ki Çeçenistan’daki direniş büyük ölçüde tasfşye edilebilmiştir. (Çeçenistan’ın düşmesinden sonar Rus ordusu Kuzey-batı Kafkasya’daki operasyonlarını yoğunlaştırmıştır. Kuzey-batı Kafkasya halklarının –Adığeler, Abazalar ve Ubıkhlar- çoğunluğunu ve Çeçen-İnguş halklarını önemli bir kesimi yurtlarından sürgün edilerek Osmanlı topraklarında iskan edilmiştir.)

    Çeçenistan işgal edildikten sonar Rusya’nın uyguladığı kolonizasyon politikasına karşı sürekli ayaklanmalar şeklinde direnilmiştir. 1860-61’de Naib Duev Uma ve Kadı Ataev Atabiy önderliğindeki ayaklanma kanla bastırılmıştır. 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı’nda Şeyh Şamil’in Naiblerinden Simsirir Ali Bek önderliğinde başlayan büyük ayaklanma Çeçenistan’ın hemen tamamını etkilemiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bu ayaklanmadan sonar Abrek olarak bilinen halk kahramanları direnişi sürdürmüşlerdir. Bu kahramanların en ünlüsü 1913’te öldürülen Abrek Zelimhan’dır.

    Rusya Çeçenistan’da tam bir kolonizasyon politikası izlemiş, Çeçen halkının ekonomik ve kültürel gelişimini engellemeye çalışmıştır.. Grozni şehrine Çeçenlerin girmesi bile yasaklanırken, halk tarıma elverişli olmayan dağlık bölgelere doğru yerleşmeye zorlanmış, ovalık kesimlere Kazaklar iskan edilmiştir. Bu politikalar sonucu 1910’larda bir Kazak ailesi başına düşen toprak miktarı ortalam 15 hektar olurken, bir Çeçen ailesine sadece 3.3 hektar toprak kalmıştır.

    Şubat 1917’de Rusya’da monarşinin yıkılması ve Ekim 1917’de Baolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi üzerine Kuzay Kafkasya’da bağımsızlık hareketleri güçlendi ve 11 Mayıs 1918’de Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ilan edildi. (Bu dçnemde General İsmail Berkok komutasındaki Osmanlı ordusu yardım amacıyla Dağıstan’a kadar gelmesine rağmen Mondros Mütarekesi ile geri çekilmek zorunda kaldı.) Fakat Kuzey-batı Kafkasya’da güçlü olan çarlık rejimi tekrar kurmayı hedefleyen ve “bir bölünmez Rusya” sloganı ile hareket eden General Denikin komutasındaki ordular saldırıya geçti. Şubat 1919’da çarlık yanlısı ordular Çeçenistan’ı işgal etti. Beyaz ordularına karşı Eylül 1919’da Şeyh Uzun Hacı’nın liderliğinde bvaşlayan ayaklanma Şubat 1920’de başarıyla sonuçlandır. Fakat bu kez de Mart 1920’de Bolşevikler Çeçenistan’da yönetime geldi. 1920-21 ve 1930-32’deki anti-bolşevik ayaklanmalar başarısızlılla sonuçlandı.
    Bolşeviklerin bütün Kuzey Kafkasya’da iktidara gelmesinden sonar Çeçen-İnguş, Osetya, Khabardey, Balkar ve Karaçay bölgelerini kapsayan Sovyet Dağlı cumhuriyeti 20 Ocak 1920’de kuruldu. 30 Kasım 1922’de bu Cumhuriyetten ayrılarak Çeçen Özerk Bölgesi (11105 km2) 7 Temmuz 1924’te İnguş Özerk Bölgesi (3200 km2) oluşturuldu. Bu iki bölge 15 Ocak 1934’te Çeçen-İnguş Özerk Bölgesi adıyla birleştirildi. 5 aralık 1936’da Yeni Sovyet anayasası uyarınca özerk bölgenin statüsü Özerk Cumhuriyet’e yükseltildi.

    İkinci Dünya Savaşı Çeçen-İnguş halkı için yeni bir acı döneminin başlangıcıdır. 1941-42 yıllarında Alman birlikleri Grozni petrol bölgesini ele geçirmek için askeri harekata başladı. (Bu dönemde Sovyetler Birliği’nin Azerbaycan’dan sonraki en büyük petrol üretim bölgesi Çeçenistan’dı.) 1942 sonbaharında alman Birlikleri Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin bazı batı bölgelerini işgal etmelerine karşın, Grozni’ye giremedi ve Stalingrad yenilgisinden sonar hızla bütün Kuzey Kafkasya’yı terk etti. Buna karşın 23 Şubat 1944’te Moskova’nın aldığı bir kararla Çeçen-İngış, Karaçay ve Balkar halklarının Kuzey Kafkasya’dan Kazakistan ve Orta Asya’ya sürgün edilmesi kararlaştırıldı. 25 Haziran 1946’da Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti lağvedildi. Çok kısa sürede olumsuz koşollarda gerçekleştirilen bu sürgün sonucu yüzbinlerce Çeçen yollarda ve yeni yerleşim bölgelerinde yokluk, yoksulluk ve hastalıktan öldü. Şimdi hayatta kalabilen Çeçen yaşlılarının hepsi bu sürgünü bizzat yaşamış, orta yaş kuşağıda sürgünde doğmuştur. Bu nedenle 1944 yılında gerçekleştirilen ve Çeçen-İnguş Cumhuriyeti dışında Dağıstan ve Gürcistan’da yaşayan Çeçenleri de kapsayan bu facianın etkileri hala sürmektedir.

    Çeçenlerin anayurtlarına dönmek istek ve teşebbüsleri sürgünden hemen sonar başladı. Yasak olamasına karşın pek çok insane evine dönme mücadelesini sürdürdü. Ancak 1954^te Stalin’in ölümünden sonar Çeçenlerin anayutlarına dönme hakkı tanındı. 9 Ocak 1957’de Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. yeniden kuruldu. Fakat yukarıda tablo 2. de görrüldüğü gibi 1959’da bile Çeçenlerin ancak % 58’I Çeçenistana dönebilmişti. Sürgünün yolaçtığı tahribat, tablo 2.’deki nüfus arış oranlarında açıkça görülebilmektedir. Örneğin sürgün sonrası 1959-1970 döneminde sadece on yıl içerisinde Çeçen nüfusu % 50 artmıştır. Fakat sürgünün yaşandığı 1939-1959 arasındaki yirmi yıllık dönemde nüfusta hemen hiçbir artış yoktur. (1939-59 arasındaki nüfus artışı 1959-1970 dönemindeki kadar olsaydı 1970’de sadece Çeçenlerin nüfusu yaklaşık 1.300.000 olacaktı.) 1957’de Çeçen-İnguş Ö.S.S.C.’nin kurulmasından sonar Çeçen halkı sürgünün açtığı yaraları iyileştirmek için zorlu bir mücadele Verdi.

    Bağımsızlığa Doğru

    1980’lerin sonlarında izlenen glastnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılanma) politikaları ile Sovyetler Birliği hızlı bir çözülme sürecine girdi. Değişik Cumhuriyetlerde kurulan halk cepheleri bağımsızlık yönündeki talepleri dile getirdiler. Başta Baltık Cumhuriyetleri olmak üzere SSCB.’ni meydana getiren birlik cumhuriyetleri sırayla egemenlik ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. 1990 yılında Federasyon’nun kendisi de dahil olmak üzere hemen her özerk ve birlik cumhuriyeti egemenliğini ilan etmişti.

    Çeçenistan’da toplumsal muhalefet Çeçen Ulusal Kongresi adı altında örgütlendi. 23-285 Kasım 1990’da toplanan Çeçen Ulusal Kongresi başkanlığı erken emekli edilmiş General Cohar Dudayev’I seçti. Kongrede üç aşamalı (1. Bağımsızlık, 2. Federasyon, 3.Kafkas Halkları Konfederasyonu) bir faaliyet programı benimsendi. Kongrenin baskıları sonucu Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. yüksek meclisi 27 Kasım 1990’da egemenliğini ilan etti. Egemenlik Çeçen-İnguş toprakları üzerinde tüm hak ve yetkinin Çeçen-İnguş Cumhuriyetinde olduğu ve bu hak ve yetkilerin istenildiği biçimde kullanılabileceği anlamına geliyordu.

    19 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı darbe girişimi olayların gelişimini hızlandırdı. Çeçen Ulusal Kongresi derhal darbeye karşı çıktığını belirtti ve darbeyi destekleyen yöneticilerin görevden alınmasını istedi. Bu arada darbeye karşı çıkan Rusya Federasyonu Parlemento Başkanı Boris Yeltsin Rusya Federasyonu içindeki özerk cumhuriyetlerin egemenlik yolundaki çabalarınıdestekliyordu. Örneğin Tataristan konusunda bir açıklama yapan Yeltsin “ne kadar istiyorsanız o kadar egemen olabilirsinz” diyerek egemenlik haklarının sınırı sadece o halkın kendisinin belirleyebileceğini açıkça belirtmişti. Yeltsin ayrıca cumhuriyetler ve federasyon arasındaki ilişkilerin yeniden belirlenmesi gerektiğinide savunuyordu.

    Ağustos darbesine karşı mevcut yönetimin etkin bir şekilde karşı çıkmamasını eleştiren Çeçen Ulusal Kongresi kisa sürede başkanlık ve meclis seçimlerinin yapılması gerektiğini savundu. 15 Eylül’de oluşturulan Hüseyin ahmedov başkanlığındaki geçici yönetime iki ay içinde seçimleri yapmak üzere yürütme yetkileri devredildi. Uluslar arası insane hakları komitesinin gözetiminde 27 Ekim 1991’de yapılan seçimlerde Cohar Dudayev devlet başkanlığına seçildi. 1 Kasım 1991’de yeni Meclis Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Bu gelişmeler üzerine Moskova 7 Kasım’da Çeçenistan’da olağanüstü hal ilan etti ve ertesi gün başkent Grazni’ye askeri birlikler gönderdi. Fakat halkın yoğun tepkisi sonucu bu birlikler geri çekilmek zorunda kalındı… Aralık 1994’e kadar.

    Bağımsızlık yasal mı?

    Çeçenistan’ın bağımsızlık ilanı ve son gelişmeler üzerine başta ABD olmak üzere pek çok devletin Çeçenistan’daki gelişmeleri “Rusyanın iç sorunu” olarak nitelemesi önemli bir soruyu gündeme getirmektedir.: Bağımsızlık ilanı yasal mı?

    “Ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı” 20. yüzyılın başlarından beri yaygınlaşarak Kabul gören İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı gibi uluslar arası sözleşmelerde de açıkça tanınan bir haktır. Bu hak temelinde Çeçen halkının bağımsızlık ilanı meşru ve devredilemez birr hakkın sonucudur. Uluslar arası kamu oyu bu hakkın seçilmiş temsilciler tarafından ifade edilmesine saygı göstermekle yükümlüdürler.

    Çeçenistan’ın bağımsızlık ilanı aynı zamanda mevcut uluslar arası norm ve yasalara da uygundur. Bilindiği gibi Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. Brejnev Anayasası olarak bilinen 1976 Sovyet Anayasası’na gore SSCB’ni oluşturan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne (RSFSC) bağlı bir özerk cumhuriyet statüsünde idi. Bu yasa, günümüzde Çeçenistan’ın Rusya federasyonu’na bağlanmasına, yanlış olarak, gerekçe gösterilmektedir. Oysa Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin 1990’larda birlikten ayrılmalarıyla SSCB ve Anayasası defakto ve dejure olarak ortadan kaldırılmıştır. Nitekim SSCB.’ni oluşturan bazı devletler yeni bir anlaşma temelinde yeni bir başka birliği; Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuşlardır.

    Sovyetler Birliğini oluşturan cumhuriyetlerden biri oalrak Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti de benzer bir şekilde eski yasalarını değiştirmiştir. Zaten RSFSC.nin son parlementosu devlet başkanı Yeltsin’e bağlı birlikler tarafından fiilen ve fiziksel olarak kapatılmış, yeni seçimler ve yeni anayasa temelinde devlet yeniden örgütlenmiştir.SSCB. döneminden kalma yasalar yürürlükten kaldırıldığı için RSFSC.ni oluşturan federe birimlerin, yani özerk cumhuriyetlerin arasındaki ilişkilerin yasal çerçevesinin oluşturulması gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda 31 Mart 1992’de kısaca “ Rusya Federasyonu İçindeki Egemen Cumhuriyetlerin İktidar Organlarıyle Rusya Federasyonu’nun Devlet İktidarı Federal Organları Arasında Yasama ve Yetkinin Dağıtımı (Paylaşımı) Üzerine Anlaşma” imzalanmıştır. Anlaşmanın giriş bölümünde de açıkça belirtildiği gibi federasyon anlaşması Rusya Federasyonu’nun egemenlik denlerasyonu ile RusyaFederasyonu içindeki cumhuriyetlerin egemenlik deklerasyonları temelinde imzalanmıştır; yani eski RSFSC. içindeki cumhuriyetlerin egemenlik hakkı açıkça tanınmıştır ve bu hak temelinde yeni federasyonun yasal çerçevesi kurulmuştur. Eski Rusya SFSC. Yasaları yürürlükten kalktığına gore, yeni oluşan federetif devletin böyle bir yeni anlaşma temelinde yasal çerçevesinin kurulması doğru ve yasal bir tutumdur.

    Rusya federasyon anlaşmasını o tarihte iki cumhuriyet, Tataristan ve Çeçen-İnguş Cumhuriyeti imzalamamışlardı. 12 aralık 1993 günü yapılan Rusya Federasyonu yeni anayasa oylamasına ve parlemento seçimlerine de bu iki cumhuriyet katılmamıştır. (Tataristan Cumhuriyeti daha sonar Rusya Federasyonu ile ayrı bir antlaşma imzalayarak federasyona katıldı. Tataristan’da Duma ve federal meclis için seçimler 13 Mar 1994 ‘te yapıldı.) Bu durumda Çeçenistan’ın Rusya federasyonuna bağlı olduğunu belirten bir antlaşma yoktur; bu nednele “Çeçenistan Sorunu”nun Rusyanın toprak bütünlüğü içinde çözülmesi yolundaki önerilerin yasal dayanağı bulunmamaktadır.

    Çeçenistan’da iç savaş var mıydı?

    Çeçenistanda bu gelişmeler oluşurken İnguş Halk Kongresi İnguşistan Cumhuriyeti adında ayrı bir devlet kurulması ve Rusya Federasyonu içinde kalınması doğrultusunda bir karar aldı. 30 Kasım’da yapılan halk oylamasında bu karar destek görünce Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin yeni yönetimi bunu bu talebi büyük bir olgunlukla karşıladı ve İnguşalrın ayrılma isteğini Kabul etti. Böylece kimsenin burnu bile kanamadan, ulusların kaderini tayin hakkı ilksei çerçevesinde İnguş Cumhuriyeti kuruldu. (İnguş Cumhuriyeti yeni anayasada federasyonu oluşturan birimlerden biri olarak Kabul edildi.)

    Yeni kurulan bir devlette görülebilecek olağan farklılaşmalar dışında Çeçenistan’da önemli kutuplaşma görülmedi. Muhalefet ile yönetim arasında çatışmalar görülmüyordu. 1994 başlarında iki önemli daha sonraki gelişmeleri etkiledi. İlk olarak yönetime karşı silahlı muhalefet oluşturmak isteyen bazı gruplar 18 Şubat 1994’te birleşerek Nadtereçniy bölgesinde bir koordinasyon konseyi oluşturduklarını açıkladırlar. Bu konsey daha sonar yönetime karşı silahlı muhalefet merkezini oluşturdu. (Bütün muhalifler bu oluşumu desteklemedi. Örneğin Yaragi Mamodayev cumhuriyetteki sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesi gerektiğini savunaraka silahlı eylemlere sürekli karşı çıktı.) İkinci olarak Rusya Parlementosu sözcüsü Ruslan Hasbulatov yeni oluşan rusya Parlementosu tarafından affedilerek salıverildi. Hasbulatov Mart ayı başında Çeçenistan’a geldi. Çeçenistan Cumhuriyetin’deki politikaya aktif olarak katılmayacağını söylemesine karşın Hasbulatov ayrı bir muhalif grup oluşturdu. Bazı gözlemcilere gore Hasbulatov’un bu tutumu, Çeçenistan’da Rusya Parlementosu için seçim yapıldığı taktirde bu kanaldan Mosakova’ya dönme çabası sonucuydu.

    Çeçenistan Devlet Başkanı Cohar Dudayev değişik vesilelerle Rusya ile aralarındaki ilişkilere politik bir çözüm bulunması için görüşmeler yapılmasını, petrol boru hatlarının ve demiryolunun ortak işletilmesini önerdi. (Başkent Grozni’den geçen petrol boru hattı ve demiryolu Hazar Denizi kıyısındaki Mohaçkale’yi, Karadeniz kıyısındaki Tuapse ve Novorossiysk şehirleriyle donets havzasına bağlamaktadır ve Kuzey Kafkasya’nın merkezi konumundadır.) Bu doğrultuda bazı görüşmelerde yapıldı. Örneğin 21 Mart 1994’te Rusya Devlet Başkanı temsilcisi Sergey Feilatov ve Çeçenistan Cumhuriyeti Devlet Başkanı Aslanbek Akbulatov Moskova’da görüştüler, fakat Çeçenistan’ın Rusyaya anayasal biir parçası olması ve Rusya-Tatristan arasındaki antlaşmanın görüşmelere temel alınması yönündeki talepler yüzünden bu görüşmelerden bir sonuç alınamadı. (Rusya Hükümeti, son Vladikavkaz görüşmelerinde olduğu gibi, daha sonraki görüşmelerde bu önerilerini “ temel koşul” olarak öne sürdü.)

    Muhalif silahlı gruplar ile hükümet birlikleri arasında çatışmalar yaz aylarında başladı. Küçük ölçekli olan ve en fazla birkaç saat süren bu çatışmalar hükümet birliklerinin üstünlüğü ile sonuçlanıyordu. Bu olaylarda özellikle hükümet birliklerinin kan dökilmemesine çalıştığı görülüyordu.

    Silahlı muhalefetin merkezi haline gelen Geçici Konsey başkanı Umar Avturkhanov 23 Temmuz’da yaptığı toplantıda Yeltsin’e başvurarak Çeçenistandaki devlet iktidarının tek organı olarak Konseyin tanınmasını ve cumhurüyette “anayasal düzenin sağlanması” konusunda yardım talebinde bulunabileceklerini açıkladı. (ITAR-TASS haber ajansı 24 Temmuz 1994) Geçici konsey daha sonar “Ulusal Yeniden Doğuş” hükümeti kurduklarını açıkladı. Rusya Hükümeti Geçici Konseyi Çeçenistan’daki yasal yönetim olarak tanıdığını hiçbir zaman resmen açıklamadı. Fakat Rusya Federasyonu bütçesinden Çeçenistan için ayrılan ödenekler Geçici Konseye ödenmeye başlandı. Son olaylarda da görüldüğü gibi Federal Karşı İstihbarat Teşkilatı Konsey’e askeri yardımda bulundu. Silahlı muhalefetin en büyük askeri operasyonu Ekim ayı ortalarında Grozni’ye saldırısı oldu. 16 Ekim’de bir konuşma yapan Dudayev “İslam bayrağı altında birleşilmesi ve Allah’aolan inançla özgürlük ve bağımsızlık için savaşılması” gerektiğini belirtti. Muhalefet 1-2 saat içinde Grozni’yi ele geçirdiğini açıklamasına rağmen aynı gün geri çekilmek zorunda kaldı.

    Kasım ayı başlarında Çeçenistan’daki çatışmaların yeni bir boyut kazanmaya başladığı gözlenebiliyordu. 1 Kasım’da muhalif Geçici Konsey’in başkanı Umar Avturkhanov, Grozni’ye saldırı hazorlıklarının bşladığını açıkladı. İki hafta sonar bazı BDT ülkelerindeki “Ziyaret”inden dönen Konsey’in silahlı birlikler konutanı Beslan Gantemirov, kisa sure içinde bu devletlerden tank, ağır top, uçak gibi silahlar alacaklarını açıkladı. Geçici Konsey’in hızla silahlandığı taraflarca belirtiliyordu.

    Gantemirov’un açıklamasından sonar olaylar hızla gelişti. Muhalefetin Grozni’ye üç yönden saldırıya geçeceği hem Çeçenistan Genel Kurmay Başkanlığı, hemde Geçici Konsey tarafından açıklandı. 24 Kasım’da Hükümet ülkede sıkıyönetim ve seferberlik ilan etti ve herkes tarafından beklenen saldır 26 Kasınm’da başladı. Muhalif birlikler kısa sürede Grozni’nin büyük bir kesimine girdi. Hatta muhalif lider Avturkhanov Çeçen televizyonundan yaptığı konuşmada yönetimi devraldıklarını açıkladı. Fakat daha önceki çatışmalarda olduğu gibi hükümet kuvvetleri kısa sürede muhalif birlikleri püskürttü. İki gün içinde Grazni ve çevresinde bütün kontrol hükümet birliklerindeydi. Hükümet çatışmalarda 200 muhlif askerin öldüğünü 100’de fazla esir alındığını açıkladı.

    Bu noktaya kadar gelişmeler daha önceki olaylara benziyordu. Görece küçük ölçekli sayılabilecek çatışmalar sadece Grozni çevresinde oluyordu. Yani bir topyekün iç savaş yoktu. Fakat çatışmalar başladığından beri ilk defa olarak Hükümet muhalif birlikler saflarında faaliyet gösteren 70’e yakın rus askerini esir alındığını, rusya bu askerlerin sorumluluğunu üstlenmezse esirlerin idam edileceğini açıkladı. Uluslar arası basının da katıldığı bu toplantıda bu esirlerin bir kısmı basım mensuplarına tanıtıldı. Bu gelişmeler üzerine Rusya ilk defa olaylara dolaysız olarak müdahale ederek Hükümet ve muhalif birliklerin 48 saat çerisinde silahlarını bırakmasını, aksi taktirde Çeçenistan’da olağanüstü hal ilan ederek askeri operasyonların başlayacağını açıkladı. Yeltsin daha sonar sürenin 15 aralık’a kadar uzatıldığını belirtti. Bu gelişmeler üzerine Dudayev ve Rusya Savunma Bakanı Graçev Vladikavkaz’da biraraya geldi. 12 aralık günü Vladikavkaz’da görüşmelerin başlaması kararlaştırıldı. Rusya ve Çeçenistan arasındaki sorunlara görüşmeler yoluyla bir politik çözüm bulacağına ilişkin umutlar güçlenirken 11 Aralık sabahı Rusya birlikleri Çeçenistan’a girdi. Bu koşullara rağmen Vladikavkaz görüşmelerine Çeçenistan yetkilileri katıldı. Fakat Rusya yetkililerinin bilinen taleplerini yinelemeleri üzerine görüşmelerden bir sonuç alınamadı.

    Çeçenistan’da bugün bir savaş yaşanmaktadır. Bu hiçbir zaman olamayan bir iç savaşlın devamı değildir. En temel hakkını, kendi kaderini belirleme hakkını kullanan bir halkın varolma savaşıdır. Savaş sadece Çeçenistan ilede sınırlı değildir. Kafkas halklarının ayrılmaz bir parçası olan Çeçen halkına saldırı bölgede yaşayan bütün halklara yapılmıştır. Bu nedenle Kafkasya’nın bütün bölgelerinde işgal girişiminikınayan gösteriler yapılmakta, yüzlerce gönüllü Grazni’ye kardeşlerini desteklemeye gitmektedir. Çeçenistan’a yapılan müdahale aynı zamanda insani değerler taşıyan herkese karşı bir saldırıdır. Yeni bir Afganistan, yeni bir Bosna yaratılmasına karşı olan herkesin Çeçen halkının direnişine omuz vermesi insanlık borcudur.

    Çeçenistan’ın Ekonomisi ve Grozni Petrolleri

    Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu sektörlerle birlikte (özellikle petrol sanayiiiçin) makine imalatı, yapı malzemeleri imalatı ve gıda sektörüde gelişmiştir. Sanayi daha çok Grozni, Nazran, Argun, Malgobek ve Gudermes kentlerinde yoğunlaşmıştır. Nüfusun yaklaşık % 40’I başkent Grazni ve çevresinde yaşamaktadır.

    Ekili alanların önemli bir kısmı tahıl üretimi için kullanulmaktadır. Ayçiçek, üzüm ve sebze üretimide yaygındır. Ülkede hayvancılık da gelişmiştir.
    Grozni Petrolleri

    Çeçenistan’da ilk ticari petrol üretimi 1893 yılında Grozni’nin kuzey-batısındaki Starogroznenskiy (Eski Grozni) havzasında başladı. 1913’te kentin 40 km. doğusundaki Novogroznonskiy (Yeni Grozni) havzası işletmeye açıldı. Üretim 1931 yılında 8 milyon ton ham petrole ulaştı. 1933’te Malgobek havzasınında işletime açılmasına karşın, üretim zamanla düştü. (1940’ da 2ç3 milyon ton) . Grozni’deki petrol rafinerilerinin, Bakü’den taşınacak petrolle tam kapasitede çalışmasını sağlamak için 1936’da Mohaçkale ile Grozni arasında ham petrol boru hattı inşa edildi. İkinci Dünya Savaşı döneminde Grozni, düşük üretimine rağmen, Bakü’den sonar, SSCBç’nin ikinci büyük havzasıydı. Savaştan sonar 1950’lerin ortalarına kadar Grozni bölgesinde ham petrol üretimi 2-3 milyon ton arasında kaldı. Bu dönemde Volga Ural havzasından Grozni rafinerisine petrol taçınıyordu.

    1950 sonlarında Grozni’nin batısında Karabulak ve Malgobek (Melğhabeğ) ’te derin kaynakları işletmeye açıldı. Bu havzalar da boru hatları ile grozni rafinerisine bağlandı. Yeni havzaların işletmeye açılmasıyla üretim 1965’te 9 milyon tona çıktı. 1950’lerde Kuma nehrinin güneyinde, Nogay steplerinde petrol bulununca, bu havzalar da Grozni’ye boru hatları ile bağlandı. Artan petrol üretimi sonucu Grozni havzası, ihracat için, boru hatlarıyla Kradeniz kıyısındaki Novorossiysk ve Tuapse limanlarına bağlandı (1969) . Grozni’deki petrol rafinerisine bağlı olarak petro kimya sanayiside gelişti. 1954’te fenol ve aseton, 1958’de sentetik alkol, 1962’de polietilen, 1968’de sentetik kauçuk işletmeleri açıldı. 1980’lerde ham petrol üretimi15 milyon tona ulaştı, fakat Volga-Ural, Kazakistan, Türkmenistan gibi bölgelerde bulunan büyük petrol rezervleri sonucu Grozni havzası göreli olarak önemini kaybetti.

  • çeçenistan27.12.2003 - 12:17

    1783
    Çeçenlerin Çarlik Rusyasi isgaline karsi baslattigi savas Kuzey Kafkasya'ya yayildi. 1780'lerin basinda baslayan savasta cihadin liderligini Seyh Mansur yürütüyordu. Rus istilâcilar katliam yaptilar. 1791'de tutukladiklari Seyh Mansur'u, 1794 yilindâ Slisselarg hapishanesinde sehit ettiler, ama savas devam etti.

    1816
    Çar, General Yermalov'u Kafkasya'ya komutan toyin etti. Yermalov büyük bir ordu ile Çeçenleri ve diger Kafkas halklarini katliama tabi tuttu.

    1828
    Rus baskisina dayanamayan Dagistan'da Müslümanlar önce Imam Gazi Muhammed, daha sonra Imam Hamzat önderliginde ayaga kalktilar. Büyük savas bir anda bütün Kafkasya'ya yayildi.

    1834
    Imam Hamzat'in sehit edilmesinden sonra cihadin önderligini Imam Samil yapmaya basladi. Taso Haci liderligindeki mücahid kuvvetleri de Imam Samil saflarina katildi.

    1839
    Çarlik, Çeçenlere karsi baskin düzenlemeye basladi. Imam Samil liderligindeki büyüklü küçüklü bütün Çeçenler ve Kuzey Kafkasya halklari gazavat savasina, cihada basladilar. Milli Azadlik cihadi olarak bilinen bu savas tam 25 yil devam etti. Bu savas Rus tarihine Kafkas Harbi olarak girdi. Rus demokrat yazari N.Çerniserskiy, bu savastan bahsederken, 'Rusya bu savasa yilda 25 bin asker gönderdi' diye yazmaktadir. General N.N. Rayevsk ise 'Bizim Kafkasya'daki hareketlerimiz Amerika'nin istilâsindaki facialar gibi
    idi' diye yazmaktan kendini alamamistir.

    1859
    Ruslar, Çeçenlerin son duragi Vedeno köyünü de isgal etti. Samil esir düstü. 25 yil devam etmis olan savasta milletin yarisindan çogu vuruldu ya sahit oldu veya gazi. Fakat Çeçenler yilmadi. Savas 1864 yilina kadar devam etti.

    1865
    Ruslar, sömürge rejimi uygulamaya basladilar. Çeçen gençleri Rus ordusu arasina dagitildi. Birçoklari da ülkenin disina çikmak zorunda kaldi. Anadolu'ya göçler bu tarihte basladi.

    1877
    Çeçen ve Inguslar yeniden ayaga kalkti. Iki yillik çetin savastan sonra Ruslar, Çeçen ve Inguslari vatan topraklarindan sürgün ettiler ve bölgeye Rus Kazak (koçak/larini yerlestirmeye basladilar. Bunun üzerine Çeçen ve Inguslar gerilla savasi,baslatti. Zalimhan, liderligindeki mücahidler;
    1917 yilina kadar Rus Koçaklorina karsi savastilar.

    1917
    Çeçen Inguslarla Rus Kazaklari arasindaki ölüm kalim savasi basladi. Bu savas bir yil sürdü. Çeçenler, 1918 yilinda kendi topraklarini geri aldilar. Çeçenler, Seyh Uzun Haci önderliginde Kuzey Kafkasya Emirligi altindaki Islâm devletinin kuruldugunu ilan ettiler.

    1920
    Komünistler, Kuzey Kafkasya'yi isgal ettiler. Sovyetler sikiyönetim ilan etti. Olaganüstü idarenin basini ÇK (daha sonra KGB) yürütüyordu. Aydinlar, bilhassa din adamlari kursunlandi.

    1922
    Komünistler, bölgeyi 'Çeçen vilayeti' ilan etti.

    1924-25
    Kafkasya Sikiyönetim Komutanligi, 10 bin Çeçen Ingus aydinini hapsetti. Komünist olmayanlar idam edildi, kursuna dizildi.

    1929
    Kafkasya Harbi Komutanligi, Çeçenistan'da kolhozlastirma (halkin topraklarina el koyma) hareketi baslatti. Bu uygulamaya karsi çikan Çeçenler, Sit Islambulov liderliginde baskaldirdilar.

    1930
    Kizilordu, Sit Islambulov liderligindeki mücahidlerle anlasma yoluna gitmek zorunda kaldi. Bu anlasmaya göre Sovyetler, Çeçen Inguslarin
    haklarina saygi duyacaklari garantisini verdi.

    1931
    KGB, anlasmayi bozdu ve Sit Islambulov ve arkadaslarini kursuna dizerek sehit etti. Sit Islambulov'un yerine kardesi Hasan Islambulov geçti ve 1935 yilina kadar Kizilordu ile savas devam etti.

    1932
    Çeçenistan Nogayyurt bölgesindeki halk ayaklandi. Buna karsi NKVD (daha sonra KGB) buradaki herkesi hapse atarak iskenceler uyguladi.
    Sonra diger yerlerdeki milleti kötülemek için kizil partizan Ibrahim Gelderan liderliginde sahte bir ayaklanma gerçeklestiren KGB, halki Kizilordu kursunlarina hedef ettiren Gelderan'a öldürttü.

    1936
    Yillardir devam eden savasi durdurmak isteyen Moskova, Çeçen-Ingus vilayetine, Çeçen Ingus Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti adini
    verdi. 'Sovyet Sosyalist' kelimelerini istemeyen millet aydinlarini 1937 yilinda hapse attilar. Bir yil içinde 10 bin kisi tutuklandi ve hiçbirisi evine
    dönemedi.

    1940
    Milleti tehcir eden Ruslara karsi Hasan Islambulov liderliginde baslayan
    ayaklanma herkesi birlestirdi. Satoy sehrini ele geçiren Hasan Islambulov askerlerinin hareketi millete güç verdi ve Galanoj Ingus halkinin geçici
    inkilap hükümetini kurdular. Ruslar ne kadar saldirdilarsa da Islambulov taraftarlarini yok edemediler.

    1944
    Çeçenler, Kirim; Karaçay, Balkar ve Ahiska Türkleriyle birlikte, Stalin tarafindan Sibirya ve Türkistan steplerine sürgün edildiler. Bu topyekün
    sürgün sirasinda binlerce Çeçen açlik, salgin hastalik ve Rus kursunlariyla öldü.

    1957
    Sovyet lideri Nikita Kurusçev, sürgündeki Çeçen ve Inguslara, eski durumlarina kavusmalari için bazi haklar tanidi. Sürgündekiler, Çeçen
    Ingus Cumhuriyeti'ndeki yurtlarina dönmeye basladilar.

    1960-1970
    Bu yillar içerisinde Moskova, Çeçen Inguslarin daglik yerlere, sehirlere, Rus Kazaklarinin yerlestirilmesi, nüfus yapisinin degistirilmesi çalismalarina devam etti. Çogu yerlerde sahte törenler yapti. Çeçen Inguslar bu sahte törenlere çok sert tavir aldilar. Rus-Çeçen mücadelesi ideolojik savas seklinde devam etti.

    1982
    Sovyetler Birligi Komünist Partisi'nin birinci adami Brejnev'in yardimcisi Süslov, 'Baska milletler, Sovyetler Birligi'ne kendi arzulari ile katilmislardir' diyerek asimilasyon politikasini sürdürdü.

    1988
    Çeçen Ingus Halk Cephesi kuruldu. Hoca Ahmet Bisultanov lider seçildi. Cephe, ilk eylem olarak Gudermes'te yapilmakta olan kimya fabrikasina karsi protesto gösterileri düzenlemeye basladilar. Bu arada siyasi teskilâtlar da kuruldu. Bu teskilâtlar, 1990 yilinda siyasi parti hüviyetine
    büründü.

    Kasim 1990
    Çeçen Halk Kurultayi toplandi. Kurultayda Çeçen Milli Komitesi kurulmasi karari alindi. Komitenin adi daha sonra Milli Kongre olarak
    degistirildi ve basina Cevher Dudayev getirildi.

    5 Eylül 1991
    Agustos ayinda Sovyetler Birligi Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Baskani Mihail Gorbaçov'u devirmek için yapilan darbeyi destekleyen Çeçen Ingus hükümeti, baskilar sonucu; bagimsizlik yanlisi Çeçen Milli Konseyi'nden istifa etmek zorunda kaldi. Rus Hava Kuvvetleri'nden kendi istegiyle emekli olan General Cevher Dudayev, ülkesine döndü ve milli lider ilan edildi.

    Ekim 1991
    Cevher Dudayev, Moskova yanlisi geçici hükümeti devirmek için kampanya baslatti. Resmi daireleri ele geçirmeye baslayan Cevher
    Dudayev halkin yüzde 80'den fazlasinin oyunu alarak Devlet Baskanligi'na seçildi ve tek tarafli olarak bagimsizlik ilan etti.

    Kasim 1991
    Rusya Federasyonu Devlet Baskani Boris Yeltsin, olaganüstü hal ilan ederek Çeçenistan'in bassehri Grozni'ye asker gönderdi. Bu askerlerin Grozni havaalaninda Devlet Baskani Dudayev'e bagli askerler tarafindan engellenmesi üzerine, Rusya Parlamentosu olaganüstü hali kaldirdi
    ve Rus askerleri 3 gün sonra geri döndü.

    Haziran 1992
    Çeçen-Ingus Cumhuriyeti, 'Çeçenistan' ve 'Ingusistan' olarak birbirinden ayrildilar. Ingusistan, Rusya Federasyonu içerisinde kalmaya karar verirken Çeçenistan'in bagimsizlik karari Rusya tarafindan reddedildi.

    1994
    Moskova; Çeçenistan'in suçlular için karargâh olmaya basladigi seklinde propaganda yapmaya basladi ve halkin Cevher Dudayev'i devirmesi için çagri yapmaya basladi.

    2 Agustos 1994
    Rusya'nin destekledigi bilinen muhalefet tarafindan organize edilen Geçici Konsey, Cevher Dudayev'i devirme çalismalarina basladi.

    25 Kasim 1994
    Moskova destekli isyancilar, tank ve agir silahlarla Grozni'ye saldirdilar, fakat bir gün sonra geri çekilmek zorunda kaldilar.





    29 Kasim 1994
    Boris Yeltsin, Dudayev ve muhalefete 48 saat içinde silahlarini birakmalari çagrisinda bulunarak, aksi halde olaganüstü hal ilan edecegini açikladi. Rus uçaklari Grozni'yi bombaladi.

    30 Kasim 1994
    Rus uçaklari tarafindan yeni bir hava
    saldirisi daha yapildi. En az 10 uçagin katildigi saldiridan
    sonra Cevher Dudayev, kadin ve çocuklara Grozni'yi terket-
    meleri çagrisinda bulundu. Rusya, Çeçen sinirina asker yig-
    maya basladi.

    1 Aralik 1994
    Rusya'nin, verdigi sürenin bitmesine ragmen, hiçbir harekette bulunmayan Yeltsin, Çeçenlerin elindeki Rus esirleri geri alabilmek için her yolu deneyecegini açikladi.

    5 Aralik 1994
    Rusya, Çeçenistan'in terörist yatagi oldugunu ileri sürerek, Bati'yi yanina almak tesebbüslerine basladi.

    6 Aralik 1994
    Çeçenistan bagimsizligini elde etmesinden sonra ilk dafa en üst seviyede bir toplanti yapti. Rusya Savunma Bakani Pavel Graçev ve Cevher Dudayev, yaptiklari görüsmede, krizin sona ermesi için güç kullanilmamasi konusunda görüs birligine vardilar.

    7 Aralik 1994
    Rus Güvenlik Konseyi, taraflarin silahsizlandirilmasi için bütün anayasal tedbirlerin uygulanmaya konulmasini istedi.

    8 Aralik 1994
    Boris Yeltsin, anayasal tedbirlerin uygulanmasini istedi.

    10 Aralik 1994
    Rusya, Çeçen hava sahasi ve sinirini kapattigini açikladi. Grozni yine bombalandi. Dudayev'in yardimcilarindan biri, Rusya'nin Çeçenistan'i isgal etmeleri halinde, Rus askerlerinin tabut içinde terk edeceklerini söyledi.

    11 Aralik 1994
    Rus askerleri, 3 koldan Çeçenistan'a girdiler. Yeltsin, 15 Aralik tarihine kadar süre taniyarak, Çeçenlerin silahlarini birakmalarini istedi.

    12 aralik 1994
    Rus uçaklari, Grozni yakinindaki hedefleri bombaladi. Grozni'nin disindaki köylerde agir çarpismalar meydana geldi.

    14 Aralik 1994
    Cevher Dudayev, Rusya'yi uyararak bir adim daha atmalari halinde, gerilla savasi baslatacaklarini ilan etti. Baris ümidi, Çeçenlerin
    Rusya'nin isteklerini reddetmeleri ile son buldu.

    15 Aralik 1994
    Boris Yeltsin, Cevher Dudayev taraftarlarinin silah birakmasi için verdigi süreyi 48 saat daha uzatti. Dudayev, Rus askerlerinin çekilmesi halinde masaya oturacagini açikladi.

    16 Aralik 1994
    Çeçenistan'a gönderilen bir Rus general, Yeltsin'in hareketinin anayasaya aykiri oldugunu belirterek, 'Bir adim daha ileri gitmeyecegini' ilan etti. Rusya Güvenlik Konseyi yaptigi açiklamada, verilen süreyi cumartesi gece
    yarisina kadar erteledi.

    17 Aralik 1994
    Rusya Disisleri Bakani Andrei Kozirev, yabancilarin ülkeyi terketmesini istedi ve Dudayev'i bir defa daha görüsme masasina davet etti.

    18 Aralik 1994
    Rus uçaklari gece yarisindan itibaren Grozni'yi bombalamaya basladilar. Fakat kara harekâtina geçilmedi. Grozni'de bulunan Dudayev taraftarlari sessiz kalarak Rusya'nin ikinci bir adim atmasini beklediler.

    19 Aralik 1994
    Rus kuwetleri özellikle sivil yerlesim birimlerini bombalayarak 16 kisinin
    ölümüne sebep oldu. Grozni'ye yönelik hava saldirilari yine devam etti. Grozni disinda yogun çarpismalar oldugu bildirildi. Bölgede bulunan
    gazeteciler, Petropavlovskaya köyünün Ruslarin eline geçtigini bildirdi. Cumhurbaskanligi Sarayina yönelik saldirilarda, sarayin isabet almadigi, mermilerin bos araziye düstügü belirtildi.

    Ocak 1995
    Rus tanklari Grozni'nin merkezine dogru ilerlemeye basladi.

    Subat 1995
    Mücahidler bassehir Grozni'yi terk etmeye basladi.

    Nisan 1995
    Avrupa Güvenlik ve Isbirligi Konferansi AGIK, Çeçenistan komisyonu kurmaya karar verdi. Dudayev, Rusya içinde saldirida bulunma
    tehdidinde 'bulundu. Argun, Gudermes ve Sali'yi ele geçirmeye basladi.

    Mayis 1995
    Rus askerleri Kafkas dagina dogru ilerliyor. AGIK himayesinde yapilan görüsmelerin ilk turunda sonuç alinamadi.

    Haziran 1995
    Askerlerinin, güneydogudaki mücahidlerin karargâhini ele geçirdiklerini duyuran Rusya, Satoy ve Nazhoyyurt'u da aldilar.

    14 Haziran 1995
    Çeçenistan'a 70 kilometre mesafedeki Stavropol sehrinin Budonnovski
    kasabasina baskin düzenleyen Samil Basayev liderligindeki bir grup mücahid, bir hastanede yüzlerce Rus'u rehin aldi.

    15 Haziran 1995
    Rusya, Kuzey Kafkasya'daki kuvvetlerini alarma geçirdi. Yeltsin, Rus sivillere sakin olmalari çagrisinda bulundu.

    16 Haziran 1995
    Rus askerleri, Çeçenlerin saldiri ihtimaline karsi Moskova'daki kilit öneme sahip binalari korumaya aldi. Rus parlamentosundaki gruplar, hükümetin istifasini istedi. Yediler toplantisi için Kanada'ya giden Yeltsin'e geri dön çagrisindabulunuldu.

    17 Haziran 1995
    Rus askerleri hastaneye baskin düzenledi. Operasyon basarili olamadi. Ancak Basayev, 220 kadin, çocuk ve hastayi serbest birakti. Yeltsin; baskinin kendisinin Moskova'dan ayrilmasindan sonra gerçeklestirildigini açikladi. Basbakan Çernomirdin ise, rehinelerin serbest birakilmasina karsilik Çeçenistan'da ateskes yapilmasini teklif etti.

    18 Haziran 1995
    Rusya Basbakani Çernomirdin, mücahidlerin komutani Samil Basayev ile telefonda görüstü. Mücahidler, 126 rehineyi daha serbest birakti. Bâsayev,
    kendi adamlarini ve rehinelerin bir kismini Çeçenistan'a götürmek için bir otobüs istedi. Çeçenistan'daki Rus komutan, 'Bütün askeri operasyonlarin durdurulmasi' talimatini verdi.

    19 Haziran 1995
    Baris görüsmelerinin yeni turu Grozni'de basladi. Mücahidler 764 rehineyi daha serbest birakti ve bir Rus tuzagina karsi bazi gazeteciler, parlamenterler ve çok sayida Rus'un bulundugu otobüsten olusan konvoyla Budonnovski'den ayrildi.

    30 Temmuz 1995
    Heyetler arasinda askeri anlasma imzalandi. Anlasmaya göre; Ruslar,
    Çeçenistan'daki askerlerini çekecek, Çeçenler de savunma maksatli olmayan silahlarini teslim edecekler. Çeçen heyetine Çeçenistan Bassavcisi.
    Osmati Imayev baskanlik etti.

    Agustos 1995
    Çeçenistan'da kimyasal silah kullanilmis olabilecegine iliskin belirtiler
    bulundugu bildirildi.

    16 Agustos 1995
    Çeçen Cumhuriyeti'nin baskenti Grozni'de süren baris görüsmelerinin
    kesilmesi ve taraflar arasinda gerginligin tehlikeli bir sekilde tirmanmasi ardindan bir grup Çeçen direnisçi silahini teslim etti.

    25 Agustos 1995
    Çeçen lideri Cevher Dudayev'e bagli güçler, cumhuriyetin ikinci büyük kenti Gudermes'te yönetime el koydugunu bildirdi.

    28 Agustos 1995
    Rusya'nin Budonnovsk kentine baskin düzenleyerek 30 Temmuz da Rus-Çeçen heyetlerinin askeri bir anlasmaya varmalarina
    kadar giden görüsme sürecini baslatan Çeçenlerin ünlü savasçisi Samil Basayev, silahlarini teslim etmeyeceklerini söyledi.

    5 Eylül 1995
    Çeçenistan'da Cevher Dudayev yanlilari 6 Eylül 1991'de ilan edilen, ancak
    taninmayan bagimsizlik ilanlarinin yildönümünü cumhuriyetin çesidi yerlesim birimlerinde kutladilar.

    16 Eylül 1995
    Çeçenistan'in Alkhoi-mohk kasabasinda Rus uçaklarinin bombardimani
    sonucu üç kisinin öldügü, alti kisinin Yaralandigi bildirildi.

    4 Ekim 1995
    Çeçenistan Cumhurbaskani Cevher Dudayev'in danismani Ramazan Kaytemirov, Rusya'nin Çeçenistan'da asil amacinin petrol yataklarina sahip olmak, boru hattini kullanmak ve askeri üs kurmak oldugunu söyledi.

    20 Aralik 1995
    Çeçenistan'in Gudermes kentini kusatan Rus askerleri yüzlerce sivil öldürerek kenti ele geçirdi. Ülkenin yüzde 70'ini kontrol altinda tutan
    Müslüman direnisçiler, Ruslara agir kayiplar verdirdi.

    9 Ocak 1996
    'Yalniz Kurt' grubunun lideri Salman Rudayev, Kizilyar'a baskin düzenleyerek yüzlerce kisiyi esir aldi.

    17 Ocak 1996
    Salman Raduyev ve mücahidler, Kizilya dan kaçarken kistirildiklari Pervomaiskoye köyündeki Rus kusatmasini yarmayi basardilar.

    5 Subat 1996
    Çeçenistan'in baskenti Grozni'de bagimsizlik yanlisi Çeçenler, Rus güçlerinin ayrilmasi istegiyle gösteriler baslatti.

    8 Subat 1996
    Grozni'deki gösterilere binlerce kisi katildi. Kent merkezinde gösterilere
    katilanlarin sayisi on bine ulasti.
    Çeçenistan ve Coğrafi konumu:

    Sovyetler Birliği döneminde Çeçen-İnguş Otonom Cumhuriyeti, (9 Kasım 1991’de bağımsızlkığını ilan ederek Çeçenistan Cumhuriyeti) adını alan bu ülke, 5 Aralık 1936 tarihinde kurulmuştur. Ancak II. Dünya Savaşında Çeçenler ve İnguşlar, Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesi ile sürgün edilerek Cumhuriyet ortadan kaldırılmış, 9 Ocak 1957’de yeniden kurulmasına izin verilmiştir.

    Kuzeyde Rusya Federasyonu’nun Stavropol Eyaleti (kray) , kuzeydoğu ve doğuda Dağıstan Özerk Cumhuriyet, güneyde Gürcistan Cumhuriyeti ile çevrilmiştir. Yüzölçümü 19.300 km2, nüfusu bugün itibariyle 1.300.000 civarındadır. Sınırları içinde 3 şehir ve 3 şehir tipinde yerleşim merkezi vardır. Başkenti Grozni (eski adı Sunjkhala, yeni adı Caharkale’dir) ’dir

    Kuzey Kafkasya’’nın güneydoğu bölümünde bulunan Çeçenistan Cumhuriyeti, Kafkas Sıradağlarının kuzey etekleriyle Terek Düzlüğü’nün (Nogay Stepi) güney kesimini kaplamaktadır. Güney sınırlarında bulunan Tebulos-Mta Dağının yüksekliği 4.494 metredir. Bu dağ kil şistleriyle, porfirit ve diyabaz intruzyonlarından oluşmuşturç Terek Dağları ile Terek Irmağı üzerinde Tereküstü Düzlüğü uzanır. Cumhuriyetin kuzey bölümü Terek Düzlüğü içindedir.

    Yer altı servetleri bakımından Çeçenistan Cumhuriyeti oldukça zengindir. Petrol ve yer altı gazlarına hemen hemen her yerde rastlanır. Maden suyu kaynakları çoktur. Yapı gereçleri (kireç taşı, marn, alçı, kuvars kumu, kil) de boldur.

    İklim bakımından Çeçenistan Cumhuriyeti büyük bir değişiklik gösterir. Kuzey bölümünde kara iklimi hakimdir. Yazlar sıcak olup uzun surer. (Temmuz ayı sıcaklık ortalaması 25,5 C, Ocak ayı ortalaması ise –4 C) . Kışlar ılık olup fazla kar yağmaz. Yeşillik süresi (vegetation) 233 gündür. Yıllık yağış tutarı 600-700 mm, yeşillik süresi 220-224 gündür.

    Akarsuları Cumhuriyeti doğu-batı doğrultusunda kesen Terek Irmağı havzasına bağlıdır. Ayrıca Terek’in büyük bir kolu olan Sunja anılabilir. Sunja birçok kolların birleşmesinden meydana gelir. En büyük kolları buzul sularıyla beslenen Assa ve Argun Irmaklarıdır. Irmaklar önemli hidroenerjiye sahiptir. Akarsulardan sulama işlerinde de faydalanılır. Düzlüklerde ve dağlarda göller vardır. En büyük gölü ülkenin güneydoğu ucundaki Kezenoyam’dır.

    Terek Düzlüğünde verimli topraklar yanında kunluklar da vardır. Terek ve Sunja ırmakları çernozyomla kaplıdır. Çeçen düzlüğünde çerezyomla örtülü yerlerden başka, vadilerde alüvyonlara da rastlanmaktadır.

    Bitki örtüsü bu toprak durumuna bağlıdır. Terek düzlüğünün güney kesimi ekime elverişlidir. Kuzey kesimi ise kumlu bir yarı çöl konumundadır. Terek vadisinde çayır bitkileri hakimdir. Terek düzlüğü ekim yapmaya da elverişlidir. Dağlık bölgelerde 1600-2000 metre arasında geniş yapraklı ormanlar (ak gürgen gibi) yer alır. 1600-2000 metre den sonra ise alp çayırları yetişir.

    Dağ ormanlarında yaşayan hayvanlar arasında boz ayı, kurt, tilki, yaban domuzu, Kafkas orman kedisi vardır. Kuşlar arasında sülün ve bıldırcın önemli yer tutar. Terek düzlüğünde kemirgenler (tavşan, tarla faresi ve sürüngenler yaygındır. Bunlardan başka çakal, karsak gibi hayvanlara da rastlanır.

    Çeçenistanın büyük şehirleri Grazni (Caharkale, Gudermes, Malgobek’tir. Özellikler bağımsızlık ilanından sonar Rus nüfusunda azalma olmuştur. Çeçenistan eski Sovyetlerin en eski ve en büyük petrol bölgelerinden biridir. Bu bakımdan petrol endüstrisi gelişmiştir. Bundan başka, enerji kaynakları da işletilmektedir. Kimya, makine, maden ve besin endüstrisi de anılmaya değer.

    s

    I - Çeçenler Kimdir?

    Çeçenler Kuzey Kafkasya’nın yerli (otokhton) halklarından olup Kuzey-Doğu Kafkasya’da Çeçenistan’da yaşarlar. Kendilerine Nohçi diyen Çeçenler komşuları tarafından Miçikis (Kumukça) , Burtel (Avarca) , Şeşen (Kabardeyce) gibi isimlerle anılırlar. Çeçenler, İnguş ve Tuşlarla birlikte Weynah halkını oluştururlar. İnguşlar kendilerine Ğalğay demektedir. (weynah halkının üçüncü kolunu oluşturan Tuşlar, nüfusça çok küçük bir topluluktur ve genellikle Kafkasların güney kesiminde yaşarlar.)

    Çeçen, İnguş ve Tuşların oluşturduğu dil grubu Weynah (veya Nakh) adıyla bilinir. Weynah ve Dağıstan dilleri de Kuzey-doğu Kafkas Dil ailesi’ni oluşturur. Çeçencenin diğer Kafkas dilleri ile ilişkisi aşağıda tabloda özetlenmiştir. Kuzey Kafkasya halklarının çoğunluğu müslümandır (Sünni) . Kuzey Kafkas Halkları (Abazalar, Adığeler, Weynahlar, Dağıstanlılar, bu bölgede yüzyıllardır aynı kültür ve tarihi paylaşarak yaşayan asetinler ve daha sonar bu bölgeye gelip yerleşmiş Karaçaylılar ve Malkarlılar) çok yakın tarihsel kültürel ve akrabalık bağlaruyla birbirine bağlıdırlar. 19. yüzyıl ortalarında Çarlık Rusyası’nın uyguladığı sürgün politikası sonucu bu halkların önemli bir kesimi Osmanlı İmparatorluğun’da iskan edilmiştir. Günümüz Türkiyesinde 6 milyon Kuzey Kafkasyalının yaşadığı tahmin edilmektedir. Türkiyede Çerkes kavramı, genellikle bütün Kuzey Kafkasyalıları kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.
    Çeçenlerin kısa tarihi

    Bugünkü Çeçenistan ülkesinde, özellikle Kezenoy gölü ve halhulav nehri çevresinde Paleolitik dönemden beri insanların yaşadığı bilinmektedir. Ülkenin çeşitli yerlerinde M.Ö. III. Bin yıllarına ait mezarlar bulunmuştur. Arkeolojik verilere gore bu dönemde tarım, çömlek yapımı ve maden işlemeciliği bölgede gelişmişti.

    Nohçi genel adıyla Çeçenlerden bahsede ilk yazılı kaynaklar M.Ö. 4-3. yüzyıllardaki Ermeni, Gürcü ve Roma-yunana kayıtlarıdır. M.S. 1. yüzyılda Alan Kavimler Birliğine katılan Çeçenler, zamanla orta ve kuzey-doğu Kafkasya’da çoğalmışlardır.

    Çeçenlerin Müslümanlık ile ilk tanışması 8. yüzyıl başlarında Arap-Hazar savaşları dönemindedir. Bu savaşlar sırasında Ememvi orduları Çeçenistan’a da akınlar yapmışlardır.

    10-12. yüzyıllarda Gürcü Karallığı aracılığıyla Hristiyanlık Çeçenistan’a sokulmak istenmişse de bu din hiçbir zaman Çeçenler arasında yaygınlaşmamıştır. 16-18. yüzyıllarda Dağıstan’daki müslümanların etkisiyle Çeçenistan’da İslam Dini yaygınlaşarak egemen din haline gelmiştir. Nakşibendi ve Kadiriye tarikatları 19. yüzyılda bölgede yaygınlaşmıştır.

    13 ve 14. yüzyıllarda Moğol saldırıları karşısında Çeçenler Kafkas Dağlarına çekilerek bağımsızlıklarını korumuşlardır. Bu dönemde Çeçenler kendilerine özgübir kale mimarisi geliştirmişlerdir. “Savaş Kulesi” olarak tanımlanan bu mimari örnekleri günümüze kadar ulaşmıştır.

    1556 yılında Rusya’nın Astrahan’I işgal etmesinden sonar Çeçenistan-Rusya ilişkileri başlamıştır. Rus birlikleri 1587’de Terek nehrine ulaşmış ve 1590’ da Sunja nehri üzerinde ilk Rus kalesi kurulmuştur. Ancak 1783 yılına kadar Rusya’nın Çeçenistan’da fazla ilerlemediği görülmektedir. Fakat 1782-1784 yıllarında Güney ve Kuzey Kafkasya’yı birbirine bağlayan Daryal Geçidi’nin ele geçirilmesi ve bu geçitteki Gürgistan Askeri Yolu’nun açılması, 1784’te Vladikavkaz kentinin kurulması ve 1801’de Gürcistan’I ilhak eden Rusya’nın (güneyde) Transkafkasya’da egemenliğini pekiştirmesinden sonar saldırılar artmıştır. 1783-1824 yıllarında Çarlık, sistemli bir şekilde müstahkem hatlar kurarak ilerlemiştir. Bu dönemde (1818’de kurulan Graozni gibi) Kuzey Kafkas kentleri, Rus müstahkem hatlarının oluşturan kaleler halinde kurulmuş, birer askeri ve ticari merkez olarak gelişmiştir.

    Rusyanın ilerlemesine karşı çok şiddetli direnişler yapılmıştır. 1783-1793 yılları arasında Şeyh Mansur’un 1810’larda İmam Hadis’in ve 1820’lerde Taymi Biybolat’ın önderliğinde işgale karşı önemli ve etkili direnişler gerçekleştirilmiştir. Fakat 1810’da İnguşistan bölgesi Rusya’nın kontroluna geçmiş ve İnguşların bir kesimi General Yemelov tarafından kuzeydeki ovalık bölgelere iskan edilmiştir.

    Çeçenistan’ın direnişinde en öenemli ve kritik dönem, 1829-1859 yıllarındaki İmamlar Dönemi olarakta bilinen dönemdir. Dağıstan’da Gazi Muhammed’in (1829-32) imamlığı ile başlayan bu dönem, İmam Hamzat (1832-34) ve Şeyh Şamil (1834-59) imamlıkları ile devam etmiştir. Bu dönemde Rusya’nın işgaline karşı gerçekleştirilen örgütlü direniş sonucu sayıca çok üstün konumdaki Rus ordusuna karşı bağımsızlık yıllarca korunabilmiştir. İşgale karşı gösterilen kararlı direniş sonucu Rus ordusu sürekli takviye edilmiş, 1860’larda mevcudu 3000’e yükselmiştir. Ancak 1859’da Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonradır ki Çeçenistan’daki direniş büyük ölçüde tasfşye edilebilmiştir. (Çeçenistan’ın düşmesinden sonar Rus ordusu Kuzey-batı Kafkasya’daki operasyonlarını yoğunlaştırmıştır. Kuzey-batı Kafkasya halklarının –Adığeler, Abazalar ve Ubıkhlar- çoğunluğunu ve Çeçen-İnguş halklarını önemli bir kesimi yurtlarından sürgün edilerek Osmanlı topraklarında iskan edilmiştir.)

    Çeçenistan işgal edildikten sonar Rusya’nın uyguladığı kolonizasyon politikasına karşı sürekli ayaklanmalar şeklinde direnilmiştir. 1860-61’de Naib Duev Uma ve Kadı Ataev Atabiy önderliğindeki ayaklanma kanla bastırılmıştır. 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı’nda Şeyh Şamil’in Naiblerinden Simsirir Ali Bek önderliğinde başlayan büyük ayaklanma Çeçenistan’ın hemen tamamını etkilemiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bu ayaklanmadan sonar Abrek olarak bilinen halk kahramanları direnişi sürdürmüşlerdir. Bu kahramanların en ünlüsü 1913’te öldürülen Abrek Zelimhan’dır.

    Rusya Çeçenistan’da tam bir kolonizasyon politikası izlemiş, Çeçen halkının ekonomik ve kültürel gelişimini engellemeye çalışmıştır.. Grozni şehrine Çeçenlerin girmesi bile yasaklanırken, halk tarıma elverişli olmayan dağlık bölgelere doğru yerleşmeye zorlanmış, ovalık kesimlere Kazaklar iskan edilmiştir. Bu politikalar sonucu 1910’larda bir Kazak ailesi başına düşen toprak miktarı ortalam 15 hektar olurken, bir Çeçen ailesine sadece 3.3 hektar toprak kalmıştır.

    Şubat 1917’de Rusya’da monarşinin yıkılması ve Ekim 1917’de Baolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi üzerine Kuzay Kafkasya’da bağımsızlık hareketleri güçlendi ve 11 Mayıs 1918’de Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ilan edildi. (Bu dçnemde General İsmail Berkok komutasındaki Osmanlı ordusu yardım amacıyla Dağıstan’a kadar gelmesine rağmen Mondros Mütarekesi ile geri çekilmek zorunda kaldı.) Fakat Kuzey-batı Kafkasya’da güçlü olan çarlık rejimi tekrar kurmayı hedefleyen ve “bir bölünmez Rusya” sloganı ile hareket eden General Denikin komutasındaki ordular saldırıya geçti. Şubat 1919’da çarlık yanlısı ordular Çeçenistan’ı işgal etti. Beyaz ordularına karşı Eylül 1919’da Şeyh Uzun Hacı’nın liderliğinde bvaşlayan ayaklanma Şubat 1920’de başarıyla sonuçlandır. Fakat bu kez de Mart 1920’de Bolşevikler Çeçenistan’da yönetime geldi. 1920-21 ve 1930-32’deki anti-bolşevik ayaklanmalar başarısızlılla sonuçlandı.
    Bolşeviklerin bütün Kuzey Kafkasya’da iktidara gelmesinden sonar Çeçen-İnguş, Osetya, Khabardey, Balkar ve Karaçay bölgelerini kapsayan Sovyet Dağlı cumhuriyeti 20 Ocak 1920’de kuruldu. 30 Kasım 1922’de bu Cumhuriyetten ayrılarak Çeçen Özerk Bölgesi (11105 km2) 7 Temmuz 1924’te İnguş Özerk Bölgesi (3200 km2) oluşturuldu. Bu iki bölge 15 Ocak 1934’te Çeçen-İnguş Özerk Bölgesi adıyla birleştirildi. 5 aralık 1936’da Yeni Sovyet anayasası uyarınca özerk bölgenin statüsü Özerk Cumhuriyet’e yükseltildi.

    İkinci Dünya Savaşı Çeçen-İnguş halkı için yeni bir acı döneminin başlangıcıdır. 1941-42 yıllarında Alman birlikleri Grozni petrol bölgesini ele geçirmek için askeri harekata başladı. (Bu dönemde Sovyetler Birliği’nin Azerbaycan’dan sonraki en büyük petrol üretim bölgesi Çeçenistan’dı.) 1942 sonbaharında alman Birlikleri Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin bazı batı bölgelerini işgal etmelerine karşın, Grozni’ye giremedi ve Stalingrad yenilgisinden sonar hızla bütün Kuzey Kafkasya’yı terk etti. Buna karşın 23 Şubat 1944’te Moskova’nın aldığı bir kararla Çeçen-İngış, Karaçay ve Balkar halklarının Kuzey Kafkasya’dan Kazakistan ve Orta Asya’ya sürgün edilmesi kararlaştırıldı. 25 Haziran 1946’da Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti lağvedildi. Çok kısa sürede olumsuz koşollarda gerçekleştirilen bu sürgün sonucu yüzbinlerce Çeçen yollarda ve yeni yerleşim bölgelerinde yokluk, yoksulluk ve hastalıktan öldü. Şimdi hayatta kalabilen Çeçen yaşlılarının hepsi bu sürgünü bizzat yaşamış, orta yaş kuşağıda sürgünde doğmuştur. Bu nedenle 1944 yılında gerçekleştirilen ve Çeçen-İnguş Cumhuriyeti dışında Dağıstan ve Gürcistan’da yaşayan Çeçenleri de kapsayan bu facianın etkileri hala sürmektedir.

    Çeçenlerin anayurtlarına dönmek istek ve teşebbüsleri sürgünden hemen sonar başladı. Yasak olamasına karşın pek çok insane evine dönme mücadelesini sürdürdü. Ancak 1954^te Stalin’in ölümünden sonar Çeçenlerin anayutlarına dönme hakkı tanındı. 9 Ocak 1957’de Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. yeniden kuruldu. Fakat yukarıda tablo 2. de görrüldüğü gibi 1959’da bile Çeçenlerin ancak % 58’I Çeçenistana dönebilmişti. Sürgünün yolaçtığı tahribat, tablo 2.’deki nüfus arış oranlarında açıkça görülebilmektedir. Örneğin sürgün sonrası 1959-1970 döneminde sadece on yıl içerisinde Çeçen nüfusu % 50 artmıştır. Fakat sürgünün yaşandığı 1939-1959 arasındaki yirmi yıllık dönemde nüfusta hemen hiçbir artış yoktur. (1939-59 arasındaki nüfus artışı 1959-1970 dönemindeki kadar olsaydı 1970’de sadece Çeçenlerin nüfusu yaklaşık 1.300.000 olacaktı.) 1957’de Çeçen-İnguş Ö.S.S.C.’nin kurulmasından sonar Çeçen halkı sürgünün açtığı yaraları iyileştirmek için zorlu bir mücadele Verdi.

    Bağımsızlığa Doğru

    1980’lerin sonlarında izlenen glastnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılanma) politikaları ile Sovyetler Birliği hızlı bir çözülme sürecine girdi. Değişik Cumhuriyetlerde kurulan halk cepheleri bağımsızlık yönündeki talepleri dile getirdiler. Başta Baltık Cumhuriyetleri olmak üzere SSCB.’ni meydana getiren birlik cumhuriyetleri sırayla egemenlik ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. 1990 yılında Federasyon’nun kendisi de dahil olmak üzere hemen her özerk ve birlik cumhuriyeti egemenliğini ilan etmişti.

    Çeçenistan’da toplumsal muhalefet Çeçen Ulusal Kongresi adı altında örgütlendi. 23-285 Kasım 1990’da toplanan Çeçen Ulusal Kongresi başkanlığı erken emekli edilmiş General Cohar Dudayev’I seçti. Kongrede üç aşamalı (1. Bağımsızlık, 2. Federasyon, 3.Kafkas Halkları Konfederasyonu) bir faaliyet programı benimsendi. Kongrenin baskıları sonucu Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. yüksek meclisi 27 Kasım 1990’da egemenliğini ilan etti. Egemenlik Çeçen-İnguş toprakları üzerinde tüm hak ve yetkinin Çeçen-İnguş Cumhuriyetinde olduğu ve bu hak ve yetkilerin istenildiği biçimde kullanılabileceği anlamına geliyordu.

    19 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı darbe girişimi olayların gelişimini hızlandırdı. Çeçen Ulusal Kongresi derhal darbeye karşı çıktığını belirtti ve darbeyi destekleyen yöneticilerin görevden alınmasını istedi. Bu arada darbeye karşı çıkan Rusya Federasyonu Parlemento Başkanı Boris Yeltsin Rusya Federasyonu içindeki özerk cumhuriyetlerin egemenlik yolundaki çabalarınıdestekliyordu. Örneğin Tataristan konusunda bir açıklama yapan Yeltsin “ne kadar istiyorsanız o kadar egemen olabilirsinz” diyerek egemenlik haklarının sınırı sadece o halkın kendisinin belirleyebileceğini açıkça belirtmişti. Yeltsin ayrıca cumhuriyetler ve federasyon arasındaki ilişkilerin yeniden belirlenmesi gerektiğinide savunuyordu.

    Ağustos darbesine karşı mevcut yönetimin etkin bir şekilde karşı çıkmamasını eleştiren Çeçen Ulusal Kongresi kisa sürede başkanlık ve meclis seçimlerinin yapılması gerektiğini savundu. 15 Eylül’de oluşturulan Hüseyin ahmedov başkanlığındaki geçici yönetime iki ay içinde seçimleri yapmak üzere yürütme yetkileri devredildi. Uluslar arası insane hakları komitesinin gözetiminde 27 Ekim 1991’de yapılan seçimlerde Cohar Dudayev devlet başkanlığına seçildi. 1 Kasım 1991’de yeni Meclis Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Bu gelişmeler üzerine Moskova 7 Kasım’da Çeçenistan’da olağanüstü hal ilan etti ve ertesi gün başkent Grazni’ye askeri birlikler gönderdi. Fakat halkın yoğun tepkisi sonucu bu birlikler geri çekilmek zorunda kalındı… Aralık 1994’e kadar.

    Bağımsızlık yasal mı?

    Çeçenistan’ın bağımsızlık ilanı ve son gelişmeler üzerine başta ABD olmak üzere pek çok devletin Çeçenistan’daki gelişmeleri “Rusyanın iç sorunu” olarak nitelemesi önemli bir soruyu gündeme getirmektedir.: Bağımsızlık ilanı yasal mı?

    “Ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı” 20. yüzyılın başlarından beri yaygınlaşarak Kabul gören İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı gibi uluslar arası sözleşmelerde de açıkça tanınan bir haktır. Bu hak temelinde Çeçen halkının bağımsızlık ilanı meşru ve devredilemez birr hakkın sonucudur. Uluslar arası kamu oyu bu hakkın seçilmiş temsilciler tarafından ifade edilmesine saygı göstermekle yükümlüdürler.

    Çeçenistan’ın bağımsızlık ilanı aynı zamanda mevcut uluslar arası norm ve yasalara da uygundur. Bilindiği gibi Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. Brejnev Anayasası olarak bilinen 1976 Sovyet Anayasası’na gore SSCB’ni oluşturan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne (RSFSC) bağlı bir özerk cumhuriyet statüsünde idi. Bu yasa, günümüzde Çeçenistan’ın Rusya federasyonu’na bağlanmasına, yanlış olarak, gerekçe gösterilmektedir. Oysa Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin 1990’larda birlikten ayrılmalarıyla SSCB ve Anayasası defakto ve dejure olarak ortadan kaldırılmıştır. Nitekim SSCB.’ni oluşturan bazı devletler yeni bir anlaşma temelinde yeni bir başka birliği; Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuşlardır.

    Sovyetler Birliğini oluşturan cumhuriyetlerden biri oalrak Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti de benzer bir şekilde eski yasalarını değiştirmiştir. Zaten RSFSC.nin son parlementosu devlet başkanı Yeltsin’e bağlı birlikler tarafından fiilen ve fiziksel olarak kapatılmış, yeni seçimler ve yeni anayasa temelinde devlet yeniden örgütlenmiştir.SSCB. döneminden kalma yasalar yürürlükten kaldırıldığı için RSFSC.ni oluşturan federe birimlerin, yani özerk cumhuriyetlerin arasındaki ilişkilerin yasal çerçevesinin oluşturulması gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda 31 Mart 1992’de kısaca “ Rusya Federasyonu İçindeki Egemen Cumhuriyetlerin İktidar Organlarıyle Rusya Federasyonu’nun Devlet İktidarı Federal Organları Arasında Yasama ve Yetkinin Dağıtımı (Paylaşımı) Üzerine Anlaşma” imzalanmıştır. Anlaşmanın giriş bölümünde de açıkça belirtildiği gibi federasyon anlaşması Rusya Federasyonu’nun egemenlik denlerasyonu ile RusyaFederasyonu içindeki cumhuriyetlerin egemenlik deklerasyonları temelinde imzalanmıştır; yani eski RSFSC. içindeki cumhuriyetlerin egemenlik hakkı açıkça tanınmıştır ve bu hak temelinde yeni federasyonun yasal çerçevesi kurulmuştur. Eski Rusya SFSC. Yasaları yürürlükten kalktığına gore, yeni oluşan federetif devletin böyle bir yeni anlaşma temelinde yasal çerçevesinin kurulması doğru ve yasal bir tutumdur.

    Rusya federasyon anlaşmasını o tarihte iki cumhuriyet, Tataristan ve Çeçen-İnguş Cumhuriyeti imzalamamışlardı. 12 aralık 1993 günü yapılan Rusya Federasyonu yeni anayasa oylamasına ve parlemento seçimlerine de bu iki cumhuriyet katılmamıştır. (Tataristan Cumhuriyeti daha sonar Rusya Federasyonu ile ayrı bir antlaşma imzalayarak federasyona katıldı. Tataristan’da Duma ve federal meclis için seçimler 13 Mar 1994 ‘te yapıldı.) Bu durumda Çeçenistan’ın Rusya federasyonuna bağlı olduğunu belirten bir antlaşma yoktur; bu nednele “Çeçenistan Sorunu”nun Rusyanın toprak bütünlüğü içinde çözülmesi yolundaki önerilerin yasal dayanağı bulunmamaktadır.

    Çeçenistan’da iç savaş var mıydı?

    Çeçenistanda bu gelişmeler oluşurken İnguş Halk Kongresi İnguşistan Cumhuriyeti adında ayrı bir devlet kurulması ve Rusya Federasyonu içinde kalınması doğrultusunda bir karar aldı. 30 Kasım’da yapılan halk oylamasında bu karar destek görünce Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin yeni yönetimi bunu bu talebi büyük bir olgunlukla karşıladı ve İnguşalrın ayrılma isteğini Kabul etti. Böylece kimsenin burnu bile kanamadan, ulusların kaderini tayin hakkı ilksei çerçevesinde İnguş Cumhuriyeti kuruldu. (İnguş Cumhuriyeti yeni anayasada federasyonu oluşturan birimlerden biri olarak Kabul edildi.)

    Yeni kurulan bir devlette görülebilecek olağan farklılaşmalar dışında Çeçenistan’da önemli kutuplaşma görülmedi. Muhalefet ile yönetim arasında çatışmalar görülmüyordu. 1994 başlarında iki önemli daha sonraki gelişmeleri etkiledi. İlk olarak yönetime karşı silahlı muhalefet oluşturmak isteyen bazı gruplar 18 Şubat 1994’te birleşerek Nadtereçniy bölgesinde bir koordinasyon konseyi oluşturduklarını açıkladırlar. Bu konsey daha sonar yönetime karşı silahlı muhalefet merkezini oluşturdu. (Bütün muhalifler bu oluşumu desteklemedi. Örneğin Yaragi Mamodayev cumhuriyetteki sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesi gerektiğini savunaraka silahlı eylemlere sürekli karşı çıktı.) İkinci olarak Rusya Parlementosu sözcüsü Ruslan Hasbulatov yeni oluşan rusya Parlementosu tarafından affedilerek salıverildi. Hasbulatov Mart ayı başında Çeçenistan’a geldi. Çeçenistan Cumhuriyetin’deki politikaya aktif olarak katılmayacağını söylemesine karşın Hasbulatov ayrı bir muhalif grup oluşturdu. Bazı gözlemcilere gore Hasbulatov’un bu tutumu, Çeçenistan’da Rusya Parlementosu için seçim yapıldığı taktirde bu kanaldan Mosakova’ya dönme çabası sonucuydu.

    Çeçenistan Devlet Başkanı Cohar Dudayev değişik vesilelerle Rusya ile aralarındaki ilişkilere politik bir çözüm bulunması için görüşmeler yapılmasını, petrol boru hatlarının ve demiryolunun ortak işletilmesini önerdi. (Başkent Grozni’den geçen petrol boru hattı ve demiryolu Hazar Denizi kıyısındaki Mohaçkale’yi, Karadeniz kıyısındaki Tuapse ve Novorossiysk şehirleriyle donets havzasına bağlamaktadır ve Kuzey Kafkasya’nın merkezi konumundadır.) Bu doğrultuda bazı görüşmelerde yapıldı. Örneğin 21 Mart 1994’te Rusya Devlet Başkanı temsilcisi Sergey Feilatov ve Çeçenistan Cumhuriyeti Devlet Başkanı Aslanbek Akbulatov Moskova’da görüştüler, fakat Çeçenistan’ın Rusyaya anayasal biir parçası olması ve Rusya-Tatristan arasındaki antlaşmanın görüşmelere temel alınması yönündeki talepler yüzünden bu görüşmelerden bir sonuç alınamadı. (Rusya Hükümeti, son Vladikavkaz görüşmelerinde olduğu gibi, daha sonraki görüşmelerde bu önerilerini “ temel koşul” olarak öne sürdü.)

    Muhalif silahlı gruplar ile hükümet birlikleri arasında çatışmalar yaz aylarında başladı. Küçük ölçekli olan ve en fazla birkaç saat süren bu çatışmalar hükümet birliklerinin üstünlüğü ile sonuçlanıyordu. Bu olaylarda özellikle hükümet birliklerinin kan dökilmemesine çalıştığı görülüyordu.

    Silahlı muhalefetin merkezi haline gelen Geçici Konsey başkanı Umar Avturkhanov 23 Temmuz’da yaptığı toplantıda Yeltsin’e başvurarak Çeçenistandaki devlet iktidarının tek organı olarak Konseyin tanınmasını ve cumhurüyette “anayasal düzenin sağlanması” konusunda yardım talebinde bulunabileceklerini açıkladı. (ITAR-TASS haber ajansı 24 Temmuz 1994) Geçici konsey daha sonar “Ulusal Yeniden Doğuş” hükümeti kurduklarını açıkladı. Rusya Hükümeti Geçici Konseyi Çeçenistan’daki yasal yönetim olarak tanıdığını hiçbir zaman resmen açıklamadı. Fakat Rusya Federasyonu bütçesinden Çeçenistan için ayrılan ödenekler Geçici Konseye ödenmeye başlandı. Son olaylarda da görüldüğü gibi Federal Karşı İstihbarat Teşkilatı Konsey’e askeri yardımda bulundu. Silahlı muhalefetin en büyük askeri operasyonu Ekim ayı ortalarında Grozni’ye saldırısı oldu. 16 Ekim’de bir konuşma yapan Dudayev “İslam bayrağı altında birleşilmesi ve Allah’aolan inançla özgürlük ve bağımsızlık için savaşılması” gerektiğini belirtti. Muhalefet 1-2 saat içinde Grozni’yi ele geçirdiğini açıklamasına rağmen aynı gün geri çekilmek zorunda kaldı.

    Kasım ayı başlarında Çeçenistan’daki çatışmaların yeni bir boyut kazanmaya başladığı gözlenebiliyordu. 1 Kasım’da muhalif Geçici Konsey’in başkanı Umar Avturkhanov, Grozni’ye saldırı hazorlıklarının bşladığını açıkladı. İki hafta sonar bazı BDT ülkelerindeki “Ziyaret”inden dönen Konsey’in silahlı birlikler konutanı Beslan Gantemirov, kisa sure içinde bu devletlerden tank, ağır top, uçak gibi silahlar alacaklarını açıkladı. Geçici Konsey’in hızla silahlandığı taraflarca belirtiliyordu.

    Gantemirov’un açıklamasından sonar olaylar hızla gelişti. Muhalefetin Grozni’ye üç yönden saldırıya geçeceği hem Çeçenistan Genel Kurmay Başkanlığı, hemde Geçici Konsey tarafından açıklandı. 24 Kasım’da Hükümet ülkede sıkıyönetim ve seferberlik ilan etti ve herkes tarafından beklenen saldır 26 Kasınm’da başladı. Muhalif birlikler kısa sürede Grozni’nin büyük bir kesimine girdi. Hatta muhalif lider Avturkhanov Çeçen televizyonundan yaptığı konuşmada yönetimi devraldıklarını açıkladı. Fakat daha önceki çatışmalarda olduğu gibi hükümet kuvvetleri kısa sürede muhalif birlikleri püskürttü. İki gün içinde Grazni ve çevresinde bütün kontrol hükümet birliklerindeydi. Hükümet çatışmalarda 200 muhlif askerin öldüğünü 100’de fazla esir alındığını açıkladı.

    Bu noktaya kadar gelişmeler daha önceki olaylara benziyordu. Görece küçük ölçekli sayılabilecek çatışmalar sadece Grozni çevresinde oluyordu. Yani bir topyekün iç savaş yoktu. Fakat çatışmalar başladığından beri ilk defa olarak Hükümet muhalif birlikler saflarında faaliyet gösteren 70’e yakın rus askerini esir alındığını, rusya bu askerlerin sorumluluğunu üstlenmezse esirlerin idam edileceğini açıkladı. Uluslar arası basının da katıldığı bu toplantıda bu esirlerin bir kısmı basım mensuplarına tanıtıldı. Bu gelişmeler üzerine Rusya ilk defa olaylara dolaysız olarak müdahale ederek Hükümet ve muhalif birliklerin 48 saat çerisinde silahlarını bırakmasını, aksi taktirde Çeçenistan’da olağanüstü hal ilan ederek askeri operasyonların başlayacağını açıkladı. Yeltsin daha sonar sürenin 15 aralık’a kadar uzatıldığını belirtti. Bu gelişmeler üzerine Dudayev ve Rusya Savunma Bakanı Graçev Vladikavkaz’da biraraya geldi. 12 aralık günü Vladikavkaz’da görüşmelerin başlaması kararlaştırıldı. Rusya ve Çeçenistan arasındaki sorunlara görüşmeler yoluyla bir politik çözüm bulacağına ilişkin umutlar güçlenirken 11 Aralık sabahı Rusya birlikleri Çeçenistan’a girdi. Bu koşullara rağmen Vladikavkaz görüşmelerine Çeçenistan yetkilileri katıldı. Fakat Rusya yetkililerinin bilinen taleplerini yinelemeleri üzerine görüşmelerden bir sonuç alınamadı.

    Çeçenistan’da bugün bir savaş yaşanmaktadır. Bu hiçbir zaman olamayan bir iç savaşlın devamı değildir. En temel hakkını, kendi kaderini belirleme hakkını kullanan bir halkın varolma savaşıdır. Savaş sadece Çeçenistan ilede sınırlı değildir. Kafkas halklarının ayrılmaz bir parçası olan Çeçen halkına saldırı bölgede yaşayan bütün halklara yapılmıştır. Bu nedenle Kafkasya’nın bütün bölgelerinde işgal girişiminikınayan gösteriler yapılmakta, yüzlerce gönüllü Grazni’ye kardeşlerini desteklemeye gitmektedir. Çeçenistan’a yapılan müdahale aynı zamanda insani değerler taşıyan herkese karşı bir saldırıdır. Yeni bir Afganistan, yeni bir Bosna yaratılmasına karşı olan herkesin Çeçen halkının direnişine omuz vermesi insanlık borcudur.

    Çeçenistan’ın Ekonomisi ve Grozni Petrolleri

    Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu sektörlerle birlikte (özellikle petrol sanayiiiçin) makine imalatı, yapı malzemeleri imalatı ve gıda sektörüde gelişmiştir. Sanayi daha çok Grozni, Nazran, Argun, Malgobek ve Gudermes kentlerinde yoğunlaşmıştır. Nüfusun yaklaşık % 40’I başkent Grazni ve çevresinde yaşamaktadır.

    Ekili alanların önemli bir kısmı tahıl üretimi için kullanulmaktadır. Ayçiçek, üzüm ve sebze üretimide yaygındır. Ülkede hayvancılık da gelişmiştir.
    Grozni Petrolleri

    Çeçenistan’da ilk ticari petrol üretimi 1893 yılında Grozni’nin kuzey-batısındaki Starogroznenskiy (Eski Grozni) havzasında başladı. 1913’te kentin 40 km. doğusundaki Novogroznonskiy (Yeni Grozni) havzası işletmeye açıldı. Üretim 1931 yılında 8 milyon ton ham petrole ulaştı. 1933’te Malgobek havzasınında işletime açılmasına karşın, üretim zamanla düştü. (1940’ da 2ç3 milyon ton) . Grozni’deki petrol rafinerilerinin, Bakü’den taşınacak petrolle tam kapasitede çalışmasını sağlamak için 1936’da Mohaçkale ile Grozni arasında ham petrol boru hattı inşa edildi. İkinci Dünya Savaşı döneminde Grozni, düşük üretimine rağmen, Bakü’den sonar, SSCBç’nin ikinci büyük havzasıydı. Savaştan sonar 1950’lerin ortalarına kadar Grozni bölgesinde ham petrol üretimi 2-3 milyon ton arasında kaldı. Bu dönemde Volga Ural havzasından Grozni rafinerisine petrol taçınıyordu.

    1950 sonlarında Grozni’nin batısında Karabulak ve Malgobek (Melğhabeğ) ’te derin kaynakları işletmeye açıldı. Bu havzalar da boru hatları ile grozni rafinerisine bağlandı. Yeni havzaların işletmeye açılmasıyla üretim 1965’te 9 milyon tona çıktı. 1950’lerde Kuma nehrinin güneyinde, Nogay steplerinde petrol bulununca, bu havzalar da Grozni’ye boru hatları ile bağlandı. Artan petrol üretimi sonucu Grozni havzası, ihracat için, boru hatlarıyla Kradeniz kıyısındaki Novorossiysk ve Tuapse limanlarına bağlandı (1969) . Grozni’deki petrol rafinerisine bağlı olarak petro kimya sanayiside gelişti. 1954’te fenol ve aseton, 1958’de sentetik alkol, 1962’de polietilen, 1968’de sentetik kauçuk işletmeleri açıldı. 1980’lerde ham petrol üretimi15 milyon tona ulaştı, fakat Volga-Ural, Kazakistan, Türkmenistan gibi bölgelerde bulunan büyük petrol rezervleri sonucu Grozni havzası göreli olarak önemini kaybetti.

  • çeçenistan27.12.2003 - 12:16

    1783
    Çeçenlerin Çarlik Rusyasi isgaline karsi baslattigi savas Kuzey Kafkasya'ya yayildi. 1780'lerin basinda baslayan savasta cihadin liderligini Seyh Mansur yürütüyordu. Rus istilâcilar katliam yaptilar. 1791'de tutukladiklari Seyh Mansur'u, 1794 yilindâ Slisselarg hapishanesinde sehit ettiler, ama savas devam etti.

    1816
    Çar, General Yermalov'u Kafkasya'ya komutan toyin etti. Yermalov büyük bir ordu ile Çeçenleri ve diger Kafkas halklarini katliama tabi tuttu.

    1828
    Rus baskisina dayanamayan Dagistan'da Müslümanlar önce Imam Gazi Muhammed, daha sonra Imam Hamzat önderliginde ayaga kalktilar. Büyük savas bir anda bütün Kafkasya'ya yayildi.

    1834
    Imam Hamzat'in sehit edilmesinden sonra cihadin önderligini Imam Samil yapmaya basladi. Taso Haci liderligindeki mücahid kuvvetleri de Imam Samil saflarina katildi.

    1839
    Çarlik, Çeçenlere karsi baskin düzenlemeye basladi. Imam Samil liderligindeki büyüklü küçüklü bütün Çeçenler ve Kuzey Kafkasya halklari gazavat savasina, cihada basladilar. Milli Azadlik cihadi olarak bilinen bu savas tam 25 yil devam etti. Bu savas Rus tarihine Kafkas Harbi olarak girdi. Rus demokrat yazari N.Çerniserskiy, bu savastan bahsederken, 'Rusya bu savasa yilda 25 bin asker gönderdi' diye yazmaktadir. General N.N. Rayevsk ise 'Bizim Kafkasya'daki hareketlerimiz Amerika'nin istilâsindaki facialar gibi
    idi' diye yazmaktan kendini alamamistir.

    1859
    Ruslar, Çeçenlerin son duragi Vedeno köyünü de isgal etti. Samil esir düstü. 25 yil devam etmis olan savasta milletin yarisindan çogu vuruldu ya sahit oldu veya gazi. Fakat Çeçenler yilmadi. Savas 1864 yilina kadar devam etti.

    1865
    Ruslar, sömürge rejimi uygulamaya basladilar. Çeçen gençleri Rus ordusu arasina dagitildi. Birçoklari da ülkenin disina çikmak zorunda kaldi. Anadolu'ya göçler bu tarihte basladi.

    1877
    Çeçen ve Inguslar yeniden ayaga kalkti. Iki yillik çetin savastan sonra Ruslar, Çeçen ve Inguslari vatan topraklarindan sürgün ettiler ve bölgeye Rus Kazak (koçak/larini yerlestirmeye basladilar. Bunun üzerine Çeçen ve Inguslar gerilla savasi,baslatti. Zalimhan, liderligindeki mücahidler;
    1917 yilina kadar Rus Koçaklorina karsi savastilar.

    1917
    Çeçen Inguslarla Rus Kazaklari arasindaki ölüm kalim savasi basladi. Bu savas bir yil sürdü. Çeçenler, 1918 yilinda kendi topraklarini geri aldilar. Çeçenler, Seyh Uzun Haci önderliginde Kuzey Kafkasya Emirligi altindaki Islâm devletinin kuruldugunu ilan ettiler.

    1920
    Komünistler, Kuzey Kafkasya'yi isgal ettiler. Sovyetler sikiyönetim ilan etti. Olaganüstü idarenin basini ÇK (daha sonra KGB) yürütüyordu. Aydinlar, bilhassa din adamlari kursunlandi.

    1922
    Komünistler, bölgeyi 'Çeçen vilayeti' ilan etti.

    1924-25
    Kafkasya Sikiyönetim Komutanligi, 10 bin Çeçen Ingus aydinini hapsetti. Komünist olmayanlar idam edildi, kursuna dizildi.

    1929
    Kafkasya Harbi Komutanligi, Çeçenistan'da kolhozlastirma (halkin topraklarina el koyma) hareketi baslatti. Bu uygulamaya karsi çikan Çeçenler, Sit Islambulov liderliginde baskaldirdilar.

    1930
    Kizilordu, Sit Islambulov liderligindeki mücahidlerle anlasma yoluna gitmek zorunda kaldi. Bu anlasmaya göre Sovyetler, Çeçen Inguslarin
    haklarina saygi duyacaklari garantisini verdi.

    1931
    KGB, anlasmayi bozdu ve Sit Islambulov ve arkadaslarini kursuna dizerek sehit etti. Sit Islambulov'un yerine kardesi Hasan Islambulov geçti ve 1935 yilina kadar Kizilordu ile savas devam etti.

    1932
    Çeçenistan Nogayyurt bölgesindeki halk ayaklandi. Buna karsi NKVD (daha sonra KGB) buradaki herkesi hapse atarak iskenceler uyguladi.
    Sonra diger yerlerdeki milleti kötülemek için kizil partizan Ibrahim Gelderan liderliginde sahte bir ayaklanma gerçeklestiren KGB, halki Kizilordu kursunlarina hedef ettiren Gelderan'a öldürttü.

    1936
    Yillardir devam eden savasi durdurmak isteyen Moskova, Çeçen-Ingus vilayetine, Çeçen Ingus Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti adini
    verdi. 'Sovyet Sosyalist' kelimelerini istemeyen millet aydinlarini 1937 yilinda hapse attilar. Bir yil içinde 10 bin kisi tutuklandi ve hiçbirisi evine
    dönemedi.

    1940
    Milleti tehcir eden Ruslara karsi Hasan Islambulov liderliginde baslayan
    ayaklanma herkesi birlestirdi. Satoy sehrini ele geçiren Hasan Islambulov askerlerinin hareketi millete güç verdi ve Galanoj Ingus halkinin geçici
    inkilap hükümetini kurdular. Ruslar ne kadar saldirdilarsa da Islambulov taraftarlarini yok edemediler.

    1944
    Çeçenler, Kirim; Karaçay, Balkar ve Ahiska Türkleriyle birlikte, Stalin tarafindan Sibirya ve Türkistan steplerine sürgün edildiler. Bu topyekün
    sürgün sirasinda binlerce Çeçen açlik, salgin hastalik ve Rus kursunlariyla öldü.

    1957
    Sovyet lideri Nikita Kurusçev, sürgündeki Çeçen ve Inguslara, eski durumlarina kavusmalari için bazi haklar tanidi. Sürgündekiler, Çeçen
    Ingus Cumhuriyeti'ndeki yurtlarina dönmeye basladilar.

    1960-1970
    Bu yillar içerisinde Moskova, Çeçen Inguslarin daglik yerlere, sehirlere, Rus Kazaklarinin yerlestirilmesi, nüfus yapisinin degistirilmesi çalismalarina devam etti. Çogu yerlerde sahte törenler yapti. Çeçen Inguslar bu sahte törenlere çok sert tavir aldilar. Rus-Çeçen mücadelesi ideolojik savas seklinde devam etti.

    1982
    Sovyetler Birligi Komünist Partisi'nin birinci adami Brejnev'in yardimcisi Süslov, 'Baska milletler, Sovyetler Birligi'ne kendi arzulari ile katilmislardir' diyerek asimilasyon politikasini sürdürdü.

    1988
    Çeçen Ingus Halk Cephesi kuruldu. Hoca Ahmet Bisultanov lider seçildi. Cephe, ilk eylem olarak Gudermes'te yapilmakta olan kimya fabrikasina karsi protesto gösterileri düzenlemeye basladilar. Bu arada siyasi teskilâtlar da kuruldu. Bu teskilâtlar, 1990 yilinda siyasi parti hüviyetine
    büründü.

    Kasim 1990
    Çeçen Halk Kurultayi toplandi. Kurultayda Çeçen Milli Komitesi kurulmasi karari alindi. Komitenin adi daha sonra Milli Kongre olarak
    degistirildi ve basina Cevher Dudayev getirildi.

    5 Eylül 1991
    Agustos ayinda Sovyetler Birligi Komünist Parti Genel Sekreteri ve Devlet Baskani Mihail Gorbaçov'u devirmek için yapilan darbeyi destekleyen Çeçen Ingus hükümeti, baskilar sonucu; bagimsizlik yanlisi Çeçen Milli Konseyi'nden istifa etmek zorunda kaldi. Rus Hava Kuvvetleri'nden kendi istegiyle emekli olan General Cevher Dudayev, ülkesine döndü ve milli lider ilan edildi.

    Ekim 1991
    Cevher Dudayev, Moskova yanlisi geçici hükümeti devirmek için kampanya baslatti. Resmi daireleri ele geçirmeye baslayan Cevher
    Dudayev halkin yüzde 80'den fazlasinin oyunu alarak Devlet Baskanligi'na seçildi ve tek tarafli olarak bagimsizlik ilan etti.

    Kasim 1991
    Rusya Federasyonu Devlet Baskani Boris Yeltsin, olaganüstü hal ilan ederek Çeçenistan'in bassehri Grozni'ye asker gönderdi. Bu askerlerin Grozni havaalaninda Devlet Baskani Dudayev'e bagli askerler tarafindan engellenmesi üzerine, Rusya Parlamentosu olaganüstü hali kaldirdi
    ve Rus askerleri 3 gün sonra geri döndü.

    Haziran 1992
    Çeçen-Ingus Cumhuriyeti, 'Çeçenistan' ve 'Ingusistan' olarak birbirinden ayrildilar. Ingusistan, Rusya Federasyonu içerisinde kalmaya karar verirken Çeçenistan'in bagimsizlik karari Rusya tarafindan reddedildi.

    1994
    Moskova; Çeçenistan'in suçlular için karargâh olmaya basladigi seklinde propaganda yapmaya basladi ve halkin Cevher Dudayev'i devirmesi için çagri yapmaya basladi.

    2 Agustos 1994
    Rusya'nin destekledigi bilinen muhalefet tarafindan organize edilen Geçici Konsey, Cevher Dudayev'i devirme çalismalarina basladi.

    25 Kasim 1994
    Moskova destekli isyancilar, tank ve agir silahlarla Grozni'ye saldirdilar, fakat bir gün sonra geri çekilmek zorunda kaldilar.





    29 Kasim 1994
    Boris Yeltsin, Dudayev ve muhalefete 48 saat içinde silahlarini birakmalari çagrisinda bulunarak, aksi halde olaganüstü hal ilan edecegini açikladi. Rus uçaklari Grozni'yi bombaladi.

    30 Kasim 1994
    Rus uçaklari tarafindan yeni bir hava
    saldirisi daha yapildi. En az 10 uçagin katildigi saldiridan
    sonra Cevher Dudayev, kadin ve çocuklara Grozni'yi terket-
    meleri çagrisinda bulundu. Rusya, Çeçen sinirina asker yig-
    maya basladi.

    1 Aralik 1994
    Rusya'nin, verdigi sürenin bitmesine ragmen, hiçbir harekette bulunmayan Yeltsin, Çeçenlerin elindeki Rus esirleri geri alabilmek için her yolu deneyecegini açikladi.

    5 Aralik 1994
    Rusya, Çeçenistan'in terörist yatagi oldugunu ileri sürerek, Bati'yi yanina almak tesebbüslerine basladi.

    6 Aralik 1994
    Çeçenistan bagimsizligini elde etmesinden sonra ilk dafa en üst seviyede bir toplanti yapti. Rusya Savunma Bakani Pavel Graçev ve Cevher Dudayev, yaptiklari görüsmede, krizin sona ermesi için güç kullanilmamasi konusunda görüs birligine vardilar.

    7 Aralik 1994
    Rus Güvenlik Konseyi, taraflarin silahsizlandirilmasi için bütün anayasal tedbirlerin uygulanmaya konulmasini istedi.

    8 Aralik 1994
    Boris Yeltsin, anayasal tedbirlerin uygulanmasini istedi.

    10 Aralik 1994
    Rusya, Çeçen hava sahasi ve sinirini kapattigini açikladi. Grozni yine bombalandi. Dudayev'in yardimcilarindan biri, Rusya'nin Çeçenistan'i isgal etmeleri halinde, Rus askerlerinin tabut içinde terk edeceklerini söyledi.

    11 Aralik 1994
    Rus askerleri, 3 koldan Çeçenistan'a girdiler. Yeltsin, 15 Aralik tarihine kadar süre taniyarak, Çeçenlerin silahlarini birakmalarini istedi.

    12 aralik 1994
    Rus uçaklari, Grozni yakinindaki hedefleri bombaladi. Grozni'nin disindaki köylerde agir çarpismalar meydana geldi.

    14 Aralik 1994
    Cevher Dudayev, Rusya'yi uyararak bir adim daha atmalari halinde, gerilla savasi baslatacaklarini ilan etti. Baris ümidi, Çeçenlerin
    Rusya'nin isteklerini reddetmeleri ile son buldu.

    15 Aralik 1994
    Boris Yeltsin, Cevher Dudayev taraftarlarinin silah birakmasi için verdigi süreyi 48 saat daha uzatti. Dudayev, Rus askerlerinin çekilmesi halinde masaya oturacagini açikladi.

    16 Aralik 1994
    Çeçenistan'a gönderilen bir Rus general, Yeltsin'in hareketinin anayasaya aykiri oldugunu belirterek, 'Bir adim daha ileri gitmeyecegini' ilan etti. Rusya Güvenlik Konseyi yaptigi açiklamada, verilen süreyi cumartesi gece
    yarisina kadar erteledi.

    17 Aralik 1994
    Rusya Disisleri Bakani Andrei Kozirev, yabancilarin ülkeyi terketmesini istedi ve Dudayev'i bir defa daha görüsme masasina davet etti.

    18 Aralik 1994
    Rus uçaklari gece yarisindan itibaren Grozni'yi bombalamaya basladilar. Fakat kara harekâtina geçilmedi. Grozni'de bulunan Dudayev taraftarlari sessiz kalarak Rusya'nin ikinci bir adim atmasini beklediler.

    19 Aralik 1994
    Rus kuwetleri özellikle sivil yerlesim birimlerini bombalayarak 16 kisinin
    ölümüne sebep oldu. Grozni'ye yönelik hava saldirilari yine devam etti. Grozni disinda yogun çarpismalar oldugu bildirildi. Bölgede bulunan
    gazeteciler, Petropavlovskaya köyünün Ruslarin eline geçtigini bildirdi. Cumhurbaskanligi Sarayina yönelik saldirilarda, sarayin isabet almadigi, mermilerin bos araziye düstügü belirtildi.

    Ocak 1995
    Rus tanklari Grozni'nin merkezine dogru ilerlemeye basladi.

    Subat 1995
    Mücahidler bassehir Grozni'yi terk etmeye basladi.

    Nisan 1995
    Avrupa Güvenlik ve Isbirligi Konferansi AGIK, Çeçenistan komisyonu kurmaya karar verdi. Dudayev, Rusya içinde saldirida bulunma
    tehdidinde 'bulundu. Argun, Gudermes ve Sali'yi ele geçirmeye basladi.

    Mayis 1995
    Rus askerleri Kafkas dagina dogru ilerliyor. AGIK himayesinde yapilan görüsmelerin ilk turunda sonuç alinamadi.

    Haziran 1995
    Askerlerinin, güneydogudaki mücahidlerin karargâhini ele geçirdiklerini duyuran Rusya, Satoy ve Nazhoyyurt'u da aldilar.

    14 Haziran 1995
    Çeçenistan'a 70 kilometre mesafedeki Stavropol sehrinin Budonnovski
    kasabasina baskin düzenleyen Samil Basayev liderligindeki bir grup mücahid, bir hastanede yüzlerce Rus'u rehin aldi.

    15 Haziran 1995
    Rusya, Kuzey Kafkasya'daki kuvvetlerini alarma geçirdi. Yeltsin, Rus sivillere sakin olmalari çagrisinda bulundu.

    16 Haziran 1995
    Rus askerleri, Çeçenlerin saldiri ihtimaline karsi Moskova'daki kilit öneme sahip binalari korumaya aldi. Rus parlamentosundaki gruplar, hükümetin istifasini istedi. Yediler toplantisi için Kanada'ya giden Yeltsin'e geri dön çagrisindabulunuldu.

    17 Haziran 1995
    Rus askerleri hastaneye baskin düzenledi. Operasyon basarili olamadi. Ancak Basayev, 220 kadin, çocuk ve hastayi serbest birakti. Yeltsin; baskinin kendisinin Moskova'dan ayrilmasindan sonra gerçeklestirildigini açikladi. Basbakan Çernomirdin ise, rehinelerin serbest birakilmasina karsilik Çeçenistan'da ateskes yapilmasini teklif etti.

    18 Haziran 1995
    Rusya Basbakani Çernomirdin, mücahidlerin komutani Samil Basayev ile telefonda görüstü. Mücahidler, 126 rehineyi daha serbest birakti. Bâsayev,
    kendi adamlarini ve rehinelerin bir kismini Çeçenistan'a götürmek için bir otobüs istedi. Çeçenistan'daki Rus komutan, 'Bütün askeri operasyonlarin durdurulmasi' talimatini verdi.

    19 Haziran 1995
    Baris görüsmelerinin yeni turu Grozni'de basladi. Mücahidler 764 rehineyi daha serbest birakti ve bir Rus tuzagina karsi bazi gazeteciler, parlamenterler ve çok sayida Rus'un bulundugu otobüsten olusan konvoyla Budonnovski'den ayrildi.

    30 Temmuz 1995
    Heyetler arasinda askeri anlasma imzalandi. Anlasmaya göre; Ruslar,
    Çeçenistan'daki askerlerini çekecek, Çeçenler de savunma maksatli olmayan silahlarini teslim edecekler. Çeçen heyetine Çeçenistan Bassavcisi.
    Osmati Imayev baskanlik etti.

    Agustos 1995
    Çeçenistan'da kimyasal silah kullanilmis olabilecegine iliskin belirtiler
    bulundugu bildirildi.

    16 Agustos 1995
    Çeçen Cumhuriyeti'nin baskenti Grozni'de süren baris görüsmelerinin
    kesilmesi ve taraflar arasinda gerginligin tehlikeli bir sekilde tirmanmasi ardindan bir grup Çeçen direnisçi silahini teslim etti.

    25 Agustos 1995
    Çeçen lideri Cevher Dudayev'e bagli güçler, cumhuriyetin ikinci büyük kenti Gudermes'te yönetime el koydugunu bildirdi.

    28 Agustos 1995
    Rusya'nin Budonnovsk kentine baskin düzenleyerek 30 Temmuz da Rus-Çeçen heyetlerinin askeri bir anlasmaya varmalarina
    kadar giden görüsme sürecini baslatan Çeçenlerin ünlü savasçisi Samil Basayev, silahlarini teslim etmeyeceklerini söyledi.

    5 Eylül 1995
    Çeçenistan'da Cevher Dudayev yanlilari 6 Eylül 1991'de ilan edilen, ancak
    taninmayan bagimsizlik ilanlarinin yildönümünü cumhuriyetin çesidi yerlesim birimlerinde kutladilar.

    16 Eylül 1995
    Çeçenistan'in Alkhoi-mohk kasabasinda Rus uçaklarinin bombardimani
    sonucu üç kisinin öldügü, alti kisinin Yaralandigi bildirildi.

    4 Ekim 1995
    Çeçenistan Cumhurbaskani Cevher Dudayev'in danismani Ramazan Kaytemirov, Rusya'nin Çeçenistan'da asil amacinin petrol yataklarina sahip olmak, boru hattini kullanmak ve askeri üs kurmak oldugunu söyledi.

    20 Aralik 1995
    Çeçenistan'in Gudermes kentini kusatan Rus askerleri yüzlerce sivil öldürerek kenti ele geçirdi. Ülkenin yüzde 70'ini kontrol altinda tutan
    Müslüman direnisçiler, Ruslara agir kayiplar verdirdi.

    9 Ocak 1996
    'Yalniz Kurt' grubunun lideri Salman Rudayev, Kizilyar'a baskin düzenleyerek yüzlerce kisiyi esir aldi.

    17 Ocak 1996
    Salman Raduyev ve mücahidler, Kizilya dan kaçarken kistirildiklari Pervomaiskoye köyündeki Rus kusatmasini yarmayi basardilar.

    5 Subat 1996
    Çeçenistan'in baskenti Grozni'de bagimsizlik yanlisi Çeçenler, Rus güçlerinin ayrilmasi istegiyle gösteriler baslatti.

    8 Subat 1996
    Grozni'deki gösterilere binlerce kisi katildi. Kent merkezinde gösterilere
    katilanlarin sayisi on bine ulasti.
    Çeçenistan ve Coğrafi konumu:

    Sovyetler Birliği döneminde Çeçen-İnguş Otonom Cumhuriyeti, (9 Kasım 1991’de bağımsızlkığını ilan ederek Çeçenistan Cumhuriyeti) adını alan bu ülke, 5 Aralık 1936 tarihinde kurulmuştur. Ancak II. Dünya Savaşında Çeçenler ve İnguşlar, Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesi ile sürgün edilerek Cumhuriyet ortadan kaldırılmış, 9 Ocak 1957’de yeniden kurulmasına izin verilmiştir.

    Kuzeyde Rusya Federasyonu’nun Stavropol Eyaleti (kray) , kuzeydoğu ve doğuda Dağıstan Özerk Cumhuriyet, güneyde Gürcistan Cumhuriyeti ile çevrilmiştir. Yüzölçümü 19.300 km2, nüfusu bugün itibariyle 1.300.000 civarındadır. Sınırları içinde 3 şehir ve 3 şehir tipinde yerleşim merkezi vardır. Başkenti Grozni (eski adı Sunjkhala, yeni adı Caharkale’dir) ’dir

    Kuzey Kafkasya’’nın güneydoğu bölümünde bulunan Çeçenistan Cumhuriyeti, Kafkas Sıradağlarının kuzey etekleriyle Terek Düzlüğü’nün (Nogay Stepi) güney kesimini kaplamaktadır. Güney sınırlarında bulunan Tebulos-Mta Dağının yüksekliği 4.494 metredir. Bu dağ kil şistleriyle, porfirit ve diyabaz intruzyonlarından oluşmuşturç Terek Dağları ile Terek Irmağı üzerinde Tereküstü Düzlüğü uzanır. Cumhuriyetin kuzey bölümü Terek Düzlüğü içindedir.

    Yer altı servetleri bakımından Çeçenistan Cumhuriyeti oldukça zengindir. Petrol ve yer altı gazlarına hemen hemen her yerde rastlanır. Maden suyu kaynakları çoktur. Yapı gereçleri (kireç taşı, marn, alçı, kuvars kumu, kil) de boldur.

    İklim bakımından Çeçenistan Cumhuriyeti büyük bir değişiklik gösterir. Kuzey bölümünde kara iklimi hakimdir. Yazlar sıcak olup uzun surer. (Temmuz ayı sıcaklık ortalaması 25,5 C, Ocak ayı ortalaması ise –4 C) . Kışlar ılık olup fazla kar yağmaz. Yeşillik süresi (vegetation) 233 gündür. Yıllık yağış tutarı 600-700 mm, yeşillik süresi 220-224 gündür.

    Akarsuları Cumhuriyeti doğu-batı doğrultusunda kesen Terek Irmağı havzasına bağlıdır. Ayrıca Terek’in büyük bir kolu olan Sunja anılabilir. Sunja birçok kolların birleşmesinden meydana gelir. En büyük kolları buzul sularıyla beslenen Assa ve Argun Irmaklarıdır. Irmaklar önemli hidroenerjiye sahiptir. Akarsulardan sulama işlerinde de faydalanılır. Düzlüklerde ve dağlarda göller vardır. En büyük gölü ülkenin güneydoğu ucundaki Kezenoyam’dır.

    Terek Düzlüğünde verimli topraklar yanında kunluklar da vardır. Terek ve Sunja ırmakları çernozyomla kaplıdır. Çeçen düzlüğünde çerezyomla örtülü yerlerden başka, vadilerde alüvyonlara da rastlanmaktadır.

    Bitki örtüsü bu toprak durumuna bağlıdır. Terek düzlüğünün güney kesimi ekime elverişlidir. Kuzey kesimi ise kumlu bir yarı çöl konumundadır. Terek vadisinde çayır bitkileri hakimdir. Terek düzlüğü ekim yapmaya da elverişlidir. Dağlık bölgelerde 1600-2000 metre arasında geniş yapraklı ormanlar (ak gürgen gibi) yer alır. 1600-2000 metre den sonra ise alp çayırları yetişir.

    Dağ ormanlarında yaşayan hayvanlar arasında boz ayı, kurt, tilki, yaban domuzu, Kafkas orman kedisi vardır. Kuşlar arasında sülün ve bıldırcın önemli yer tutar. Terek düzlüğünde kemirgenler (tavşan, tarla faresi ve sürüngenler yaygındır. Bunlardan başka çakal, karsak gibi hayvanlara da rastlanır.

    Çeçenistanın büyük şehirleri Grazni (Caharkale, Gudermes, Malgobek’tir. Özellikler bağımsızlık ilanından sonar Rus nüfusunda azalma olmuştur. Çeçenistan eski Sovyetlerin en eski ve en büyük petrol bölgelerinden biridir. Bu bakımdan petrol endüstrisi gelişmiştir. Bundan başka, enerji kaynakları da işletilmektedir. Kimya, makine, maden ve besin endüstrisi de anılmaya değer.

    s

    I - Çeçenler Kimdir?

    Çeçenler Kuzey Kafkasya’nın yerli (otokhton) halklarından olup Kuzey-Doğu Kafkasya’da Çeçenistan’da yaşarlar. Kendilerine Nohçi diyen Çeçenler komşuları tarafından Miçikis (Kumukça) , Burtel (Avarca) , Şeşen (Kabardeyce) gibi isimlerle anılırlar. Çeçenler, İnguş ve Tuşlarla birlikte Weynah halkını oluştururlar. İnguşlar kendilerine Ğalğay demektedir. (weynah halkının üçüncü kolunu oluşturan Tuşlar, nüfusça çok küçük bir topluluktur ve genellikle Kafkasların güney kesiminde yaşarlar.)

    Çeçen, İnguş ve Tuşların oluşturduğu dil grubu Weynah (veya Nakh) adıyla bilinir. Weynah ve Dağıstan dilleri de Kuzey-doğu Kafkas Dil ailesi’ni oluşturur. Çeçencenin diğer Kafkas dilleri ile ilişkisi aşağıda tabloda özetlenmiştir. Kuzey Kafkasya halklarının çoğunluğu müslümandır (Sünni) . Kuzey Kafkas Halkları (Abazalar, Adığeler, Weynahlar, Dağıstanlılar, bu bölgede yüzyıllardır aynı kültür ve tarihi paylaşarak yaşayan asetinler ve daha sonar bu bölgeye gelip yerleşmiş Karaçaylılar ve Malkarlılar) çok yakın tarihsel kültürel ve akrabalık bağlaruyla birbirine bağlıdırlar. 19. yüzyıl ortalarında Çarlık Rusyası’nın uyguladığı sürgün politikası sonucu bu halkların önemli bir kesimi Osmanlı İmparatorluğun’da iskan edilmiştir. Günümüz Türkiyesinde 6 milyon Kuzey Kafkasyalının yaşadığı tahmin edilmektedir. Türkiyede Çerkes kavramı, genellikle bütün Kuzey Kafkasyalıları kapsayacak biçimde kullanılmaktadır.
    Çeçenlerin kısa tarihi

    Bugünkü Çeçenistan ülkesinde, özellikle Kezenoy gölü ve halhulav nehri çevresinde Paleolitik dönemden beri insanların yaşadığı bilinmektedir. Ülkenin çeşitli yerlerinde M.Ö. III. Bin yıllarına ait mezarlar bulunmuştur. Arkeolojik verilere gore bu dönemde tarım, çömlek yapımı ve maden işlemeciliği bölgede gelişmişti.

    Nohçi genel adıyla Çeçenlerden bahsede ilk yazılı kaynaklar M.Ö. 4-3. yüzyıllardaki Ermeni, Gürcü ve Roma-yunana kayıtlarıdır. M.S. 1. yüzyılda Alan Kavimler Birliğine katılan Çeçenler, zamanla orta ve kuzey-doğu Kafkasya’da çoğalmışlardır.

    Çeçenlerin Müslümanlık ile ilk tanışması 8. yüzyıl başlarında Arap-Hazar savaşları dönemindedir. Bu savaşlar sırasında Ememvi orduları Çeçenistan’a da akınlar yapmışlardır.

    10-12. yüzyıllarda Gürcü Karallığı aracılığıyla Hristiyanlık Çeçenistan’a sokulmak istenmişse de bu din hiçbir zaman Çeçenler arasında yaygınlaşmamıştır. 16-18. yüzyıllarda Dağıstan’daki müslümanların etkisiyle Çeçenistan’da İslam Dini yaygınlaşarak egemen din haline gelmiştir. Nakşibendi ve Kadiriye tarikatları 19. yüzyılda bölgede yaygınlaşmıştır.

    13 ve 14. yüzyıllarda Moğol saldırıları karşısında Çeçenler Kafkas Dağlarına çekilerek bağımsızlıklarını korumuşlardır. Bu dönemde Çeçenler kendilerine özgübir kale mimarisi geliştirmişlerdir. “Savaş Kulesi” olarak tanımlanan bu mimari örnekleri günümüze kadar ulaşmıştır.

    1556 yılında Rusya’nın Astrahan’I işgal etmesinden sonar Çeçenistan-Rusya ilişkileri başlamıştır. Rus birlikleri 1587’de Terek nehrine ulaşmış ve 1590’ da Sunja nehri üzerinde ilk Rus kalesi kurulmuştur. Ancak 1783 yılına kadar Rusya’nın Çeçenistan’da fazla ilerlemediği görülmektedir. Fakat 1782-1784 yıllarında Güney ve Kuzey Kafkasya’yı birbirine bağlayan Daryal Geçidi’nin ele geçirilmesi ve bu geçitteki Gürgistan Askeri Yolu’nun açılması, 1784’te Vladikavkaz kentinin kurulması ve 1801’de Gürcistan’I ilhak eden Rusya’nın (güneyde) Transkafkasya’da egemenliğini pekiştirmesinden sonar saldırılar artmıştır. 1783-1824 yıllarında Çarlık, sistemli bir şekilde müstahkem hatlar kurarak ilerlemiştir. Bu dönemde (1818’de kurulan Graozni gibi) Kuzey Kafkas kentleri, Rus müstahkem hatlarının oluşturan kaleler halinde kurulmuş, birer askeri ve ticari merkez olarak gelişmiştir.

    Rusyanın ilerlemesine karşı çok şiddetli direnişler yapılmıştır. 1783-1793 yılları arasında Şeyh Mansur’un 1810’larda İmam Hadis’in ve 1820’lerde Taymi Biybolat’ın önderliğinde işgale karşı önemli ve etkili direnişler gerçekleştirilmiştir. Fakat 1810’da İnguşistan bölgesi Rusya’nın kontroluna geçmiş ve İnguşların bir kesimi General Yemelov tarafından kuzeydeki ovalık bölgelere iskan edilmiştir.

    Çeçenistan’ın direnişinde en öenemli ve kritik dönem, 1829-1859 yıllarındaki İmamlar Dönemi olarakta bilinen dönemdir. Dağıstan’da Gazi Muhammed’in (1829-32) imamlığı ile başlayan bu dönem, İmam Hamzat (1832-34) ve Şeyh Şamil (1834-59) imamlıkları ile devam etmiştir. Bu dönemde Rusya’nın işgaline karşı gerçekleştirilen örgütlü direniş sonucu sayıca çok üstün konumdaki Rus ordusuna karşı bağımsızlık yıllarca korunabilmiştir. İşgale karşı gösterilen kararlı direniş sonucu Rus ordusu sürekli takviye edilmiş, 1860’larda mevcudu 3000’e yükselmiştir. Ancak 1859’da Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonradır ki Çeçenistan’daki direniş büyük ölçüde tasfşye edilebilmiştir. (Çeçenistan’ın düşmesinden sonar Rus ordusu Kuzey-batı Kafkasya’daki operasyonlarını yoğunlaştırmıştır. Kuzey-batı Kafkasya halklarının –Adığeler, Abazalar ve Ubıkhlar- çoğunluğunu ve Çeçen-İnguş halklarını önemli bir kesimi yurtlarından sürgün edilerek Osmanlı topraklarında iskan edilmiştir.)

    Çeçenistan işgal edildikten sonar Rusya’nın uyguladığı kolonizasyon politikasına karşı sürekli ayaklanmalar şeklinde direnilmiştir. 1860-61’de Naib Duev Uma ve Kadı Ataev Atabiy önderliğindeki ayaklanma kanla bastırılmıştır. 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı’nda Şeyh Şamil’in Naiblerinden Simsirir Ali Bek önderliğinde başlayan büyük ayaklanma Çeçenistan’ın hemen tamamını etkilemiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bu ayaklanmadan sonar Abrek olarak bilinen halk kahramanları direnişi sürdürmüşlerdir. Bu kahramanların en ünlüsü 1913’te öldürülen Abrek Zelimhan’dır.

    Rusya Çeçenistan’da tam bir kolonizasyon politikası izlemiş, Çeçen halkının ekonomik ve kültürel gelişimini engellemeye çalışmıştır.. Grozni şehrine Çeçenlerin girmesi bile yasaklanırken, halk tarıma elverişli olmayan dağlık bölgelere doğru yerleşmeye zorlanmış, ovalık kesimlere Kazaklar iskan edilmiştir. Bu politikalar sonucu 1910’larda bir Kazak ailesi başına düşen toprak miktarı ortalam 15 hektar olurken, bir Çeçen ailesine sadece 3.3 hektar toprak kalmıştır.

    Şubat 1917’de Rusya’da monarşinin yıkılması ve Ekim 1917’de Baolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi üzerine Kuzay Kafkasya’da bağımsızlık hareketleri güçlendi ve 11 Mayıs 1918’de Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ilan edildi. (Bu dçnemde General İsmail Berkok komutasındaki Osmanlı ordusu yardım amacıyla Dağıstan’a kadar gelmesine rağmen Mondros Mütarekesi ile geri çekilmek zorunda kaldı.) Fakat Kuzey-batı Kafkasya’da güçlü olan çarlık rejimi tekrar kurmayı hedefleyen ve “bir bölünmez Rusya” sloganı ile hareket eden General Denikin komutasındaki ordular saldırıya geçti. Şubat 1919’da çarlık yanlısı ordular Çeçenistan’ı işgal etti. Beyaz ordularına karşı Eylül 1919’da Şeyh Uzun Hacı’nın liderliğinde bvaşlayan ayaklanma Şubat 1920’de başarıyla sonuçlandır. Fakat bu kez de Mart 1920’de Bolşevikler Çeçenistan’da yönetime geldi. 1920-21 ve 1930-32’deki anti-bolşevik ayaklanmalar başarısızlılla sonuçlandı.
    Bolşeviklerin bütün Kuzey Kafkasya’da iktidara gelmesinden sonar Çeçen-İnguş, Osetya, Khabardey, Balkar ve Karaçay bölgelerini kapsayan Sovyet Dağlı cumhuriyeti 20 Ocak 1920’de kuruldu. 30 Kasım 1922’de bu Cumhuriyetten ayrılarak Çeçen Özerk Bölgesi (11105 km2) 7 Temmuz 1924’te İnguş Özerk Bölgesi (3200 km2) oluşturuldu. Bu iki bölge 15 Ocak 1934’te Çeçen-İnguş Özerk Bölgesi adıyla birleştirildi. 5 aralık 1936’da Yeni Sovyet anayasası uyarınca özerk bölgenin statüsü Özerk Cumhuriyet’e yükseltildi.

    İkinci Dünya Savaşı Çeçen-İnguş halkı için yeni bir acı döneminin başlangıcıdır. 1941-42 yıllarında Alman birlikleri Grozni petrol bölgesini ele geçirmek için askeri harekata başladı. (Bu dönemde Sovyetler Birliği’nin Azerbaycan’dan sonraki en büyük petrol üretim bölgesi Çeçenistan’dı.) 1942 sonbaharında alman Birlikleri Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin bazı batı bölgelerini işgal etmelerine karşın, Grozni’ye giremedi ve Stalingrad yenilgisinden sonar hızla bütün Kuzey Kafkasya’yı terk etti. Buna karşın 23 Şubat 1944’te Moskova’nın aldığı bir kararla Çeçen-İngış, Karaçay ve Balkar halklarının Kuzey Kafkasya’dan Kazakistan ve Orta Asya’ya sürgün edilmesi kararlaştırıldı. 25 Haziran 1946’da Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti lağvedildi. Çok kısa sürede olumsuz koşollarda gerçekleştirilen bu sürgün sonucu yüzbinlerce Çeçen yollarda ve yeni yerleşim bölgelerinde yokluk, yoksulluk ve hastalıktan öldü. Şimdi hayatta kalabilen Çeçen yaşlılarının hepsi bu sürgünü bizzat yaşamış, orta yaş kuşağıda sürgünde doğmuştur. Bu nedenle 1944 yılında gerçekleştirilen ve Çeçen-İnguş Cumhuriyeti dışında Dağıstan ve Gürcistan’da yaşayan Çeçenleri de kapsayan bu facianın etkileri hala sürmektedir.

    Çeçenlerin anayurtlarına dönmek istek ve teşebbüsleri sürgünden hemen sonar başladı. Yasak olamasına karşın pek çok insane evine dönme mücadelesini sürdürdü. Ancak 1954^te Stalin’in ölümünden sonar Çeçenlerin anayutlarına dönme hakkı tanındı. 9 Ocak 1957’de Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. yeniden kuruldu. Fakat yukarıda tablo 2. de görrüldüğü gibi 1959’da bile Çeçenlerin ancak % 58’I Çeçenistana dönebilmişti. Sürgünün yolaçtığı tahribat, tablo 2.’deki nüfus arış oranlarında açıkça görülebilmektedir. Örneğin sürgün sonrası 1959-1970 döneminde sadece on yıl içerisinde Çeçen nüfusu % 50 artmıştır. Fakat sürgünün yaşandığı 1939-1959 arasındaki yirmi yıllık dönemde nüfusta hemen hiçbir artış yoktur. (1939-59 arasındaki nüfus artışı 1959-1970 dönemindeki kadar olsaydı 1970’de sadece Çeçenlerin nüfusu yaklaşık 1.300.000 olacaktı.) 1957’de Çeçen-İnguş Ö.S.S.C.’nin kurulmasından sonar Çeçen halkı sürgünün açtığı yaraları iyileştirmek için zorlu bir mücadele Verdi.

    Bağımsızlığa Doğru

    1980’lerin sonlarında izlenen glastnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılanma) politikaları ile Sovyetler Birliği hızlı bir çözülme sürecine girdi. Değişik Cumhuriyetlerde kurulan halk cepheleri bağımsızlık yönündeki talepleri dile getirdiler. Başta Baltık Cumhuriyetleri olmak üzere SSCB.’ni meydana getiren birlik cumhuriyetleri sırayla egemenlik ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. 1990 yılında Federasyon’nun kendisi de dahil olmak üzere hemen her özerk ve birlik cumhuriyeti egemenliğini ilan etmişti.

    Çeçenistan’da toplumsal muhalefet Çeçen Ulusal Kongresi adı altında örgütlendi. 23-285 Kasım 1990’da toplanan Çeçen Ulusal Kongresi başkanlığı erken emekli edilmiş General Cohar Dudayev’I seçti. Kongrede üç aşamalı (1. Bağımsızlık, 2. Federasyon, 3.Kafkas Halkları Konfederasyonu) bir faaliyet programı benimsendi. Kongrenin baskıları sonucu Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. yüksek meclisi 27 Kasım 1990’da egemenliğini ilan etti. Egemenlik Çeçen-İnguş toprakları üzerinde tüm hak ve yetkinin Çeçen-İnguş Cumhuriyetinde olduğu ve bu hak ve yetkilerin istenildiği biçimde kullanılabileceği anlamına geliyordu.

    19 Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı darbe girişimi olayların gelişimini hızlandırdı. Çeçen Ulusal Kongresi derhal darbeye karşı çıktığını belirtti ve darbeyi destekleyen yöneticilerin görevden alınmasını istedi. Bu arada darbeye karşı çıkan Rusya Federasyonu Parlemento Başkanı Boris Yeltsin Rusya Federasyonu içindeki özerk cumhuriyetlerin egemenlik yolundaki çabalarınıdestekliyordu. Örneğin Tataristan konusunda bir açıklama yapan Yeltsin “ne kadar istiyorsanız o kadar egemen olabilirsinz” diyerek egemenlik haklarının sınırı sadece o halkın kendisinin belirleyebileceğini açıkça belirtmişti. Yeltsin ayrıca cumhuriyetler ve federasyon arasındaki ilişkilerin yeniden belirlenmesi gerektiğinide savunuyordu.

    Ağustos darbesine karşı mevcut yönetimin etkin bir şekilde karşı çıkmamasını eleştiren Çeçen Ulusal Kongresi kisa sürede başkanlık ve meclis seçimlerinin yapılması gerektiğini savundu. 15 Eylül’de oluşturulan Hüseyin ahmedov başkanlığındaki geçici yönetime iki ay içinde seçimleri yapmak üzere yürütme yetkileri devredildi. Uluslar arası insane hakları komitesinin gözetiminde 27 Ekim 1991’de yapılan seçimlerde Cohar Dudayev devlet başkanlığına seçildi. 1 Kasım 1991’de yeni Meclis Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Bu gelişmeler üzerine Moskova 7 Kasım’da Çeçenistan’da olağanüstü hal ilan etti ve ertesi gün başkent Grazni’ye askeri birlikler gönderdi. Fakat halkın yoğun tepkisi sonucu bu birlikler geri çekilmek zorunda kalındı… Aralık 1994’e kadar.

    Bağımsızlık yasal mı?

    Çeçenistan’ın bağımsızlık ilanı ve son gelişmeler üzerine başta ABD olmak üzere pek çok devletin Çeçenistan’daki gelişmeleri “Rusyanın iç sorunu” olarak nitelemesi önemli bir soruyu gündeme getirmektedir.: Bağımsızlık ilanı yasal mı?

    “Ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı” 20. yüzyılın başlarından beri yaygınlaşarak Kabul gören İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı gibi uluslar arası sözleşmelerde de açıkça tanınan bir haktır. Bu hak temelinde Çeçen halkının bağımsızlık ilanı meşru ve devredilemez birr hakkın sonucudur. Uluslar arası kamu oyu bu hakkın seçilmiş temsilciler tarafından ifade edilmesine saygı göstermekle yükümlüdürler.

    Çeçenistan’ın bağımsızlık ilanı aynı zamanda mevcut uluslar arası norm ve yasalara da uygundur. Bilindiği gibi Çeçen-İnguş Ö.S.S.C. Brejnev Anayasası olarak bilinen 1976 Sovyet Anayasası’na gore SSCB’ni oluşturan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’ne (RSFSC) bağlı bir özerk cumhuriyet statüsünde idi. Bu yasa, günümüzde Çeçenistan’ın Rusya federasyonu’na bağlanmasına, yanlış olarak, gerekçe gösterilmektedir. Oysa Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetlerin 1990’larda birlikten ayrılmalarıyla SSCB ve Anayasası defakto ve dejure olarak ortadan kaldırılmıştır. Nitekim SSCB.’ni oluşturan bazı devletler yeni bir anlaşma temelinde yeni bir başka birliği; Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuşlardır.

    Sovyetler Birliğini oluşturan cumhuriyetlerden biri oalrak Rusya Federatif Sosyalist Cumhuriyeti de benzer bir şekilde eski yasalarını değiştirmiştir. Zaten RSFSC.nin son parlementosu devlet başkanı Yeltsin’e bağlı birlikler tarafından fiilen ve fiziksel olarak kapatılmış, yeni seçimler ve yeni anayasa temelinde devlet yeniden örgütlenmiştir.SSCB. döneminden kalma yasalar yürürlükten kaldırıldığı için RSFSC.ni oluşturan federe birimlerin, yani özerk cumhuriyetlerin arasındaki ilişkilerin yasal çerçevesinin oluşturulması gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda 31 Mart 1992’de kısaca “ Rusya Federasyonu İçindeki Egemen Cumhuriyetlerin İktidar Organlarıyle Rusya Federasyonu’nun Devlet İktidarı Federal Organları Arasında Yasama ve Yetkinin Dağıtımı (Paylaşımı) Üzerine Anlaşma” imzalanmıştır. Anlaşmanın giriş bölümünde de açıkça belirtildiği gibi federasyon anlaşması Rusya Federasyonu’nun egemenlik denlerasyonu ile RusyaFederasyonu içindeki cumhuriyetlerin egemenlik deklerasyonları temelinde imzalanmıştır; yani eski RSFSC. içindeki cumhuriyetlerin egemenlik hakkı açıkça tanınmıştır ve bu hak temelinde yeni federasyonun yasal çerçevesi kurulmuştur. Eski Rusya SFSC. Yasaları yürürlükten kalktığına gore, yeni oluşan federetif devletin böyle bir yeni anlaşma temelinde yasal çerçevesinin kurulması doğru ve yasal bir tutumdur.

    Rusya federasyon anlaşmasını o tarihte iki cumhuriyet, Tataristan ve Çeçen-İnguş Cumhuriyeti imzalamamışlardı. 12 aralık 1993 günü yapılan Rusya Federasyonu yeni anayasa oylamasına ve parlemento seçimlerine de bu iki cumhuriyet katılmamıştır. (Tataristan Cumhuriyeti daha sonar Rusya Federasyonu ile ayrı bir antlaşma imzalayarak federasyona katıldı. Tataristan’da Duma ve federal meclis için seçimler 13 Mar 1994 ‘te yapıldı.) Bu durumda Çeçenistan’ın Rusya federasyonuna bağlı olduğunu belirten bir antlaşma yoktur; bu nednele “Çeçenistan Sorunu”nun Rusyanın toprak bütünlüğü içinde çözülmesi yolundaki önerilerin yasal dayanağı bulunmamaktadır.

    Çeçenistan’da iç savaş var mıydı?

    Çeçenistanda bu gelişmeler oluşurken İnguş Halk Kongresi İnguşistan Cumhuriyeti adında ayrı bir devlet kurulması ve Rusya Federasyonu içinde kalınması doğrultusunda bir karar aldı. 30 Kasım’da yapılan halk oylamasında bu karar destek görünce Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin yeni yönetimi bunu bu talebi büyük bir olgunlukla karşıladı ve İnguşalrın ayrılma isteğini Kabul etti. Böylece kimsenin burnu bile kanamadan, ulusların kaderini tayin hakkı ilksei çerçevesinde İnguş Cumhuriyeti kuruldu. (İnguş Cumhuriyeti yeni anayasada federasyonu oluşturan birimlerden biri olarak Kabul edildi.)

    Yeni kurulan bir devlette görülebilecek olağan farklılaşmalar dışında Çeçenistan’da önemli kutuplaşma görülmedi. Muhalefet ile yönetim arasında çatışmalar görülmüyordu. 1994 başlarında iki önemli daha sonraki gelişmeleri etkiledi. İlk olarak yönetime karşı silahlı muhalefet oluşturmak isteyen bazı gruplar 18 Şubat 1994’te birleşerek Nadtereçniy bölgesinde bir koordinasyon konseyi oluşturduklarını açıkladırlar. Bu konsey daha sonar yönetime karşı silahlı muhalefet merkezini oluşturdu. (Bütün muhalifler bu oluşumu desteklemedi. Örneğin Yaragi Mamodayev cumhuriyetteki sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesi gerektiğini savunaraka silahlı eylemlere sürekli karşı çıktı.) İkinci olarak Rusya Parlementosu sözcüsü Ruslan Hasbulatov yeni oluşan rusya Parlementosu tarafından affedilerek salıverildi. Hasbulatov Mart ayı başında Çeçenistan’a geldi. Çeçenistan Cumhuriyetin’deki politikaya aktif olarak katılmayacağını söylemesine karşın Hasbulatov ayrı bir muhalif grup oluşturdu. Bazı gözlemcilere gore Hasbulatov’un bu tutumu, Çeçenistan’da Rusya Parlementosu için seçim yapıldığı taktirde bu kanaldan Mosakova’ya dönme çabası sonucuydu.

    Çeçenistan Devlet Başkanı Cohar Dudayev değişik vesilelerle Rusya ile aralarındaki ilişkilere politik bir çözüm bulunması için görüşmeler yapılmasını, petrol boru hatlarının ve demiryolunun ortak işletilmesini önerdi. (Başkent Grozni’den geçen petrol boru hattı ve demiryolu Hazar Denizi kıyısındaki Mohaçkale’yi, Karadeniz kıyısındaki Tuapse ve Novorossiysk şehirleriyle donets havzasına bağlamaktadır ve Kuzey Kafkasya’nın merkezi konumundadır.) Bu doğrultuda bazı görüşmelerde yapıldı. Örneğin 21 Mart 1994’te Rusya Devlet Başkanı temsilcisi Sergey Feilatov ve Çeçenistan Cumhuriyeti Devlet Başkanı Aslanbek Akbulatov Moskova’da görüştüler, fakat Çeçenistan’ın Rusyaya anayasal biir parçası olması ve Rusya-Tatristan arasındaki antlaşmanın görüşmelere temel alınması yönündeki talepler yüzünden bu görüşmelerden bir sonuç alınamadı. (Rusya Hükümeti, son Vladikavkaz görüşmelerinde olduğu gibi, daha sonraki görüşmelerde bu önerilerini “ temel koşul” olarak öne sürdü.)

    Muhalif silahlı gruplar ile hükümet birlikleri arasında çatışmalar yaz aylarında başladı. Küçük ölçekli olan ve en fazla birkaç saat süren bu çatışmalar hükümet birliklerinin üstünlüğü ile sonuçlanıyordu. Bu olaylarda özellikle hükümet birliklerinin kan dökilmemesine çalıştığı görülüyordu.

    Silahlı muhalefetin merkezi haline gelen Geçici Konsey başkanı Umar Avturkhanov 23 Temmuz’da yaptığı toplantıda Yeltsin’e başvurarak Çeçenistandaki devlet iktidarının tek organı olarak Konseyin tanınmasını ve cumhurüyette “anayasal düzenin sağlanması” konusunda yardım talebinde bulunabileceklerini açıkladı. (ITAR-TASS haber ajansı 24 Temmuz 1994) Geçici konsey daha sonar “Ulusal Yeniden Doğuş” hükümeti kurduklarını açıkladı. Rusya Hükümeti Geçici Konseyi Çeçenistan’daki yasal yönetim olarak tanıdığını hiçbir zaman resmen açıklamadı. Fakat Rusya Federasyonu bütçesinden Çeçenistan için ayrılan ödenekler Geçici Konseye ödenmeye başlandı. Son olaylarda da görüldüğü gibi Federal Karşı İstihbarat Teşkilatı Konsey’e askeri yardımda bulundu. Silahlı muhalefetin en büyük askeri operasyonu Ekim ayı ortalarında Grozni’ye saldırısı oldu. 16 Ekim’de bir konuşma yapan Dudayev “İslam bayrağı altında birleşilmesi ve Allah’aolan inançla özgürlük ve bağımsızlık için savaşılması” gerektiğini belirtti. Muhalefet 1-2 saat içinde Grozni’yi ele geçirdiğini açıklamasına rağmen aynı gün geri çekilmek zorunda kaldı.

    Kasım ayı başlarında Çeçenistan’daki çatışmaların yeni bir boyut kazanmaya başladığı gözlenebiliyordu. 1 Kasım’da muhalif Geçici Konsey’in başkanı Umar Avturkhanov, Grozni’ye saldırı hazorlıklarının bşladığını açıkladı. İki hafta sonar bazı BDT ülkelerindeki “Ziyaret”inden dönen Konsey’in silahlı birlikler konutanı Beslan Gantemirov, kisa sure içinde bu devletlerden tank, ağır top, uçak gibi silahlar alacaklarını açıkladı. Geçici Konsey’in hızla silahlandığı taraflarca belirtiliyordu.

    Gantemirov’un açıklamasından sonar olaylar hızla gelişti. Muhalefetin Grozni’ye üç yönden saldırıya geçeceği hem Çeçenistan Genel Kurmay Başkanlığı, hemde Geçici Konsey tarafından açıklandı. 24 Kasım’da Hükümet ülkede sıkıyönetim ve seferberlik ilan etti ve herkes tarafından beklenen saldır 26 Kasınm’da başladı. Muhalif birlikler kısa sürede Grozni’nin büyük bir kesimine girdi. Hatta muhalif lider Avturkhanov Çeçen televizyonundan yaptığı konuşmada yönetimi devraldıklarını açıkladı. Fakat daha önceki çatışmalarda olduğu gibi hükümet kuvvetleri kısa sürede muhalif birlikleri püskürttü. İki gün içinde Grazni ve çevresinde bütün kontrol hükümet birliklerindeydi. Hükümet çatışmalarda 200 muhlif askerin öldüğünü 100’de fazla esir alındığını açıkladı.

    Bu noktaya kadar gelişmeler daha önceki olaylara benziyordu. Görece küçük ölçekli sayılabilecek çatışmalar sadece Grozni çevresinde oluyordu. Yani bir topyekün iç savaş yoktu. Fakat çatışmalar başladığından beri ilk defa olarak Hükümet muhalif birlikler saflarında faaliyet gösteren 70’e yakın rus askerini esir alındığını, rusya bu askerlerin sorumluluğunu üstlenmezse esirlerin idam edileceğini açıkladı. Uluslar arası basının da katıldığı bu toplantıda bu esirlerin bir kısmı basım mensuplarına tanıtıldı. Bu gelişmeler üzerine Rusya ilk defa olaylara dolaysız olarak müdahale ederek Hükümet ve muhalif birliklerin 48 saat çerisinde silahlarını bırakmasını, aksi taktirde Çeçenistan’da olağanüstü hal ilan ederek askeri operasyonların başlayacağını açıkladı. Yeltsin daha sonar sürenin 15 aralık’a kadar uzatıldığını belirtti. Bu gelişmeler üzerine Dudayev ve Rusya Savunma Bakanı Graçev Vladikavkaz’da biraraya geldi. 12 aralık günü Vladikavkaz’da görüşmelerin başlaması kararlaştırıldı. Rusya ve Çeçenistan arasındaki sorunlara görüşmeler yoluyla bir politik çözüm bulacağına ilişkin umutlar güçlenirken 11 Aralık sabahı Rusya birlikleri Çeçenistan’a girdi. Bu koşullara rağmen Vladikavkaz görüşmelerine Çeçenistan yetkilileri katıldı. Fakat Rusya yetkililerinin bilinen taleplerini yinelemeleri üzerine görüşmelerden bir sonuç alınamadı.

    Çeçenistan’da bugün bir savaş yaşanmaktadır. Bu hiçbir zaman olamayan bir iç savaşlın devamı değildir. En temel hakkını, kendi kaderini belirleme hakkını kullanan bir halkın varolma savaşıdır. Savaş sadece Çeçenistan ilede sınırlı değildir. Kafkas halklarının ayrılmaz bir parçası olan Çeçen halkına saldırı bölgede yaşayan bütün halklara yapılmıştır. Bu nedenle Kafkasya’nın bütün bölgelerinde işgal girişiminikınayan gösteriler yapılmakta, yüzlerce gönüllü Grazni’ye kardeşlerini desteklemeye gitmektedir. Çeçenistan’a yapılan müdahale aynı zamanda insani değerler taşıyan herkese karşı bir saldırıdır. Yeni bir Afganistan, yeni bir Bosna yaratılmasına karşı olan herkesin Çeçen halkının direnişine omuz vermesi insanlık borcudur.

    Çeçenistan’ın Ekonomisi ve Grozni Petrolleri

    Çeçen-İnguş ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimi ve işlenmesi ile petro-kimya sanayine dayalıdır. Bu sektörlerle birlikte (özellikle petrol sanayiiiçin) makine imalatı, yapı malzemeleri imalatı ve gıda sektörüde gelişmiştir. Sanayi daha çok Grozni, Nazran, Argun, Malgobek ve Gudermes kentlerinde yoğunlaşmıştır. Nüfusun yaklaşık % 40’I başkent Grazni ve çevresinde yaşamaktadır.

    Ekili alanların önemli bir kısmı tahıl üretimi için kullanulmaktadır. Ayçiçek, üzüm ve sebze üretimide yaygındır. Ülkede hayvancılık da gelişmiştir.
    Grozni Petrolleri

    Çeçenistan’da ilk ticari petrol üretimi 1893 yılında Grozni’nin kuzey-batısındaki Starogroznenskiy (Eski Grozni) havzasında başladı. 1913’te kentin 40 km. doğusundaki Novogroznonskiy (Yeni Grozni) havzası işletmeye açıldı. Üretim 1931 yılında 8 milyon ton ham petrole ulaştı. 1933’te Malgobek havzasınında işletime açılmasına karşın, üretim zamanla düştü. (1940’ da 2ç3 milyon ton) . Grozni’deki petrol rafinerilerinin, Bakü’den taşınacak petrolle tam kapasitede çalışmasını sağlamak için 1936’da Mohaçkale ile Grozni arasında ham petrol boru hattı inşa edildi. İkinci Dünya Savaşı döneminde Grozni, düşük üretimine rağmen, Bakü’den sonar, SSCBç’nin ikinci büyük havzasıydı. Savaştan sonar 1950’lerin ortalarına kadar Grozni bölgesinde ham petrol üretimi 2-3 milyon ton arasında kaldı. Bu dönemde Volga Ural havzasından Grozni rafinerisine petrol taçınıyordu.

    1950 sonlarında Grozni’nin batısında Karabulak ve Malgobek (Melğhabeğ) ’te derin kaynakları işletmeye açıldı. Bu havzalar da boru hatları ile grozni rafinerisine bağlandı. Yeni havzaların işletmeye açılmasıyla üretim 1965’te 9 milyon tona çıktı. 1950’lerde Kuma nehrinin güneyinde, Nogay steplerinde petrol bulununca, bu havzalar da Grozni’ye boru hatları ile bağlandı. Artan petrol üretimi sonucu Grozni havzası, ihracat için, boru hatlarıyla Kradeniz kıyısındaki Novorossiysk ve Tuapse limanlarına bağlandı (1969) . Grozni’deki petrol rafinerisine bağlı olarak petro kimya sanayiside gelişti. 1954’te fenol ve aseton, 1958’de sentetik alkol, 1962’de polietilen, 1968’de sentetik kauçuk işletmeleri açıldı. 1980’lerde ham petrol üretimi15 milyon tona ulaştı, fakat Volga-Ural, Kazakistan, Türkmenistan gibi bölgelerde bulunan büyük petrol rezervleri sonucu Grozni havzası göreli olarak önemini kaybetti.

  • ebu hanife26.12.2003 - 16:45

    Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.

    Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.

    Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.

    Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: 'Küçük yaşlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu: 'Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: 'Kardeşinin başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! Allahü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür.' Ben; 'Bu zât kimdir? ' diye sordum. 'Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir.' diye cevap verdiler.'

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.

    Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; 'Nereye devâm ediyorsun? ' diye sordu. O da; 'Çarşıya, pazara devâm ediyorum.' dedi. Şa'bî hazretleri; 'Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun? ' buyurdu. İmâm-ı A'zam; 'Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum.' dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; 'İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.' buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.

    Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.

    Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: 'Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.' İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.

    İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.

    İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.

    Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; 'Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim.' dedi.

    Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; 'Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim.' dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: 'Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür? ' İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:

    'Sayıları bilir misin? ' Dehrî; 'Evet.' deyince, İmâm-ı A'zam; 'Birden önce hangi sayı vardır? ' dedi. Dehrî; 'Birden önce bir şey yoktur.' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: 'Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir? ' Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: 'Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur? ' Ebû Hanîfe; 'Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır? ' diye sordu. Dehrî; 'Mumun ışığı her tarafta aynıdır.' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; 'Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur? ' buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

    Dehrî yine dedi ki: 'Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir? ' İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; 'Bu sütte yağ var mıdır? ' buyurdu. Dehrî; 'Evet vardır.' dedi. Ebû Hanîfe; 'Yağ bu sütün neresindedir? ' diye sorunca, dehrî; 'Hiçbir yerine mahsûs değildir? ' dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; 'Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın? ' buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.

    Dehrî son olarak; 'Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür? ' diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: 'Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim.' dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; 'Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur.' buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.

    İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: 'Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim.' Hocası Hammâd'ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz'a gidip Mekke ve Medîne'de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A'zam'ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe'de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır:

    Âmir bin Şerâhil eş-Şa'bî, Süleymân bin Mihrân el-A'meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu'temir et-Teymî

    Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne'ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır:

    Tâbiîn büyüklerindenAmr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr'in torunu Kâsım bin Muhammed, Medîne'nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra'daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.

    AyrıcaPeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali'den ve Muhammed Bâkır'dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A'zam'a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: 'Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin.Allahü teâlâ yardımcın olacak.'

    Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs'ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime'den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer'in âzâdlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes'ûd ve hazret-i Ali'den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.

    Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık'tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.

    Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olanİmâm-ı A'zam bir gün Halîfe Mansûr'un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr'a; 'Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır.' dedi. Halîfe Mansûr; 'Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın? ' diye sorunca; 'Hazret-i Ömer'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer'den, hazret-i Ali'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali'den, Abdullah bin Mes'ûd'dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes'ûd'dan aldım.' cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; 'Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın.' dedi. İmâm-ı A'zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.

    İmâm-ı A'zam'ın hocasıHammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A'zam'ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. 'İlmin ölmesini istemem.' buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı.

    İmâm-ı A'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

    İmâm-ı A'zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olanYâkûb binİbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma'an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

    İmâm-ı A'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu.Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A'zam talebelerine; 'Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz.' buyururdu.

    Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:

    Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.

    Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: 'Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme! ..

    Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...

    Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran.'

    Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri helal lokma husûsunda buyurdu ki:

    'Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azâba yakalanır ve çok pişman olur.'

    İmâm-ı A'zam'ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi.Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A'zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.

    Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A'zam'a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A'zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, 747 (H.130) yılında Mekke'ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke'de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe'ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

    Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A'zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. 762 (H.145) senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onuKûfe'den Bağdât'a getirtti. 'Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir.' dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A'zam'ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. 767 (H.150) senesinde şehîd edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: 'Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin! ' Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdât halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdât'ta, Hayzeran kabristânının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, 'Yâni ilim gitti deseniz ya! ' buyurdu. Büyük âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da; 'İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.' dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: 'Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun yanındaAllahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum.'

    'Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider.' hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A'zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A'zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vezirlerinden Ebû Sa'd-i Harezmî, İmâm-ı A'zam'ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı, üstâdı derecesindeydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.

    İmâm-ı Şâfiî hazretleri; 'Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin kitaplarını okusun.' buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; 'Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim.' buyurdu.

    Büyük âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. 'Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe'yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım.' demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: 'Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur.' Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: 'Bizler, Ebû Hanîfe'nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir.'

    Âli bin Âsım diyor ki: 'Ebû Hanîfe'nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi fazla gelir.'

    Büyük hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'den birçok mesele sordu. İmâm-ı A'zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A'meş, İmâm-ı A'zam'ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, 'Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız! ' dedi. 'Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe geldi. A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi. İmâm-ıA'zam hemen geniş cevap verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; 'Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennem'de çok acı azap görecektir.' hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi.'

    İmâm-ı A'zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerdeAllahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

    Hadîs-i şerîfte; 'Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir.' buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A'zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; 'İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Eshâb-ı kirâmdır) . Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir) . Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir... (yâni Tebe-i tâbiîndir) ' buyruldu. İmâm-ı A'zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül-Hisan, Mevdû'ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr'da yazılı hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: 'Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfe'dir. O, ümmetimin ışığıdır.'

    'Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.'

    'Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı Nu'mân bin Sâbit'tir.'

    'Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamânının en yükseğidir.'

    Hazret-i Ali de; 'Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır.' buyurdu.

    İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: 'Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; 'Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder.' dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.'Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: 'Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.'

    İshâk bin Ebû Fedâ'dan nakl olunur: 'İmâm-ı Mâlik'i gördüm. İmâm-ı A'zam'la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A'zam'ın girmesini beklerdi.' demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; 'Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.' buyurmuştur.

    İmâm-ı Şâfiî: 'Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.' buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: 'İmâm-ı A'zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.' buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik'e, İmâm-ı A'zam' dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz? ' dediklerinde: 'Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim.' buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: 'Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi' buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: 'Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni,Ebû Hanîfe'nin ilminde ara, buyurdu.' İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: 'İmâm-ı A'zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer'î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A'zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi.' İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde' ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: 'Büyük İmâm Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbn-i Hanbel'den de her bakımdan üstün idi.'

    Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh) buyurdular ki: 'Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir.'

    Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: 'İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a'mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; 'O iki sene olmasaydı Nu'mân helâk olurdu.' sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık'dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: 'Âlimler peygamberlerin vârisleridir' buyruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi.'

    İslâm âlimleri, İmâm-ı A'zam'ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

    İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid'atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti.

    İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, 'Ehl-i sünnetin reisi', 'İmâm-ı A'zam= En büyük imâm' adıyla anılmıştır.

    İmâm-ı A'zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

    Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

    Hâsılı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı) , doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

    İmâm-ı A'zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile; 'Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah'a hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.' buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi.Kalabalık dağılınca; 'Şu seccâdenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.' buyurdu. Orada bin akçe vardı.

    Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; 'Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun? ' dedi. 'Hayır, bunda alay yok.' deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A'zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

    İmâm-ı A'zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; 'Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla! ' diyerek duâ etti. O anda; 'Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.' diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur'ân-ı kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi.

    Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, 'Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.' deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: 'Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi.' dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o gence; 'Bak biz seni unutmuyoruz.' diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.

    Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: 'Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam'a, yâni Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.'

    İmâm-ı A'zam'ı çekemiyen biri, o'nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A'zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.

    İmâm-ı A'zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn'e anlattı. İbn-i Sîrîn; 'Bu rüyânın sâhibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek.' dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince, İbn-i Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir 'ben' gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; 'Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder.' buyurdu) dedi.

    Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.

    İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü zaman ona buyurdu ki: Sen, ceddim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A'zam şöyle dedi: 'Size üç suâlim var, cevap lütfediniz? ' Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.

    İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu? Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim.Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.

    Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beniAllah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.

    İmâm-ı A'zam'ın eserleri çok olup zamânımıza kadar gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf'un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir.

    1) Risâle-i Reddi Havâriç ve ReddiKaderiyye, 2) El-Fıkh-ul-Ekber, 3) El-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bustî, 5) Kitâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu'mâniyye, 8) Ma'rifet-ül-Mezâhib, 9) El-Asl, 10) El-Müsned-ül-İmâm-ı A'zam li Ebî Hanîfe.

    BUNU SENİN VE BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN İYİLİĞİ İÇİN YAPIYORUM

    Talebelerinin önde gelenlerinden İmâm-ı Ebû Yûsuf'a şu vasiyette bulundu:

    'Ey Yâkûb (Ebû Yûsuf) ! Sultana saygı göster. Makam ve mevkıine hürmet et. İlmî bir mesele için seni çağırmadığı zaman yanına gitmekten kaçın. Çünkü ona gidip gelmeyi çoğaltırsan, îtibâr etmez olur.

    Sultanın dostları ve tarafları ile buluşma. Etrâfındakilerden uzaklaşırsan, şerefin ve merteben yerinde kalır. Halk önünde konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver. Halk ve tüccar arasında da dînî ve zarurî bilgiye âid olmayan sözlerden kaçın. Zîrâ onlar, kötü zanda bulunabilirler ve yaklaşmanı kendilerinden rüşvet almana atfederler.

    Hanımının yanında yabancı kadınlardan konuşma. Sen başka kadınlardan bahsedince, o da kendinde yabancı erkeklerden söz etmek hakkını bulur.

    Her halde Allahü teâlâdan kork, kötülüklerden korun. Emânetlere riâyet et. Küçük-büyük, zengin-fakir herkese iyilik ve nasîhatta bulun. Hiç kimseyi küçük görme. Vakarlı ol ve herkese değer ver. Ziyâretine gelenleri iyi karşıla.Meselelerine cevap ver. Eğer o, meselenin ehli ise ilim ile meşgûl olur, değilse sana muhabbet ve sevgi besler.

    Hoca ve üstâdlarına hürmet et, onlara dil uzatma. İnsanlardan dâimâ çekin. Allah için gizli hâlinde ne isen, açık durumda da öyle ol.

    Çok gülme. Zîrâ çok gülmek kalbini öldürür. Vakarlı bir şekilde yürü. Acele acele ve salına salına yürüme, işlerinde aceleci olma. Konuşurken yüksek konuşma, bağırıp çağırma. Dâimâ kendin için sükûn ve sükûtu tercih et.

    Nefsini her zaman murâkabe edip gözet ve kontrol et. Ölümü hatırından çıkarma. Hocaların ve kendisinden ilim aldığın zâtlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dile. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm et. Kabirleri, büyük zâtları ve mübârek yerleri çokça ziyâret et.

    Hayvânî zevklerine ve nefsinin arzûlarına düşkün kimselerle düşüp kalkma. Yalnız dîne dâvet yolunda böyleleriyle birlikte bulunmakta bir mahzur yoktur. Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp sayılan yerlere gitme. Ezan okununca câmiye gitmeye hazırlan.

    Seninle bir hususta istişâre etmek, danışmak isteyen kimseyi dinle. Seni Allahü teâlâya yaklaştıracağını bildiğin şeyleri ona söyle. Bu tavsiyemi de kabûl eyle. Çünkü bundan dünyâ ve âhirette istifâde edeceksin.

    Cimrilikten sakın. Zîrâ herkes cimrilere buğzeder. Onları sevmez. Aç gözlülük ve yalancılıktan sakın. Güzel huylu ol. İnsanları incitmekten kaçın. Her zaman her yerde temiz elbise giy. Dünyâya rağbeti ve hırsını azaltarak nefsini temizle. Dünyâ sevgisini içinden at. Kalbin temiz olsun.

    Yolda giderken sağa sola bakma. Dâimâ önüne bakarak yürü. Münâzara âdâbını bilmeyen ve iddiâlarını delilleriyle isbât edemeyen kimselerle söze girişmekten kaçın. Mevki ve makam peşinde koşan, halk arasındaki meselelere dalan ve bu sûretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak isteyenlerin sözlerine ve aralarına karışma. Çünkü onlar bu hususta seni haklı bilseler de, sözlerine önem vermezler. Şarlatanlıkları ile seni susturmak ve utandırmak isterler. Bir cemâat içinde bulunduğun zaman seni saygı ile öne geçirmedikçe kendiliğinden ileri safa geçme. Aynı şekilde muâmele görmeden de mihrâba geçip imâm olma.

    Zâlim sultan ve âmirlerin yanında bulunma. Belki onlar yanında, doğru ve helâl olmayan bir iş yaparlar da onları men edemezsin. Senin sustuğunu gören insanlar onların söz ve hareketlerinden o işin hak ve doğru olduğunu sanırlar.

    İlim meclislerinde hiddet ve şiddet göstermekten sakın. Beni de hayırlı duâdan unutma. Bu nasîhatımı kabûl et. Onu ancak sana, senin ve bütün müslümanların iyiliği için yapıyorum.'

    SAĞIR, KÖR, DİLSİZ VE TOPAL HANIM!

    İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit, daha bekar iken temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; 'Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı.' dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; 'Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar.' dediler. Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; 'Ya elmanın parasını al, yahut helâl et.' dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini görüp, hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; 'Helâl etmem için ne vereceksin? ' diye sordu. Sâbit; 'Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş.' dedi. Bahçe sâhibi; 'Ben altın, gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim.' dedi. Sâbit; 'Teklifin nedir? ' diye sordu. Bahçe sâhibi; 'Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez, ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim.' dedi. Sâbit kendi kendine; 'Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir.' deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini görünce, böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada, gâyet süslü, güzel, sağlam, görür, işitir, konuşur, yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine; 'Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı? ' dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; 'Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim! ' dedi. Sâbit ona; 'Baban seni bana kötüledi. Kördür, sağırdır, dilsizdir, kötürümdür.' diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır.' dedi. Nikâhlısı kız; 'Bu bir sırdır, izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı, yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine gitmez, bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur.' dedi.

    Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; 'Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin.' dedi. Haramlardan ve şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim, irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi.

    ALLAH'A ŞÜKRETMEK

    İmâm-ı A'zam hazretleri, Allahü teâlâdan çok korkardı. Bu hususta şöyle buyurmuştur:

    'Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya fecî bir kazâ veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; 'Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin? ' diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazâya rağmen, Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.

    Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır.

    KAPTANSIZ GEMİ OLUR MU?

    Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe'yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A'zam'la bir konuda münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe'nin yanına gelince onlara; 'İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz? ' diye sordu. O topluluk; 'Böyle şey olur mu? ' dediler. Ebû Hanîfe; 'Her mevsim, hattâ her gün, şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükmedersiniz? ' buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan ayrıldılar.

    O PARAYI SANA HEDİYE ETMİŞTİM

    İmâm-ı A'zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdiğini sordu. Adam cevâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A'zam; 'Sübhânallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et! ' dedi. Bir defâsında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A'zam durumu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.

    ÂLİMLERİN KANI ZEHİRDİR

    İmâm-ı A'zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri akrebi öldürmek isteyince; 'Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte; 'Âlimlerin kanı zehirdir.' buyrulan âlimlere dâhil miyim? ' dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.

  • ebu hanife26.12.2003 - 16:40

    Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.

    Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.

    Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.

    Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: 'Küçük yaşlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu: 'Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: 'Kardeşinin başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! Allahü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür.' Ben; 'Bu zât kimdir? ' diye sordum. 'Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir.' diye cevap verdiler.'

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.

    Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; 'Nereye devâm ediyorsun? ' diye sordu. O da; 'Çarşıya, pazara devâm ediyorum.' dedi. Şa'bî hazretleri; 'Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun? ' buyurdu. İmâm-ı A'zam; 'Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum.' dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; 'İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.' buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.

    Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.

    Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: 'Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.' İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.

    İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.

    İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.

    Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; 'Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim.' dedi.

    Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; 'Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim.' dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: 'Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür? ' İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:

    'Sayıları bilir misin? ' Dehrî; 'Evet.' deyince, İmâm-ı A'zam; 'Birden önce hangi sayı vardır? ' dedi. Dehrî; 'Birden önce bir şey yoktur.' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: 'Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir? ' Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: 'Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur? ' Ebû Hanîfe; 'Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır? ' diye sordu. Dehrî; 'Mumun ışığı her tarafta aynıdır.' dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; 'Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur? ' buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

    Dehrî yine dedi ki: 'Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir? ' İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; 'Bu sütte yağ var mıdır? ' buyurdu. Dehrî; 'Evet vardır.' dedi. Ebû Hanîfe; 'Yağ bu sütün neresindedir? ' diye sorunca, dehrî; 'Hiçbir yerine mahsûs değildir? ' dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; 'Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın? ' buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.

    Dehrî son olarak; 'Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür? ' diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: 'Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim.' dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; 'Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur.' buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.

    İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: 'Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim.' Hocası Hammâd'ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz'a gidip Mekke ve Medîne'de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A'zam'ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe'de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır:

    Âmir bin Şerâhil eş-Şa'bî, Süleymân bin Mihrân el-A'meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu'temir et-Teymî

    Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne'ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır:

    Tâbiîn büyüklerindenAmr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr'in torunu Kâsım bin Muhammed, Medîne'nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra'daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.

    AyrıcaPeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali'den ve Muhammed Bâkır'dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A'zam'a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: 'Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin.Allahü teâlâ yardımcın olacak.'

    Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs'ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime'den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer'in âzâdlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes'ûd ve hazret-i Ali'den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.

    Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık'tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.

    Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olanİmâm-ı A'zam bir gün Halîfe Mansûr'un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr'a; 'Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır.' dedi. Halîfe Mansûr; 'Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın? ' diye sorunca; 'Hazret-i Ömer'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer'den, hazret-i Ali'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali'den, Abdullah bin Mes'ûd'dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes'ûd'dan aldım.' cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; 'Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın.' dedi. İmâm-ı A'zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.

    İmâm-ı A'zam'ın hocasıHammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A'zam'ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. 'İlmin ölmesini istemem.' buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı.

    İmâm-ı A'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

    İmâm-ı A'zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olanYâkûb binİbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma'an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

    İmâm-ı A'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu.Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A'zam talebelerine; 'Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz.' buyururdu.

    Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:

    Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.

    Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: 'Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme! ..

    Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...

    Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran.'

    Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri helal lokma husûsunda buyurdu ki:

    'Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azâba yakalanır ve çok pişman olur.'

    İmâm-ı A'zam'ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi.Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A'zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.

    Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A'zam'a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A'zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, 747 (H.130) yılında Mekke'ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke'de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe'ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

    Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A'zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. 762 (H.145) senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onuKûfe'den Bağdât'a getirtti. 'Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir.' dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A'zam'ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. 767 (H.150) senesinde şehîd edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: 'Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin! ' Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdât halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdât'ta, Hayzeran kabristânının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, 'Yâni ilim gitti deseniz ya! ' buyurdu. Büyük âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da; 'İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.' dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: 'Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun yanındaAllahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum.'

    'Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider.' hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A'zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A'zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vezirlerinden Ebû Sa'd-i Harezmî, İmâm-ı A'zam'ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı, üstâdı derecesindeydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.

    İmâm-ı Şâfiî hazretleri; 'Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin kitaplarını okusun.' buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; 'Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim.' buyurdu.

    Büyük âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. 'Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe'yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım.' demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: 'Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur.' Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: 'Bizler, Ebû Hanîfe'nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir.'

    Âli bin Âsım diyor ki: 'Ebû Hanîfe'nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi fazla gelir.'

    Büyük hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'den birçok mesele sordu. İmâm-ı A'zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A'meş, İmâm-ı A'zam'ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, 'Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız! ' dedi. 'Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe geldi. A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi. İmâm-ıA'zam hemen geniş cevap verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; 'Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennem'de çok acı azap görecektir.' hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi.'

    İmâm-ı A'zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerdeAllahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

    Hadîs-i şerîfte; 'Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir.' buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A'zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; 'İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Eshâb-ı kirâmdır) . Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir) . Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir... (yâni Tebe-i tâbiîndir) ' buyruldu. İmâm-ı A'zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül-Hisan, Mevdû'ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr'da yazılı hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: 'Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfe'dir. O, ümmetimin ışığıdır.'

    'Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.'

    'Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı Nu'mân bin Sâbit'tir.'

    'Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamânının en yükseğidir.'

    Hazret-i Ali de; 'Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır.' buyurdu.

    İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: 'Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; 'Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder.' dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.'Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: 'Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.'

    İshâk bin Ebû Fedâ'dan nakl olunur: 'İmâm-ı Mâlik'i gördüm. İmâm-ı A'zam'la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A'zam'ın girmesini beklerdi.' demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; 'Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.' buyurmuştur.

    İmâm-ı Şâfiî: 'Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.' buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: 'İmâm-ı A'zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.' buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik'e, İmâm-ı A'zam' dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz? ' dediklerinde: 'Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim.' buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: 'Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi' buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: 'Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni,Ebû Hanîfe'nin ilminde ara, buyurdu.' İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: 'İmâm-ı A'zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer'î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A'zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi.' İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde' ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: 'Büyük İmâm Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbn-i Hanbel'den de her bakımdan üstün idi.'

    Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh) buyurdular ki: 'Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir.'

    Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: 'İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a'mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; 'O iki sene olmasaydı Nu'mân helâk olurdu.' sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık'dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: 'Âlimler peygamberlerin vârisleridir' buyruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi.'

    İslâm âlimleri, İmâm-ı A'zam'ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

    İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid'atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti.

    İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, 'Ehl-i sünnetin reisi', 'İmâm-ı A'zam= En büyük imâm' adıyla anılmıştır.

    İmâm-ı A'zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

    Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

    Hâsılı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı) , doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

    İmâm-ı A'zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile; 'Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah'a hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.' buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi.Kalabalık dağılınca; 'Şu seccâdenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.' buyurdu. Orada bin akçe vardı.

    Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; 'Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun? ' dedi. 'Hayır, bunda alay yok.' deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A'zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

    İmâm-ı A'zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; 'Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla! ' diyerek duâ etti. O anda; 'Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.' diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur'ân-ı kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi.

    Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, 'Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.' deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: 'Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi.' dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o gence; 'Bak biz seni unutmuyoruz.' diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.

    Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: 'Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam'a, yâni Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.'

    İmâm-ı A'zam'ı çekemiyen biri, o'nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A'zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.

    İmâm-ı A'zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn'e anlattı. İbn-i Sîrîn; 'Bu rüyânın sâhibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek.' dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince, İbn-i Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir 'ben' gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; 'Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder.' buyurdu) dedi.

    Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.

    İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü zaman ona buyurdu ki: Sen, ceddim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A'zam şöyle dedi: 'Size üç suâlim var, cevap lütfediniz? ' Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.

    İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu? Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim.Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.

    Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beniAllah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.

    İmâm-ı A'zam'ın eserleri çok olup zamânımıza kadar gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf'un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir.

    1) Risâle-i Reddi Havâriç ve ReddiKaderiyye, 2) El-Fıkh-ul-Ekber, 3) El-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bustî, 5) Kitâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu'mâniyye, 8) Ma'rifet-ül-Mezâhib, 9) El-Asl, 10) El-Müsned-ül-İmâm-ı A'zam li Ebî Hanîfe.

    BUNU SENİN VE BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN İYİLİĞİ İÇİN YAPIYORUM

    Talebelerinin önde gelenlerinden İmâm-ı Ebû Yûsuf'a şu vasiyette bulundu:

    'Ey Yâkûb (Ebû Yûsuf) ! Sultana saygı göster. Makam ve mevkıine hürmet et. İlmî bir mesele için seni çağırmadığı zaman yanına gitmekten kaçın. Çünkü ona gidip gelmeyi çoğaltırsan, îtibâr etmez olur.

    Sultanın dostları ve tarafları ile buluşma. Etrâfındakilerden uzaklaşırsan, şerefin ve merteben yerinde kalır. Halk önünde konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver. Halk ve tüccar arasında da dînî ve zarurî bilgiye âid olmayan sözlerden kaçın. Zîrâ onlar, kötü zanda bulunabilirler ve yaklaşmanı kendilerinden rüşvet almana atfederler.

    Hanımının yanında yabancı kadınlardan konuşma. Sen başka kadınlardan bahsedince, o da kendinde yabancı erkeklerden söz etmek hakkını bulur.

    Her halde Allahü teâlâdan kork, kötülüklerden korun. Emânetlere riâyet et. Küçük-büyük, zengin-fakir herkese iyilik ve nasîhatta bulun. Hiç kimseyi küçük görme. Vakarlı ol ve herkese değer ver. Ziyâretine gelenleri iyi karşıla.Meselelerine cevap ver. Eğer o, meselenin ehli ise ilim ile meşgûl olur, değilse sana muhabbet ve sevgi besler.

    Hoca ve üstâdlarına hürmet et, onlara dil uzatma. İnsanlardan dâimâ çekin. Allah için gizli hâlinde ne isen, açık durumda da öyle ol.

    Çok gülme. Zîrâ çok gülmek kalbini öldürür. Vakarlı bir şekilde yürü. Acele acele ve salına salına yürüme, işlerinde aceleci olma. Konuşurken yüksek konuşma, bağırıp çağırma. Dâimâ kendin için sükûn ve sükûtu tercih et.

    Nefsini her zaman murâkabe edip gözet ve kontrol et. Ölümü hatırından çıkarma. Hocaların ve kendisinden ilim aldığın zâtlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dile. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm et. Kabirleri, büyük zâtları ve mübârek yerleri çokça ziyâret et.

    Hayvânî zevklerine ve nefsinin arzûlarına düşkün kimselerle düşüp kalkma. Yalnız dîne dâvet yolunda böyleleriyle birlikte bulunmakta bir mahzur yoktur. Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp sayılan yerlere gitme. Ezan okununca câmiye gitmeye hazırlan.

    Seninle bir hususta istişâre etmek, danışmak isteyen kimseyi dinle. Seni Allahü teâlâya yaklaştıracağını bildiğin şeyleri ona söyle. Bu tavsiyemi de kabûl eyle. Çünkü bundan dünyâ ve âhirette istifâde edeceksin.

    Cimrilikten sakın. Zîrâ herkes cimrilere buğzeder. Onları sevmez. Aç gözlülük ve yalancılıktan sakın. Güzel huylu ol. İnsanları incitmekten kaçın. Her zaman her yerde temiz elbise giy. Dünyâya rağbeti ve hırsını azaltarak nefsini temizle. Dünyâ sevgisini içinden at. Kalbin temiz olsun.

    Yolda giderken sağa sola bakma. Dâimâ önüne bakarak yürü. Münâzara âdâbını bilmeyen ve iddiâlarını delilleriyle isbât edemeyen kimselerle söze girişmekten kaçın. Mevki ve makam peşinde koşan, halk arasındaki meselelere dalan ve bu sûretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak isteyenlerin sözlerine ve aralarına karışma. Çünkü onlar bu hususta seni haklı bilseler de, sözlerine önem vermezler. Şarlatanlıkları ile seni susturmak ve utandırmak isterler. Bir cemâat içinde bulunduğun zaman seni saygı ile öne geçirmedikçe kendiliğinden ileri safa geçme. Aynı şekilde muâmele görmeden de mihrâba geçip imâm olma.

    Zâlim sultan ve âmirlerin yanında bulunma. Belki onlar yanında, doğru ve helâl olmayan bir iş yaparlar da onları men edemezsin. Senin sustuğunu gören insanlar onların söz ve hareketlerinden o işin hak ve doğru olduğunu sanırlar.

    İlim meclislerinde hiddet ve şiddet göstermekten sakın. Beni de hayırlı duâdan unutma. Bu nasîhatımı kabûl et. Onu ancak sana, senin ve bütün müslümanların iyiliği için yapıyorum.'

    SAĞIR, KÖR, DİLSİZ VE TOPAL HANIM!

    İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit, daha bekar iken temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; 'Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı.' dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; 'Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar.' dediler. Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; 'Ya elmanın parasını al, yahut helâl et.' dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini görüp, hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; 'Helâl etmem için ne vereceksin? ' diye sordu. Sâbit; 'Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş.' dedi. Bahçe sâhibi; 'Ben altın, gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim.' dedi. Sâbit; 'Teklifin nedir? ' diye sordu. Bahçe sâhibi; 'Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez, ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim.' dedi. Sâbit kendi kendine; 'Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir.' deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini görünce, böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada, gâyet süslü, güzel, sağlam, görür, işitir, konuşur, yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine; 'Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı? ' dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; 'Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim! ' dedi. Sâbit ona; 'Baban seni bana kötüledi. Kördür, sağırdır, dilsizdir, kötürümdür.' diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır.' dedi. Nikâhlısı kız; 'Bu bir sırdır, izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı, yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine gitmez, bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur.' dedi.

    Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; 'Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin.' dedi. Haramlardan ve şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim, irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi.

    ALLAH'A ŞÜKRETMEK

    İmâm-ı A'zam hazretleri, Allahü teâlâdan çok korkardı. Bu hususta şöyle buyurmuştur:

    'Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya fecî bir kazâ veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; 'Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin? ' diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazâya rağmen, Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.

    Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır.

    KAPTANSIZ GEMİ OLUR MU?

    Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe'yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A'zam'la bir konuda münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe'nin yanına gelince onlara; 'İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz? ' diye sordu. O topluluk; 'Böyle şey olur mu? ' dediler. Ebû Hanîfe; 'Her mevsim, hattâ her gün, şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükmedersiniz? ' buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan ayrıldılar.

    O PARAYI SANA HEDİYE ETMİŞTİM

    İmâm-ı A'zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdiğini sordu. Adam cevâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A'zam; 'Sübhânallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et! ' dedi. Bir defâsında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A'zam durumu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.

    ÂLİMLERİN KANI ZEHİRDİR

    İmâm-ı A'zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri akrebi öldürmek isteyince; 'Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte; 'Âlimlerin kanı zehirdir.' buyrulan âlimlere dâhil miyim? ' dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.