Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Cay Keyfi
Cay Keyfi

SEN DE KİMSİN :)

  • rabıta28.12.2003 - 23:23

    Her akşam namazından sonra yapmak gerekli....... :) Bilenler bilir.

  • deccal28.12.2003 - 23:14

    Deccal, gelmeden önce insanlar israf eder...
    İsraf eden, Deccalin kucağına düşmüştür. (Hadis)
    Tüketim anlayışımızı kontrol edin...
    2- Deccal gelmeden önce insanlarda onun zihniyeti hakim olacaktır. Yani geldiği zaman insanlara zor gelebilecek hiçbirşey olmayacaktır...
    3- Deccal'in sahte cennet ve cehennemleri olacaktır.
    - Günümüzde özellikle hassasyetleri yüksek olan müslüman gençlerimiz karşı cinse kapılıp kendini cehenneme doğru sürüklemektir.O sürükleniş görünürde cennet gibi gelir insana fakt netice de işlediğin günahlarla cehenneme doğru yol almaktasın.
    4- O'nun gücü teşkilatlarının güçlü olmasından kaynaklanacaktır.
    5- O gelmeden önce İslami bilgileri bilen çok az insan olacaktır. O'nu güçlü kılanda insanların cahilliği olacaktır.
    6- Bütün dünyada onun zihniyeti hüküm sürecektir.
    Bediüzzaman' ın Deccal hakkındaki uzun açıklamalarından bir bölüm...

    Deccal haktır. Decaal'in hak olması benim o konuda gereksiz tartışmalara girmeme gerekli kılmaz.
    Selam ve Dua ile...

  • şeyh safiyettin erdebilli28.12.2003 - 20:49

    Safiyyüddîn Edebilî

    Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İshak bin Cibrîl bin Ebû Bekr'dir. 1252 (H.650) senesinde Erdebil'de doğdu. Babasının, Hoca Kemâleddîn Arabşah'ın oğlu olduğu söylenir. Soyu hazret-i Ali'ye kadar çıkarılırsa da, hiçbir mesnedi yoktur. Lakabı Safiyyüddîn, nisbesi Erdebilî'dir.

    Safiyyüddîn Erdebilî, küçük yaşta babasını kaybetti.Çocuk yaşta din bilgilerini öğrenmişti. Sâlih amel işlemekte devamlı, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyette çok gayretli idi. Gördüğü güzel bir rüyâ üzerine Şîrâz taraflarına gitti. Necîbüddîn Sühreverdî hazretlerinin talebesi Necîbüddîn Bergaş'tan ilim ve feyz almayı arzu etti. Ancak o mübârek zât, o sırada 1279 (H.678) yılında vefât etmişti. Necîbüddîn Bergaş'ın yerinde Rükneddîn Beydâvî veEmîr Abdullah gibi büyükler vardı. Onların hizmetine girip, bir mikdâr orada kaldı. Emîr Abdullah'ın işâreti üzerine,Zâhid İbrâhim Geylânî'den istifâde etmek için Geylân taraflarına gitti. Zâhid İbrâhim Geylânî'yi kimse tanımıyordu. Safiyyüddîn Erdebilî, onu bulabilmek için dört yıl çöllerde, ıssız yerlerde dolaştı. Çok sıkıntı ve riyâzetler çekti.

    Safiyyüddîn Erdebilî'nin akrabâlarından birisi Geylân taraflarına ticâret için gitmişti. Geylân taraflarında Heylekıran denilen yere uğradı. Şeyh Zâhid Geylânî o sırada oradaki oğlunun yanında bulunuyordu. Akrabâsı elindeki malları sattıktan sonra Şeyh Zâhid Geylânî'nin sohbetine gitti. Orada elbiseleri temiz, yüzü nûrânî, zikr ve ibâdet ile uğraşan talebeleri görünce, çok hoşuna gitti. Şeyh Zâhid Geylânî'nin huzûrunda tövbe ederek ona talebe oldu. Bir müddet sonra memleketine dönünce, ondaki değişikliği farkeden Safiyyüddîn Erdebilî; 'Bu hal nedir? ' diye sordu. O da; 'Şeyh Zâhid Geylânî'ye talebe oldum.' dedi. Bu sözleri işiten Safiyyüddîn Erdebilî birden değişti. Ona; 'Sen, Şeyh Zâhid'i gördün mü? ' diye sordu. 'Evet.' dedi. Emir Abdullah'tan onunla ilgili duyduğu vasıfları anlatınca, akrabâsı hepsine; 'Evet öyle.' cevâbını verdi. Bunun üzerine Safiyyüddîn Erdebilî büyük bir şevkle, istekle hemen yola çıktı.

    Safiyyüddîn Erdebilî huzûra vardığında, Şeyh Zâhid Geylânî; 'Ey Erdebilî! Niçin gelmişsin? ' diye sorunca, Safiyyüddîn Erdebilî; 'Tövbe etmek, talebe olmak için' dedi. Şeyh Zâhid Geylânî; 'Hoş geldin.' diyerek talebeliğe kabûl etti ve oradaki talebelerine dönerek; 'Bu genç daha önce bahsettiğim kişidir. Dört senedir Erdebil'de bizi bulmak için dolaşmaktaydı.' dedi. Sonra Şeyh Zâhid Erdebilî talebelerinden birine onu husûsî halvethâneye götürüp yer yapmasını emretti. Safiyyüddîn Erdebilî orada husûsî vazîfelerle meşgûl olmaya başladı. Bu sırada çok şeylere kavuştu. Fakat kavuştuğu haller konusunda rahmânî mi şeytânî mi diye tereddütlü idi. Bu durumu münâsib bir şekilde Şeyh Zâhid Geylânî'ye arzetti.Şeyh Zâhid Geylânî bu müşkillerini tek tek açıkladı. Safiyyüddîn Erdebilî, bu açıklamalardan kavuştuğu hallerin iyi ve doğru olduğunu anladı.

    Safiyyüddîn Erdebilî, tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, hocası ona insanlara doğru yolu anlatmak ve onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için izin verdi. O sırada Meraga denilen yerden bir cemâat geldi.Şeyh Zâhid Geylânî'yi, insanlara doğru yolu anlatması için memleketlerine dâvet ettiler. Zâhid Geylânî onlara; 'Bu iş için yerime Safiyyüddîn Erdebilî'yi gönderiyorum.' dedi. Bunun üzerine Safiyyüddîn Erdebilî; 'Efendim! Bendeniz bu işi nasıl yapabilirim? Ben nerede, insanları terbiye etmek nerede? ' deyince, hocası; 'Safiyyüddîn! Emr-i İlâhî böyledir. Sen oraya gitmelisin.' dedi.Safiyyüddîn Erdebilî; 'Bendeniz bir şey bilmiyorum. Orada âlim kimseler vardır. Biz onlarla nasıl konuşabiliriz? ' deyince, Zâhid Geylânî; 'Merak etme, meydan senindir. Bizim burada bulunmamız gerek. Fakat senin durumun böyle değil. Oraya varınca insanların dâvetlerini kabûl et. Onlara nasîhat et. Allahü teâlâ bu mertebeyi, rütbeyi sana vermiştir.' buyurdu.

    Safiyyüddîn Erdebilî hocasının emri üzerine yola çıktı. Bu arada memleketi olan Erdebil'e uğradı. Orada kendisine şöyle dediler: 'Yolunuz üzerinde bulunan Birnik'te Mevlânâ Şemsüddîn isimli birisi var. Bozukluğu çok meşhurdur. Bu sebeple kimse onun inat ve bozuk hallerinden dolayı o tarafa gitmek istemez. Tasavvuf ehline de dil uzatır. En münâsibi Birnik köyüne uğramamanızdır. Çünkü o kimse görülecek ve konuşulacak birisi değildir.' Bunun üzerine Safiyyüddîn Erdebilî; 'Eğer ilk konakta yolu açamazsam, gideceğim diğer yerlerde nasıl açarım.' diyerek Birnik köyüne doğru yola çıktı. Oraya varınca mescide gitti. Bu sırada Mevlânâ Şemseddîn de mescide geldi. Fakat selâm vermedi. Mihraba geçip iki rekat namaz kıldı. Sonra Safiyyüddîn Erdebilî'ye döndü. Bâzı suâller sordu ve verilen cevapları dinledi. Aldığı cevaplar çok hoşuna gitti ve ona tesir etti.Safiyyüddîn Erdebilî'ye karşı edep, tevâzu ve hürmet gösterdi. Ona tasavvuf yolunun hallerini anlattı. Mevlânâ Şemsüddîn bunları duyunca, önceki sözlerinden tövbe etti. Kalbindeki nifak ve muhâlefet gidip, tasavvuf yoluna ve bu yolun büyüklerine sevgi besledi. Tasavvuf yolunda ilerleyerek yüksek haller ve kerâmetler sâhibi oldu.

    Safiyyüddîn Erdebilî, insanlara doğru yolu anlatarak yoluna devâm etti. Gittiği yerlerde insanların bir kısmını dalâlet ve cehâlet bataklığına düşmüş, nefislerinin arzu ve isteklerine dalmış, bir kısmının bâzı büyüklerin talebeleri olduklarını söyledikleri halde onların gösterdikleri doğru yoldan ayrıldıklarını, dalâlet bataklığında şaşırıp kaldıklarını, şaşkın şaşkın dolaştıklarını, erkek ve kadınların tasavvuf yolunda olduklarını iddiâ ettikleri halde karışık oturup, aradan mahremiyet ve hürmet perdesini kaldırdıklarını, dalâlet ve bid'ati dervişlik ve sünnet zannettiklerini, erkek ve kadınların birbirlerine söyledikleri kasîdeleri dinleyerek raksa geldiklerini, birbirlerine secde ettiklerini, zâhir ve bâtınlarının bozuk olduğunu gördü. Bu durum karşısında onları bâzan tatlı sözlerle, yerine göre sertlik göstererek güzel söz ve davranışları ile terbiye etmeye başladı. Onlara doğru yolu gösterdi. Çok kimse onun vâsıtasıyla bozuk hallerinden vazgeçip tövbe etti.

    Safiyyüddîn Erdebilî hocasının verdiği görevi tamamlayıp dönünce, hocasının ona olan sevgi ve îtimâdı daha da arttı. Bu sırada bâzı hasedçiler, Zâhid Geylânî'ye; 'Safiyyüddîn şeyhlik yapıyor. Tövbe ve zikir veriyor.' diye şikâyette bulundular. Zâhid Geylânî ona; 'Senin hakkında böyle böyle söylüyorlar, ne dersin? ' diye sordu. 'Evet doğrudur efendim. Fakat sizin bana verdiğiniz izin ile bunları yapıyorum.' cevâbını verdi. Zâhid Geylânî bunun üzerine; 'Evet size, biz izin verdik. Sizinle bizim aramızda bir fark yoktur. Bu mertebe size Allahü teâlânın ihsânıdır.' buyurdu.

    Zâhid İbrâhim Geylânî vefât edince, halîfesi olan Safiyyüddîn Erdebilî, memleketi olan Erdebil'e yerleşti. Pekçok talebe yetiştirdi. Âzerbaycan, Kafkasya ve Anadolu'da meşhûr oldu. İlhanlı hükümdârlarından Olcaytu Hüdâbende ve Ebû Saîd Bahadır Han, İlhanlı beylerinden Emir Çoban, vezir ve târihçi Reşîdüddîn talebeleri arasındaydı. Safiyyüddîn Erdebilî devamlı insanlara nasîhat ederdi. Yumuşak bir sesle konuşurdu. Uzun konuşması kimseyi rahatsız etmezdi. Onun sohbetleri ile binlerce ölü kalb hayat bulmuştur. Fakirler ve kimsesizleri gözetirdi.

    Duâsı makbul bir zâttı. Hastalar onun duâsı ile şifâ bulurdu. Safiyyüddîn Erdebilî, İlhan Olcaytu Hüdâbende tarafından yeni kurulan Sultâniyye şehrine dâvet edildi. Fakat o, yaşlı olduğunu söyleyip özür diledi. Oğlu Sadrüddîn'i yerine bırakıp hacca gitti. Hac dönüşü 1334 (H.735) senesinde Erdebil'de vefât etti. Erdebil'deki türbesine defnedildi.

    Safiyyüddîn Erdebilî ömrü boyuncaAllahü teâlânın dînine hizmet etmek, Selef-i sâlihînin doğru yolunu insanlara öğretmek için çalıştı. Talebeleri doğuya ve batıya dağılarak, onun feyzli yolunu yaydılar. Talebelerinden oğlu Sadreddîn ve torunu Alâeddîn Ali meşhurdur. Ebû Hâmid Aksarâyî yâni Somuncu Baba, Alâeddîn Ali'den aldığı feyz ve bereketi, Anadolu'da yaydı. Somuncu Baba'nın talebelerinden Nu'mân (yâni HacıBayrâm-ı Velî) , Safiyyüddîn Erdebilî yolunun Anadolu'daki en önemli temsilcisidir.

    Talebelerinden Mevlânâ Behâüddîn gençliğinde ilim tahsîl ederken, tasavvuf ehline karşı olanlarla arkadaşlık ettiği için onların tesiriyle, tasavvuf ehline karşı îtikâdı, inancı iyi değildi. Onların sünnet-i seniyye üzerine bulunduklarına inanmazdı. Bir ara rüyâsında şöyle gördü: Bir bahçedeki havuzun etrâfında tasavvuf ehli toplanmıştı. Bu esnâda birden 'Resûlullah efendimiz geliyor.' diye bir ses işitildi. Herkes Peygamber efendimizi karşılamaya hazırlandı. Mevlânâ Behâüddîn bir fırsatını bulup Peygamber efendimize yaklaşıp; 'Yâ Resûlallah! Senelerdir içimde bir tereddüdüm var. Bu gördüğünüz çeşit çeşit insandan hangisi hak üzeredir. Her birisi bir sûret ve kılık, kıyâfette gelmiş. Biz onların hangisinin hak üzere olduğunu ayıramıyoruz.' dedi. Peygamber efendimiz, orada bulunan bütün toplulukları gözden geçirdi. Bu sırada Safiyyüddîn Erdebilî ve talebelerinden bâzılarını gördü.Mübârek yüzünü Mevlânâ Behâüddîn'e çevirip; 'İşte bunlar hak üzere, sünnet ve şerîat üzeredir.' buyurdu. Peygamber efendimizden bunları duyunca, tasavvuf ehli hakkındaki îtikâdı düzeldi. Ertesi gün hemen tövbe edip Safiyyüddîn Erdebilî'nin talebelerinin ileri gelenlerinden oldu.

    Talebelerinden Muhammed Darûrî, hocasını ziyâret edip, evine dönüyordu. Bir yerde yolunu şaşırdı. Yolunu bulmak için dolanıp durdu. Çok yoruldu ve yürüyecek tâkâtı kalmadı. Bu sırada hocasından yardım istedi. O anda hocası Safiyyüddîn Erdebilî'yi karşısında gördü. Ona; 'Korkma, otur.' dedi. Oturdu. Namaz vakti gelince, abdest almak için su aradı. Fakat bulamadı. Yorulup tâkâtsız bir hâldeyken yine hocasını gördü. 'Yâ Muhammed! Aşağı tarafında bir çeşme var. Kalk, oradan abdest al! ' buyurdu. Denilen yerdeki çeşmeden abdest alıp, namazını kıldı. Namazdan sonra yanına iki süvârî geldi ve onu alıp istediği yere götürdü.

    Safiyyüddîn Erdebilî buyururdu ki:

    Haramı terk etmek vâcibdir. Şüphelileri terk etmek sünnettir. Buna takvâ denir. Zühd, helâlin azıyla kanâat etmektir. Verâ, mübahları ihtiyaç mikdârı kullanmaktır. Bu zâhire âit zühddür. Bir de mânevî zühd vardır. O ise dünyâ sevgisini terk etmek, gönlü dünyâ sevgisinden temizlemek ve âhiret ile meşgûl olmaktır.

    Her şeyi yiyen, her şeyi konuşur. Her şeyi konuşan her şeyi yapar. Her şeyi yapanCehennem'e gider.

    Bir kimsenin başına musîbet gelirse, şükretmesi gerekir. Sabır ile şükür, insanın kemâlinin alâmetidir. Îmân iki parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.



    O SANA DUÂ ETSİN

    Talebelerinden İzzeddîn isminde birisinin küçüklüğünde gözü sakatlanmıştı. Hiçbir tedâvî ve ilaç fayda vermedi. Âmâ oldu ve gözlerinin göreceğinden ümidini kesti.Akrabâları bu duruma üzülüyorlardı. Nihâyet Cumâ gecesi bir rüyâ gördü. Rüyâsında, her taraf aydınlıktı. Kalabalık bir topluluk vardı. Bu sırada gâyet heybetli bir zât gördü. Onun kim olduğunu sordu. Birisi; 'Resûlullah efendimizdir.' dedi. Gidip mübârek ayaklarına kapandı ve öptü. Sonra; 'Bana yardım eyleyin yâ Resûlallah! Bana duâ buyrun, gözlerim görsün.' diye yalvardı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; 'Üzülme. Gözünün iyileşmesi için Safiyyüddîn Erdebilî'nin yanına git. O sana duâ etsin. Onun duâsı ile şifâ bulursun' buyurdu. Peygamber efendimizden bu müjdeyi alınca, çok sevinip, sevinçle uyandı. Akrabâlarına bu haberi müjdeledi. Hepsi sevinerek onu Safiyyüddîn Erdebilî'nin huzûruna götürdüler. Onun muhabbet nazarı gözüne gelince derhal, gözleri açıldı. Görmeye başladı. Gözlerinde hastalıktan hiç eser kalmadı.Safiyyüddîn Erdebilî'nin talebeleri arasına girdi.



    SEBEBİ NEDİR?

    Şeyh Sâdüddîn, Basra'da deniz kenarında bulunuyordu. Bir geminin sâhile yaklaştığını gördü. Bu sırada tâcir olduğu hâlinden belli birinin başında kıymetli bir sandığı dışarı çıkardığını gördü. O sandığa gâyet îtinâ gösteriyordu. Onda kıymetli bir şey bulunduğunu tahmin etti. Bu sebeple onu tâcirden satın almak istedi. Tâcire; 'O sandıkta ne var ki, öyle başında dikkatle taşıyorsun.' diye sordu. 'Bunda Şeyh Safiyyüddîn'e âit bir hediye var.' deyince, hediye getirmesinin sebebini sordu. Tâcir şöyle anlattı: Bu gemi ile giderken, deniz birden kabardı. Gemi battı, batacaktı. Bu sırada Safiyyüddîn Erdebilî'den cân u gönülden yardım istedim. AnsızınSafiyyüddîn hazretlerini karşımda gördüm. Mübârek eli ile gemiyi çekip, selâmetle sâhile ulaştırdı. Bunun için ben bu sandığı ve içindekileri ona hediye etmeyi adadım. İşte sandığa bu kadar kıymet vermemin sebebi budur.' dedi.

  • deccal28.12.2003 - 20:43

    İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi.Mümin olan ikisi Zülkarneyn il Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdi mâlik olacaktır.
    (Bakınız Zükarneyn PEygamber)

  • karagöz ve hacivat28.12.2003 - 20:42

    Çin kaynaklarından gelip bizlerde 500 yıllık bir geleneğe sahip olan bir oyun
    Bursa kaynaklı olduğu doğru değildir....
    Halk tiyatromuzda önemli bir yere sahiptir.
    -Yar bana bir eğlenceeeeeeeeeee

  • zülkarneyn peygamber28.12.2003 - 20:39

    Velî veyâ peygamberdir.

    Peygamber veyâ veli. Kur'ân-ı kerimde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zükr edilmiştir. Asıl ismi İskender'dir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn diye anılmıştır. Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundandır. Peygamber olup olmadığı açıkca bildirilmedi. Yemen'de yaşamış olan münzir iskender ile Aristo'nun talebesi olan Makedonyalı İskender'den daha önce yaşadı. Sâlih bir zât olan Zülkarneyn aleyhisselâmı Allahü teâlâ yeryüzündeki insanlara emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Zülkarneyn aleyhisselâm Allahü teâlâ niyâzda bulunup; kendisine kuvvet vermesini, insanlar arasında hangi ilim ve adâletle hükmesini gerektiğinin bildirilmesini istedi. Allahü teâlâ şöyle buyurdu: 'Sana verdiğim vazifeyi yapabikmen için kuvvet ihsân ederim. Göüsini açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. basiretini genişletirim, çok uzakları görür, herşey nüfûz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin herşeyi ihsân ederim. Sana heybet veririm hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiç bir şey sana zarar vermez. seni kuvvetlendiririm. hiş bir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Aydınlık ve karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhâfaza eder.' Allahü teâlâ hazret-i Zülkarneyn'in emrine bulutları ve başka vâsıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece düşmana kısa zamanda gâlip gelirdi. Her sefere çıkışında önü aydınlık, arkası karanlık olurdu. Çok geçmeden memleketi genişledi. Devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymağı azmetti. Teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselâmı kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti. Allahü teâlânın emriyle müminlerden meydana gelen ordusu ilk önce batıya yürüdü. Vardığı yerlerde kâfirleri hak dine dâvet etti. İnsanlara iyilik ve ihsânlarda bulundu. İnanmayanlarla harp etti. Batıda meskûn (yerleşilmiş) yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş denizler başlamıştı. Oraya vardığı sırada orada bir kavim buldu. Bu kavim kÂfir olup vahşi hayvan derisinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Zülkarneyn aleyhisselâm bu kavmi, güzel muâmelede bulunarak hak dine dâvet etti. Kavimden bir kısmı imânla şereflendi bir kısmı ise imân etmekten yüz çevirdi. zülkarneyn aleyhisselâm inanmayanların üzerine yürüdü ve onları karanlıkta bıraktı.Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ve Allahü teâlânın varlığına, birliğine inandılar. Zülkarneyn aleyhisselâm müminlerden kurduğu ordusu ile uğradığı her yerdeki bütün insanları hak dine dâvet etti. Allahü teâlâya imân ve ibâdete çağırdı. İmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye gitti ve haccetti.İbrâhim aleyhisselâmla görüşüp hayır duâsını aldı. Nasihatlerine kavuştu. Daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki kara parçasına vardı.Zülkarneyn aleyhisselâm orada, yer altındaki manzenlerde yaşayan kavmi hak dine dâvet etti. Daha sonra kuzeye bir sefer yaptı. İki dağ arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle karşılaştı. O kavmi de hak dine dâvet etti. Kavmin pâdişâhı Zülkarneyn aleyhisselâmı iyilikle karşıladı ve hediyeler takdim etti. Bütün kavmiyle birlikte hak dini kabul etti. Zülkarneyn aleyhisselâmın iltifatlarına kavuştu. Ye'cüc ve Me'cüc adlı kavimlerin zararından şikâyette bulundu. Zülkarneyn aleyhisselâm o kavimle birlikte Ye'cüc ve Me'cüc'ün zararından korunmak için sed yaptılar.

    Zülkarneyn aleyhisselâm bir seferi esnâsında hiçbir dünyâ malı ve serveti olmayan, rızıklarını sebzeden temin eden bir kavme rastladı. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibâdetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn aleyhisselâm o kavmin hükümdarıyla da görüştü. Hükümdar kendilerinin dünyâya önem vermediklerini, âhiretini hatırlamak için de ibâdetlerini mezarlarda yaptıklarını anlattı. Zülkarneyn aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla, doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri feth edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra, askerine izin verdi. Kendisi Medine ileŞam arasında Dûmet-ül-Cendel denilen yerde insanlardan ayrıldı. Yanlız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldu. Vefât etmeden önce yakınlarına 'Ben vefât edince usûlüne uygun yıkayıp kefenleyin. Sonra tabuta koyun. Yanlız kollarım dışarda sarkık kalsın. Hazinelerimi de katırlara yükleyin' diye vâsiyette bulundu. Söyledikleri aynen yapıldı. Az bir zaman sonra da vefât etti.Mekke'ye veya Mekke civârındaki Tehâme Dağlarında bir yere defn edildi. İskender-i Zülkarneyn böyle vâsiyet etmekle 'Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı. Dünyâyı baştan başa tuttum. Sayısız hazinelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ nimetleri kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı dünyâda kalıyor. Sizler âhirette de faydalı olacak işler yapın.' demek istedi. Zülkarneyn aleyhisselâm beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel ahlâk sâhibi, Hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevâzi, alçak gönüllü ve adâler sâhibi idi.Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirdeçok gayretli idi. Dünyâ malına rağbet etmez, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun için zenbil örer kendine, çoluk çocuğuna bu paradan harcar, artanını fakirlere sadaka verirdi. Ye'cüc ve Me'cüc kavminin zararlarına mâni olmak için sed yapmıştı. Sedi rivâyetlere göre Asya'nın doğusundaki mümin Türklerin ricâsı üzerine inşâ etmişti. İki dağ arasına taş ve demirden yapılmış olan bu sed bugünkü Çin seddinden başkadır. Kur'ân-ı kerimin Kehf sûresi:83-98. âyet-i kerimelerinde Zülkarneyn aleyhisselâmla ilgili haberler verilmektedir. Peygamber efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:

    İsmini duyduğunuz kimselerden yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi.Mümin olan ikisi Zülkarneyn il Süleymân (aleyhisselâm) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdi mâlik olacaktır.

  • deccal28.12.2003 - 18:58

    Varlığı hakkında bu kadar yorum yapıldığına göre bir anlamı olmalı...
    Deccal, ilginç bir çekim alanı olmalı ki bireyler buna inanır olmuş... Nedir ki onu bu kadar çekici kılan...
    Son Peygamber olduğunu herkes bilmekte... Hz. İsa Peygamber olarak gelmeyecek ki.
    Seyyid Abülkadir Geylani Hz, İmamı Rabbani Hazretleri..................., Şeyh Fethullah Hazretleri,.............., Abdülhakim Hazretleri, Muhammet Raşid Hazretleri ve son olarak bu silsilenin yaşayan varisi olan Gavs-ı Azam Seyda Hazretleri yanlış biliyor olmalı bu konuyu!
    Hz. İsa'nın gelmesi haktır...

  • aşık veysel28.12.2003 - 12:46

    Aşık Veysel yıl 1894 yılını gösterir. O dönemlerde bizim edebiyatımızda batının etkisinin Servet-i Fünun Edebiyatının da olduğu dönemlerdir. Aşık Veysel bu dönemlerde yaşamıştır.... Ahmet Haşim ile aynı yıl içinde doğmuştur Aşık Veysel....
    Aşık Veysel saz ile sözü birleştiren halk ozanlarımızdandır. O sözünü sazına katmış ve sırrını sazına vermiştir. Bunda yaşamış olduğu hayat serüveninin etkisi vardır. Tasavvufi etkilerde vardır Aşık Veysel de. Bazen aşk ile yanöış bazen de Güzelliğin on pare etmez bu bendeki aşk olmasa diyerek sevgiliye rest çekerek ona tam teslim olmadığını gösteriri. Her ne kadar Karacaoğlan kadar ince üslubu olmasa da Cumhriyet devrindeki nadide ozanlarımızdandır Aşık Veysel.

    Aşık Veyselde hayat uzun ince bir yoldur. Yolun uzunluğu ve ünceliği hiçbir zaman bir dengeye oturmamasından kaynaklanır. Şiirinde dediğimi 'uykuda bile yürüyom' sözü onun uyku anında dahi zamanın işlediğinin bilincinde olduğunu gösterir. 'İki kapılı han ' dünyanın halini anlatmak için kullanılabilecek en güzel sözlerden biridir. Aşık Veysel 1930 yıllara kadar hep diğer ozanların şiirlerini dillendirmiştir. Bu yıldan sonra kendine ait olanları söyler....

    Yıllar yılı aradım kendi kedimi
    Hiç bir türlü bulamadım ben beni
    Hayal miyim ürüyamı bilinmez
    Hiç bir türlü bulamadım ben beni

    İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum
    Ekilir biçilir bir nebat mıyım
    Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
    Hiç bir türlü bulamadım ben beni

    Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm
    Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım
    Köle miyim bir güzele kul muyum
    Hiç bir türlü bulamadım ben beni

    Varlığım yokluğum bir Veysel adım
    Gökkubbede kalacaktır ses kadim
    Elli üç yıl kendi kendim aradım
    Hiç bir türlü bulamadım ben beni


    Bu şiirinde Veysel 'in hayatta kendine bir yer edinemediğini ve bu arayışın sonunun olmadığını görebiliriz.

  • ahmed bin hanbel28.12.2003 - 12:05

    Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı. Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H.164) senesinde Bağdat'ta doğdu. Aslen Basralıdır. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel'dir. Dedesi Hanbel bin Helâl, Basra'dan Horasan'a yerleşmiş ve Emevî Devletinde Serahs şehri vâliliği yapmıştır. Babası asker (subay) idi. Ahmed bin Hanbel'in âilesi, annesi ona hâmile iken, Merv'den Bağdat'a göçmüş ve o Bağdât'ta doğmuştur. Soy îtibâriyle, anne ve babası tarafından Arap asıllıdır. Nesebi, İslâmiyetten önce ve sonra Araplar arasında meşhûr bir kabîle olan Şeyban kabîlesine dayanır. Bu kabîle Adnan kabîlesinden gelen Rebîa'nın bir kolu olup, Nizar kabîlesinde Peygamber efendimizin soyu ile birleşir.

    Ahmed bin Hanbel'in babası, daha o çok küçük yaşta iken, vefât etti. Otuz yaşında vefât eden babasından, önemli bir mîrâs da kalmadı. Onun yetişmesi ile annesi ilgilendi. Küçük yaşta, ilim tahsiline başladı. Bu sırada Bağdat önemli bir ilim merkeziydi. Burada hadîs ve kırâat âlimleri, tasavvufta yetişmiş büyük zâtlar ile diğer ilimlerde yetişmiş kıymetli âlimler bulunuyordu. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra lügat, hadîs, fıkıh, Sahâbî ve Tâbiîn rivâyetlerini öğrendi.

    Ahmed bin Hanbel, emsâli arasında ciddiyeti, takvâsı, sabrı, metânet ve tahammülü ile meşhûr oldu. Bu hâli, henüz 15-16 yaşlarında iken temas kurduğu âlimlerin dikkatini çekti. Heysem bin Cemil onun hakkında, daha o sırada şöyle dedi:

    'Bu çocuk yaşarsa, zamânındakilerin ilimde hucceti, rehberi olacaktır.'

    Henüz 15 yaşlarında İmâm-ı A'zâmın talebesi olan Ebû Yûsuf'tan fıkıh ve hadîs dersi aldı. Bundan sonra da üç sene Huşeym'in derslerine devâm ederek ondan hadîs-i şerîf dinledi. Bundan başka Bağdat'ta bulunan meşhûr âlimlerden de ders aldı.

    7 yıl Bağdat'ta ilim öğrenen Ahmed bin Hanbel daha sonra ilim tahsili için seyahatlere başladı. Önce Basra'ya, bir yıl sonra da, Hicaz'a gitti. Böylece Kûfe, Basra, Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam ve el-Cezîre'ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs râvilerini bizzât görerek, onlardan hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz'a beşer defâ seyahat yaptı. Hicaz'a yaptığı ilk seyâhatinde, fıkıh ilminde hocası olan, İmâm-ı Şâfiî ile görüştü. Bu görüşme Mekke'de Mescid-i Harâm'da oldu. İkinci defa ise, Bağdat'ta buluştular.

    Ahmed bin Hanbel, ilk hac seferini 830 senesinde yaptı. Daha sonra birkaç defâ daha hacca gitti. Bu hac seferlerinden birinde yolunu şaşırdı. Yolda yaşlı bir köylü gördü. Gidip ona yolu sordu. Köylü gür bir sesle; 'Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü teâlânın evine (Beytullah'a) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya gitmene râzı olmayınca, elbette ki yolunu şaşırırsın! ' dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel; 'Ya Rabbî! Senin köşelerde, kenarlarda sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların da varmış.' deyince o zât; 'Ne zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun? Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler onun hürmetine altın olur.' dedi. O anda toprak ve dağlar altın oldu. Ahmed bin Hanbel kendinden geçerek düştü. Daha sonra o zâtın göstermesi ile yolunu buldu.

    Hac seferlerinden birinde, hac yaptıktan sonra bir müddet, mücâvir olarak Mekke'de kaldı. Bu zaman zarfında hadîs-i şerîf öğrenme faâliyetlerini sürdürdü. Sonra Yemen'in San'a şehrinde bulunan meşhûr hadîs âlimi Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf öğrenmek için San'a'ya gitti. İlim öğrenmek için çıktığı bu yolculukta çok sıkıntı çekti. Yolda yiyeceği bitti. Parası da olmadığı için, San'a şehrine varıncaya kadar, nakliyecilerin yanında ücretle hamallık yaptı. Ticâret ve kazanç için elverişli olmayan San'a'da iki sene kalıp, sıkıntılara katlandı. Abdürrezzâk bin Hemmam'dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmâm-ı Zührî ve İbn-i Müseyyib yoluyla rivâyet edilen, birçok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi.

    Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pekçok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pekçok meşakkate katlandı. Kitap çantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri, ezberlediği hadîs-i şerîfin ve yazdığı notlarının çokluğunu görerek; 'Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam edeceksin? ' deyince, Ahmed bin Hanbel hazretleri 'Hokka ve kalem ile mezara kadar...' diyerek cevap verdi.

    Ahmed bin Hanbel'in kuvvetli hâfızasının yanında dikkati çeken bir vasfı da, işittiği bütün hadîs-i şerîfleri yazmaya çok önem vermesiydi. Yaşadığı devir, ilmin tedvin edilip toplandığı ve kısımlara ayrılıp, yazıldığı bir devirdi. Fıkıh ve lügat ilmi derlenmiş, hadîs ilmi derlenmekte, yazılan hadîs-i şerîfler toplanmakta idi.

    Ahmed bin Hanbel, böyle bir zamanda din ilimlerini öğrenip, bilhassa tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde yüksek seviyeye ulaştı. Daha sonra Bağdat'a döndü ve ilmini yayıp, insanlara çok faydalı oldu.

    Ahmed bin Hanbel hazretleri, ders ve fetvâ verme işine, kırk yaşında başladı. Bundan sonra hadîs rivâyetinde ve fetvâda başvurulan önemli bir kaynak oldu.

    İki çeşit ders halkası (meclisi) vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri, hem talebelerinin, hem de halktan isteyenlerin katıldığı derslerdi. Onun ilim meclisine pekçok kimse katılırdı. Bâzı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini bulmuştur. Ahmed bin Hanbel'den ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadîs-i şerîf rivâyet edenlerin ve fıkhî meseleler nakledenlerin çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sâdece ondaki üstün hâllere ve yüksek ahlâka hayran kaldıklarından sohbetine katıldılar. Böylece bir kısmı hem ilmini hem ahlâkını alırken, bir kısmı da onun yaşayaşına göre yaşamak, onu tanımak, ahlâk ve edeb husûsunda yaptığı vâz ve nasihatten istifâde etmek için huzûruna geldiler.

    Ahmed bin Hanbel'in meclisinde, derslerinde vekar, ciddiyet, tevâzu ve gönül huzûru hâkimdi. Dinleyenlere ve katılanlara saâdet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra Bağdat'ta büyük bir mescidde verirdi.

    Ders meclisine dâimâ kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hâfızaya sâhip olmasına rağmen, hadîs-i şerîf rivayet ederken, yine de yazdıklarına bakardı. Kitabından okur, talebelere yazdırırdı. Derslerinde hadîs-i şerîf rivâyetinden başka, bir de fıkhî meseleler hakkında verdiği cevaplar yer almaktaydı. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900 civarındadır.

    Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh mezheb sâhibi bir âlimdir. Mezhebi, İslamiyette Ehl-i sünnet îtikâdı üzere olan dört hak mezhebden biri olup, ismine nisbetle Hanbelî mezhebi denir. Daha çok Şam, Bağdat ve Mısır'da yayılmıştır. Dört hak mezheb, müslümanlar için rahmet ve kolaylıktır. Nitekim Peygamber efendimiz; 'Ümmetimin (müctehidlerinin) mezheplere ayrılması rahmettir.' buyurmuştur.

    Allahü teâlâya olan bağlılığı sebebiyle son derece tevâzu sâhibiydi. İnsanlara yardım etmeyi severdi. Herkesin derdine derman olmaya çalışırdı. Yoksulları korurdu. Son derece halîm selîm, yumuşak huyluydu. Aceleci değildi. Çok alçak gönüllüydü. Ağır başlı ve vakarlıydı. Câmiye gittiği zaman ön safa geçmeye çalışmazdı. Mecliste nerede yer bulursa oraya otururdu.

    Ahmed bin Hanbel çok ibâdet ederdi. Her gece Kur'ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi günde bir hatmederdi. Yatsı namazını kılınca biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka dâimâ kolaylık yollarını gösterir, ağır vazîfeleri yüklemezdi. Acıktığı zaman bir şey bulamazsa, kimseden yiyecek istemez ve rahatsız etmezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık olurdu. Yolda yürürken, hızlı adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenâze namazında ve hasta ziyâretinde görürlerdi. Giydiği elbiseyi en ucuz kumaştan yaptırırdı. Çok kere az şey yer; 'Ölecek kimse için bunlar çok bile.' derdi.

    Allahü teâlâdan korkması, verâ ve takvâsı çoktu. Fakir bir hayat yaşadı. Haram şüphesi olan şeyi reddederdi. Haram mala sâhib olmaktansa, onu almamayı tercih ederdi. Borç karşılığı bir malı alacaklıya rehin bıraktı. Parayı bulunca alacaklıya gidip borcunu verdi. Rehin bıraktığı malı alacağı zaman alacaklı olan iki mal gösterip, rehin bıraktığının hangisi olduğunu kesin bilmediğinden; 'Bunlardan birini seç, ikisi de aynı.' dedi. Fakat Ahmed bin Hanbel rehin bıraktığı malın hangisi olduğunu bilemediği için kendi malı yerine başkasının malını almış olurum korkusu ile ikisini de bıraktı, almadı. Başkasının hakkı geçer diye kendi hakkından vazgeçti.

    Ahmed bin Hanbel, Peygamber efendimizin sünnetine son derece bağlıydı; 'Hiç bir hadîs-i şerîf yazmadım ki, onunla amel etmeyeyim.' buyururdu.

    Ahmed bin Hanbel talebeliği sırasında bir grup kimseyle bir su kenarında bulunuyordu. Onlar soyunup, suya girdiler. Ahmed bin Hanbel ise, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfine uyarak soyunmadı: 'Kim Allah'a ve âhiret gününe îmân ediyorsa, hamama (avret yerlerini örtmeden) girmesin.' O gece rüyâsında bir kimse ona; 'Ey Ahmed! Sana müjdeler olsun! Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlullah'ın sünnetine uyduğun için seni bağışladı. Seni imâm kıldı. İnsanlar sana tâbi olurlar.' dedi. 'Siz kimsiniz? ' diye sorunca o zât; 'Cebrâil'im.' cevâbını verdi.

    Ehl-i sünnet îtikâdından aslâ tâviz vermezdi. Bağdat'ta Mu'tezile fırkası mensupları; 'Kur'ân-ı kerîm mahlûktur.' diyerek, bu yanlış îtikâdlarına Abbâsî halîfesi Me'mûn'u da inandırdılar. Bunu kabûl etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Me'mûn vâsıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptılar ve 28 ay hapsettiler. Bütün bunlara rağmen O; 'Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir.' dedi. Bu sırada kendisine İmâm-ı Şâfiî Mısır'dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca; 'Rüyâsında Resûlullah efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel'e mektup ile benden selâm yaz ve de ki, Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş.' dedi.

    Bir gün Ahmed bin Hanbel hazretleri bir cemâatle berâber oturuyordu. İçeriye bir zât girip; 'Ahmed bin Hanbel kimdir? ' dedi. Orada bulunanlar susup bekledi. 'Ahmed bin Hanbel benim, ne istiyorsun? ' dedi. Gelen zât şöyle anlattı:

    Dört yüz fersah uzaktan geliyorum. Cumâ gecesi uyumuştum. Rüyâmda biri gelip bana; 'Ahmed bin Hanbel'i biliyor musun? ' dedi. 'Hayır tanımıyorum.' dedim. 'Bağdat'a git, onu sor ve bulunca, Hızır aleyhisselâm sana selâm söyledi de. Semâvâttaki, gökteki melekler ondan râzıdır. Çünkü o, nefsine aslâ uymadı, Allahü teâlâya itâat husûsunda çok sabırlı davrandı.' dedi.

    Ahmed bin Hanbel; 'Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billah.' dedi. Sonra o zâta; 'Başka bir söyleyeceğin ve ihtiyâcın var mı? ' dedi. 'Hayır sâdece bunun için geldim.' dedi ve o gün Bağdat'tan ayrıldı.

    Bir kere hadîs âlimleri, Ebû Âsım Dahhak ibni Mahled'in meclisinde toplanmıştı. Onlara; 'Fıkıh öğrenmek istemez misiniz? Halbuki aramızda fıkıh âlimi yok.' dedi. Onlar; 'Aramızda bir kişi var.' dediler. 'Kimdir o? ' dedi. 'Birazdan gelir.' dediler. Biraz sonra Ahmed bin Hanbel karşıdan göründü. 'Karşılayalım.' dedi. Oradakiler; 'O böyle şeyden hoşlanmaz.' dediler. Gelince, Ebû Âsım onu yanına oturtup, fıkhî meseleler sormaya başladı. Bir suâl sordu ve cevap aldı. Sormaya devâm ederek, birkaç kere sorup cevap aldı. Sonra da; 'Bu deryâ gibi bir âlimdir.' dedi.

    Ahmed bin Hanbel'in, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine; 'Bu işçiye ücretinden fazla ver.' dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i İmâm; 'Arkasından yetiş, şimdi alır.' dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i İmâm'a sebebi suâl edildiğinde buyurdu ki: 'O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı.' Tevekkül nedir diye suâl ettiler: 'Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.' buyurdu.

    Zamânın meşhûr bir falcısı vardı. Fal baktırmak istiyenler her taraftan gelir kendisini bulurlardı. Bu şahıs falcılığı meslek hâline getirmişti. Bir ara hastalandı. Yirmi sene iyileşemedi. Biri ziyâretine gelmişti. Hâlini görünce; 'Senin iyileşmenin tek yolu var, o da zamânımızın en büyük âlimlerinden ve evliyâsından biri olan Ahmed bin Hanbel hazretlerinin duâ etmesidir.' dedi. Bu falcı da annesini gönderip, duâ etmesini istedi. Annesi Ahmed bin Hanbel'in huzûruna varınca; 'Oğlum yirmi senedir hasta yatıyor. İyileşmesi için sizden duâ istemeye geldim.' deyince; 'Herkes iyileşmek için oğluna gelirdi. Senin oğlun da, her şeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedâvî etmeyip de, seni bana mı gönderdi? ' buyurdu. Kadının defalarca ısrârı karşısında dayanamayıp, falcılığı bırakması şartıyla, duâ edeceğini söyledi. Hazret-i İmâmın bu sözü üzerine falcılığı bıraktı. Tövbe istigfâr etti ve sıhhate kavuştu.

    Bir gencin, felç olmuş, hasta bir annesi vardı. Bir gün oğluna; 'Ey oğlum! Eğer benim rızâmı almak, beni sevindirmek istersen, İmâm-ı Ahmed'in huzûruna git ve sıhhate kavuşmam için bana duâ etmesini söyle. Belki Allahü teâlâ beni bu hâle getiren bu hastalıktan kurtarır.' dedi. Genç, İmâm-ı Ahmed'in kapısına geldi ve seslendi. İçerden bir ses; 'Kimsin? ' dedi. Cevâbında; 'Size muhtâcım, hasta bir annem var, sizden duâ istiyor.' dedi. İmâm çok üzüldü. Kendi kendine; 'Beni nereden biliyor? ' dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaza durdu. İmâmın hizmetçisi o gence; 'Sen geri dön, İmâm duâ ediyor.' dedi. Genç geri döndü, evin kapısına geldiği zaman, annesi Allahü teâlânın izniyle tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve oğlunu kapıda karşıladı.

    Hazret-i İmâm, Abdullah bin Mübârek hazretlerinin gelmesini ve onunla görüşmeyi çok arzu ediyordu. Nihâyet bir gün oğlu; 'Babacığım! Abdullah bin Mübârek geldi, kapıdadır, sizi görmek istiyor.' dedi. İmâm-ı Ahmed; 'İçeri alma! ' dedi. Oğlu; 'Babacağım, bunda ne hikmet vardır ki, senelerdir onu görmek arzusu ile yanıyordun, bugün bu saâdet, bu nîmet kapınıza geldi de içeri almıyorsunuz? ' dedi. Ahmed bin Hanbel; 'Evet, söylediğin gibidir. Ama korkarım ki, onu gördükten sonra ayrılığına dayanamam. Onun kokusu için bir ömür harcadım. Onu ayrılmak olmayan yerde görmek isterim.' dedi.

    Ahmed bin Hanbel sık sık talebesine buyururdu ki:

    'İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lâzımdır. İlim, rivâyet, kuru mâlûmât ve bilgi çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.'

    'Kulun kalbini ıslâh etmesi, düzeltmesi için, iyilerle berâber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Yine kulun fasıklarla berâber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar zararlı bir şey yoktur.'

    'Günahlar îmânı zayıflatır.'

    'Yemeği, din kardeşleriyle sürûr içinde, fakirlerle ikrâm ve cömertlikle, diğer insanlarla da mürüvvet içinde yemek lâzımdır.'

    'Her şey için kerem vardır. Kalbin keremi Halıktan râzı olmak, kadere rızâ göstermektir.'

    'Sizde olmayan meziyetlerle sizi metheden kimsenin, sizde olmayan kötülüklerle de bir gün kötüleyeceğini unutmayınız.'

    'İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kırılan veya küsen arkadaş, gerçek arkadaş değildir.'

    'Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız.'

    'İnsanların ahmak sınıfı, kendilerinin medh edilmesinden hoşlananlarıdır.'

    'Tevekkül, her şeyi Allah'tan bilmek ve rızkı O'nun verdiğine inanmaktır.'

    'Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O'ndan bilip katlanabilmektir.'

    'İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfi gelmez.'

    'Bir kimse, sadık bir arkadaşını kaybederse, kendisi için zillettir.'

    'Hüsn-i zannı olanın hayatı hoş geçer.'

    'Yalan söylemek, emniyeti giderir.'

    'Meziyet, fazîlet, ilim ve irfân tamamlığı iledir.'

    'Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır.'

    855 (H.241) senesi Cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze namazını kılmak üzere çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar evlerinin kapısını açıp; 'Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin.' diye bağırdılar. Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenâze namazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve hıristiyanlardan pekçok kimse, bu hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak; 'Lâ ilâhe illallah.' dediler.

    Vefâtından sonra Muhammed ibni Huşeyme hazret-i İmâm'ı rüyâsında gördü. 'Nereye gidiyorsun? ' dedi. 'Cennet'e.' dedi. 'Allahü teâlâ sana ne muâmele etti? ' diye sorunca, cevâbında; 'Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve; 'Ey Ahmed! Kur'ân-ı kerîme mahlûk demediğin için, bu nîmetleri sana verdim.' buyurdu.' dedi.

    Ahmed bin Hanbel'in vefât haberini İskenderiye'de iken duyan Muhammed bin Huzeyme, çok üzülmüştü. Rüyâsında Ahmed bin Hanbel'in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine; 'Ey İmâm! Bu böyle ne biçim yürüyüş? ' dedi. O da; 'Dünyâda Allahü teâlânın dînine hizmet edenlerin, Cennet'teki yürüyüşleri böyledir.' buyurdu. O; 'Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti? ' diye sual etti. İmâm hazretleri; 'Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi ve; 'Ey Ahmed! Kur'ân-ı kerîm benim kelâmımdır, diye inandığın için, bu iltifâtlara kavuştun. Ey İmâm! Süfyân-ı Sevrî'den sana ulaşan duâlar var, onlarla dünyâda duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ et.' dedi. Bu emir üzerine; 'Ey âlemlerin Rabbi olan Allah'ım! Bizleri af ve magfiret eyle. Bizlere suâl sorma.' diye duâ ettim. Bu duâdan sonra; 'Ey Ahmed! İşte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet'e girdim.' dedi.



    Ahmed bin Hanbel'in pek çok eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

    1) Müsned; 30 bin hadîs-i şerîfi içine almıştır. Matbûdur. 2) Kitâb-üs-Sünne. 3) Kitâb-üz-Zühd: Matbûdur. 4) Kitâb-üs-Salât. 5) Kitâb-ül-Vera' ve'l-Îmân. 6) Kitâb-ür-Reddi ale'l- Cehmiyye ve'z-Zenâdıka: Matbûdur. 7) Kitâb-ül-Eşribe: Matbûdur. 8) Kitâb-ül-Mesâil. 9) Cüz-fi Usûl-üs-Sünne. 10) Fadâil-üs-Sahâbe: 2 cilt hâlinde matbûdur. 11) Er-Reddü A'lâ men-Tenâkua fi'l-Kur'ân. 12) Et-Tefsir. 13) En-Nâsih ve'l-Mensûh. 14) Et-Târih. 15) Hadîsu Şu'be. 16) Mukaddem ve'l-Muahhar fi'l-Kur'ân. 17) Vücûbât-ül-Kur'ân. 18) Menâsik-ül-Kebîr ve's-Sagîr. 19) El-Cerhu ve't-Ta'dîl. 20) Kitâb'ül-ilel ve Ma'rifet-ür-Ricâl: Matbûdur.

    HAYIR OLMAZ!

    Ahmed bin Hanbel vefât ederken eliyle işâret edip; 'Hayır olmaz! ' dedi. Oğlu; 'Babacığım bu ne hâldir? ' diye sorunca; 'Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz. Şeytan felâket toprağını başıma saçmak istiyor. Ey Ahmed! Benim elimde can ver, diyor. Ben de; 'Hayır olmaz! Hayır olmaz! ' diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn olmak yoktur.' buyurdu.

    SORULAR

    Ahmed ibni Hanbel'e; 'Her gün sabahtan akşama kadar câmide ibâdet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse nasıl bir adamdır? ' diye sorulduğunda; 'Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: 'Allahü teâlâ benim rızkımı süngümün ucuna koymuştur.' Yâni rızkım cihâd ile gelmektedir.' buyurdu.

    İhlâs nedir? sorusuna; 'Amellerin âfetlerinden kurtulmaktır.' Tevekkül nedir? sorusuna; 'Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.' cevâbını verdi.

    Zühd nedir? sorusuna; 'Zühd üç türlüdür; câhilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Âriflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan şeyleri terk etmektir.' buyurdu.

    Ebû Hafs Ömer bin Sâlih Tarsûsî isimli velî bir zât, Ahmed bin Hanbel'e; 'Kalbler ne ile yumuşar? ' diye sordu. Başını eğip biraz düşündükten sonra; 'Evlâdım! Helâl yemekle yumuşar.' buyurdu.

    Ahmed bin Hanbel hazretlerine bir gün; 'Tevekkül nedir? ' diye sordular. 'İnsanlardan istemeyi ve onlara yalvarmayı terk etmektir.' buyurdu.

  • şems-i tebrizi28.12.2003 - 11:52

    Şems-i Tebrîzî

    Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Mevlânâ'nın medresesinde defnedildi.

    Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, Tebriz'de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır:

    'Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O'nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi.Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; 'Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir? ' dedi. Ben de ona; 'Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim.' diye cevap verdim.'

    Şems-i Tebrîzî hazretleri, Ebû Bekr-i Kirmânî'den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî'den feyz aldı. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl'in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irâkî de ders aldı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl'e arz eder bildirirdi. Birgün Bâbâ Kemâl, Şemseddîn-i Tebrîzî'ye; 'Sana esrârdan ve hakîkatlerden bir şey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun? ' dedi. Cevâbında; 'Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum.' dedi. Bunun üzerine Bâbâ Kemâl; 'Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her mârifet ve hakîkatleri söyler.' buyurdu.Şems-i Tebrîzî hocalarını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmalarının sonunda, mânevî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine 'Uçan güneş' dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.

    Kendisi anlatır: 'Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; 'Seni bir velîye arkadaş edeceğiz.' dediler. Ben de; 'Peki o velî zât nerede bulunur? ' dedim. Bana; 'Aradığın velî Rum diyârındadır.' dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda; 'Daha bulacağın zaman gelmedi.' dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; 'Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir.' diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara düştüm.'

    Şems-i Tebrîzî hazretleri bu ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket etti. ÖnceŞam'a oradan Konya'ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok hâdiseler geçti.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına yerleşti.

    Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ karıştırmıştı.Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir daha alış-veriş yapmadı.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında; 'Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir? ' dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; 'Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlaraHak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; 'Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne? ' buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; 'Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.' diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; 'Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? ' dedi. O da; 'İsminizi öğrenmek istiyorum.' deyince, Mevlanâ; 'Celâleddîn Muhammed.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; 'Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksaBâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? ' diye sordu.Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; 'Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı.' dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; 'Peki, Muhammed aleyhisselâm; 'Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî! ' dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin 'Sübhânî, benim şânım ne yücedir' diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? ' diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: 'Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; 'Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır.' buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.' Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, 'Allah' diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; 'Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.' diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; 'Âh babamın bulunmaz yazıları gitti.' diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ 'Bu nasıl işdir? ' dedi. 'Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın.' buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.

    Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: 'Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.

    Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems'e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi.'

    Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; 'Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle' derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri; 'Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir.' buyururdu.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; 'Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi.' derdi. Bunu işitenler; 'Niçin böyle söylüyorsun? ' dediklerinde, onlara; 'Âşık olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir? ' diye cevap verirdi.

    Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.

    Sirâceddîn anlatır: 'Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste; 'Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider? ' diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; 'Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır.' derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık.'

    Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; 'İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler.' dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; 'Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok.' dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; 'Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır! ' diye duâ etti.Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden 'Allah! Allah! ' sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; 'İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp 'Allah! Allah! ' demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır.' buyurdu.

    Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır; 'Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; 'Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ'nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz.' buyurdu.'

    Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakk'a; 'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diye duâ ediyordu. Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, 'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; 'İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek.' diyen bir ses işitti. Bunun üzerine Şems-iTebrîzî; 'Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle.' dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.

    Mevlânâ Celâleddîn ileŞems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: 'Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.' Bu söylentilere Mevlânâ; 'Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? ' diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.

    Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. 'Şems! Şems! ' diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; 'Şems-i Gördüm.' diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; 'Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi.' dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri; 'O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi. Yalan söylüyor' deyince, Mevlânâ da; 'Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm.' diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu SultanVeled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; 'SüratleŞam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et.' dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı.Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; 'Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz.' diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleriMevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; 'Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz.' dedi.

    Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

    Şems-i Tebrîzî hazretleri,Mevlânâ'yı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; 'Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! ' dedi.

    1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'ya; 'Beni katletmek için çağırıyorlar.' dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin 'Allah! ' diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı.Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona; 'Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin.' buyurdu. Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.

    Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzıları şöyledir:

    Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse; 'Efendim! Mârifeti bana anlatır mısınız? ' dedi. O da; 'Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir.' buyurdu. Soruyu soran; 'Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim? ' diye tekrar sordu. 'Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tânedir: 1) Şehvet, 2) Çok yemek. 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir.' buyurdu.

    Bir defâsında da; 'Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz.' buyurdu.

    'İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden.'

    'Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir.' buyurdu.

    Şems-i Tebrîzî hazretlerine; 'İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir? ' dediler. Cevâbında; 'Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir.' buyurdu. 'Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir? ' diye sordular. Buyurdu ki: 'İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir.'

    Cömertliği sordular, buyurdu ki: 'Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.'

    'Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür.'

    'İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir.'

    'Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet'e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur.'



    Şems-i Tebrîzî hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzıları şöyledir:

    Bihamdillah direm Allah Salâtullah selâmullah Salâtullah selâmullah Açılır sana bir kapı
    Alıp aklımı fikrullah Aleyke yâ Resûlallah Aleyke yâ Resûlallah Ayân olur Cemâlullah
    Dilimde zâtın esmâsı Gönül âyinesin sûfî Bu tevhidden murâd ancak Salâtullah selâmullah
    Bana üns oldu zikrullah Eğer kılar isen sâfî Cemâl-i zâta ermektir Aleyke yâ Resûlallah

    Görünen kendi zâtıdır Şems-i Tebrîz bunu bilir Ben ol pervâneyim geldim
    Değil sanma ki gayrullah Ehad kalmaz fenâ bulur Düşüp aşk oduna yandım Hemen bâkî kalır Allah
    Salâtullah selâmullah Bu âlem küllü mahvolur Yanuban küllü yandım Salâtullah selâmullah
    Aleyke yâ Resûlallah Beni yaktı aşkullah Aleyke yâ Resûlallah