Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimi. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocası. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik'te vefât etti.
İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına gitti. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Bir rivâyette Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bu esnâda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu'da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu'ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gâzi bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsındaErtuğrul Gâzi, yüksekçe bir yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; 'Bu kitap Allahü azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleriKur'ân-ı kerîmdir.' cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyâda kendisine; 'Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim.' diye hitâb olunduğunu işitti.
Diğer taraftan Ertuğrul Gâzi zaman zamanKonya'ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi. Bir gelişinde henüz küçük yaşta olan Osman Gâziyi de berâberinde Mevlânâ'ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. O sırada Selçuklu Sultanı bulunan kimsenin, Kalenderî tarîkatinden olan bir şahsa bağlandığını işiten hazret-i Mevlânâ; 'Hoş şimdi hükümdâr kendine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk.' diyerek küçük Osman'ın elinden tuttu ve hayır duâlar eyledi.
Bu hususta üçüncü büyük müjde ise, Osman Gâzi ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri Konya'dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat eder, dünyâ ve devlet işlerini ona danışırdı. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan 'Fütüvvet ehli' ve Anadolu'da mühim bir yer tutan 'Ahîler' ile irtibâtı vardı. Ayrıca Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey de bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik'teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü. Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını şöyle tâbir etti: 'Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra 'Bey' olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek.' dedi. Osman Beyi tebrik etti. gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti.
Osman Beyin, Mâl Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi.Edebâlî hazretleri, dâmâdı tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.
Osman Gâzi, Yenişehir'i aldıktan sonra memleketi beş idârî bölgeye ayırdı. Karacahisar'ı oğlu Orhan Beye, Subaşılığını da kardeşi Gündüz'e verdi. Yarhisar'ı Hasan Alp'a, İnegöl'ü Turgut Alp'a verdi. Kaynatası Edebâlî'ye Bilecik gelirini timar verdi. Hanımını babası ile Bilecik'te bıraktı. Kendisi Yenişehir'e giderek yanındaki gâzilere evler yaptı.Şeyh Edebâlî, Bilecik'te fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimleri üzerinde dersler verdi. Bu sûretle son günlerini Bilecik'te geçiren Edebâlî hazretleri 120 yaşlarında iken 1326 (H.726) yılında vefât etti. Cenâzesi, yıllarca huzur saçarak insanlara saâdet yolunu gösterdiği zâviyenin yanına defnedildi. Eskişehir'de Odunpazarı üstündeki kabristanda da bir makâmı vardır. Yerine kendi talebesi Dursun Fakih geçip, ders verdi.
Edebâlî hazretlerinin Rahmet-i Rahmâna kavuşmasından bir ay kadar sonra Mâl Hâtun, dört ay sonra da Osman Gâzi vefât ettiler. Edebâlî hazretlerinin feyz ve bereketleri, yol göstermesi ile altı asırdan fazla devâm edecek olan cihan devletinin temellerini atan Osman Gâzi, âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini de belirttiği vasiyetnâmesinde kendisinden sonra gelecek oğluna dolayısıyla evlâtlarına şunları vasiyet etti: 'Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini, dînimizin ulemâsından sorup anlayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, dînimizin âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.' Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarıldı. Bu vasiyetnâme, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası oldu.
Altı asır, insanlara huzur ve saâdet, onların eli, onların yardımı ile dağıtıldı. Allahü teâlâ, o büyük devleti bu mübârek insanlara nasîb etti.
'Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.'
'Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz, ödünç aldığınızı fazlası ile iâde ediniz, Kur'ân-ı kerîmi güçlü olmak için okuyunuz, bağınızı bahçenizi viran bırakmayınız, Peygamber efendimizi çok iyi tanıyınız. Hadîs ezberleyiniz, bildiklerini öğretenler unutulmazlar.''Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.'
Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; 'Oğlum Muhammed'e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun.' derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: 'Hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: 'Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı. Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; 'Gel bu damdan öteki dama atlayalım.' deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara gülümseyerek; 'Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım.' diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar, Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara dönüp; 'Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı. Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim.' dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o; 'Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir.' buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; 'Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.' diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan Behâeddîn Veled hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Behâeddîn Veled hazretleri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp; 'Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun.' buyurdu. Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye (Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Behâeddîn Veled hazretleri Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı. Atının dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Behâeddîn Veled ve yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir gün talebeleriyle sohbet ederken birden; 'Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım.' diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ; 'Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et! ' emri üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi. Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. 'Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim.' dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; 'O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum.' dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; 'Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır.' buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ hazretleri, Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi. Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi akardı. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya döndüler.
Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona; 'Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur.' buyurdu. Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine; 'Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et! ' diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçerlsiderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; 'Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm.' buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, bir gün abdestini alıp hizmetçisine; 'Git kapıyı kapa ve dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır.' buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; 'Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.' dedi ve rûhunu teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi. Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.
Mevlânâ hazretleri o sıralarda Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî yolda yüksek derecelere ulaştı.
Hocası Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: 'Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi.Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; 'Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur.' buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım.'
Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; 'Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim? ' deyince, Sadreddîn hazretleri; 'Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz.' buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı.
Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi. Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi. Lâkin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması îcâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; 'Böyle dosta canım fedâ olsun.' dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi kendisine de; 'Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.' diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; 'Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? ' dedi. O kimse; 'İsminizi öğrenmek istiyorum? ' deyince, o da; 'Celâleddîn Muhammed.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; 'Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? ' diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; 'Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı.' buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; 'Peki Muhammed aleyhisselâm; 'Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî! ' dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; 'Sübhânî.' 'Benim şânım ne yücedir.' diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? ' diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: 'Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; 'Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da artır.' derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî ile dolup taşardı'. Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; 'Allah! ' diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; 'Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.' diyerek hizmetine koşmaya başladı.
Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Bir gün Şems-i Tebrîzî hazretleri, havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu. Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ'nın kitaplarını havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine bastı. Mevlânâ hazretleri oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve 'Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan Mantık-ut-Tayr kitabı ıslanmasaydı.' diyerek âh etti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî hazretleri, kolunu sıvayarak havuza soktu. Kitabın birisini sudan çıkardı. Çıkan kitap Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı.
Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Bir gün, Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu. Mevlânâ; 'Sen bunları anlamazsın.' dedi. Şemseddîn, kitapları suya attı. Mevlânâ; 'Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti! ' diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ; 'Bu nasıl iştir? ' deyince, Şems; 'Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın.' buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: 'Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems'e uyar oldu. Şems, babamı bu muhabbete dâvet ettikçe, o da, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük mânevî derecelere yükseldi.'
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: 'Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.' Bu söylentilere Mevlânâ; 'Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? ' diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. 'Şems, Şems! ' diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Ona bir mektubunda; 'Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel. Ey sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve ferah. Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın olduğunda. Ey uzaktakilere yakın olan gel.' diye yazıyordu.
Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; 'Şems'i gördüm.' diye yalan söylese, ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; 'Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi.' dedi.Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; 'O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor.' deyince, Mevlânâ da; 'Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm.' diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan, vazgeçildi. Mevlânâ hazretleri artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;
'Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et! ' dedi. Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; 'Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz. Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik.' diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; 'Benim bir serim (başım, bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz.' dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün; 'Her kim; 'Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.' hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır. Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi.' buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı. Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; 'Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! ' buyurdu.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; 'Allah! ' diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi. Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye olan muhabbetinden dolayı eserinde 'Şems' ve 'Hâmûş' kelimelerini mahlas olarak kullandı. Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.
Mevlânâ hazretleri, bundan sonra talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye başladı. Pek çok velînin yetişmesine sebeb oldu. Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi. İnsanların hasta kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı.
İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret buldu ki, ilim talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân atıyordu. Her zaman etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu. Evine gidip gelirken bile, etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.
Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden üstün oldu. Binlerce talebesi vardı. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştirmeye çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı. Büyük âlimler yetişti.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin en önde gelenlerinden biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı. Bir gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken, içerden, altına şekil vermek için vurulan her çekicin; 'Allah, Allah! ' diye ses çıkardığını kalp gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi olan Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn, Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık her gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz kalan kimse gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu. Mevlânâ da bu yeni talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi. Selâhaddîn'i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona olan sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek nikâh yapıp akrabâ oldu. Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi. Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti. Selâhaddîn'in vefâtına çok üzülen Mevlânâ hazretleri, talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in üzerinde çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en mühim yardımı Mesnevî'yi yazması oldu. Mevlânâ hazretleri, mânevî bir aşkla edebî değeri yüksek İslâm ahlâkının üstünlüğünü anlatan ince bilgiler ve Allah sevgisiyle dolu beytler söyledi. Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini kendisi yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e yazdırdı. Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i Şerîf meydana geldi.
Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; 'Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir.' buyurdu. Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına oturmadı.
Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. İlim sâhibi biri; 'Bugün Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim.' dedi. Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti. O sırada Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: 'Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan ver.' buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ'nın elini öptü, sâdık talebelerinden oldu.
Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: 'Bir gün Mevlânâ hazretleri âniden aramızda peydâ olup; 'Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın! ' buyurdu. Biz hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk. Mevlânâ'nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlânâ'nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı.
Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet ettiler. Mevlânâ; 'Gitme! ' dedi. İkinci dâvette sormadan gitti ve orada öldürüldü.
İmâm İhtiyârüddîn anlatır: 'Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağına gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş yavaş giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm. Hayretimden kendimden geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri gitmiş. Acele ederek kendilerine yetiştim. Kulağıma eğilerek; 'İnsanoğlu bir kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun? ' buyurdu. Bağa vardık. Sohbet esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; 'İsterim ki, Şeyh Ziyâeddîn'in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun.' buyurdu. Hüsâmeddîn Çelebi; 'Efendim! Başkalarının makâmında gözüm yoktur.' dedi. Mevlânâ; 'İyi ama benim gönlümden öyle geçti.' buyurdu. Sonra sohbet bitti. Ertesi sabah şehirden gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında âniden öldüğü haberini getirdiler. İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris tâyin edildi.'
Hanımı anlatır: 'Bir gün Mevlânâ evden kayboldu. Hiçbir yerde bulamadık. Bir ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken gördüm. Mübârek ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar gördüm. Sorduğumda; 'Mekke'de bir velî dostum vardır. Biraz onunla sohbet ettim. O kum, Hicaz'ın kumudur.' buyurdu. Bu kadar kısa zamanda oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp; 'Allahü teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir.' buyurdu. Böylece tayy-i mekânı târif ettiler. Yâni kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve çok iş yapmayı anlattılar.'
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasiyyetinde; kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm okumasını istirhâm etti. O zât vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler. Mevlânâ da memnun olup, onun kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin çocuklarından biri, rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce; 'Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz? ' diye sordu. Babası da: 'Beni kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya güzel yüzlü bir melek geldi. Onlara; 'Allahü teâlâ bu zâtı Mevlânâ'ya bağışladı. Onu bırakınız! dedi. O günden beri hamdolsun hâlim iyidir.' diye cevap verdi.
Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: 'Mevlânâ hazretleri, bir gün namaza durdu. Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; 'Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız? ' diye sordum. Yemîn ederek; 'Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; 'Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî! ' demek istiyorum. YoksaO'na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir? ' buyurdu.
Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Yollara düşüp Konya'ya geldi. Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: 'Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır.' buyurdu.
Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı. Nihâyet bir gün vefât etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; 'O kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip aziz tutun.' hitâbı geldi.
Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; 'Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur.' buyurdu.
Sultân Veled anlatır: 'Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: 'Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.' Bunu dinleyen talebelerden biri; 'Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder? ' dedi. Bu suâle; 'Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız.' cevâbını verdi.
Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen biri bir gün rüyâsında gördüklerini anlattı: 'Rüyâmda Karatay Medresesindeki dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm da hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru ilerleyip kendilerine selâm verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan tabaktaki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak; 'Yâ Resûlallah! Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır.' O anda uyandım. Her tarafımı nûr kaplamıştı. Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesine gittim. Dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ hazretleri oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı tebessüm ederek aldı. Daha ben rüyâmı anlatmadan: 'Sevgili Peygamberimiz; 'Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır.' buyurdu.' dedi. Mevlânâ'nın rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp bayıldım. Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım.'
Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle selâm verdi. Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini çevirip, iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz; 'Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn Muhammed Rûmî'den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evlâdımızdır.' buyurdular. O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı. Kendi kendine; 'Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyâsından kaçtın. Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete kavuş.' dedi. Hemen Mevlânâ'nın medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu. Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı. Talebe, ona; 'Beni hocam Mevlânâ hazretleri gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın.' dediler. 'Haydi içeriye buyurun! ' dedi. O kimse içeri girip Mevlânâ'nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.
Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ'ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için; 'Helâl lokmadır, buyurunuz efendim.' diye ısrâr edince, Muînüddîn'e; 'Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı? ' dedi. Bu sözleri duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.
Emîr Ahmed anlatır: 'Mevlânâ'nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya gitmeme, annem ve babam müsâde etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum. Sonra En'âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir mikdâr saçımı keserek; 'Bu, Mesnevî âlimi olacak.' buyurdu. Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında idim. Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya'ya gittim ve Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak hâle geldim.'
Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed anlatır: 'Hacca gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün kendisine sebebini sorduğumuzda; 'Hacca giderken bir konakda uyumuşum. Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir çadır vardı. Yanına vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm. Durumumu ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum. Bana; 'Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Her gün buradan geçip gider. Birazdan gelmesi lâzım. Sabredersen onu görürsün.' dedi. Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi. İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi. Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ hazretleri bana tebessüm ederek; 'Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız.' buyurdular. Ben gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında buldum. İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur.' dedi.
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul'a gitmek için izin istedi. Mevlânâ hazretleri de; 'İstanbul'a gitmenize izin verdim. Yalnız İstanbul'da şu adreste bir kilise var. İçinde şu vasıflarda birini bulacaksın. Ona benden selâm söyle.' buyurdu. Tüccâr; 'Peki! ' diyerek yola çıktı. İstanbul'da işini hallettikten sonra, emredilen adrese gidip kiliseyi buldu. İçinde târif edilen kimse vardı. Ona, Mevlânâ'nın selâmını söyledi. O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor gördü. Hayretinden aklı gidip oraya düştü bayıldı. Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse vardı. Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; 'Mevlânâ'ya benden selâm söyleyiniz.' diye tenbihte bulundu. Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra Konya'ya geldi. Doğruca Mevlânâ'nın huzûruna gitti. İstanbul'daki kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi. Mevlânâ'ya bunu söylerken, Mevlânâ'nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü. Yine hayretinden aklı başından gidip, orada bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; 'Ey tüccar! Bu gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme.' buyurdu. Bunun üzerine tüccar, bütün malını İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaya çalıştı.
Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine râhip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı. Bu arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Bir gün kendisine; 'Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın, iltifât göstermenin sebebi nedir? ' diye sordular. O da cevap olarak; 'Biz Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini anlatayım. Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; 'Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde; 'İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.' buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği bildiriliyor. Mâdem ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli olacaktır? ' dedi. Mevlânâ; 'Evet. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes Cehennem'e uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona tesir etmiyecektir. Hattâ Cehennem; 'Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor.' diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır. Ateş, aynı ateştir. İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim.' dedi. Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp, kendisine verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece fırının içine attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu. Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu. İçini açtığında, bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek; 'Ey râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle uğrarsınız.' deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk. Her birimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza, hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur.'
Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; 'Bugün Mevlânâ'ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç birisine cevap veremesin.' dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ hazretleri tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı, talebelerine; 'Mevlânâ buraya geldi.' deyince, talebeler; 'Biz görmedik efendim.' dediler. Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in zihnine takıldı, düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ hazretleri tekrar orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler. İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak, yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi olmakla şereflendiler.
Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: 'Gençliğimde İskenderiyye'ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kullarından Mevlânâ hazretleri geldi. Hemen; 'Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum.' diye seslendim. O anda, herkesin gözü önünde, gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik. Mevlânâ'nın huzûruna çıktığımızda bize; 'Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar.' buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete kavuştuk.'
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; 'Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım.' dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; 'Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.' dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: 'Ey Tâcir! Sen, Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın.' diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; 'Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır.' buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; 'Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.' dedi. Tâcir; 'Peki efendim! ' deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ'nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; 'Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak.' deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ'yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya'ya geldi ve Mevlânâ'nın talebesi oldu.
Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; 'Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir.' buyurdu.
Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; 'Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız.' buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.
Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; 'Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun? ' diye sordu. O da; 'Hayır, râzı olmam.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; 'Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen 'Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım.' (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.
Mevlânâ hazretleri bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler: 'Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift ayakkabı verdi. Sonra tüccar, talebeye ikide bir; 'Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden gitme.. Ayakkabıyı eskitme...' diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne bıraktı ve; 'Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam.' dedi. İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.
Devlet memurlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini bırakmamasını ister, ona nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: 'Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti. Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. 'Ey vefâlı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım? ..' gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm; 'Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim vazîfeni yapıp müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa bıraktın. Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini müslümanlara tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin, müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. Bunun için artık senin yanına gelmiyorum.' dedi. Zâbıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; 'Çok doğru... Çok doğru...' dedi. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece onlar da huzur ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize hizmette bulunmana aslâ rızâmız yoktur.'
Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; 'Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi? ' diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; 'Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur.' buyurdu. Oradakiler; 'Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz? ' deyince, Mevlânâ; 'Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefâat ederiz.' buyurdu.
Mevlânâ hazretleri kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; 'Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır.' buyurdular.
Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ hazretleri inciri aldı ve; 'Hayli güzel incir, fakat kemiği var.' buyurdu ve yere bıraktı. Talebe; 'İncirin nasıl kemiği olur? ' diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ hazretleri bir tane alıp yedi ve; 'Bu incirin kemiği hiç yoktur.' buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler.
Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da; 'Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ hazretleri bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.
Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: 'Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; 'Burada ne yapıyorsun? ' dedi. Akrep; 'Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır.' diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; 'Ne yapıyorsun? ' diye sordu. Akrep; 'Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur.' dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti.' Mevlânâ hazretleri bundan sonra şu beytleri okudu: 'Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir.' Sonra da; 'Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir.' buyurdular.
Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; 'Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor.' diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; 'Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır.' buyurdu.
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti. Mevlânâ hazretleri ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; 'Mevlânâ hazretleri bana nasîhatte bulunsun.' dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; 'Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allahü teâlâ seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.' buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; 'Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et.' dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.
Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ hazretlerini ziyârete geldi. Fakat Mevlânâ hazretleri onu karşılamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür diledi ve; 'Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve hâllerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman göremezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini buluruz.' buyurdu. dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki eli arasına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ hazretleri çıkageldi. Vezir hemen ayağa kalkıp; 'Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz? ' dedi. Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı. Vezir; 'Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana; 'Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme.' demek istediniz öyle değil mi? ' dedi. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; 'Güzel düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir. Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; 'Ekmek pişinceye kadar biraz sabret ve bekle.' derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek içindir. Vezir sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı. Sevinçli olarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; 'Bu nasıl namazdır? ' dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; 'Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; 'Ey İmâm! Neyin var? ' diye sorulduğunda, o; 'Kur'ân-ı kerîmde meâlen; 'Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi.' (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi.' derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır? ' buyurdular.
'Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır.'
'Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennet'e girer.'
'Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.'
'Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.'Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.'
'Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır.'
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri 1273 senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan bâzıları 'biz helâl etmiştik' dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı. 'Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk.' diyerek kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğine işâret etti.
Mevlânâ hazretleri hasta döşeğinde yatmakta iken yedi gece çok şiddetli derecede zelzele oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Herkes bu durumdan korkup feryâd etmeye başladı. Bu sırada Mevlânâ hazretleri; 'Evet zavallı toprak yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzım.' buyurdu ve sonra da; 'Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devâm etmeyi, dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan sâlih kimselerle berâber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur.' buyurdu.
Mevlânâ hazretleri bir ara talebelerinin önde gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına çağırdı ve ona bir duâ öğretti. Bunu hoş ve sıkıntılı zamanlarda okumasını tenbih etti: 'Yâ Rabbî! Beni sana ulaştırmaya vesîle olan Mevlânâ'ya hasret çekiyorum. Sana vesîle olan sağlığı, sıhhati seni bol bol tesbîh etmek, anmak için istiyorum. Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı kabûl et.'
Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; 'Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur.' dediler. Mevlânâ onlara; 'Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz.' buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; 'Bu kedicik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz? ' Orada bulunan dostları ve talebeleri; 'Siz bilirsiniz efendim.' dediklerinde; 'Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız... Bizim hâlimiz ne olacak? .. diyor.' buyurdu.
Dostları, talebeleri; 'Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız? ' diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; 'Hüsâmeddîn Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum.' buyurdu. Oradakiler bu suâli üç defâ sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. 'Cenâze namazınızı kim kıldırsın? ' diye sordular. Ona da; 'Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın.' buyurdular.
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: 'Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; 'Döşeği kaldırın.' buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O delikanlının yanına varıp; 'Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı? ' diye sordum. O da; 'Ben Azrâil'im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim.' dedi. Mevlânâ da; 'Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur! ' deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.'
Mevlânâ hazretleri vefât edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlattı: 'Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kâdir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım. Vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim sesler geliyordu; 'Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu. Bunda endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme naklolunurlar.' Bu sözler beni kendime getirdi.'
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: 'Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; 'Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir? ' dediler. Bunun üzerine; 'Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı.' buyurdu.
Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rüyâda gördüler. Hâli iyi idi. 'Bu mertebeye nasıl kavuştun? ' diye sorduklarında, 'Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu bildirdiler. Ben de cân u gönülden direği verdim. Bu sebeple Allahü teâlâ beni magfiret eyledi.' diye cevap verdi.
Muhammed Hâdim şöyle anlatır: 'Mevlânâ'nın yanında kırk yıl hizmet ettim. Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık gördüm. Bir gece bile, yatıp uyumak ve istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır.'
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen 'ney' kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî'de yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847 (H.1263) 'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: 'Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir.' Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, 'ney'i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) , yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, 'O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle! ' demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.
Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; 'Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir.' buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.
Mevlânâ hazretleri, ölüme, 'Şeb-i Arûs= düğün gecesi' adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın
'Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!
Yunus Emre 'nin mezarını kaldırma işlemleri de biraz ilginçtir. Bu kaldrıma işlemi uzun bir uğraşa sebebiyet verir. Kimse mezarı yerinden kaldıramamaktadır. Bir müddet sonra sakallı biri topluluğun içinden naaşın yanına gelir. Etrefına bakınır. Ve grubun içinden bir genci çağırır. Mezarı kaldırma işlemini yapan Abdulhakim Hazretleridir. Yanına çağırdığı genç ise yakın bir zamanda edebiyat dünyamızda olup kaydettiğimiz yazarlardan biridir. Adını anımsamıyorum. Bu genç yıllar sonra o adamı gördüğünde hayretler içinde kalır. Çünkü o kaderin bvir cilvesi ile O mübareğin ayağına O' nun müridi olmaya gitmiştir. Ve o günü anımsar. Ve eserlerinin bir kısmında bunu anlatır.
Tasavvuf ehli ve halk şâiri. Hayâtı ve kimliği hakkında kesin mâlûmat yoktur. Şiirleri, asırlar boyunca zevkle ve hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesnâ bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in Mihalıçcık kazâsına bağlı Yûnus Emre köyünde, 1320 (H.720) senesinde vefât ettiği ve buraya defnedildiği kaynakların tetkikinden anlaşılmaktadır. Vefâtı için başka târihler ve başka yerler de bildirilmektedir.
Çocukluğu hakkında bilgi olmayan Yûnus Emre, bir işâret üzerine genç yaşta Tapduk Emre’nin yanına gitti. Otuz seneden fazla onun hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı. Hattâ bâzı kaynaklar, Tapduk Emre’nin kızını Yûnus Emre’ye verdiğini, hem talebesi, hem de dâmâdı olduğunu kaydetmektedir.
Yûnus Emre, Tapduk Emre'nin hizmetinde bulunurken, mânevî âleminde bir ilerleme olmadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düştü. Yolculuğunda bir gün iki kimseye rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelirdi. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldi. O da duâ etti. Duâda, “Yâ Rabbî benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et! ” dedi. Duâ bitince, iki sofra yemek geldi. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin? ” diye sordular. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin.” dedi. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik.” dediler. Bunun üzerine Yûnus Emre durumunu anlayıp, tekrar Tapduk Emre’nin yanına döndü ve kapısının önüne yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmüyordu. Kapının önüne varıp, ayağı bir şeye takılınca; “Bu bizim Yûnus değil mi? ” diye sordu ve onu kabûl etti. O andan îtibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşüremediği ilâhileri söylemeye başladı.
Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verdi.
Anadolu ve diğer Türk illerinde çok sevilen Yûnus Emre’den başka bu sevgi, saygı ve hayranlık için başka bir örnek yok gibidir. Her bakımdan milletimizi birbirine bağlayan mânevî bir toplayıcılığı vardır. Onda, toplumumuzun iç yapısındaki aynı hisler, duygular ve değer yargıları bulunmaktadır. Onu unutturmayan sebep budur. Anadolu’da Yûnus Emre’nin Dîvân’ının bulunmadığı, ilâhîlerinin okunmadığı ev yok gibidir.
Yûnus Emre, şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin mânâlı, samîmî ve heyecanlıdır. İlâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fânîliği gibi meseleleri en iyi şekilde şiirle anlatmıştır.
Yûnus Emre’yi aynı yolda tâkib eden birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; “Âşık Yûnus” ve “Derviş Yûnus”tur. Yunus Emre’nin en önemli tâkipçisi olan Âşık Yûnus Bursa’lı olup, 1430 (H.843) yılında vefât etmiştir. Her iki şâirin şiirlerini birbirlerinden ayırmak zordur. Yûnus Emre, Celâleddîn-i Rûmî'nin sohbetlerinde bulunmuştur. Bu sohbetlerin, yetişmesinde büyük rolü olmuştur.
Yûnus Emre’de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim endişesi, âile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve âilevî meselelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasîhatler ve hayâtın gâyesi gibi insanlığa has meselelerdir.
Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayrânıdır.
Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halîfenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî âşığıdır. Hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâkî nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve sanat seddi olmuştur. İhlâs ile, her şeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için 'Dervişlik', herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır.
Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içerü.
diye, hakîkî tasavvufu da o târif etmişitir.
1408 yılında Osmanlı Türklerine esir düşen ve Anadolu’da 20 yıl kadar kalmış olan Mülbacher isimli bir yabancı, Yûnus Emre’ye âit şiirleri, ilâhileri duymuş, öğrenmiştir. Memleketine döndüğünde, Yûnus Emre’nin şahsiyetinde İslâmı anlatmış, kitaplar yayınlamış, yazılar yazmıştır. Büyük ün sâhibi Avusturyalı târihçi Hammer de, Yûnus Emre’ye âit şiirler ve ilâhilere yer vermiş, bundan sonra da Batı ülkelerinde Yûnus ismi çok yaygınlaşmıştır.
Eserleri: Yûnus Emre’nin bilinen iki eseri vardır: 1) Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz (Fâilâtün Fâilâtün Fâilün) vezniyle yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dînî bir eserdir. Anadolu’da başlayan Türk Edebiyâtında görülen ilk nasihatnâmedir.
2) Dîvân: Yûnus Emre Dîvânı’nın birçok yazma nüshaları vardır. Fakat bu dîvândaki bütün şiirlerin Yûnus Emre’nin olduğu söylenemez. Yûnus tarzında, daha sonraki şâirlerin yazdığı şiirler de karışmıştır. Taş basması nüshaları da vardır. Yûnus Dîvânı yine Anadolu’da başlayan Türk edebiyâtının ilk dîvânı durumundadır.
Yûnus Emre’nin şiirlerinden;
DOLAP
Ben bir dağın ağacıyım,
Ne tatlıyım ne acıyım,
Ben Mevlâya duâcıyım,
Derdim vardır inilerim.
Beni bir dağda buldular,
Kolum kanadım kırdılar,
Dolaba lâyık gördüler,
Derdim vardır inilerim.
Dağdan kestiler bezenim,
Bozuldu türlü düzenim,
Ben bir usanmaz ozanım,
Derdim vardır inilerim.
Şol dülgerler beni yondu,
Her âzâm yerine kondu,
Bu iniltim Hak'dan geldi,
Derdim vardır inilerim. Suyum alçaktan çekerim,
Dönüp yükseğe dökerim,
Görün beni neler çekerim,
Derdim vardır inilerim. Yûnus bunda gelen gülmez,
Kişi murâdına ermez,
Bu fânîde kimse kalmaz,
Derdim vardır inilerim.
MEVLÂM
Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Seherlerde kuşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni. Sular dibinde mâhiyle,
Sahrâlarda âhû ile,
Abdal olup yâ Hû ile,
Çağırayım mevlâm seni. Gökyüzünde Îsâ ile,
Tûr Dağında Mûsâ ile,
Elindeki asâ ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Yûnus okur diller ile,
Ol kumru bülbüller ile,
Hakkı seven kullar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
HİÇ ÇÜRÜMEMİŞTİ Ankara-Eskişehir demiryolunun kenarında bulunan türbesi, 1948’de yolun genişletilmesi için kaldırılmak istendi. Fakat bir türlü bu işte muvaffak olunamadı. Hattâ bir defâsında, döşenen rayların sökülüp, sekiz metre geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine Yûnus Emre için bir türbe yapılıp, kabrinin oraya nakline karar verildi. Yûnus Emre’nin yeni kabri, eskisinden 100 m kadar ileride bir tepecikte yapıldı. Yeni kabrine taşıyacak beş kişilik heyet, kimseye haber vermeden ve hiçbir merâsim yapmadan çalışacaktı. Karar verildiği üzere hareket edildi. Yalnız ertesi gün, Yûnus Emre’nin çevresine dâvetsiz, ilânsız otuz binden fazla insan kalabalığı toplandı.
Yûnus Emre’nin kabri îtinâ ile açıldı. Bedeni, 700 seneden beri hiç bozulmamış bir hâlde, bir eli yüzünde, bir eli kalbinin üstünde, rahat bir şekilde uzanmış yatıyor görüldü. Mübârek bedeni oradan alındı, tabuta kondu ve kalabalığın elleri üzerinde, 100 metrelik mesâfe tam üç saatte katedildi. Yeni mezarına defnedildi. Yûnus Emre’nin vasıyeti şu idi:
“Beni hocamın türbesinde, giriş yolu üzerine gömsünler! ” Bundan murâdı, şeyhini ziyârete gelenlerin, kendisini çiğneyip de geçmeleriydi. Bu, hocasına ne ölçüde bağlı olduğunu göstermektedir.
Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber,bütün insanların babası. Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp 'salsâl' oldu yâni pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselâma karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselâma karşı secde etmedi. 'O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.' iddiâsında bulundu. İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca gadab-ı ilâhiyyeye uğradı ve Cennet'ten kovuldu. Âdem aleyhisselâm kırk yaşındayken Firdevs adındaki Cennet'e götürüldü. Cennet'te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet'te yerleşmelerini ve Cennet'in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat, Cennet'te bulunan bir ağaç için, 'Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin.' buyurdu.Âdem aleyhisselâm ve Havvâ vâlidemiz, Cennet'te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet'ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan'da Seylan (Serendib) Adasına, Havvâ ise Cidde'ye indirildi. Birbirlerinden ikiyüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duâları kabûl oldu. Hacca gelmeleri emrolundu. Arafât Ovasında hazret-i Havvâ ile buluştu. Kâbe'yi inşâ etti. Her sene hac yaptı. Arafât Meydanında veya başka meydanda kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim? ' diye soruldu. Hepsi; 'Belâ=Evet! ' dediler. Sonra hepsi zerreler hâline gelip beline girdiler. Buna 'Ahd-ü-Misâk' ve 'Kâlû Belâ' denildi. Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ daha sonra şam'a geldiler. Burada yirmi defâ ikiz evlâdı oldu. Bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine oniki defâ geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; îmân edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıb, ilaçlar, hesab, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya,tıb,eczâcılık, matematik bigileri öğretildi. İbrânî, Süryânî ve Arab dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı. İlk insanlar,bazı târihçilerin zannettiği gibi ilimsiz,fensiz,görgüsüz,çıplak ve vahşî kimseler değildi.Bugün Asya,Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi,ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı.Bundan dolayı ne bugünkü,ne de ilk insanların hepsi için vahşîdir denilemez.Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı.Okuma-yazma bilirlerdi.Demircilik,dokumacılık,çiftçilik,ekmek yapmak gibi san'atları vardı.Altın üzerine para dahi basılmış,mâden ocakları işletilip,çeşitli aletler yapılmıştı. Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yoktu.İlk sakalı çıkan şit aleyhisselâmdır.Hazret-i Âdem çok güzeldi.Siyah saçlı ve buğday tenliydi.Onbir gün hasta yatıp,bir Cumâ günü vefât etti.Âdem aleyhisselâm vefât edince,Cebraîl aleyhisselâm bir gömlek giydirdi.,şit aleyhisselâma yıkamayı öğretti.Yıkayıp kefenlediler.Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: 'Âdem aleyhisselâm vefât edince,melekler üç defâ su ile yıkadılar.Onu defnettiler.' Sonra çocuklarına dönerek; 'Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız dediler.' şit aleyhisselâm imâm olup cenâze namazını kıldırdı.Âdem aleyhisselâmın kabri; Kudüs'te,Minâ'da,Mescid-i Hîf'te veyâ Arafât'tadır.Hayatını bildiren rivâyetler birbirinden farklıdır. Hazret-i Âdem,Allah'a ilk hamd ve ilk tövbe edendir.Seçilmişlerin ilki,yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesidir.Birçok mûcizeleri vardır.Bunlardan birkaçı şöyledir: Yırtıcı,vahşi hayvanlarla konuşurdu. Susuz dağ ve taşlara elini vurunca,pınarlar fışkırır,temiz sular akardı. Eline aldığı ufak taşlar,yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi. Âdem aleyhisselâmın yaratılması,Cennet'te kalması,Cennet'ten çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi,Kur'ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.
Ken'an diyârında, yâni Fenike denilen sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yâkûb olup İbrânicede Saffetullah, yâni 'Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul' mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrâil olup 'Allah'ın kulu' mânâsına gelmektedir. İbrâhim aleyhisselâmın küçük oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlu vardır. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Beni İsrâil, yâni İsrâiloğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine 'Sıbt', hepsine birden torunlara mânâsına gelen 'Esbât' denir. Sonradan Yahûdi adı verilmiştir. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden birçok peygamber geldi: Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsâ aleyhimüsselâm bunlardandır. Yâkûb aleyhisselâm Şam'da yeya Medyen'de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocokluğu babasının yanında geçti. Babası İshâk aleyhisselâm, Yâkûb aleyhisselâm için; 'Yâ Rabbi! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.' diye duâ etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Yâkûb aleyhisselâm babasının vefâtından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran'da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leyla ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şem'ûn, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dinâr isimli kızı doğdu. İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yûsuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu. Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yâkûb aleyhisselâma Allahü teâlâdan vahy gelip Ken'an diyârı ahâlisinine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran'dan ayrılıp Ken'an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yapğtırdı. Bu sırada Yûsuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefât etti. Yâkûb aleyhisselâm insanları Hak dine ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve o'na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken'an diyârı ahâlisinden çok kimse ona imân etti. Ken'an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm anneleri vefât etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yûsuf'u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yâkûb aleyhisselâmın özellikle hazret-i Yûsuf'a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yûsuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yâkûb aleyhisselâm oğluna ileride büyük nimetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını tavsiye etti.
Yâkûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf'a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları ona hased ettiler. Hazret-i Yûsuf'u berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacklarını tesbit edemediler. Daha sonra kendi aralarında konuşup Yûsuf aleyhisselâmı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hileye başvurdular. Yûsuf aleyhisselâmı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; 'Biz kırda yarış ederken, Yûsuf'u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.' dediler. Yâkûb aleyhisselâm kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yûsuf'u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yûsufuma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf'a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur.' dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu. Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır'a götürülerek bir köle diye satılan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı.Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yûsuf aleyhisselâm, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu.Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat va refâh içinde yaşamasını sağladı. Yâkûb aleyhisselâm Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır'a gönderdi. Yûsuf aleyhiselâm onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin'i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde Bünyamin'i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin'i bür tedbirle yanında alıkoydu. Yâkûb aleyhisselâmın oğulları üçüncü defâ Mısır'a gidince Yûsuf aleyhisselâmın kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yâkûb aleyhisselâma gönderdi. Babasına ve bütün akrâbalarını da Mısır'a dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâm gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı. Yâkûb aleyhisselâm oğlunun dâveti üzerine bütün akrâbasını alarak Mısır'a gidip oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuştu. Yûsuf aleyhisselâm babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yâkûb aleyhisselâm oğlu hazret-i Yûsuf'a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır'da yaşadı.İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefât etti.Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halil-zr- Rahmân'da bulunan babsı İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrâhim aleyhisselâma, İshâk aleyhisselâma, Sâre validemize ve Yâkûb aleyhisselâma âittir.
Yâkûb aleyhisselâm Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshâk aleyhisselâm gibi halim selim, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur'ân-ı kerimde Yâkûb aleyhisselâmın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, seçkin ve hayırlıkimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır. Yâkûb aleyhisselâmın beş çeşit mûcizesi vardı:
Mucizeleri:1-Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah'ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka duâ ediniz, hem bu seneki, hem degeçen sene kikuzuları birden versim, diye ricâ ettiler. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı. 2- Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı. 3-Hazret-i Yâkûb'un attığı şey, pek uzaklara giderdi.Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhâbere esnâsında Yehûda adlıoğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yâkûb işitip, bir dağ başındanönceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlip geldi.Halbuki aralarında 360km'lik mesâfe vardı. 4-Yâkûb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken'an ahâlisini dine dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz'da en güzel yer olarak tanınmıştır. 5-Ken'an ahâlisini imâna davet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe vetaşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledilkeri gibi olmuştur.
Yâkûb aleyhisselâmın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem'un, Lâvi, Yehûda, Zablun (Yâlun) , İsâhar,Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yûsuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrâiloğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra akılca en üstün olan Yehû danın neslinden Dâvûd aleyhisselâm ve Beni İsrâil (İsrâiloğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeble İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yûsuf aleyhisselâmın neslindendir. Kur'ân-ı kerimde zikr edilen Tâlût da Bünyamin'in neslindendir. Kur'ân-ı kerimde Yûsuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âli imrân sûresi 84, 93; Nisâ sûresi 163; En'âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi6, 49, 58'inci âyetlerinde Yâkûb aleyhisselâmdan ve faziletlerinden bahsedilmektedir.
Nemrut'un yüzleri Yüzler... Onlarca, koca koca... Eski tanrıların, kralların, hayvanların yüzleri... Nemrut’un tepesinde... Binlerce yıldır, öylesine seyrediyorlar Nemrut Dağı’nın zirvesinden yukarıları ve aşağıları.Indiana Jones filmlerinde rastlanacak türden görüntüler. Nasıl yapıldılar? Kim yaptı? Bu soruların yanıtları meçhul. Bir kralın söyledikleri var yalnızca: “Ben yaptırdım. Tanrılara olan sevgimi kanıtlamak için. Cennette Zeus ve Ahura Mazda ile beraber olacak ruhum.” Yüzler... Onlarca, koca koca….Eski tanrıların, kralların, hayvanların yüzleri. Nemrut’un tepesinde. Öylesine duruyorlar orada. Dönemin tanrıları ile eş olduğunu sanan bir ölümlünün duygularını yansıtarak ve gizemlerini hâlâ koruyarak... M.Ö. 3. yüzyılda bölge bugünkü Suriye merkezli İskitler ile doğudaki Partlar arasında bir sınır bölgesi. İskitler’in egemenliği altında bir bölge. M.Ö. 80 yılına kadar böyle gelinir. Bölge valisi Mithridates, bu tarihte bağımsızlığını ilan eder ve bugün eski kale denilen Arsemia merkezli bir krallık kurar. Kral, tüm komşuları ile iyi ilişkiler geliştirir. Bir Part prensesi ile evlenir. M.Ö. 64 yılında öldüğünde oğlu Antiochos kral olur. O da babasının stratejisini uygular, komşuları ile iyi geçinir. Bu dönemde Kommegene Krallığı gelişir, büyür. Antiochos, kendini dönemin tanrıları ile eş tutar. Kölelerden bir ordu kurar ve tapınağı inşa ettirir. Tapınağa, Roma ve Pers tanrılarının, Antiochos’un heykelleri konulur. Tapınak, Antiochos’un da bir tanrı olduğunu göstermektedir aslında. Krallığın diğer bölgelerine de, benzer heykeller yapılır. Kendisini tanrılarla eş tutan Kral Antiochos, Romalılar’ın gazabına uğrar sonunda. M.S. 32 yılında Roma, Antiochos’un krallığını lağveder. Bundan sonra bölgeye Roma kuklası krallar hükmederler. Sonra, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri yaşanır. 19. yüzyıla kadar Nemrut, sır perdesi altına gömülür. Ta ki, bir Osmanlı jeoloji bilgini dağa çıkana kadar. Farkına varılır varılmasına da, Nemrut’ta kazılar, ancak Cumhuriyet Dönemi'nde başlar. ...Ve bugüne kadar, kendini tanrılarla eş tutup bu tapınağı yaptıran Kral Antiochos’un izine rastlanmaz Nemrut Dağı’nda… Nemrut'a Adıyaman üzerinden kolayca ulaşabilirsiniz. Türk Hava Yollarının İstanbul ve Ankara'dan hergün direkt ucuşları bulunmaktadır. Malatya'da konaklamak için her bütçeye uygun oteller bulunmaktadır
Türkiye’nin Güneydoğusunda, Toros Dağları’nın ortasında Kommagene’in kutsal dağı; Nemrut Dağı (2150m.) 1882’de mühendis Karl Sester, dağın doruğunda bulunan kocaman tahtlardan ve heykellerden söz etti. Berlin’deki Prusya Bilimler Akademisi, hemen bir inceleme ekibi gönderdi. Ekibin başında Alman Arkeolog Otto Puchstein bulunuyordu. İncelemeler sonucunda yayınlanan raporda, dağın doruğunda insan eliyle yapılmış bir taşlık tepe olduğunu bildirdi. Dağın 50m. altında ise doğu-batı arası 150m. olan üç platform bulundu. Ondan sonra kazı çalışmaları zaman zaman dursa da hep sürdü.
Ama bugün hala Tanrılar Dağının sırrı çözülmüş değildir. M.Ö. 36 yılında ölen ve arkasında küçük ama iyi örgütlenmiş bir devlet bırakan Kral 1. Antiyokos yaptırmıştı. Antiochos, Nemrud Dağı’ndaki kitabesinde, krallığının sınırları içinde her yere kutsal kültler yaptırdığını belirtiyor. Antiochos, Sofraz Köyü’ndeki kült yerini,Apollona ve kız kardeşi Tanrıça Artemis Diktynna’ya adamıştır. Kommagene mi daha önce vardı yoksa Artemis Diktynna kültünü ilk olarak Antiochos mu başlattı bilinmiyor. Kral I.Antiochos, dindar bir tanrı olarak diğer tanrılara yardımlarından dolayı teşekkür amacıyla ve Kommagene hanedanı için geniş kaideli dizileriyle bir atalar galerisi yaptırmıştır. Dağın doğu terasında Kralın baba tarafından atalarının kaidelerinin, güney tarafta ise ana tarafından atalarının kaidelerinin galerisi yer almaktadır. Bütün atalar kabartması aynı şemaya göre yaptırılmıştır. Her kaideye, ön tarafında atanın veya büyükannenin kabartmasını gösteren bir taş levha, levhanın arka tarafında ise, kabartmadaki kişinin kim olduğunu bildiren bilgiler vardır. Malatya’nın Pütürge ilçesi üzerinden 90km’lik karayolu ile Nemrut’a ulaşım daha kolay ve daha kısadır. Nemrut Dağı’nın Malatya tarafından güneşin doğumunu izlemek için havanın açık ve bulutsuz olması gerektiğinden en iyi Ağustos ve Temmuz aylarında gözlenmektedir. Nemrut Dağından güneşin doğuşunun ve batışının verdiği mistik ve olağanın dışında ki görüntüler bir çok yerli ve yabancı gezginin ilgisini çekmekte,sırf bu nedenle Nemrut Dağına yoğun bir ziyaretçi trafiği oluşmaktadır.
1884-1933 yılları arasında yaşamıştı.20.yüzyıl şairlerimizdendir. Kendi döneminde eleştirilere tutulan bir şiir anlayışı vardır. Genellikle gezi, fıkra, söyleşi üzerine yazıları olmuştur. Göl saatleri, Piyale, Bize Göre, Frankfurt seyahatnamesi.... Anne özlemi ve anne şevkati ile yoğrulmuş bir insandır. Bu yüzden şiirlerinde ele aldığı kadınlar hem anne özleminde parçalar içermiştir. Şiirlerinde doğa ve insan sevgisi ön plandadır. Yüzündeki olumsuz etki onu kendinden korkan ve içine kapanık bir insan yapmıştır. Şiirlerinde sembolizmin etkileri görülmektedir.Bu Fransız sembolizmiyle tanışmasıyla olmuştur. Bunu sadece Fransız etkisi olarak görmemek gerekir. Bunun yanında bireysel yaşamın etkisi de vardır. Sembolizmin yanında emprosyonist özellikler de vardır yazılarında. Hayale sığınır.O Belde adlı şiirinde hayali bir şehir ve hayali bir kadından bahseder Ahmet Haşim. Ölmesine yakın bir zaman, kendine bakan hizmetçisi ile evleenip malını ona bırakmıştır. Ömrü boyunca bir kadının kendisini sevebileceğine inanmamıştır. Son evlenişi ise malını birilerin bırakmak içindi..... Toprağı bol olsun....
Edebâlî (Üdebâlî)
Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimi. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocası. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik'te vefât etti.
İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına gitti. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Bir rivâyette Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bu esnâda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu'da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu'ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu.
Ertuğrul Gâzi bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsındaErtuğrul Gâzi, yüksekçe bir yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; 'Bu kitap Allahü azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleriKur'ân-ı kerîmdir.' cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyâda kendisine; 'Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim.' diye hitâb olunduğunu işitti.
Diğer taraftan Ertuğrul Gâzi zaman zamanKonya'ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi. Bir gelişinde henüz küçük yaşta olan Osman Gâziyi de berâberinde Mevlânâ'ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. O sırada Selçuklu Sultanı bulunan kimsenin, Kalenderî tarîkatinden olan bir şahsa bağlandığını işiten hazret-i Mevlânâ; 'Hoş şimdi hükümdâr kendine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk.' diyerek küçük Osman'ın elinden tuttu ve hayır duâlar eyledi.
Bu hususta üçüncü büyük müjde ise, Osman Gâzi ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri Konya'dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat eder, dünyâ ve devlet işlerini ona danışırdı. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan 'Fütüvvet ehli' ve Anadolu'da mühim bir yer tutan 'Ahîler' ile irtibâtı vardı. Ayrıca Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey de bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik'teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü. Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını şöyle tâbir etti: 'Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra 'Bey' olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek.' dedi. Osman Beyi tebrik etti. gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti.
Osman Beyin, Mâl Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi.Edebâlî hazretleri, dâmâdı tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.
Osman Gâzi, Yenişehir'i aldıktan sonra memleketi beş idârî bölgeye ayırdı. Karacahisar'ı oğlu Orhan Beye, Subaşılığını da kardeşi Gündüz'e verdi. Yarhisar'ı Hasan Alp'a, İnegöl'ü Turgut Alp'a verdi. Kaynatası Edebâlî'ye Bilecik gelirini timar verdi. Hanımını babası ile Bilecik'te bıraktı. Kendisi Yenişehir'e giderek yanındaki gâzilere evler yaptı.Şeyh Edebâlî, Bilecik'te fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimleri üzerinde dersler verdi. Bu sûretle son günlerini Bilecik'te geçiren Edebâlî hazretleri 120 yaşlarında iken 1326 (H.726) yılında vefât etti. Cenâzesi, yıllarca huzur saçarak insanlara saâdet yolunu gösterdiği zâviyenin yanına defnedildi. Eskişehir'de Odunpazarı üstündeki kabristanda da bir makâmı vardır. Yerine kendi talebesi Dursun Fakih geçip, ders verdi.
Edebâlî hazretlerinin Rahmet-i Rahmâna kavuşmasından bir ay kadar sonra Mâl Hâtun, dört ay sonra da Osman Gâzi vefât ettiler. Edebâlî hazretlerinin feyz ve bereketleri, yol göstermesi ile altı asırdan fazla devâm edecek olan cihan devletinin temellerini atan Osman Gâzi, âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini de belirttiği vasiyetnâmesinde kendisinden sonra gelecek oğluna dolayısıyla evlâtlarına şunları vasiyet etti:
'Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini, dînimizin ulemâsından sorup anlayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, dînimizin âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.' Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarıldı. Bu vasiyetnâme, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası oldu.
Altı asır, insanlara huzur ve saâdet, onların eli, onların yardımı ile dağıtıldı. Allahü teâlâ, o büyük devleti bu mübârek insanlara nasîb etti.
ASIL ÖLÜM...
Edebâlî hazretlerinin vefâtlarına yakın talebelerine vasiyet mâhiyetinde söylediği sözlerden bâzıları şunlardır:
'Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.'
'Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz, ödünç aldığınızı fazlası ile iâde ediniz, Kur'ân-ı kerîmi güçlü olmak için okuyunuz, bağınızı bahçenizi viran bırakmayınız, Peygamber efendimizi çok iyi tanıyınız. Hadîs ezberleyiniz, bildiklerini öğretenler unutulmazlar.''Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.'
Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed, lakabı Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır. Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir. 1207 (H.604) senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 (H.672) senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Âlim ve evliyâ bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Mânevî olgunluklara kavuştu. Henüz beş yaşında iken kendisinden bir takım hârikulâde ve olağanüstü hâller görüldü. Kirâmen kâtibîn meleklerini görür, evliyânın ruhlarıyla konuşurdu. Melekler ve Allahü teâlânın ricâl-i gayb ismi verilen velî kullarının rûhları kendisini ziyâret ederlerdi. Zâhiren tanımadığı bu kimselerin böyle sık sık görünmelerinden dolayı, mübârek benizleri sararıp solardı. Babası Sultân-ül-Ulemâ, ondaki bu hâlin, meleklerin ve velîlerin oğlunu ziyâreti sebebiyle olduğunu bildiği için memnûn kalırdı. Ancak, aklına bir noksanlık gelmesin diye, talebelerinden birkaçını oğluyla meşgûl olmaları için vazîfelendirip; 'Oğlum Muhammed'e görünenler, Allahü teâlânın çok sevdiği velî kullarıdır. Şefkat ve merhâmetleri sebebiyle oğluma görünüp, onunla sohbet ediyorlar. Kendi hâllerini ona öğretiyorlar, melekler âlemini gezdirip gösteriyorlar. Her ne kadar bunlar iyi şeyler ise de, o daha küçüktür. Kendisini zaptedemeyip, aklına bir ârıza gelmesinden korkarım. Bunun için sizler, onun heyecanlanmasına engel olun.' derdi.
Sultân-ul-Ulemâ hazretlerinin talebelerinden Bedreddîn anlatır: 'Hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in mübârek el yazısı ile yazılmış bir sayfada şu notları gördüm: 'Belh'te, oğlum Celâleddîn Muhammed beş yaşında iken, Cumâ günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, dâimâ Kur'ân-ı kerîm okurdu. Belh'in büyüklerinin oğulları da, her Cumâ hazır bulunur, onunla sohbet ve ülfet ederlerdi. Namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı. Bir gün onların arasında bir çocuk, ötekine; 'Gel bu damdan öteki dama atlayalım.' deyip, bunun için de bahse tutuşuyorlar. Oğlum onlara gülümseyerek; 'Ey kardeşler! Bu türlü hareketi, kedi, köpek ve diğer canlılar da yapar. Allahü teâlânın şerefli kulu olan insana, hiç böyle şeylerle uğraşması yakışır mı? Eğer rûhânî kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım, Melekût âleminin konaklarını dolaşalım.' diye cevap verir. Hemen o anda gökyüzüne doğru uçarak, o topluluğun gözünden kaybolmaya başlar. Çocuklar bu hâl karşısında feryâd edip çığlık koparırlar. Nihâyet herkesle birlikte ben de bu hâdiseyi işittim. Çocukların yanına gittim. Biraz sonra Celâleddîn'in rengi uçmuş, mübârek vücûdunda da bir değişme olduğu hâlde tekrar dönüp geldi. Bütün çocuklar, Celâleddîn'e sarılıp tebrik ettiler. Oğlum onlara dönüp; 'Sizinle konuştuğum anda yeşiller giymiş, bâzı kimseler beni aranızdan aldı. Gökyüzünün tabakalarında dolaştırdı, melekler âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulaklarıma gelince, tekrar beni buraya getirdiler. Eğer sizin üzüntünüz ve babamın bana olan şefkat ve muhabbeti olmasa idi, bu alçak âleme geri dönmezdim.' dedi.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri mübârek oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in terbiyesiyle meşgul iken, Belh civârındaki bâzı hasetçiler onun hizmetlerini çekemeyip sultâna şikâyet ettiler. O da kimseye zarar dokunmasın diye bir takım yakınlarıyla birlikte Belh'ten ayrılıp Nişâbur'a gitti. Nişâbur'a geldiklerinde evliyânın büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri kendilerini karşıladı. Onlara izzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada küçük yaşlarda bulunan Mevlânâ Celâleddîn bir rüyâ gördü. Rüyâsında nûr yüzlü bir pîr, kendisine altı dallı bir gül fidanı verdi. Mevlânâ Celâleddîn rüyâsını babasına anlattığında o; 'Altı dallı gül, senin altı ciltlik bir kitap yazacağına işârettir.' buyurdu. O anda orada hazır bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; 'Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.' diyerek; Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Celâleddîn'e hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse, Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Ferîdüddîn Attâr hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn'de ilâhî nûrlar ve fıtrî, yaratılıştan gelen bir takım kâbiliyetleri görmüş ve ona dua etmişti.
Bir müddet Nişâbur'da kalan Behâeddîn Veled hazretleri ve Mevlânâ Celâleddîn, daha sonra yakınlarıyla birlikte Bağdât'a gelip Mustansıriyye Medresesine yerleştiler. Sultân-ül-Ulemâ burada oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in ve talebelerinin terbiyesiyle meşgul oldu. Behâeddîn Veled hazretleri bâzı gecelerde oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den su isterdi. Mevlânâ Celâleddîn de yatağından kalkar su aramaya giderdi. Geceleyin medresenin kapısına gelince kilitli kapı kendiliğinden açılır, Mevlânâ Celâleddîn de Dicle'den kabına suyu doldurur, babasının odasına getirirdi. Medreseye gelişinde kapı kendiliğinden kapanır kilitlenirdi. Bir defâsında kapıcı bu hâdiseye vâkıf oldu. Bâzı kimselere de söyledi. Mevlânâ'nın babası bunu duyunca, o kapıcıyı çağırıp; 'Bu hâli kimseye açma, yoksa helâk olursun.' buyurdu. Bunun üzerine kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in kerâmetini gizleyeceğine söz verip Sultân-ül-Ulemâ'nın talebeleri arasına katıldı.
Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled hazretleri daha sonra Bağdât'tan, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye geldiler. Hac ve Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Şam'a ve Erzincan'a, oradan da Lârende'ye (Karaman'a) gelip yerleştiler.
Sultân-ül-Ulemâ, Lârende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere yedi sene kadar talebe okuttu. Yüzlercesine icâzet (diploma) verdi. Şöhreti her tarafa yayıldı.
Mevlânâ Celâleddîn, din ve fen ilimlerinde yetişip bülûğ, evlenme çağına erince, babası onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin kızı Gevher Hâtunla evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in bu evliliğinden oğlu Sultan Veled dünyâya geldi. Daha sonra Mevlânâ'nın annesi Mü'mine Hâtun ve ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de vefât ettiler.
Bu sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ismi Selçuklu Devletinin her köşesinde duyulmuştu. Konya'da oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd onu Konya'ya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Behâeddîn Veled hazretleri Lârende'den ayrılıp Konya'ya yerleşmek üzere yola çıktı. Kervan Konya'ya yaklaştığında sultan onu büyük bir hürmet ile karşıladı. Atının dizginlerinden tuttu. Saygı ve sevgi ile ellerinden öptü. Atın dizginleri sultanın elinde olduğu hâlde şehre girdiler. Behâeddîn Veled ve yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine yerleştirildiler.
Mevlânâ Celâleddîn burada da tahsîline devâm etti. Konya'da iki seneyi doldurdukları sıralarda babası Sultân-ül-Ulemâ Hakk'ın rahmetine kavuştu. Babasının vefâtından sonra Mevlânâ Celâleddîn; babasının halîfesi, vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin ders halkasına girdi. Dokuz sene kadar husûsî ve umûmî sohbetleriyle iyice yetişip olgunlaştı.
Mevlânâ Celâleddîn'in çocukluk yıllarında, terbiyesiyle meşgul olan ve kendisini çeşitli ilimlerde yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, babası Sultân-ül-Ulemâ'nın ileri gelen talebesiydi. Tirmiz şehrinde yaşardı. Bir gün talebeleriyle sohbet ederken birden; 'Eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-Ulemâ vefât etti. Haydi namazını kılalım.' diyerek, talebeleriyle gıyâben hocasının cenâze namazını kıldılar. Ondan sonraki gecelerden birinde, rüyâsında hocasını gördü. Hocası Sultân-ül-Ulemâ; 'Burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e ilim öğretmeye devâm et! ' emri üzerine yollara düştü. Konya'ya geldi. Bu sırada Mevlânâ, Lârende'de bulunan kayınpederinin yanına gitmişti. Hocasının Konya'ya geldiğini duyunca, derhal döndü ve tahsîline devâm etmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn, zâhirî ilimlerde kemâl derecesine yükselen Mevlânâ'yı mârifet, Allahü teâlâyı tanıma ilminde de en yüksek seviyeye çıkarmak için Mevlânâ Celâleddîn'e riyâzet, nefsin isteklerini yapmama ve mücâhede, nefsin istemediği ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaya başladı. Bir müddet sonra Halep ve Şam'a gidip, oradaki âlimlerden de ilim öğrenmesi gerektiğini Mevlânâ'ya anlattı. Böylece onu Halep ve Şam'a gönderdi. Kendisi de Kayseri'ye gitti.
Hocasının emri üzerine Mevlânâ ilim tahsîli için Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu işe ilgi göstermeyip murâkabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık bulundurarak, gâfil olmama hâlini muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde kaldı. 'Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim.' dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; 'O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum.' dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; 'Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i şehâdet kurtarır.' buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ hazretleri, Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet edip, onlardan da ilim öğrendi. Onların teveccühlerini kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde zaman zaman Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Tasavvuf ilminde bir müşkili olursa Hızır aleyhisselâm ortaya çıkıp meselelerini hallederdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen, tıp gibi pek çok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Gündüzleri ilim öğrenir, gecelerini ibâdet içinde, Allahü teâlâyı zikrederek ve Kur'ân-ı kerîm okuyarak geçirirdi. Seher vakitlerinde tövbe ve istiğfâr ederek çok ağlar, gözyaşları sel gibi akardı. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanar, O'na kavuşmak arzusuyla tutuşurdu. Tasavvuf ilminde de yüksek derecelere kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî, hocalarından icâzet, diploma alıp, önce Kayseri'ye hicret eden Seyyid Burhâneddîn hazretlerini ziyâret etti. Onun feyz ve teveccühlerine kavuşup, duâsını aldı. Oradan berâberce Konya'ya döndüler.
Seyyid Burhâneddîn hazretleri, Mevlânâ'nın dört senelik Halep ve Şam tahsîlinde bir hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Tasavvuf yolunda riyâzete ve mücâhedeye devâm ettirdi. Mübah olanları azaltıp, zarûret mikdârı kullanırdı. Ona; 'Karnınız aç olsun. Bunun için de çok oruç tutunuz. Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak; kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur.' buyurdu. Mevlânâ hazretlerinin, on beş gün ağzına hiç lokma koymadığı zamanlar olurdu. Nefsinin istediklerini yapmamak için kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine; 'Ey nefs! Bana istediklerini yaptırıp, rûhumu emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım! Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et! ' diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi ve bu halde aylar birbiri ardından geçerlsiderdi.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; 'Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha da olgunlaşman, pek büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşar, mânevî hâllere kavuşursun. O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, aynı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm.' buyurdu. Mevlânâ hazretleri hocasına, Kayseri'ye gitmeyip berâber kalmaları için çok ısrâr ettiyse de kabûl ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn hazretlerini Kayseri'ye uğurladı. Kayseri'de bir müddet yaşayan Seyyid hazretleri, bir gün abdestini alıp hizmetçisine; 'Git kapıyı kapa ve dışarıda, Seyyid Burhâneddîn vefât etti, diye bağır.' buyurdu. Hizmetçi dışarı çıkınca, Seyyid hazretleri secdeye kapanarak; 'Yâ Rabbî! Seni ve Resûlünü çok seviyorum. Sana kavuşmak arzum son haddine ulaştı. Beni bu sevgime ve arzuma bağışla. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah.' dedi ve rûhunu teslim etti. Hizmetçinin haberi üzerine Kayseri bir anda anababa gününe döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine haber salındı. Cenâze hazırlıkları yapılıp kefenlendi. Namazı kılınıp, defn işleri halledildi. Mevlânâ hazretleri haberi işitince Kayseri'ye geldi. Hocasının kabri başında Kur'ân-ı kerîm okuyarak mübârek rûhuna bağışladı. Seyyid hazretlerinin kitaplarını Mevlânâ'ya teslim ettiler. Bu kitaplar arasında Şems-i Tebrîzî'nin hazırladığı meşhûr Makâlât isimli eser de vardı.
Mevlânâ hazretleri o sıralarda Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden de ilim öğrendi. Onun feyz ve teveccühlerine kavuştu. Mânevî yolda yüksek derecelere ulaştı.
Hocası Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: 'Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi.Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; 'Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur.' buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ ile, talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret buyurdular. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım.'
Bir gün büyük bir ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî de orada bir seccâde üzerinde oturuyordu. Mevlânâ içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; 'Terbiyesizlik edip sizin seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim? ' deyince, Sadreddîn hazretleri; 'Senin oturmakta fayda görmediğin seccâde bize de yaramaz.' buyurup, seccâdeyi oradan kaldırdı.
Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin talebesi idi. Şems-i Tebrîzî evliyâlıkta yüksek makamlara ve derecelere yükseldi. Lâkin daha yüksek mânevî makamlara kavuşmak istiyordu. Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında, Konya'da bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması îcâbettiği bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükrederek; 'Böyle dosta canım fedâ olsun.' dedi. Konya'ya gelip, Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems-i Tebrîzî hazretlerine baktı, ona selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi kendisine de; 'Bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.' diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; 'Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? ' dedi. O kimse; 'İsminizi öğrenmek istiyorum? ' deyince, o da; 'Celâleddîn Muhammed.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; 'Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? ' diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; 'Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd, O'nun hürmetine yaratıldı.' buyurdu. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; 'Peki Muhammed aleyhisselâm; 'Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî! ' dediği hâlde, niçin Bâyezîd-i Bistâmî; 'Sübhânî.' 'Benim şânım ne yücedir.' diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? ' diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: 'Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; 'Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da artır.' derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi, o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek tecellî ile dolup taşardı'. Bu îzâhata hayrân kalan Şems-i Tebrîzî; 'Allah! ' diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeple evine götürdü. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; 'Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.' diyerek hizmetine koşmaya başladı.
Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhate gitmiyordu. Yanlarına da, hizmetlerini görmek üzere, büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkürde bulunurlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Bir gün Şems-i Tebrîzî hazretleri, havuzun başında Mevlânâ ile sohbet ediyordu. Mevlânâ bir hizmet için oradan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî de Mevlânâ'nın kitaplarını havuza attı. Bir değnek ile de suyun dibine bastı. Mevlânâ hazretleri oraya geldiğinde kitapları suda görünce çok üzüldü ve 'Diğerleri ne ise, Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin hâtırası olan Mantık-ut-Tayr kitabı ıslanmasaydı.' diyerek âh etti. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî hazretleri, kolunu sıvayarak havuza soktu. Kitabın birisini sudan çıkardı. Çıkan kitap Mantık-ut-Tayr idi ve hiç ıslanmamıştı.
Bu hâdise, diğer bir rivâyette de şöyle anlatılır: Bir gün, Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu. Mevlânâ; 'Sen bunları anlamazsın.' dedi. Şemseddîn, kitapları suya attı. Mevlânâ; 'Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti! ' diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatıp herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ; 'Bu nasıl iştir? ' deyince, Şems; 'Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın.' buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: 'Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrundan yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyor, babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam Şems'e uyar oldu. Şems, babamı bu muhabbete dâvet ettikçe, o da, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir an ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam, pek büyük mânevî derecelere yükseldi.'
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: 'Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizden tamâmen uzaklaştı. Gece-gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına oğlu hâriç kimseyi de almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile Tebriz'in toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.' Bu söylentilere Mevlânâ; 'Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? ' diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. 'Şems, Şems! ' diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Ona bir mektubunda; 'Ey gönlümdeki nûr, gel! Ey gönlümde ona arzu olan gel. Ey sevgi ve samîmiyetini ispat eden gel. Gelirsen ne mutluluk ve ferah. Gelmezsen ne hüzün ve akla durgunluk. Gel, sen güneş gibisin uzak ve yakın olduğunda. Ey uzaktakilere yakın olan gel.' diye yazıyordu.
Eğer bir kimse, Mevlânâ hazretlerine; 'Şems'i gördüm.' diye yalan söylese, ona müjde için üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; 'Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi.' dedi.Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; 'O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor.' deyince, Mevlânâ da; 'Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm.' diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Zamanla şehirdeki fitne ortadan kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye olan düşmanlıktan, vazgeçildi. Mevlânâ hazretleri artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;
'Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın! O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et! ' dedi. Sultan Veled hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan özürler dilediklerini de sözlerine ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasından yaya yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; 'Sultânın yanında, hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık olmaz. Hizmetçilerin, efendisi arkasında yürümesi gerektiğini öğrendik.' diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında, babası Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'ya teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'nın, başta sultan olmak üzere, ileri gelen vezirleri, hâkimleri, zenginlerinin yanısıra, bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde, mübârek velî Şems-i Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerini sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptü. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; 'Benim bir serim (başım, bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra yâni evliyâlıkta ilerlemesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz.' dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, mânevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhatte bulunacağını, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyordu. Ona her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırdı. Bir gün; 'Her kim; 'Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.' hadîs-i şerîfinin sırrına vâkıf olmak isterse, Mevlânâ'nın hareketlerine, ahlâkına, davranışlarına baksın. Onun gibi olmaya çalışsın. Onu sevsin. Onda enbiyâ ve evliyânın bütün âdet ve vasıfları toplanmıştır. Her fende emsâlsizdir. Kısaca ben ona ulaşmış olmasaydım, mahrûm olurdum. Fakat Mevlânâ'nın sırrı, âlemde gizli kaldı, onu kimse keşfedemedi.' buyurdu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başladı. Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; 'Ey evlâdım! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başlandı. Beni, Mevlânâ'dan ayırmak için söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! ' buyurdu.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyor, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Dışarıda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin; 'Allah! ' diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Cesedi alıp Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu ayrılığına, Mevlânâ pek üzüldü. Ayrılığın verdiği hasret ile nice beyitler, kasîdeler söyledi. Evliyâlık hâllerini, derecelerini nazım ile öyle güzel anlattı ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyemedi. Hazret-i Ali'den gelen feyz ve bereketleri, vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmadı. Şems-i Tebrîzî'ye olan muhabbetinden dolayı eserinde 'Şems' ve 'Hâmûş' kelimelerini mahlas olarak kullandı. Dîvânına Dîvân-ı Şems dendi.
Mevlânâ hazretleri, bundan sonra talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye başladı. Pek çok velînin yetişmesine sebeb oldu. Bunların arasında en meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi idi. İnsanların hasta kalplerine, tatlı, serin şerbetler vererek şifâ olmaya çalıştı.
İlim ve fazîleti sebebiyle az zamanda, o derece şöhret buldu ki, ilim talebesi, her taraftan huzûruna kavuşmak için cân atıyordu. Her zaman etrafında dört-beş yüz dinleyici bulunurdu. Evine gidip gelirken bile, etrâfını sarıp, çeşitli suâller sorar, müşkillerini çözerlerdi.
Mevlânâ, Kitap ve sünnetten zerre kadar ayrılmayarak, tasavvufta emsâlinden üstün oldu. Binlerce talebesi vardı. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştirmeye çalıştı. Zamanla talebe sayısı arttı, medreseler çoğaldı. Büyük âlimler yetişti.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin talebelerinin en önde gelenlerinden biri, Selâhaddîn Zerkûb idi. Selâhaddîn, önceleri kuyumculuk yapardı. Bir gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in dükkanının önünden geçerken, içerden, altına şekil vermek için vurulan her çekicin; 'Allah, Allah! ' diye ses çıkardığını kalp gözüyle anladı. Bu hâl çok hoşuna giderek, dükkan sâhibi olan Selâhaddîn'i medreseye dâvet edip, iltifâtlarda bulundu. Selâhaddîn, Mevlânâ'nın sohbetlerinden çok haz duyduğundan kuyumculuğu bıraktı. Artık her gün medreseye gidiyor, hocası Mevlânâ'nın sözlerini sahrâda susuz kalan kimse gibi, damlasını telef etmeyerek âdetâ içiyordu. Mevlânâ da bu yeni talebesini çok sevip, bütün feyz ve teveccühlerini onun üzerine çevirdi. Selâhaddîn'i, kısa zamanda evliyâlık derecelerine yükseltti. Ona olan sevgisinden dolayı oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in kızını isteyerek nikâh yapıp akrabâ oldu. Selâhaddîn, on sene Mevlânâ hazretlerinin sohbetiyle ve hizmetiyle şereflendi. Mevlânâ'nın sağlığında vefât etti. Selâhaddîn'in vefâtına çok üzülen Mevlânâ hazretleri, talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in üzerinde çok durarak, onu kendisine vekîl olacak şekilde yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya en mühim yardımı Mesnevî'yi yazması oldu. Mevlânâ hazretleri, mânevî bir aşkla edebî değeri yüksek İslâm ahlâkının üstünlüğünü anlatan ince bilgiler ve Allah sevgisiyle dolu beytler söyledi. Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini kendisi yazdı, diğer beyitleri ise, kendisi söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e yazdırdı. Böylece daha bir benzeri yazılmamış olan Mesnevî-i Şerîf meydana geldi.
Mevlânâ bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârın üst tarafında oturduğunu gördü. O gence bir şey söylemeden, hazret-i Ali'nin sabah namazına giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarı, yaşına hürmeten geçmediğini, bu sebeple namaza geç kalınca, birinci rekatın rükûunda Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah'ın sırtına lutf ile dokunup durdurduğunu ve hazret-i Ali'nin yetiştiğini anlatıp; 'Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiş ihtiyarlara saygı ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katında ne kadar yüksek mertebe kazanacağını düşünmelidir.' buyurdu. Bu nasîhatı dinleyen genç, mükemmel bir ders alıp, bir daha büyüklerin üst tarafına oturmadı.
Bir yerde büyük bir cemiyet tertîb edilmişti. İlim sâhibi biri; 'Bugün Mevlânâ, bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim.' dedi. Oradakilerin nasîhatlerine rağmen, o sözünde ısrar etti. O sırada Mevlânâ kapıdan içeri girip, söze başladı: 'Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, söylüyorum. Bana karşı çıkıyorsan çık, ters cevap verebiliyorsan ver.' buyurdu. Bu hâli gören o kibirli adam, tövbe edip Mevlânâ'nın elini öptü, sâdık talebelerinden oldu.
Sultan Rükneddîn'in hanımı anlatır: 'Bir gün Mevlânâ hazretleri âniden aramızda peydâ olup; 'Acele bu evden çıkın, çabuk olun, evi boşaltın! ' buyurdu. Biz hemen evden çıktık. Çıkar çıkmaz ev yıkıldı. Hepimiz kurtulduk. Mevlânâ'nın bu kerâmetinin bir şükrânesi olarak, Sultan Rükneddîn, bin altını Mevlânâ'nın medresesinde okuyan talebelere dağıttı.
Bâzı beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a dâvet ettiler. Mevlânâ; 'Gitme! ' dedi. İkinci dâvette sormadan gitti ve orada öldürüldü.
İmâm İhtiyârüddîn anlatır: 'Birgün Mevlânâ ile ikimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağına gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın ardından yavaş yavaş giderken, onun bir arşın kadar yüksekten havadan gittiğini gördüm. Hayretimden kendimden geçmişim. Ayıldığımda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri gitmiş. Acele ederek kendilerine yetiştim. Kulağıma eğilerek; 'İnsanoğlu bir kuştan daha mı âciz ki, havaya kalkmasına hayret ediyorsun? ' buyurdu. Bağa vardık. Sohbet esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; 'İsterim ki, Şeyh Ziyâeddîn'in dergâhı bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin olsun.' buyurdu. Hüsâmeddîn Çelebi; 'Efendim! Başkalarının makâmında gözüm yoktur.' dedi. Mevlânâ; 'İyi ama benim gönlümden öyle geçti.' buyurdu. Sonra sohbet bitti. Ertesi sabah şehirden gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, dergâhında âniden öldüğü haberini getirdiler. İki-üç gün sonra da Hüsâmeddîn Çelebi oraya müderris tâyin edildi.'
Hanımı anlatır: 'Bir gün Mevlânâ evden kayboldu. Hiçbir yerde bulamadık. Bir ara uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı namaz kılarken gördüm. Mübârek ayakları tozlu idi. Sonra ayakkabılarını çevirmek istedim, onlarda kırmızı kumlar gördüm. Sorduğumda; 'Mekke'de bir velî dostum vardır. Biraz onunla sohbet ettim. O kum, Hicaz'ın kumudur.' buyurdu. Bu kadar kısa zamanda oralara gidip gelmek nasıl olacağı aklıma geldi. Hemen anlayıp; 'Allahü teâlânın velî kulları gönül gibi, bir anda her yeri dolaşabilir.' buyurdu. Böylece tayy-i mekânı târif ettiler. Yâni kısa zamanda uzak yerlere gitmeyi ve çok iş yapmayı anlattılar.'
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, vefât etmeden yaptığı vasiyyetinde; kabrine Mevlânâ hazretlerinin gelip, Kur'ân-ı kerîm okumasını istirhâm etti. O zât vefât edince vasiyyeti Mevlânâ'ya bildirdiler. Mevlânâ da memnun olup, onun kabrinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Vefât eden kişinin çocuklarından biri, rüyâsında babasının çok iyi bir hâlde olduğunu görünce; 'Babacığım! Bu dereceye nasıl vâsıl oldunuz? ' diye sordu. Babası da: 'Beni kabre koyunca Münker ve Nekir melekleri suâl sormaya gelirken, oraya güzel yüzlü bir melek geldi. Onlara; 'Allahü teâlâ bu zâtı Mevlânâ'ya bağışladı. Onu bırakınız! dedi. O günden beri hamdolsun hâlim iyidir.' diye cevap verdi.
Mevlânâ'nın mübârek hanımı anlatır: 'Mevlânâ hazretleri, bir gün namaza durdu. Sükûnet ve tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; 'Ey efendi! Dünyâda ve âhirette biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız? ' diye sordum. Yemîn ederek; 'Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; 'Ey Kerîm olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî! ' demek istiyorum. YoksaO'na lâyık bir ibâdeti kim yapabilir? ' buyurdu.
Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Yollara düşüp Konya'ya geldi. Konya'da yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler. Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karşıladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Mevlânâ, bir gün oğlu Sultan Veled'e: 'Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır.' buyurdu.
Mevlânâ, ezân-ı şerîf okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi. Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi. Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir iş karıştırmadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu âdetini bozmazdı. Nihâyet bir gün vefât etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz üstü oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; 'O kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu ziyâret edip aziz tutun.' hitâbı geldi.
Mevlânâ, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; 'Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyâda da âhirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, herkese karşı tevâzu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur.' buyurdu.
Sultân Veled anlatır: 'Ben, beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: 'Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.' Bunu dinleyen talebelerden biri; 'Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder? ' dedi. Bu suâle; 'Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız.' cevâbını verdi.
Önceleri Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğünü anlayamayan, onun devamlı aleyhinde söz söyleyen biri bir gün rüyâsında gördüklerini anlattı: 'Rüyâmda Karatay Medresesindeki dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi oturur hâlde gördüm. Sanki güneş gökten inmişti. Nûrundan gözler kamaşıyor, Eshâb-ı kirâm da hizmet ediyorlardı. Ben huzûruna doğru ilerleyip kendilerine selâm verdim. Selâmımı aldılar ve yanlarında bulunan tabaktaki yahniden bir parça sundular. Yahniyi alarak; 'Yâ Resûlallah! Etlerin en lezzetlisi, en güzeli hangisidir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olanıdır.' O anda uyandım. Her tarafımı nûr kaplamıştı. Büyük bir sevinç içinde Karatay Medresesine gittim. Dershânenin ortasında, Peygamber efendimizi gördüğüm yerde Mevlânâ hazretleri oturuyordu. Hayretle yanlarına yaklaştım ve selâm verdim. Selâmımı tebessüm ederek aldı. Daha ben rüyâmı anlatmadan: 'Sevgili Peygamberimiz; 'Etlerin en iyisi, kemiğe bitişik olandır.' buyurdu.' dedi. Mevlânâ'nın rüyâmdan haberdâr olduğunu anlayınca, düşüp bayıldım. Ayıldığımda büyük bir sevgiyle ellerini öpüp, talebeliğe kabûl edilmemi taleb ettim ve sarsılmaz bir îtikâd ile kendisine bağlandım.'
Bir kimse rüyâsında Resûlullah efendimizi görüp, huzûruna vararak hürmetle selâm verdi. Peygamberimiz, mübârek yüzlerini öbür tarafa çevirdiler. O zât, öbür tarafa dolanıp tekrar selâm verdi. Yine mübârek yüzlerini çevirip, iltifât etmediler. O zât çok üzülerek ağlamaya başladı ve sebebini suâl etti. Peygamber efendimiz; 'Sen, bizim dostumuz olan Celâleddîn Muhammed Rûmî'den yüz çeviriyorsun. Hâlbuki o, bizim çok sevdiğimiz evlâdımızdır.' buyurdular. O kimse korku ile uyanıp hatâsını anladı. Kendi kendine; 'Ey bedbaht! Şimdiye kadar yarasa gibi güneşin ziyâsından kaçtın. Bundan sonra bâri Mevlânâ hazretlerinin huzûruyla şereflenip dünyâda ve âhirette saâdete kavuş.' dedi. Hemen Mevlânâ'nın medresesine doğru, onun talebesi olmak için büyük bir ihlâs ile yola koyuldu. Kapıya geldiğinde, Muhammed ismindeki talebeyle karşılaştı. Talebe, ona; 'Beni hocam Mevlânâ hazretleri gönderdi. Bize kalbinde sevgi hâsıl olan bir kimse geliyor, onu kapıda karşılayın.' dediler. 'Haydi içeriye buyurun! ' dedi. O kimse içeri girip Mevlânâ'nın elini öpüp, talebesi olmakla şereflendi.
Konya eşrâfından Muînüddîn Pervâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mevlânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ'ya husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzerine pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görünce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için; 'Helâl lokmadır, buyurunuz efendim.' diye ısrâr edince, Muînüddîn'e; 'Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı? ' dedi. Bu sözleri duyan ev sâhibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ'nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ'ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.
Emîr Ahmed anlatır: 'Mevlânâ'nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya gitmeme, annem ve babam müsâde etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum. Sonra En'âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir mikdâr saçımı keserek; 'Bu, Mesnevî âlimi olacak.' buyurdu. Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında idim. Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya'ya gittim ve Mevlânâ'ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak hâle geldim.'
Kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed anlatır: 'Hacca gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün kendisine sebebini sorduğumuzda; 'Hacca giderken bir konakda uyumuşum. Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet gittikten sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir çadır vardı. Yanına vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm. Durumumu ona anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum. Bana; 'Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ'nın oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Her gün buradan geçip gider. Birazdan gelmesi lâzım. Sabredersen onu görürsün.' dedi. Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi. İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi. Sonra kendisine durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ hazretleri bana tebessüm ederek; 'Hiç merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız.' buyurdular. Ben gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında buldum. İşte benim Mevlânâ hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur.' dedi.
Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri, ticâret maksadıyla İstanbul'a gitmek için izin istedi. Mevlânâ hazretleri de; 'İstanbul'a gitmenize izin verdim. Yalnız İstanbul'da şu adreste bir kilise var. İçinde şu vasıflarda birini bulacaksın. Ona benden selâm söyle.' buyurdu. Tüccâr; 'Peki! ' diyerek yola çıktı. İstanbul'da işini hallettikten sonra, emredilen adrese gidip kiliseyi buldu. İçinde târif edilen kimse vardı. Ona, Mevlânâ'nın selâmını söyledi. O kimse ile konuşurlarken, bir köşede Mevlânâ hazretlerini murâkabe hâlinde oturuyor gördü. Hayretinden aklı gidip oraya düştü bayıldı. Kendisine geldiğinde, kilisede sâdece selâm getirdiği kimse vardı. Ayrılmak için izin istediğinde, o zât da; 'Mevlânâ'ya benden selâm söyleyiniz.' diye tenbihte bulundu. Tüccar oradan ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra Konya'ya geldi. Doğruca Mevlânâ'nın huzûruna gitti. İstanbul'daki kimsenin de kendisine selâmı olduğunu söyledi. Mevlânâ'ya bunu söylerken, Mevlânâ'nın önünde o İstanbullunun diz üstü oturduğunu gördü. Yine hayretinden aklı başından gidip, orada bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; 'Ey tüccar! Bu gördüklerini, sağlığımda kimseye söyleme.' buyurdu. Bunun üzerine tüccar, bütün malını İslâmın yayılması için harcadı ve Mevlânâ'nın huzûruna gelip talebesi olmakla şereflendi. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaya çalıştı.
Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun Kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine râhip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle olmaya çalışırdı. Bu arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı davranırdı. Bir gün kendisine; 'Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli olmanın, iltifât göstermenin sebebi nedir? ' diye sordular. O da cevap olarak; 'Biz Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini anlatayım. Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; 'Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde; 'İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.' buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeye göre, müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği bildiriliyor. Mâdem ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli olacaktır? ' dedi. Mevlânâ; 'Evet. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes Cehennem'e uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona tesir etmiyecektir. Hattâ Cehennem; 'Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi söndürüyor.' diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır. Ateş, aynı ateştir. İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim.' dedi. Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp, kendisine verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece fırının içine attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu. Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu. İçini açtığında, bizim gömleklerimizin hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek; 'Ey râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle uğrarsınız.' deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman olduk. Her birimiz de, bundan sonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza, hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur.'
Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca, talebelerine; 'Bugün Mevlânâ'ya gidip, onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki, hiç birisine cevap veremesin.' dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn'in yanında Mevlânâ hazretleri tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn'in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı, talebelerine; 'Mevlânâ buraya geldi.' deyince, talebeler; 'Biz görmedik efendim.' dediler. Bu hâl, Kâdı Sirâceddîn'in zihnine takıldı, düşüncelere daldı. Bir saat kadar sonra Mevlânâ hazretleri tekrar orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler. İncelediklerinde, Mevlânâ'ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak, yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri, hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ'nın talebesi olmakla şereflendiler.
Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: 'Gençliğimde İskenderiyye'ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı, kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana, kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle, aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kullarından Mevlânâ hazretleri geldi. Hemen; 'Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum.' diye seslendim. O anda, herkesin gözü önünde, gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye'den sonra Konya'ya gittik. Mevlânâ'nın huzûruna çıktığımızda bize; 'Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar, dünyâda da âhirette de halâs olup, kurtulurlar.' buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ'ya talebe olmakla saâdete kavuştuk.'
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya'ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; 'Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım.' dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ'nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ'nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; 'Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.' dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: 'Ey Tâcir! Sen, Magrib'de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın.' diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; 'Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır.' buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; 'Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.' dedi. Tâcir; 'Peki efendim! ' deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ'nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; 'Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak.' deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ'yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya'ya geldi ve Mevlânâ'nın talebesi oldu.
Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; 'Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile, helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir.' buyurdu.
Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; 'Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız.' buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.
Bir kimse, geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri o kimseye; 'Eğer sana, âzâlarından birini kesip, yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun? ' diye sordu. O da; 'Hayır, râzı olmam.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; 'Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın, niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun, bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken, vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken, niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen 'Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım.' (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.
Mevlânâ hazretleri bütün işleri ihlâs ile, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh ettiler: 'Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken, tüccar bir çift ayakkabı verdi. Sonra tüccar, talebeye ikide bir; 'Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden gitme.. Ayakkabıyı eskitme...' diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tüccarın önüne bıraktı ve; 'Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam.' dedi. İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.
Devlet memurlarından bir kimse, zaman zaman Mevlânâ hazretlerini ziyâret eder, vazîfesinden ayrılarak devamlı onun hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirirdi. Mevlânâ da, vazîfesini bırakmamasını ister, ona nasîhatler ederdi. Bir gün ona şu menkıbeyi anlattı: 'Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd zamânında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazîfesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmağa başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine hiç uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar cenâb-ı Hakka yalvarıp, gözyaşı döktü, tövbe istigfâr etti. Bir gece rüyâsında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı. 'Ey vefâlı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünyâ makamlarından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Hâlbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acabâ bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım? ..' gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı. Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm; 'Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenât ile değildi. Senin o mühim vazîfeni yapıp müslümanların işlerini hak ve adâlet ile idâre ettiğin için gelip seninle sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazîfeyi bırakıp, müslümanlara hizmeti terkettin. Hattâ onları adâleti olmayan biriyle başbaşa bıraktın. Sâdece kendi menfâatin için bir köşeye çekildin. Kendi menfaatini müslümanlara tercih ettin. Şimdi o yerine geçen şahıs, müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin, müslümanların umûmî menfaatleri yanında bir kıymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makâmı ile müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. Bunun için artık senin yanına gelmiyorum.' dedi. Zâbıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oldu ve; 'Çok doğru... Çok doğru...' dedi. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazîfesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazîfesine tâyin etti. İşte bu zâbıta âmirinin vazîfesi müslümanlar için ne kadar kıymetli ise, senin vazîfen de o derece mühimdir. Bunun için, benim hizmetime gelmenden çok, vazîfene devâm etmen önemlidir. Çünkü senin vazîfen, pekçok müslümanı ilgilendiriyor. Onların başında senin gibi adâletli ve emîn bir kimsenin bulunması lâzımdır. Böylece onlar da huzur ve refah içinde yaşasınlar. Bizim rızâmız bundadır. İstifâ edip bize hizmette bulunmana aslâ rızâmız yoktur.'
Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; 'Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi? ' diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; 'Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu, âhiretteki ise hududsuzdur.' buyurdu. Oradakiler; 'Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz? ' deyince, Mevlânâ; 'Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse, elbette biz de sizlere şefâat ederiz.' buyurdu.
Mevlânâ hazretleri kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; 'Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır.' buyurdular.
Talebelerinden biri, Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ hazretleri inciri aldı ve; 'Hayli güzel incir, fakat kemiği var.' buyurdu ve yere bıraktı. Talebe; 'İncirin nasıl kemiği olur? ' diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ hazretleri bir tane alıp yedi ve; 'Bu incirin kemiği hiç yoktur.' buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler.
Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da; 'Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ hazretleri bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.
Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: 'Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; 'Burada ne yapıyorsun? ' dedi. Akrep; 'Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır.' diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; 'Ne yapıyorsun? ' diye sordu. Akrep; 'Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur.' dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti.' Mevlânâ hazretleri bundan sonra şu beytleri okudu: 'Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir.' Sonra da; 'Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir.' buyurdular.
Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; 'Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor.' diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; 'Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır.' buyurdu.
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti. Mevlânâ hazretleri ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; 'Mevlânâ hazretleri bana nasîhatte bulunsun.' dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; 'Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allahü teâlâ seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.' buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; 'Yâ Rabbî! Mevlânâ hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et.' dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.
Bir zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ hazretlerini ziyârete geldi. Fakat Mevlânâ hazretleri onu karşılamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ'nın kapısında beklemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür diledi ve; 'Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve hâllerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman göremezler. Onlar kendi hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini buluruz.' buyurdu. dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki eli arasına alıp düşüncelere daldı. Bu esnâda Mevlânâ hazretleri çıkageldi. Vezir hemen ayağa kalkıp; 'Efendim niçin bize geç görünüyorsunuz? ' dedi. Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı. Vezir; 'Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana; 'Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin beklemesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme.' demek istediniz öyle değil mi? ' dedi. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; 'Güzel düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir. Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse, onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey tutuşturulup yolcu edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; 'Ekmek pişinceye kadar biraz sabret ve bekle.' derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek içindir. Vezir sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı. Sevinçli olarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; 'Bu nasıl namazdır? ' dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; 'Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; 'Ey İmâm! Neyin var? ' diye sorulduğunda, o; 'Kur'ân-ı kerîmde meâlen; 'Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi.' (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi.' derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır? ' buyurdular.
Buyurdular ki; 'Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır.'
'Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır.'
'Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennet'e girer.'
'Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.'
'Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.'Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.'
'Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır.'
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri 1273 senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan bâzıları 'biz helâl etmiştik' dedilerse de tekrar gönderip almalarını sağladı. 'Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk.' diyerek kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğine işâret etti.
Mevlânâ hazretleri hasta döşeğinde yatmakta iken yedi gece çok şiddetli derecede zelzele oldu. Birçok evler ve bağların duvarları yıkıldı. Herkes bu durumdan korkup feryâd etmeye başladı. Bu sırada Mevlânâ hazretleri; 'Evet zavallı toprak yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzım.' buyurdu ve sonra da; 'Ben size, gizlide ve açıkta Allahü teâlâdan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devâm etmeyi, dâimâ şehvetten kaçmayı, halkın eziyetine ve cefâsına dayanmayı, aşağı ve sefih kimselerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, kerîm olan sâlih kimselerle berâber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur.' buyurdu.
Mevlânâ hazretleri bir ara talebelerinin önde gelenlerinden Sirâceddîn'i yanına çağırdı ve ona bir duâ öğretti. Bunu hoş ve sıkıntılı zamanlarda okumasını tenbih etti: 'Yâ Rabbî! Beni sana ulaştırmaya vesîle olan Mevlânâ'ya hasret çekiyorum. Sana vesîle olan sağlığı, sıhhati seni bol bol tesbîh etmek, anmak için istiyorum. Yâ Rabbî! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, merhametinle bu duâmı kabûl et.'
Mevlânâ hazretlerinin hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ'ya; 'Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur.' dediler. Mevlânâ onlara; 'Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz.' buyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin vefâtı sırasında medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; 'Bu kedicik niçin feryâd ediyor biliyor musunuz? ' Orada bulunan dostları ve talebeleri; 'Siz bilirsiniz efendim.' dediklerinde; 'Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çâresizleri yetim bırakacaksınız... Bizim hâlimiz ne olacak? .. diyor.' buyurdu.
Dostları, talebeleri; 'Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız? ' diye sordular. Mevlânâ hazretleri de; 'Hüsâmeddîn Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum.' buyurdu. Oradakiler bu suâli üç defâ sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. 'Cenâze namazınızı kim kıldırsın? ' diye sordular. Ona da; 'Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın.' buyurdular.
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: 'Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; 'Döşeği kaldırın.' buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O delikanlının yanına varıp; 'Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı? ' diye sordum. O da; 'Ben Azrâil'im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim.' dedi. Mevlânâ da; 'Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur! ' deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.'
Mevlânâ hazretleri vefât edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlattı: 'Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya başlayınca, üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kâdir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım. Vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sâhibini göremediğim sesler geliyordu; 'Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu. Bunda endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme naklolunurlar.' Bu sözler beni kendime getirdi.'
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: 'Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; 'Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir? ' dediler. Bunun üzerine; 'Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı.' buyurdu.
Mevlânâ'yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rüyâda gördüler. Hâli iyi idi. 'Bu mertebeye nasıl kavuştun? ' diye sorduklarında, 'Mevlânâ'nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu bildirdiler. Ben de cân u gönülden direği verdim. Bu sebeple Allahü teâlâ beni magfiret eyledi.' diye cevap verdi.
Muhammed Hâdim şöyle anlatır: 'Mevlânâ'nın yanında kırk yıl hizmet ettim. Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık gördüm. Bir gece bile, yatıp uyumak ve istirâhat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır.'
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî'sinde geçen 'ney' kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî'de yirmi dört bin, Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır. Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında, 1847 (H.1263) 'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: 'Mesnevî'nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir.' Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, 'ney'i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) , yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, 'O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle! ' demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu, dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.
Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; 'Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir.' buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.
Mevlânâ hazretleri, ölüme, 'Şeb-i Arûs= düğün gecesi' adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın
'Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan da olsan gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel! '
buyurduğu söylenmektedir.
Yunus Emre 'nin mezarını kaldırma işlemleri de biraz ilginçtir. Bu kaldrıma işlemi uzun bir uğraşa sebebiyet verir. Kimse mezarı yerinden kaldıramamaktadır. Bir müddet sonra sakallı biri topluluğun içinden naaşın yanına gelir. Etrefına bakınır. Ve grubun içinden bir genci çağırır.
Mezarı kaldırma işlemini yapan Abdulhakim Hazretleridir. Yanına çağırdığı genç ise yakın bir zamanda edebiyat dünyamızda olup kaydettiğimiz yazarlardan biridir. Adını anımsamıyorum. Bu genç yıllar sonra o adamı gördüğünde hayretler içinde kalır. Çünkü o kaderin bvir cilvesi ile O mübareğin ayağına O' nun müridi olmaya gitmiştir. Ve o günü anımsar. Ve eserlerinin bir kısmında bunu anlatır.
Tasavvuf ehli ve halk şâiri. Hayâtı ve kimliği hakkında kesin mâlûmat yoktur. Şiirleri, asırlar boyunca zevkle ve hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesnâ bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in Mihalıçcık kazâsına bağlı Yûnus Emre köyünde, 1320 (H.720) senesinde vefât ettiği ve buraya defnedildiği kaynakların tetkikinden anlaşılmaktadır. Vefâtı için başka târihler ve başka yerler de bildirilmektedir.
Çocukluğu hakkında bilgi olmayan Yûnus Emre, bir işâret üzerine genç yaşta Tapduk Emre’nin yanına gitti. Otuz seneden fazla onun hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı. Hattâ bâzı kaynaklar, Tapduk Emre’nin kızını Yûnus Emre’ye verdiğini, hem talebesi, hem de dâmâdı olduğunu kaydetmektedir.
Yûnus Emre, Tapduk Emre'nin hizmetinde bulunurken, mânevî âleminde bir ilerleme olmadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düştü. Yolculuğunda bir gün iki kimseye rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelirdi. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldi. O da duâ etti. Duâda, “Yâ Rabbî benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et! ” dedi. Duâ bitince, iki sofra yemek geldi. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin? ” diye sordular. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin.” dedi. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik.” dediler. Bunun üzerine Yûnus Emre durumunu anlayıp, tekrar Tapduk Emre’nin yanına döndü ve kapısının önüne yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmüyordu. Kapının önüne varıp, ayağı bir şeye takılınca; “Bu bizim Yûnus değil mi? ” diye sordu ve onu kabûl etti. O andan îtibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşüremediği ilâhileri söylemeye başladı.
Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verdi.
Anadolu ve diğer Türk illerinde çok sevilen Yûnus Emre’den başka bu sevgi, saygı ve hayranlık için başka bir örnek yok gibidir. Her bakımdan milletimizi birbirine bağlayan mânevî bir toplayıcılığı vardır. Onda, toplumumuzun iç yapısındaki aynı hisler, duygular ve değer yargıları bulunmaktadır. Onu unutturmayan sebep budur. Anadolu’da Yûnus Emre’nin Dîvân’ının bulunmadığı, ilâhîlerinin okunmadığı ev yok gibidir.
Yûnus Emre, şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin mânâlı, samîmî ve heyecanlıdır. İlâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fânîliği gibi meseleleri en iyi şekilde şiirle anlatmıştır.
Yûnus Emre’yi aynı yolda tâkib eden birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; “Âşık Yûnus” ve “Derviş Yûnus”tur. Yunus Emre’nin en önemli tâkipçisi olan Âşık Yûnus Bursa’lı olup, 1430 (H.843) yılında vefât etmiştir. Her iki şâirin şiirlerini birbirlerinden ayırmak zordur. Yûnus Emre, Celâleddîn-i Rûmî'nin sohbetlerinde bulunmuştur. Bu sohbetlerin, yetişmesinde büyük rolü olmuştur.
Yûnus Emre’de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim endişesi, âile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve âilevî meselelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasîhatler ve hayâtın gâyesi gibi insanlığa has meselelerdir.
Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayrânıdır.
Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halîfenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî âşığıdır. Hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâkî nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve sanat seddi olmuştur. İhlâs ile, her şeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için 'Dervişlik', herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır.
Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içerü.
diye, hakîkî tasavvufu da o târif etmişitir.
1408 yılında Osmanlı Türklerine esir düşen ve Anadolu’da 20 yıl kadar kalmış olan Mülbacher isimli bir yabancı, Yûnus Emre’ye âit şiirleri, ilâhileri duymuş, öğrenmiştir. Memleketine döndüğünde, Yûnus Emre’nin şahsiyetinde İslâmı anlatmış, kitaplar yayınlamış, yazılar yazmıştır. Büyük ün sâhibi Avusturyalı târihçi Hammer de, Yûnus Emre’ye âit şiirler ve ilâhilere yer vermiş, bundan sonra da Batı ülkelerinde Yûnus ismi çok yaygınlaşmıştır.
Eserleri: Yûnus Emre’nin bilinen iki eseri vardır: 1) Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz (Fâilâtün Fâilâtün Fâilün) vezniyle yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dînî bir eserdir. Anadolu’da başlayan Türk Edebiyâtında görülen ilk nasihatnâmedir.
2) Dîvân: Yûnus Emre Dîvânı’nın birçok yazma nüshaları vardır. Fakat bu dîvândaki bütün şiirlerin Yûnus Emre’nin olduğu söylenemez. Yûnus tarzında, daha sonraki şâirlerin yazdığı şiirler de karışmıştır. Taş basması nüshaları da vardır. Yûnus Dîvânı yine Anadolu’da başlayan Türk edebiyâtının ilk dîvânı durumundadır.
Yûnus Emre’nin şiirlerinden;
DOLAP
Ben bir dağın ağacıyım,
Ne tatlıyım ne acıyım,
Ben Mevlâya duâcıyım,
Derdim vardır inilerim.
Beni bir dağda buldular,
Kolum kanadım kırdılar,
Dolaba lâyık gördüler,
Derdim vardır inilerim.
Dağdan kestiler bezenim,
Bozuldu türlü düzenim,
Ben bir usanmaz ozanım,
Derdim vardır inilerim.
Şol dülgerler beni yondu,
Her âzâm yerine kondu,
Bu iniltim Hak'dan geldi,
Derdim vardır inilerim.
Suyum alçaktan çekerim,
Dönüp yükseğe dökerim,
Görün beni neler çekerim,
Derdim vardır inilerim.
Yûnus bunda gelen gülmez,
Kişi murâdına ermez,
Bu fânîde kimse kalmaz,
Derdim vardır inilerim.
MEVLÂM
Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Seherlerde kuşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Sular dibinde mâhiyle,
Sahrâlarda âhû ile,
Abdal olup yâ Hû ile,
Çağırayım mevlâm seni.
Gökyüzünde Îsâ ile,
Tûr Dağında Mûsâ ile,
Elindeki asâ ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Yûnus okur diller ile,
Ol kumru bülbüller ile,
Hakkı seven kullar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
HİÇ ÇÜRÜMEMİŞTİ
Ankara-Eskişehir demiryolunun kenarında bulunan türbesi, 1948’de yolun genişletilmesi için kaldırılmak istendi. Fakat bir türlü bu işte muvaffak olunamadı. Hattâ bir defâsında, döşenen rayların sökülüp, sekiz metre geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine Yûnus Emre için bir türbe yapılıp, kabrinin oraya nakline karar verildi. Yûnus Emre’nin yeni kabri, eskisinden 100 m kadar ileride bir tepecikte yapıldı. Yeni kabrine taşıyacak beş kişilik heyet, kimseye haber vermeden ve hiçbir merâsim yapmadan çalışacaktı. Karar verildiği üzere hareket edildi. Yalnız ertesi gün, Yûnus Emre’nin çevresine dâvetsiz, ilânsız otuz binden fazla insan kalabalığı toplandı.
Yûnus Emre’nin kabri îtinâ ile açıldı. Bedeni, 700 seneden beri hiç bozulmamış bir hâlde, bir eli yüzünde, bir eli kalbinin üstünde, rahat bir şekilde uzanmış yatıyor görüldü. Mübârek bedeni oradan alındı, tabuta kondu ve kalabalığın elleri üzerinde, 100 metrelik mesâfe tam üç saatte katedildi. Yeni mezarına defnedildi. Yûnus Emre’nin vasıyeti şu idi:
“Beni hocamın türbesinde, giriş yolu üzerine gömsünler! ” Bundan murâdı, şeyhini ziyârete gelenlerin, kendisini çiğneyip de geçmeleriydi. Bu, hocasına ne ölçüde bağlı olduğunu göstermektedir.
İlyada Penelope'nin eşi İlyada gittikten sonra verdiği mücadeleyi hatırlatır bana....
Penolope ve mutlu son...
Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber,bütün insanların babası. Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp 'salsâl' oldu yâni pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselâma karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselâma karşı secde etmedi. 'O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.' iddiâsında bulundu. İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca gadab-ı ilâhiyyeye uğradı ve Cennet'ten kovuldu. Âdem aleyhisselâm kırk yaşındayken Firdevs adındaki Cennet'e götürüldü. Cennet'te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet'te yerleşmelerini ve Cennet'in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat, Cennet'te bulunan bir ağaç için, 'Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin.' buyurdu.Âdem aleyhisselâm ve Havvâ vâlidemiz, Cennet'te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet'ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan'da Seylan (Serendib) Adasına, Havvâ ise Cidde'ye indirildi. Birbirlerinden ikiyüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duâları kabûl oldu. Hacca gelmeleri emrolundu.
Arafât Ovasında hazret-i Havvâ ile buluştu. Kâbe'yi inşâ etti. Her sene hac yaptı. Arafât Meydanında veya başka meydanda kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim? ' diye soruldu. Hepsi; 'Belâ=Evet! ' dediler. Sonra hepsi zerreler hâline gelip beline girdiler. Buna 'Ahd-ü-Misâk' ve 'Kâlû Belâ' denildi. Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ daha sonra şam'a geldiler. Burada yirmi defâ ikiz evlâdı oldu. Bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine oniki defâ geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; îmân edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıb, ilaçlar, hesab, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya,tıb,eczâcılık, matematik bigileri öğretildi. İbrânî, Süryânî ve Arab dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.
İlk insanlar,bazı târihçilerin zannettiği gibi ilimsiz,fensiz,görgüsüz,çıplak ve vahşî kimseler değildi.Bugün Asya,Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi,ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı.Bundan dolayı ne bugünkü,ne de ilk insanların hepsi için vahşîdir denilemez.Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı.Okuma-yazma bilirlerdi.Demircilik,dokumacılık,çiftçilik,ekmek yapmak gibi san'atları vardı.Altın üzerine para dahi basılmış,mâden ocakları işletilip,çeşitli aletler yapılmıştı.
Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yoktu.İlk sakalı çıkan şit aleyhisselâmdır.Hazret-i Âdem çok güzeldi.Siyah saçlı ve buğday tenliydi.Onbir gün hasta yatıp,bir Cumâ günü vefât etti.Âdem aleyhisselâm vefât edince,Cebraîl aleyhisselâm bir gömlek giydirdi.,şit aleyhisselâma yıkamayı öğretti.Yıkayıp kefenlediler.Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: 'Âdem aleyhisselâm vefât edince,melekler üç defâ su ile yıkadılar.Onu defnettiler.' Sonra çocuklarına dönerek; 'Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız dediler.' şit aleyhisselâm imâm olup cenâze namazını kıldırdı.Âdem aleyhisselâmın kabri; Kudüs'te,Minâ'da,Mescid-i Hîf'te veyâ Arafât'tadır.Hayatını bildiren rivâyetler birbirinden farklıdır.
Hazret-i Âdem,Allah'a ilk hamd ve ilk tövbe edendir.Seçilmişlerin ilki,yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesidir.Birçok mûcizeleri vardır.Bunlardan birkaçı şöyledir:
Yırtıcı,vahşi hayvanlarla konuşurdu.
Susuz dağ ve taşlara elini vurunca,pınarlar fışkırır,temiz sular akardı.
Eline aldığı ufak taşlar,yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi.
Âdem aleyhisselâmın yaratılması,Cennet'te kalması,Cennet'ten çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi,Kur'ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.
Ken'an diyârında, yâni Fenike denilen sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye'nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yâkûb olup İbrânicede Saffetullah, yâni 'Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul' mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrâil olup 'Allah'ın kulu' mânâsına gelmektedir. İbrâhim aleyhisselâmın küçük oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlu vardır. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Beni İsrâil, yâni İsrâiloğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine 'Sıbt', hepsine birden torunlara mânâsına gelen 'Esbât' denir. Sonradan Yahûdi adı verilmiştir. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden birçok peygamber geldi: Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsâ aleyhimüsselâm bunlardandır. Yâkûb aleyhisselâm Şam'da yeya Medyen'de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocokluğu babasının yanında geçti. Babası İshâk aleyhisselâm, Yâkûb aleyhisselâm için; 'Yâ Rabbi! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.' diye duâ etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Yâkûb aleyhisselâm babasının vefâtından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran'da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leyla ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şem'ûn, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dinâr isimli kızı doğdu. İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yûsuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu. Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yâkûb aleyhisselâma Allahü teâlâdan vahy gelip Ken'an diyârı ahâlisinine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran'dan ayrılıp Ken'an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yapğtırdı. Bu sırada Yûsuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefât etti. Yâkûb aleyhisselâm insanları Hak dine ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve o'na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken'an diyârı ahâlisinden çok kimse ona imân etti. Ken'an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm anneleri vefât etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yûsuf'u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yâkûb aleyhisselâmın özellikle hazret-i Yûsuf'a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yûsuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yâkûb aleyhisselâm oğluna ileride büyük nimetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını tavsiye etti.
Yâkûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf'a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları ona hased ettiler. Hazret-i Yûsuf'u berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacklarını tesbit edemediler. Daha sonra kendi aralarında konuşup Yûsuf aleyhisselâmı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hileye başvurdular. Yûsuf aleyhisselâmı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; 'Biz kırda yarış ederken, Yûsuf'u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.' dediler. Yâkûb aleyhisselâm kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yûsuf'u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yûsufuma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf'a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur.' dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu. Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır'a götürülerek bir köle diye satılan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı.Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yûsuf aleyhisselâm, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu.Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat va refâh içinde yaşamasını sağladı. Yâkûb aleyhisselâm Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır'a gönderdi. Yûsuf aleyhiselâm onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin'i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde Bünyamin'i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin'i bür tedbirle yanında alıkoydu. Yâkûb aleyhisselâmın oğulları üçüncü defâ Mısır'a gidince Yûsuf aleyhisselâmın kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yâkûb aleyhisselâma gönderdi. Babasına ve bütün akrâbalarını da Mısır'a dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâm gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı. Yâkûb aleyhisselâm oğlunun dâveti üzerine bütün akrâbasını alarak Mısır'a gidip oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuştu. Yûsuf aleyhisselâm babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yâkûb aleyhisselâm oğlu hazret-i Yûsuf'a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır'da yaşadı.İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefât etti.Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halil-zr- Rahmân'da bulunan babsı İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrâhim aleyhisselâma, İshâk aleyhisselâma, Sâre validemize ve Yâkûb aleyhisselâma âittir.
Yâkûb aleyhisselâm Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshâk aleyhisselâm gibi halim selim, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur'ân-ı kerimde Yâkûb aleyhisselâmın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, seçkin ve hayırlıkimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır. Yâkûb aleyhisselâmın beş çeşit mûcizesi vardı:
Mucizeleri:1-Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah'ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka duâ ediniz, hem bu seneki, hem degeçen sene kikuzuları birden versim, diye ricâ ettiler. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı. 2- Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı. 3-Hazret-i Yâkûb'un attığı şey, pek uzaklara giderdi.Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhâbere esnâsında Yehûda adlıoğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yâkûb işitip, bir dağ başındanönceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlip geldi.Halbuki aralarında 360km'lik mesâfe vardı. 4-Yâkûb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken'an ahâlisini dine dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz'da en güzel yer olarak tanınmıştır. 5-Ken'an ahâlisini imâna davet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe vetaşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledilkeri gibi olmuştur.
Yâkûb aleyhisselâmın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem'un, Lâvi, Yehûda, Zablun (Yâlun) , İsâhar,Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yûsuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrâiloğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra akılca en üstün olan Yehû danın neslinden Dâvûd aleyhisselâm ve Beni İsrâil (İsrâiloğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeble İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yûsuf aleyhisselâmın neslindendir. Kur'ân-ı kerimde zikr edilen Tâlût da Bünyamin'in neslindendir. Kur'ân-ı kerimde Yûsuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âli imrân sûresi 84, 93; Nisâ sûresi 163; En'âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi6, 49, 58'inci âyetlerinde Yâkûb aleyhisselâmdan ve faziletlerinden bahsedilmektedir.
Diğer adı İsrailoğlu'dur.
Nemrut'un yüzleri
Yüzler... Onlarca, koca koca... Eski tanrıların, kralların, hayvanların yüzleri... Nemrut’un tepesinde...
Binlerce yıldır, öylesine seyrediyorlar Nemrut Dağı’nın zirvesinden yukarıları ve aşağıları.Indiana Jones filmlerinde rastlanacak türden görüntüler.
Nasıl yapıldılar? Kim yaptı? Bu soruların yanıtları meçhul.
Bir kralın söyledikleri var yalnızca:
“Ben yaptırdım. Tanrılara olan sevgimi kanıtlamak için. Cennette Zeus ve Ahura Mazda ile beraber olacak ruhum.”
Yüzler... Onlarca, koca koca….Eski tanrıların, kralların, hayvanların yüzleri. Nemrut’un tepesinde.
Öylesine duruyorlar orada. Dönemin tanrıları ile eş olduğunu sanan bir ölümlünün duygularını yansıtarak ve gizemlerini hâlâ koruyarak...
M.Ö. 3. yüzyılda bölge bugünkü Suriye merkezli İskitler ile doğudaki Partlar arasında bir sınır bölgesi. İskitler’in egemenliği altında bir bölge.
M.Ö. 80 yılına kadar böyle gelinir. Bölge valisi Mithridates, bu tarihte bağımsızlığını ilan eder ve bugün eski kale denilen Arsemia merkezli bir krallık kurar.
Kral, tüm komşuları ile iyi ilişkiler geliştirir. Bir Part prensesi ile evlenir. M.Ö. 64 yılında öldüğünde oğlu Antiochos kral olur. O da babasının stratejisini uygular, komşuları ile iyi geçinir.
Bu dönemde Kommegene Krallığı gelişir, büyür. Antiochos, kendini dönemin tanrıları ile eş tutar. Kölelerden bir ordu kurar ve tapınağı inşa ettirir. Tapınağa, Roma ve Pers tanrılarının, Antiochos’un heykelleri konulur. Tapınak, Antiochos’un da bir tanrı olduğunu göstermektedir aslında.
Krallığın diğer bölgelerine de, benzer heykeller yapılır. Kendisini tanrılarla eş tutan Kral Antiochos, Romalılar’ın gazabına uğrar sonunda. M.S. 32 yılında Roma, Antiochos’un krallığını lağveder. Bundan sonra bölgeye Roma kuklası krallar hükmederler.
Sonra, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri yaşanır. 19. yüzyıla kadar Nemrut, sır perdesi altına gömülür. Ta ki, bir Osmanlı jeoloji bilgini dağa çıkana kadar.
Farkına varılır varılmasına da, Nemrut’ta kazılar, ancak Cumhuriyet Dönemi'nde başlar.
...Ve bugüne kadar, kendini tanrılarla eş tutup bu tapınağı yaptıran Kral Antiochos’un izine rastlanmaz Nemrut Dağı’nda…
Nemrut'a Adıyaman üzerinden kolayca ulaşabilirsiniz. Türk Hava Yollarının İstanbul ve Ankara'dan hergün direkt ucuşları bulunmaktadır. Malatya'da konaklamak için her bütçeye uygun oteller bulunmaktadır
Türkiye’nin Güneydoğusunda, Toros Dağları’nın ortasında Kommagene’in kutsal dağı; Nemrut Dağı (2150m.) 1882’de mühendis Karl Sester, dağın doruğunda bulunan kocaman tahtlardan ve heykellerden söz etti. Berlin’deki Prusya Bilimler Akademisi, hemen bir inceleme ekibi gönderdi. Ekibin başında Alman Arkeolog Otto Puchstein bulunuyordu.
İncelemeler sonucunda yayınlanan raporda, dağın doruğunda insan eliyle yapılmış bir taşlık tepe olduğunu bildirdi. Dağın 50m. altında ise doğu-batı arası 150m. olan üç platform bulundu. Ondan sonra kazı çalışmaları zaman zaman dursa da hep sürdü.
Ama bugün hala Tanrılar Dağının sırrı çözülmüş değildir.
M.Ö. 36 yılında ölen ve arkasında küçük ama iyi örgütlenmiş bir devlet bırakan Kral 1. Antiyokos yaptırmıştı. Antiochos, Nemrud Dağı’ndaki kitabesinde, krallığının sınırları içinde her yere kutsal kültler yaptırdığını belirtiyor. Antiochos, Sofraz Köyü’ndeki kült yerini,Apollona ve kız kardeşi Tanrıça Artemis Diktynna’ya adamıştır. Kommagene mi daha önce vardı yoksa Artemis Diktynna kültünü ilk olarak Antiochos mu başlattı bilinmiyor.
Kral I.Antiochos, dindar bir tanrı olarak diğer tanrılara yardımlarından dolayı teşekkür amacıyla ve Kommagene hanedanı için geniş kaideli dizileriyle bir atalar galerisi yaptırmıştır. Dağın doğu terasında Kralın baba tarafından atalarının kaidelerinin, güney tarafta ise ana tarafından atalarının kaidelerinin galerisi yer almaktadır. Bütün atalar kabartması aynı şemaya göre yaptırılmıştır. Her kaideye, ön tarafında atanın veya büyükannenin kabartmasını gösteren bir taş levha, levhanın arka tarafında ise, kabartmadaki kişinin kim olduğunu bildiren bilgiler vardır.
Malatya’nın Pütürge ilçesi üzerinden 90km’lik karayolu ile Nemrut’a ulaşım daha kolay ve daha kısadır. Nemrut Dağı’nın Malatya tarafından güneşin doğumunu izlemek için havanın açık ve bulutsuz olması gerektiğinden en iyi Ağustos ve Temmuz aylarında gözlenmektedir. Nemrut Dağından güneşin doğuşunun ve batışının verdiği mistik ve olağanın dışında ki görüntüler bir çok yerli ve yabancı gezginin ilgisini çekmekte,sırf bu nedenle Nemrut Dağına yoğun bir ziyaretçi trafiği oluşmaktadır.
1884-1933 yılları arasında yaşamıştı.20.yüzyıl şairlerimizdendir. Kendi döneminde eleştirilere tutulan bir şiir anlayışı vardır. Genellikle gezi, fıkra, söyleşi üzerine yazıları olmuştur. Göl saatleri, Piyale, Bize Göre, Frankfurt seyahatnamesi....
Anne özlemi ve anne şevkati ile yoğrulmuş bir insandır. Bu yüzden şiirlerinde ele aldığı kadınlar hem anne özleminde parçalar içermiştir.
Şiirlerinde doğa ve insan sevgisi ön plandadır.
Yüzündeki olumsuz etki onu kendinden korkan ve içine kapanık bir insan yapmıştır. Şiirlerinde sembolizmin etkileri görülmektedir.Bu Fransız sembolizmiyle tanışmasıyla olmuştur. Bunu sadece Fransız etkisi olarak görmemek gerekir. Bunun yanında bireysel yaşamın etkisi de vardır. Sembolizmin yanında emprosyonist özellikler de vardır yazılarında. Hayale sığınır.O Belde adlı şiirinde hayali bir şehir ve hayali bir kadından bahseder Ahmet Haşim.
Ölmesine yakın bir zaman, kendine bakan hizmetçisi ile evleenip malını ona bırakmıştır. Ömrü boyunca bir kadının kendisini sevebileceğine inanmamıştır. Son evlenişi ise malını birilerin bırakmak içindi.....
Toprağı bol olsun....