Kıymet verilebilecek gazetelerden biri... Lakin gazetenin seyrinde şunu görmemizde gerekir. Gazetenin içeriğine uygun olmasa da özellikle fikri yapıda birçok değişikliklere uğradı. Rüzgara göre yelken açtı...
İngiliz garson, Türk müşteriye: -Çanakkale’de çok askerimizi öldürdüğünüz için sizleri pek sevmeyizdeyince, bizimkinden gayet soğukkanlı bir şekilde şu cevabı almış: -Orada ne işiniz vardı?
Aşk… Üzerinde en çok söz söylenen, şiirler yazılan, hikâyeler örgülenen, Mecnûn’u Leylâ delisi yapan kelime… Aşk, canların gıdası… Aşk, harflerin batınındaki mana… Aşk, can madenindeki kimya…Aşk; üç harf, beş nokta…
‘Aşk’ kelimesi eski Türkçe’de; ayın, şın, kaf harfleri ile yazılır. Bu harflerden faydalanarak derler ki; ayn ağzından girmeyen, şın testeresi ile enaniyetini kesmeyen, kaf teknesinde kaynamayan pişmemiş kalır ve aşkın sırlarını anlayamaz.
Aşkın sözlerle anlatılması oldukça zor, hattâ imkânsızdır. Bu itibarladır ki aşk adına anlatılan şeylerin büyük bir kısmı, onun dışa aksetmiş eserleri olmadan öteye gitmez. Zira, o bir hâldir ve onu beyan edecek dil de, sadece aşkın kendisidir:
“Eğer ben aşkın şerhini yapsam, aşkı anlatmaya kalkışsam ve buna devam etsem, yüz kıyamet kopar, yine de sözü tamamlanmaz.”[1]
“Aşkı anlatmak için ne söylersem söyleyeyim, kendim aşka gelince, aşkı hissedince söylediklerimden utanırım.
Her ne kadar, dil ile açıklanması, anlatılması pek parlak ve aydınlatıcı da olsa, aşkın dile düşmemesi, söylenmemiş kalması ve gönülde duyulması daha parlaktır.
Her bahsi yazmakta koşup duran kalem, aşk bahsine gelince dayanamadı, ortadan yarıldı.
Akıl, aşkın şerhinde, açıklanmasında merkep gibi çamura battı kaldı. Aşkın da âşıklığın da ne olduğunu yine aşk açıkladı.”[2]
Bütün toplulukları peşinden sürükleyip perişan eden, etki alanı devasa olan yegane kuvvet aşktır.
“A aşk, ne biçim şeysin ki her şey senin; her şey sensin. Topluluklar senin per-perişanın…A aşk, altınların hepsi senin madeninden; sen anasın, bütün halk, senin çocukların.”[3]
“Peygamberimizin yolu aşktır; aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır…”[4]
Aşk ile münasebeti kavi olan Mevlânâ Hazretlerinin aşka dair söyledikleri, levha söz niteliğindedir:
“Aşkın fazileti insanı faziletleştirir.”[5]
“Ey can! Bu aşk, yağmur gibidir; biz de yapraklar ve otlar gibiyiz! Olabilir ki, bir gün yağmur; çayır-çimene, yaprağa, ota yağar da onları yeşertir, geliştirir! ”[6]
“Aşkın ağzı olsaydı, bütün dünya ona bir lokma olurdu; aşkın kapısı olsaydı, bütün padişahların canları o kapıda kapıcılık ederdi.”[7]
“Aşk yolu yetmiş iki milletin inancının dışındadır.[8]
“Aşkı seç, aşkı seç ki sen de seçilmiş bir insan olasın. Sana en sağlam fikri aşk verir.”[9]
“Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma! Aşk, ab-ı hayattır. Onu canla, gönülle kabul et! ”[10]
“Aşksız geçen ömrü hesaba sayma
O sayıdan dışarıda kalacaktır çünkü.[11]”
Mevlânâ, aşkın şerefiyle şerefyab idi. Onun dünyalık mevki ve makamlarla işi yoktu. Hiç âşıklıktan ve aşktan daha güzel bir mevki olabilir mi?
“Ben mevki istemiyorum; iki dünyada da benim mevkiim ve şerefim aşktır! ”[12]
Işığa pervane olmayanın aşkından şüphe edilir. Pervane, mumun aşkıyla muma öyle yaklaşır ki kanatları mumun aleviyle tutuşur da farkında olmaz. Aşkı saklamak, pervanenin mum ışığına duyduğu aşkı gizlemesi kadar imkânsızdır:
“Aşkı gizlemek nedir? Ateşi yün içinde, pamuk içinde gizlemek… Sen ne kadar gizlesen o, o kadar meydana çıkar.
Aşkın sırlarını gizlemek istedikçe, o; “İşte ben buradayım.”diyerek sancak gibi başını kaldırır ve kendini gösterir.”[13]
İnsanın insanlığı, fânî cesedinde değil ebediyete taşıyacağı bâkîliklerde aranmalıdır. Her şey silinip gider, kalacak olan aşktır:
“Biz gittik; kalanlara selâm olsun, hoşça kalsınlar! Doğan, mutlaka ölür!
O kadar koşmayın, o kadar yorulmayın; şu yerin altında çırak ne olmuşsa, usta da o olmuştur!
Direği rüzgardan olan bu bina ne kadar dayanabilir?
Yaşadığın devrin eşsiz, parmakla gösterilen tek kişisi bile olsan, tek tek gidenler gibi, sen de bir gün dünyayı bırakıp gideceksin!
Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten evlâdın olsun!
O geriye kalan iyilikler, ibadetler; gayb âleminin nurdan ipi ve dünyaya direk olanların ruhudur!
O süzülmüş, seçilmiş aşk cevheri var ya, işte ölümsüz olarak kalacak ancak odur! [14]
“Bizim bedenimiz yamalı bir hırkaya benzer. Canımız da çok derin manalı bir sûfidir.
Yamalarla dolu hırkayı birkaç gün giyeriz, fakat can ile aşkın işi ebedîdir. Yani bedenimiz fânîdir, ruh ile aşk ölümsüzdür.”[15]
Sözlerini aşkın etkisinde söyleyen bu yüce zatın, bütün eserleri aşk yüklüdür. Mesnevi, hele hele Divan-ı Kebir bütünüyle aşkın doruklarından esintilerle dolu. Peki, Mevlânâ’nın aşktan kastı neydi? Görelim Mevlânâ ne söyler:
“Âşıklara canlar feda olsun! Aşk, hoş bir hevestir! Ey oğul! Aşka bağlan; geri kalan şeyler boştur, hevadır.
Gökyüzünden ta yeryüzüne kadar ateşten bir aşk zinciri sarkıtmışlardır. Eğer Hakk’ı hakikati seviyorsan, o zincire sarıl, yukarılara çık!
Sen; “Aşk, nasıl şeydir? ” diye sorma! Aşk, bir çeşit deliliktir, divaneliktir, insanı, zincire vurdurur! Fakat bu zincir, ahmak ve akılsızlara vurulan zincir değildir! ”[16]
“Aşk; her an göklere uçmaktır, yüzlerce perdeyi yırtmaktır!
Aşk, önce kendini nefsinin isteklerinden kurtarmak, nefsanî yollarda yürümekten ayak çekmektir!
Dünyayı yok saymak, görmemezlikten gelmektir; geldiği ve tekrar gideceği âlemi düşünmek, kendini anlamaya, bilmeye çalışmaktır.”[17]
Aşk, dünyaya geliş sebebimizdir.
“Allah (cc) , bu dünyaya her insanı bir iş için getirdi ama, bizi işsizlik, hünersizlik sanatı için getirdi! Yani, bizim, dünyada aşktan başka bir işimiz yok; Allah (cc) , bizi dünyaya kendisini sevmemiz için getirdi! ”[18]
Varlığın mayesi mademki aşk, aşksız yapılan bütün işler yarım, bütün güzellikler sun’idir. Aşk varsa her şey yerli yerinde ve coşkuludur.
“Bedenin değirmene benzer, değirmenin suyu aşktır; su olmayınca değirmen nasıl döner? ”[19]
“Aşksız neş’e de olmaz, zevk de; aşksız varlık güzelleşemez, ölçülü, hoş bir hâle gelemez. Buluttan denize yüzlerce katre yağsa aşk oynayışı olmadı mı, gizlenmiş inci olamaz.”[20]
“Aşk olmasaydı cansızlar, bitkilere girer de onlar da yok olur muydu? Büyüyüp yetişen nebatlar, kendilerini gıda olarak canlılara feda ederler miydi? Bitkiler âdeta can olmak için kendilerini canlılarda yok etmektedirler.
Aşk olmasaydı, her şey yerinde buz gibi donar kalırdı.”[21]
“Âşığın âhından gök yarılır, âşıkların feryatları, iniltileri hor görülecek bir şey değildir.
Gökyüzü âşıklar için döner. Gerçekten de gök kubbenin dönüşü aşktandır, aşk içindir.”[22]
Mevlânâ hâl insanıydı. Söylediği her sözü manaca temsil ederdi. Tarifi imkânsız âşıklığın ne olduğunu soranlara aşk hâlini dört kelimeyle özetler:
“Benim gibi olursan bilirsin.”[23]
Aşkın dirilticiliğini, yüceliğini ancak Mevlânâ gibi baştan ayağa aşkla dolu bir Hak âşığı, bu denli güzel anlatabilirdi. Aşkın ne olduğunu âşık bilir ancak. Padişahlar, halifeler dahi bilemez Mecnûn’un hâlini, harabatını.
“Dönemin halifesi Leylâ’yı görünce Leylâ’ya: “Mecnûn’un perişan olmasına sebep olan Leylâ sen misin? Senin öyle fevkalade bir güzelliğin yok. Hal böyleyken Mecnûn nasıl olur da senin için deli-divane oluyor.”der hayretle… Leylâ: “Sen sus, çünkü sen Mecnûn değilsin! ”cevabını verir.”[24]
Evet, âşıklık kâl işi değil tamamen hâl işidir, kişi Mecnûn değilse aşkı nereden bilebilir! Bilgiyle aşk öğrenilemez.
“Âşıkların harabâtı bayındırlık kabul etmez ve halleri de ibarelere sığmaz.
Medresede elde edilen ilim başka bir iş, âşıklık başka bir iştir.”[25]
Onun dergahında her kelâm aşk ile başlar, her nokta aşk ile konulurdu. Çünkü, Hazreti Mevlânâ aşka âşıktı.
“Ben sözü aşkla söylüyorum, çünkü dersi aşktan alıyorum. Ben canımı onun önüne koyuyorum.”[26]
“Aşka âşığız biz, aşktır kurtuluş, can Hızır’a benzer aşk da bengisuya…”[27]
“Ben aşka âşığım aşk da bana âşık…Beden cana âşıktır, can da bedene âşık. Kimi olur, iki kolumu onun boynuna dolarım ben; kimi de olur, gönül kapanlar gibi o kollarını, benim boynuma dolar.”[28]
Hakiki aşktan nasibini alamayan, aşktan bî-haber yaşayanlara bir çift sözü vardır Mevlânâ’nın:
“Ey kalplerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın ve âşık olun.”[30]
Aşka bürünen, aşkla yatıp kalkan aşk rengindedir artık. Aşkın rengi ise güz yaprakları gibi sarıdır. Âşık, sarı benizlidir. Başka renklerle onun işi yoktur.
Birkaç fakîh Karatay Medresesi’nden çıkmış ve imtihan maksadıyla Mevlânâ’ya: “Ashab-ı Kehf’in köpeği ne renkte idi? ”diye sormuşlardı. Mevlânâ: “Rengi sarı idi, çünkü âşıktı. Âşıkların rengi daima benim gibi sarı olur.”buyurdu.[31]
Âşıkların gönülleri yanar durur; mum gibi, tandır gibi, volkan gibi…
“Âşıkların gönülleri kızgın tandıra benzer. Tandıra gelince artık başka bir şey sorma! ”[32]
“Şu göğüste kebap var, kebap; fakat dumanı yok.”[33]
“A gönül, akşam vakti, sabah belirtisini kim gördü? Kim gördü adı-sanı iyi bir gerçek âşık? Yanmışım diye feryat edip duruyorsun; feryat etme, yandığı halde ham kalanı kim görmüştür ki? ”[34]
Mevlânâ “Bütün ömrümün hasılı şu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım! ”diyordu. Ham yönler ateşe tutulacak, hakiki aşkı engelleyici unsurlar tek tek pişirilecek, nihayetinde hamlıktan kurtulup ‘yandım’ denilecek. Yandığı halde ham kalan olmadığına dert ve elemsiz olunmayacak. Dertler, âşık olmayı talep edenlerin gerçek aşka olan liyakatını ölçen bir imtihandır. Aşk acıdır, hasrettir, hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Bu yolda her adım başında bir başka dert, bir başka tuzak var.[35] Kardeşim! Herkes âşık olamaz. Âşık olan kişiye dert gerek, dert nerede? Âşık olan kişinin sabırlı olması, aşkına sâdık kalması lazımdır. Böyle bir er nerededir? Gerçek âşık nerededir? [36] Kendinden geçmeyen, kendi benliğinden geçmeyen bir âşık, âşık değildir! Ey oğul! Şunu iyi bil ki; dertsiz aşk masaldır.[37]
Diyor ki şair;
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Başını âna tutmaktır adı aşk
(Eşrefoğlu Rûmî)
Gönül defterine aşk yazılanlar dertlere, elemlere taliptir.
“Aşk bir dava, cefa çekmek de onun şahididir. Şahidi olmayan dava kaybedilir.”[38]
Âh… âşığın ciğerindeki sızıdır. Bilenler derler ki; “âh” kelimesinin yazılışında iki “a” harfi vardır. Bunlar ebced hesabına göre; bir+bir= iki eder. “H” harfinin değeri de 5’tir. O sebeple “âh” kelimesini oluşturan harflerin sayısal değeri yedi yapar ki, âşıkların derinden çektikleri ‘âh’ gönlün yedi kat semasından gelmektedir. Âh’ın yakıcılığı bu yüzdendir.
Aşkın sefası cefasındadır. Aşk, canın dermansız vaveylâsıdır. Hakiki âşıklar ‘gel gör beni aşk neyledi’ diyenlerdir.
Candan kopup gelen aşkla, iple bedene bağlanan fânî aşk arasında fark vardır elbette. Renk cazibesiyle husule gelen aşklar hakiki değildir. O halde;
“Ey isteyen, ey âşık! Sana bu isteği vereni düşün; eseri yaratanı gör! Neden yaratana değil de, onun yarattığı esere gönül veriyorsun? ”[40]
Allah (cc) aşkı, cânândan iltifat beklemeksizin duyulan aşktır.
“Hem Allah (cc) âşığı olmak, hem de O’ndan karşılık beklemek olur mu? ”[41]
“Kulluk et de, belki sen de âşık olursun! Kulluk nedir? Kulluk da, ibadetle, iyi işlerle elde edilen bir kazançtır; yani lafla kulluk olmaz!
Kul köle; canla başla âzat olmayı, kulluktan kurtulmayı diler! Âşık ise, ebedî olarak kullukta kalmayı ister; azat olmayı hiç istemez!
Kul vardır, daima elbise ister, bahşiş ister; âşığın elbisesi ise sevgilinin yüzüdür, sevgili ile buluşmaktır.”[42] Kul vardır, karşılık beklemeden sever; fakat Allah (cc) , bir kulunu sevmeyince, o kul Allah (cc) ’ı sevemez! Sevgi Allah (cc) ’tan gelince kul, ne cennet dileği, ne de cehennem korkusu ile ibadet eder. Bir kula ibadet zevkini veren Hakk’tır.
O, aşk derken bizim anladığımız dar çerçevenin dışına çıkıyordu. Kalpteki her kımıldanmayı aşk sayan ten sevdalılarına hakiki aşktan numuneler sunuyordu.
“Fânî olan insanların, yani ölülerin ve öleceklerin aşkı sonsuz olamaz. Çünkü ölü, tekrar bizim tarafımıza gelemez.
Fakat, gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allah (cc) aşkı, ruhta olsun, gözde olsun her an goncadan daha taze olarak durur.
O, ölümsüz olan, bâkî olan Allah (cc) aşkını seç ki, o canına can katan mana şarabını sana lutfetsin, seni yaşatsın.
Sen öyle büyük bir varlığın aşkını seç ki, bütün peygamberler, onun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saadete erdiler.”[43]
“Kimin gönlünde bu aşktan eser yoksa, o Allah (cc) ’ın nazarında çerçöptür, taştır- topraktır.”[44]
Mevlevî şair Esrar Dede;
Bir sînede kim nâr-ı muhabbet eseri yok
Zulmettedir ol nûr-ı Hüdâdan haberi yok!
Bir gönülde sevgi ateşi, aşk ateşi yoksa, o gönül karanlıklarda kalmıştır. Allah (cc) ’ın nurundan haberi yoktur demiştir. Oysa insanı diri kılan, yaşatan Allah (cc) aşkıdır.
“Günlerden bir gün şehrin hekimleri ve zamanın bilginleri arasında: “İnsanın nefsi kanla mı yoksa başka bir şeyle mi yaşar? ”diye büyük bir bahis olmuştu. Doktorların çoğu: “Muhakkak kanla yaşar, yoksa insanın kanı tamamıyla giderse hemen ölür.”dediler ve fakîhleri susturdular. Bilginler meseleyi Mevlânâ Hazretlerine arz ettiler. Mevlânâ: “İnsan kan ile değil Allah (cc) aşkı ile yaşar.”dedi. Ardından kollarındaki damarlara neşter vurdurup kan aldırdı. O kadar kan aktı ki, neşter vurulan yerden sarı su akmaya başladı. Mevlânâ hekimlere dönerek: “Nasıl insan kanla mı yoksa Allah (cc) aşkıyla mı yaşıyormuş? ”diye sordu.”[45]
Allah (cc) aşkıyla yaşayan Mevlânâ Hazretleri, âşıkların bâkî cânânı Allahû Teala’ya (cc) duyduğu aşkın sönmesini arzulamaz… İçindeki aşk meş’alesinin sönmemesi için niyazdadır hep.
“Cennette bile olsam, altına gümüşe gark olsam, sen olmayınca ben bir yetim sayılırım! ”[46]
“Ey gönül verdiğim eşsiz ve yüce varlık; aşkına düşmüşüm, sevdana kapılmışım! Senin aşkın bir deniz, gönlümse bir balık! Bu sebeple, bir an senden ayrı düşsem yaşayamam!
Balıklar, suyun dışında bir an bile yaşayamazlar! Âşıklar da, gönüllerini kaptırdıkları sevgilinin ayrılığına sabredemezler!
Balığın canı sudur; balık, canından ayrı düşmeye sabredebilir mi? Cana sabredebilemezse, canın canına nasıl sabredebilir?
Sensiz bana iki dünya da zindan kesilir; senden ayrı olunca, âb-ı hayat bile içsem bana dokunur, zarar verir! ”[47]
“Allah’ım! Bir balığın, bir an bile olsa, sudan ayrı düşmeye dayanamadığı gibi, benim de öyle bir canım var ki bir an için olsun; senden ayrı düşmeye sabredemez.”[48]
“Zâti sen, düşünce gibi gece-gündüz gönlümdesin; seni ne vakit arasam gönlüme bakarım ben! ”[49]
“Gönlümün evini boşalttım; içinde bulunan her şeyi dışarı attım da orayı senin eşyanla doldurdum, döşedim! Aşkın günden güne artsın, çoğalsın diye ben eriyip gitmede, eksilmedeyim! ”[50]
“Gönülden, kiminle bir soluk aldıysam kovdu o kişi beni; sen kovma; çünkü senden geçilmez de geçilmez.”[51]
“Yapma ey dost! Ben garip bir kişiyim. Başımda senin sevdan var! Ben dertliye, yurdundan ayrı düşmüş ben garibe, hoş bir şekilde bak! Ben seni istemekteyim. Başka isteğim yok!
“Fakat seninle olduktan sonra muradımıza ersek de hoş, ermesek de! ”[53]
“Ey keremine kurban olduğum Allah (cc) , başım senin aşkınla senin özleminle dönmededir!
Sana rağbetimiz, seni sevmemiz, özlememiz de bizden değildir. Senin dileğin, senin lütfundur. Nerede bir yol alan varsa, onu çekip götüren de senin cezbendir. Senin çekişindir.”[54]
“A benim canım, sensiz yaşayış haram; zati sensiz de yaşayış mı olur? Ant içerim ki sensiz yaşayış, yaşamak adı verilmiş bir ölümdür ancak.”[55]
“Ey güzelliklerden bile gizli olan aziz varlık! Seninle beraber bulunmadıktan sonra, ben cennette sonsuza kadar hûrilerle dost olmuşum, devlet bana yâr olmuş, ben bunlardan hiçbir şey anlamam. Ben senden başka bir şey istemem.”[57]
Hz.Mevlânâ’nın bu münacatı, Yunus’un;
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni
niyazıyla paraleldir.
Âşığın pür melâli sevgiliden ayrı kalmaktır. Âşık, maşuktan ayrı düşünülemez.
Leylâ’dan ayrı düşen Mecnûn bir gün hastalanıverir. Tedavi için hekim gelir. Hekim: “Kan almaktan başka çare yok! Pis kanı def etmek için hacamat lâzım! ”dedi. Hacamatçı geldi ve Mecnûn’un kolunu bağlayıp neşterle kolunu keseceği sırada âşık Mecnûn nâra attı. “Paranı al da git; ölürsem öleyim! ” Hacamatçı “Kükremiş aslandan bile korkmazken kan aldırmaktan neden korkuyorsun? ”dedi.
Mecnûn “Ben, yaralanmadan korkmuyorum! dedi. Yaralara âşığım; koşa koşa yaralanmaya giderim, fakat vücudumu Leylâ ile dolu; içimde, Leylâ’dan başka bir varlık yok. Bir sedef gibi olan bedenim, o incinin sıfatları ile dolmuştur! ”[58]
“Neyi çok seviyorsan, neyin üstüne titriyorsan, bil ki sen osun, senin değerin ancak odur! İşte bu yüzdendir ki, Hakk âşığının gönlü arşın da üstündedir! ”[59]
Canan yoksa âşığın içi kül bağlar. Cânânsız cihân bir hiçtir.
Ya Râb bana cism ü can gerekmez
Cânân yok ise cihân gerekmez
diyen şair Allah (cc) aşkıyla dopdolu Hazreti Mevlânâ’nın duygularına tercüman olmaktadır.
Velhasıl, söz biter ama aşkın âşığı Mevlânâ’nın aşkı terennümü, aşk hâli hiç bitmez. O, sözlerini de gönlünü de aşka boyamıştı. Çünkü aşk, Mevlânâ idi; Mevlânâ da aşk idi.
Uzan Grubu’nun en güçlü olduğu günler. Henüz Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı Magic Box’ın sihri bozulmamış.
Hararetli tartışma programları, birbirinden ilginç haber dosyaları ve reality şovlar hemen herkesi ekran başına kilitliyor. Uzanlar tam anlamıyla ‘âlem buysa kral biziz’ havalarında!
İşte bu günlerde Star’dan yakın bir dostum arıyor. Uzmanlık gerektiren bir konuda programına konuk aradığını söylüyor. Konusunda otorite üç ismi peş peşe sıralıyorum. Cevap kısa ve net: ‘O olmaz, o da olmaz, yok yok o hiç olmaz! ’
‘Nasıl yani? ’ dememe kalmadan, bana küçük dilimi yutturan şu karşılığı veriyor: ‘Cem Bey’in özel talimatıyla bütün servislere bir liste gönderildi. O listede ismi bulunanlara Uzan Grubu medyası kesinlikle yasak! ’
‘Vay canına desene Gestapo’nun kara listesi gibi! ’
Bu kez arkadaşım dilsiz!
Merak bu ya, ‘Kaç kişi var Cem Bey’in kara listesinde? ’ diyorum. Siyasetçiden sporcuya, akademisyenden sanatçıya, edebiyatçıdan müzisyene, bürokrattan işadamına yüzlerce isim sayıyor.
Sinirlerim iyice boşalmış, arkadaşımı daha fazla germemek için işi şakaya vuruyorum: ‘Bak kızma ama bence Cem Bey bir de beyaz liste yapsın ve sizi kapı kapı konuk aramaktan kurtarsın! ’
Sen misin böylesi ciddi bir konuda espri yapan!
Daha birkaç yıl geçmeden Uzanlar’ın saldırgan üslubu meyvesini veriyor. Grup inanılmaz büyümüş durumda. Telekomünikasyondan medyaya, inşaattan enerjiye, spor kulübünden müzik yapım evlerine yüzlerce şirket, fakat itibar sıfır! Ve aynı dostum bana dert yanıyor: ‘Senin esprin gerçek oldu! Artık programa çıkaracak konuk bulamıyoruz. Cem Bey’in beyaz liste yapmasına gerek kalmadı. Liste kendiliğinden buharlaştı. Hiç kimse Star’a çıkmak istemiyor! ’
Şaka gibi değil mi? Maalesef gerçek ve dahası var!
Uzan Grubu’nun ÇEAŞ ve Kepez’e el konulmasıyla başlayan en zor günleri. Gemiyi ilk terk edenler, şantaj ve saldırganlıkta en ileri gidenler. Kaderin cilvesi, Uzan Medya Grubu’nu ‘patronun ve partisinin sesi bültenine’ dönüştürenler, patrona ve partisine yeterince inanmadıkları için işten el çektiriliyorlar!
Grupta tam bir bozgun havası var. Patron kuyruğu dik tutmaya çalışsa da gemi hızla su alıyor. Gruba yeni katılmış üst düzey bir yönetici, karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyor: ‘Yönetim kurulu toplantısındayız. Cem Bey sürekli kendisine yapılan haksızlıktan ve uğradığı siyasi komplodan bahsediyor. Bir noktada dayanamıyor ve söze karışıyorum: ‘Size karşı siyasi bir kampanya yürütüldüğü doğru; ama gruba geldiğim günden bu yana gördüğüm manzara hiç iç açıcı değil. Kimi arasak olumsuz cevap alıyoruz. Grup hemen herkesle kavgalı. Bırakın büyük şirketleri, ya geçen gün şu köşedeki simitçiden simit alın da arkadaşlara dağıtın dedim. Asistanım gitti ve eli boş döndü. Simitçi parayı peşin almadan simit vermem demiş. Araştırdım, simitçi haklı. Adamdan defalarca hem de yönetim kurulu toplantısı adına simit alınmış ve parası ödenmemiş. Sokağınızın köşesindeki simitçiyle bile kavgalı bir grubunuz var! ’
Grubun patronu Cem Bey ne mi demiş? Ne diyebilir; acı acı gülmüş!
Köşe başındaki simitçisinden yurdun dört bir köşesine yayılmış İmar Bank mudisine, milyonlarca telefon abonesinden on binlerce Teleon mağduruna, Sabancı’sından Motorola’sına, Amerikan mahkemelerinden İsviçre tahkim mahkemesine uzanan çok acı bir gülüş bu!
Ve maalesef faturası ağır.
Hem 250 bin liraya sattığı simitle geçimini sağlamaya çalışan köşe başındaki simitçi için, hem de 7,5 katrilyonluk borç yüküyle ekonomisini çevirmekte güçlük çeken devlet için! En kötüsü de, sihirli bir kutuyla başlayan Türkiye’nin ilk özel televizyon macerasının, simitçisiyle bile kavgalı bir grubun elinden tekrar devlete geçmesi.
Ne dersiniz Cem Bey, simitçinizi bile çileden çıkaracak kadar sihirsiz ve sinir bozucu bir son değil mi bu?
Kavgam adlı eseri okuduğumda biraz garibime gitmişti Adolf HİTLER... Okumak istediği okulla yaşamının sonu ve gelişimi çok farklı... Ama Adolf deyince hep aklıma ahmak sözcüğü gelmiştir. Nedenini tam bilmiyorum ama bu çağrışımı silemedim... Herhalde bizimkiler dizisinden zihnime gelen birşey... Dunkof diyordu oğluna oyunculardan biri, o yüzden Adolf denilince Dunkof gelir aklıma...
Cem Uzan, bir ara seçim maratonuna girdi... Ekonomik alanda önemli girişimlerde bulundu.. Bir vakit bankanın tekini boşalttı... Hala insanlar ona bel bağlıyor. Bu ülkede siyasetçi olmanız için paranızın olması yeterlidir kuralının açık bir örneği... Osmanlı Devleti, son yıllarında devlet adamı bulamamaktan sıkıntı çekmişti... O boşluğu, gereksiz adamların devlet kademelerini gelmeleri takip etti... Cem Uzan bir bankayı yönetmekten aciz lakin eline devlet yönetimini almak için pek neşeli...
Bu kadar olumsuzlukların içinde sonunda soyadına yakışır davrandı... Cem UZAN, uzandı sonunda...
Kıymet verilebilecek gazetelerden biri... Lakin gazetenin seyrinde şunu görmemizde gerekir. Gazetenin içeriğine uygun olmasa da özellikle fikri yapıda birçok değişikliklere uğradı. Rüzgara göre yelken açtı...
Seyir halimizin diğer adı...
43-ZUHRUF: 5 - Siz haddi asan bir kavim oldunuz diye Kur'an'i size göndermekten vaz mi geçelim?
43-ZUHRUF: 6 - Biz öncekilere de nice peygamberler göndermistik...
Bu sözler gerçekten de müthiş ifadeler içeriyor.. Anlayabilen için kıymetlidir.
Gönül yolunun Sultanlarını Mektebi, Gönlüme talip olanlar, Gönlümün Sultanları olurlar inşallah!
İngiliz garson, Türk müşteriye:
-Çanakkale’de çok askerimizi öldürdüğünüz için sizleri pek sevmeyizdeyince, bizimkinden gayet soğukkanlı bir şekilde şu cevabı almış:
-Orada ne işiniz vardı?
Cem kılıcını çek...
-) -- (Bu ilk atak hazırlığım)
-) -- (Bu İmar Bankası için)
-) -- (Bu Seçimlerde kandırdıkların için)
-) -- (Bu da bu millete hala yaptığın kabalıklar için)
-) -- (Bu da öylesine benden olsun)
Aşk… Üzerinde en çok söz söylenen, şiirler yazılan, hikâyeler örgülenen, Mecnûn’u Leylâ delisi yapan kelime… Aşk, canların gıdası… Aşk, harflerin batınındaki mana… Aşk, can madenindeki kimya…Aşk; üç harf, beş nokta…
‘Aşk’ kelimesi eski Türkçe’de; ayın, şın, kaf harfleri ile yazılır. Bu harflerden faydalanarak derler ki; ayn ağzından girmeyen, şın testeresi ile enaniyetini kesmeyen, kaf teknesinde kaynamayan pişmemiş kalır ve aşkın sırlarını anlayamaz.
Aşkın sözlerle anlatılması oldukça zor, hattâ imkânsızdır. Bu itibarladır ki aşk adına anlatılan şeylerin büyük bir kısmı, onun dışa aksetmiş eserleri olmadan öteye gitmez. Zira, o bir hâldir ve onu beyan edecek dil de, sadece aşkın kendisidir:
“Eğer ben aşkın şerhini yapsam, aşkı anlatmaya kalkışsam ve buna devam etsem, yüz kıyamet kopar, yine de sözü tamamlanmaz.”[1]
“Aşkı anlatmak için ne söylersem söyleyeyim, kendim aşka gelince, aşkı hissedince söylediklerimden utanırım.
Her ne kadar, dil ile açıklanması, anlatılması pek parlak ve aydınlatıcı da olsa, aşkın dile düşmemesi, söylenmemiş kalması ve gönülde duyulması daha parlaktır.
Her bahsi yazmakta koşup duran kalem, aşk bahsine gelince dayanamadı, ortadan yarıldı.
Akıl, aşkın şerhinde, açıklanmasında merkep gibi çamura battı kaldı. Aşkın da âşıklığın da ne olduğunu yine aşk açıkladı.”[2]
Bütün toplulukları peşinden sürükleyip perişan eden, etki alanı devasa olan yegane kuvvet aşktır.
“A aşk, ne biçim şeysin ki her şey senin; her şey sensin. Topluluklar senin per-perişanın…A aşk, altınların hepsi senin madeninden; sen anasın, bütün halk, senin çocukların.”[3]
“Peygamberimizin yolu aşktır; aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır…”[4]
Aşk ile münasebeti kavi olan Mevlânâ Hazretlerinin aşka dair söyledikleri, levha söz niteliğindedir:
“Aşkın fazileti insanı faziletleştirir.”[5]
“Ey can! Bu aşk, yağmur gibidir; biz de yapraklar ve otlar gibiyiz! Olabilir ki, bir gün yağmur; çayır-çimene, yaprağa, ota yağar da onları yeşertir, geliştirir! ”[6]
“Aşkın ağzı olsaydı, bütün dünya ona bir lokma olurdu; aşkın kapısı olsaydı, bütün padişahların canları o kapıda kapıcılık ederdi.”[7]
“Aşk yolu yetmiş iki milletin inancının dışındadır.[8]
“Aşkı seç, aşkı seç ki sen de seçilmiş bir insan olasın. Sana en sağlam fikri aşk verir.”[9]
“Aşksız geçen ömrü hiç hesaba katma, yaşadım sanma! Aşk, ab-ı hayattır. Onu canla, gönülle kabul et! ”[10]
“Aşksız geçen ömrü hesaba sayma
O sayıdan dışarıda kalacaktır çünkü.[11]”
Mevlânâ, aşkın şerefiyle şerefyab idi. Onun dünyalık mevki ve makamlarla işi yoktu. Hiç âşıklıktan ve aşktan daha güzel bir mevki olabilir mi?
“Ben mevki istemiyorum; iki dünyada da benim mevkiim ve şerefim aşktır! ”[12]
Işığa pervane olmayanın aşkından şüphe edilir. Pervane, mumun aşkıyla muma öyle yaklaşır ki kanatları mumun aleviyle tutuşur da farkında olmaz. Aşkı saklamak, pervanenin mum ışığına duyduğu aşkı gizlemesi kadar imkânsızdır:
“Aşkı gizlemek nedir? Ateşi yün içinde, pamuk içinde gizlemek… Sen ne kadar gizlesen o, o kadar meydana çıkar.
Aşkın sırlarını gizlemek istedikçe, o; “İşte ben buradayım.”diyerek sancak gibi başını kaldırır ve kendini gösterir.”[13]
İnsanın insanlığı, fânî cesedinde değil ebediyete taşıyacağı bâkîliklerde aranmalıdır. Her şey silinip gider, kalacak olan aşktır:
“Biz gittik; kalanlara selâm olsun, hoşça kalsınlar! Doğan, mutlaka ölür!
O kadar koşmayın, o kadar yorulmayın; şu yerin altında çırak ne olmuşsa, usta da o olmuştur!
Direği rüzgardan olan bu bina ne kadar dayanabilir?
Yaşadığın devrin eşsiz, parmakla gösterilen tek kişisi bile olsan, tek tek gidenler gibi, sen de bir gün dünyayı bırakıp gideceksin!
Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten evlâdın olsun!
O geriye kalan iyilikler, ibadetler; gayb âleminin nurdan ipi ve dünyaya direk olanların ruhudur!
O süzülmüş, seçilmiş aşk cevheri var ya, işte ölümsüz olarak kalacak ancak odur! [14]
“Bizim bedenimiz yamalı bir hırkaya benzer. Canımız da çok derin manalı bir sûfidir.
Yamalarla dolu hırkayı birkaç gün giyeriz, fakat can ile aşkın işi ebedîdir. Yani bedenimiz fânîdir, ruh ile aşk ölümsüzdür.”[15]
Sözlerini aşkın etkisinde söyleyen bu yüce zatın, bütün eserleri aşk yüklüdür. Mesnevi, hele hele Divan-ı Kebir bütünüyle aşkın doruklarından esintilerle dolu. Peki, Mevlânâ’nın aşktan kastı neydi? Görelim Mevlânâ ne söyler:
“Âşıklara canlar feda olsun! Aşk, hoş bir hevestir! Ey oğul! Aşka bağlan; geri kalan şeyler boştur, hevadır.
Gökyüzünden ta yeryüzüne kadar ateşten bir aşk zinciri sarkıtmışlardır. Eğer Hakk’ı hakikati seviyorsan, o zincire sarıl, yukarılara çık!
Sen; “Aşk, nasıl şeydir? ” diye sorma! Aşk, bir çeşit deliliktir, divaneliktir, insanı, zincire vurdurur! Fakat bu zincir, ahmak ve akılsızlara vurulan zincir değildir! ”[16]
“Aşk; her an göklere uçmaktır, yüzlerce perdeyi yırtmaktır!
Aşk, önce kendini nefsinin isteklerinden kurtarmak, nefsanî yollarda yürümekten ayak çekmektir!
Dünyayı yok saymak, görmemezlikten gelmektir; geldiği ve tekrar gideceği âlemi düşünmek, kendini anlamaya, bilmeye çalışmaktır.”[17]
Aşk, dünyaya geliş sebebimizdir.
“Allah (cc) , bu dünyaya her insanı bir iş için getirdi ama, bizi işsizlik, hünersizlik sanatı için getirdi! Yani, bizim, dünyada aşktan başka bir işimiz yok; Allah (cc) , bizi dünyaya kendisini sevmemiz için getirdi! ”[18]
Varlığın mayesi mademki aşk, aşksız yapılan bütün işler yarım, bütün güzellikler sun’idir. Aşk varsa her şey yerli yerinde ve coşkuludur.
“Bedenin değirmene benzer, değirmenin suyu aşktır; su olmayınca değirmen nasıl döner? ”[19]
“Aşksız neş’e de olmaz, zevk de; aşksız varlık güzelleşemez, ölçülü, hoş bir hâle gelemez. Buluttan denize yüzlerce katre yağsa aşk oynayışı olmadı mı, gizlenmiş inci olamaz.”[20]
“Aşk olmasaydı cansızlar, bitkilere girer de onlar da yok olur muydu? Büyüyüp yetişen nebatlar, kendilerini gıda olarak canlılara feda ederler miydi? Bitkiler âdeta can olmak için kendilerini canlılarda yok etmektedirler.
Aşk olmasaydı, her şey yerinde buz gibi donar kalırdı.”[21]
“Âşığın âhından gök yarılır, âşıkların feryatları, iniltileri hor görülecek bir şey değildir.
Gökyüzü âşıklar için döner. Gerçekten de gök kubbenin dönüşü aşktandır, aşk içindir.”[22]
Mevlânâ hâl insanıydı. Söylediği her sözü manaca temsil ederdi. Tarifi imkânsız âşıklığın ne olduğunu soranlara aşk hâlini dört kelimeyle özetler:
“Benim gibi olursan bilirsin.”[23]
Aşkın dirilticiliğini, yüceliğini ancak Mevlânâ gibi baştan ayağa aşkla dolu bir Hak âşığı, bu denli güzel anlatabilirdi. Aşkın ne olduğunu âşık bilir ancak. Padişahlar, halifeler dahi bilemez Mecnûn’un hâlini, harabatını.
“Dönemin halifesi Leylâ’yı görünce Leylâ’ya: “Mecnûn’un perişan olmasına sebep olan Leylâ sen misin? Senin öyle fevkalade bir güzelliğin yok. Hal böyleyken Mecnûn nasıl olur da senin için deli-divane oluyor.”der hayretle… Leylâ: “Sen sus, çünkü sen Mecnûn değilsin! ”cevabını verir.”[24]
Evet, âşıklık kâl işi değil tamamen hâl işidir, kişi Mecnûn değilse aşkı nereden bilebilir! Bilgiyle aşk öğrenilemez.
“Âşıkların harabâtı bayındırlık kabul etmez ve halleri de ibarelere sığmaz.
Medresede elde edilen ilim başka bir iş, âşıklık başka bir iştir.”[25]
Onun dergahında her kelâm aşk ile başlar, her nokta aşk ile konulurdu. Çünkü, Hazreti Mevlânâ aşka âşıktı.
“Ben sözü aşkla söylüyorum, çünkü dersi aşktan alıyorum. Ben canımı onun önüne koyuyorum.”[26]
“Aşka âşığız biz, aşktır kurtuluş, can Hızır’a benzer aşk da bengisuya…”[27]
“Ben aşka âşığım aşk da bana âşık…Beden cana âşıktır, can da bedene âşık. Kimi olur, iki kolumu onun boynuna dolarım ben; kimi de olur, gönül kapanlar gibi o kollarını, benim boynuma dolar.”[28]
Hakiki aşktan nasibini alamayan, aşktan bî-haber yaşayanlara bir çift sözü vardır Mevlânâ’nın:
“Mademki âşık olmuyorsun git, yün ör, iplik eğir…”[29]
“Ey kalplerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın ve âşık olun.”[30]
Aşka bürünen, aşkla yatıp kalkan aşk rengindedir artık. Aşkın rengi ise güz yaprakları gibi sarıdır. Âşık, sarı benizlidir. Başka renklerle onun işi yoktur.
Birkaç fakîh Karatay Medresesi’nden çıkmış ve imtihan maksadıyla Mevlânâ’ya: “Ashab-ı Kehf’in köpeği ne renkte idi? ”diye sormuşlardı. Mevlânâ: “Rengi sarı idi, çünkü âşıktı. Âşıkların rengi daima benim gibi sarı olur.”buyurdu.[31]
Âşıkların gönülleri yanar durur; mum gibi, tandır gibi, volkan gibi…
“Âşıkların gönülleri kızgın tandıra benzer. Tandıra gelince artık başka bir şey sorma! ”[32]
“Şu göğüste kebap var, kebap; fakat dumanı yok.”[33]
“A gönül, akşam vakti, sabah belirtisini kim gördü? Kim gördü adı-sanı iyi bir gerçek âşık? Yanmışım diye feryat edip duruyorsun; feryat etme, yandığı halde ham kalanı kim görmüştür ki? ”[34]
Mevlânâ “Bütün ömrümün hasılı şu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım! ”diyordu. Ham yönler ateşe tutulacak, hakiki aşkı engelleyici unsurlar tek tek pişirilecek, nihayetinde hamlıktan kurtulup ‘yandım’ denilecek. Yandığı halde ham kalan olmadığına dert ve elemsiz olunmayacak. Dertler, âşık olmayı talep edenlerin gerçek aşka olan liyakatını ölçen bir imtihandır. Aşk acıdır, hasrettir, hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Bu yolda her adım başında bir başka dert, bir başka tuzak var.[35] Kardeşim! Herkes âşık olamaz. Âşık olan kişiye dert gerek, dert nerede? Âşık olan kişinin sabırlı olması, aşkına sâdık kalması lazımdır. Böyle bir er nerededir? Gerçek âşık nerededir? [36] Kendinden geçmeyen, kendi benliğinden geçmeyen bir âşık, âşık değildir! Ey oğul! Şunu iyi bil ki; dertsiz aşk masaldır.[37]
Diyor ki şair;
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Başını âna tutmaktır adı aşk
(Eşrefoğlu Rûmî)
Gönül defterine aşk yazılanlar dertlere, elemlere taliptir.
“Aşk bir dava, cefa çekmek de onun şahididir. Şahidi olmayan dava kaybedilir.”[38]
“Âşıkların gönüllerinin yanışlarında kıvılcımlar vardır; gönülden olanların gönüllerindeki derdin, belirtileri vardır… Yanıp yakılanların gönülden çektikleri âhı duymuşsundur ya; onun rahmet tapısına geçer-gider o âh…”[39]
Âh… âşığın ciğerindeki sızıdır. Bilenler derler ki; “âh” kelimesinin yazılışında iki “a” harfi vardır. Bunlar ebced hesabına göre; bir+bir= iki eder. “H” harfinin değeri de 5’tir. O sebeple “âh” kelimesini oluşturan harflerin sayısal değeri yedi yapar ki, âşıkların derinden çektikleri ‘âh’ gönlün yedi kat semasından gelmektedir. Âh’ın yakıcılığı bu yüzdendir.
Aşkın sefası cefasındadır. Aşk, canın dermansız vaveylâsıdır. Hakiki âşıklar ‘gel gör beni aşk neyledi’ diyenlerdir.
Candan kopup gelen aşkla, iple bedene bağlanan fânî aşk arasında fark vardır elbette. Renk cazibesiyle husule gelen aşklar hakiki değildir. O halde;
“Ey isteyen, ey âşık! Sana bu isteği vereni düşün; eseri yaratanı gör! Neden yaratana değil de, onun yarattığı esere gönül veriyorsun? ”[40]
Allah (cc) aşkı, cânândan iltifat beklemeksizin duyulan aşktır.
“Hem Allah (cc) âşığı olmak, hem de O’ndan karşılık beklemek olur mu? ”[41]
“Kulluk et de, belki sen de âşık olursun! Kulluk nedir? Kulluk da, ibadetle, iyi işlerle elde edilen bir kazançtır; yani lafla kulluk olmaz!
Kul köle; canla başla âzat olmayı, kulluktan kurtulmayı diler! Âşık ise, ebedî olarak kullukta kalmayı ister; azat olmayı hiç istemez!
Kul vardır, daima elbise ister, bahşiş ister; âşığın elbisesi ise sevgilinin yüzüdür, sevgili ile buluşmaktır.”[42] Kul vardır, karşılık beklemeden sever; fakat Allah (cc) , bir kulunu sevmeyince, o kul Allah (cc) ’ı sevemez! Sevgi Allah (cc) ’tan gelince kul, ne cennet dileği, ne de cehennem korkusu ile ibadet eder. Bir kula ibadet zevkini veren Hakk’tır.
O, aşk derken bizim anladığımız dar çerçevenin dışına çıkıyordu. Kalpteki her kımıldanmayı aşk sayan ten sevdalılarına hakiki aşktan numuneler sunuyordu.
“Fânî olan insanların, yani ölülerin ve öleceklerin aşkı sonsuz olamaz. Çünkü ölü, tekrar bizim tarafımıza gelemez.
Fakat, gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allah (cc) aşkı, ruhta olsun, gözde olsun her an goncadan daha taze olarak durur.
O, ölümsüz olan, bâkî olan Allah (cc) aşkını seç ki, o canına can katan mana şarabını sana lutfetsin, seni yaşatsın.
Sen öyle büyük bir varlığın aşkını seç ki, bütün peygamberler, onun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saadete erdiler.”[43]
“Kimin gönlünde bu aşktan eser yoksa, o Allah (cc) ’ın nazarında çerçöptür, taştır- topraktır.”[44]
Mevlevî şair Esrar Dede;
Bir sînede kim nâr-ı muhabbet eseri yok
Zulmettedir ol nûr-ı Hüdâdan haberi yok!
Bir gönülde sevgi ateşi, aşk ateşi yoksa, o gönül karanlıklarda kalmıştır. Allah (cc) ’ın nurundan haberi yoktur demiştir. Oysa insanı diri kılan, yaşatan Allah (cc) aşkıdır.
“Günlerden bir gün şehrin hekimleri ve zamanın bilginleri arasında: “İnsanın nefsi kanla mı yoksa başka bir şeyle mi yaşar? ”diye büyük bir bahis olmuştu. Doktorların çoğu: “Muhakkak kanla yaşar, yoksa insanın kanı tamamıyla giderse hemen ölür.”dediler ve fakîhleri susturdular. Bilginler meseleyi Mevlânâ Hazretlerine arz ettiler. Mevlânâ: “İnsan kan ile değil Allah (cc) aşkı ile yaşar.”dedi. Ardından kollarındaki damarlara neşter vurdurup kan aldırdı. O kadar kan aktı ki, neşter vurulan yerden sarı su akmaya başladı. Mevlânâ hekimlere dönerek: “Nasıl insan kanla mı yoksa Allah (cc) aşkıyla mı yaşıyormuş? ”diye sordu.”[45]
Allah (cc) aşkıyla yaşayan Mevlânâ Hazretleri, âşıkların bâkî cânânı Allahû Teala’ya (cc) duyduğu aşkın sönmesini arzulamaz… İçindeki aşk meş’alesinin sönmemesi için niyazdadır hep.
“Cennette bile olsam, altına gümüşe gark olsam, sen olmayınca ben bir yetim sayılırım! ”[46]
“Ey gönül verdiğim eşsiz ve yüce varlık; aşkına düşmüşüm, sevdana kapılmışım! Senin aşkın bir deniz, gönlümse bir balık! Bu sebeple, bir an senden ayrı düşsem yaşayamam!
Balıklar, suyun dışında bir an bile yaşayamazlar! Âşıklar da, gönüllerini kaptırdıkları sevgilinin ayrılığına sabredemezler!
Balığın canı sudur; balık, canından ayrı düşmeye sabredebilir mi? Cana sabredebilemezse, canın canına nasıl sabredebilir?
Sensiz bana iki dünya da zindan kesilir; senden ayrı olunca, âb-ı hayat bile içsem bana dokunur, zarar verir! ”[47]
“Allah’ım! Bir balığın, bir an bile olsa, sudan ayrı düşmeye dayanamadığı gibi, benim de öyle bir canım var ki bir an için olsun; senden ayrı düşmeye sabredemez.”[48]
“Zâti sen, düşünce gibi gece-gündüz gönlümdesin; seni ne vakit arasam gönlüme bakarım ben! ”[49]
“Gönlümün evini boşalttım; içinde bulunan her şeyi dışarı attım da orayı senin eşyanla doldurdum, döşedim! Aşkın günden güne artsın, çoğalsın diye ben eriyip gitmede, eksilmedeyim! ”[50]
“Gönülden, kiminle bir soluk aldıysam kovdu o kişi beni; sen kovma; çünkü senden geçilmez de geçilmez.”[51]
“Yapma ey dost! Ben garip bir kişiyim. Başımda senin sevdan var! Ben dertliye, yurdundan ayrı düşmüş ben garibe, hoş bir şekilde bak! Ben seni istemekteyim. Başka isteğim yok!
Senin aşkınla mestim, kendimden geçmişim. Benim kendimden bile haberim yok! ”[52]
“Fakat seninle olduktan sonra muradımıza ersek de hoş, ermesek de! ”[53]
“Ey keremine kurban olduğum Allah (cc) , başım senin aşkınla senin özleminle dönmededir!
Sana rağbetimiz, seni sevmemiz, özlememiz de bizden değildir. Senin dileğin, senin lütfundur. Nerede bir yol alan varsa, onu çekip götüren de senin cezbendir. Senin çekişindir.”[54]
“A benim canım, sensiz yaşayış haram; zati sensiz de yaşayış mı olur? Ant içerim ki sensiz yaşayış, yaşamak adı verilmiş bir ölümdür ancak.”[55]
“Benim gönlümün padişahısın sen; sür padişahlığını sen.”[56]
“Ey güzelliklerden bile gizli olan aziz varlık! Seninle beraber bulunmadıktan sonra, ben cennette sonsuza kadar hûrilerle dost olmuşum, devlet bana yâr olmuş, ben bunlardan hiçbir şey anlamam. Ben senden başka bir şey istemem.”[57]
Hz.Mevlânâ’nın bu münacatı, Yunus’un;
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni
niyazıyla paraleldir.
Âşığın pür melâli sevgiliden ayrı kalmaktır. Âşık, maşuktan ayrı düşünülemez.
Leylâ’dan ayrı düşen Mecnûn bir gün hastalanıverir. Tedavi için hekim gelir. Hekim: “Kan almaktan başka çare yok! Pis kanı def etmek için hacamat lâzım! ”dedi. Hacamatçı geldi ve Mecnûn’un kolunu bağlayıp neşterle kolunu keseceği sırada âşık Mecnûn nâra attı. “Paranı al da git; ölürsem öleyim! ” Hacamatçı “Kükremiş aslandan bile korkmazken kan aldırmaktan neden korkuyorsun? ”dedi.
Mecnûn “Ben, yaralanmadan korkmuyorum! dedi. Yaralara âşığım; koşa koşa yaralanmaya giderim, fakat vücudumu Leylâ ile dolu; içimde, Leylâ’dan başka bir varlık yok. Bir sedef gibi olan bedenim, o incinin sıfatları ile dolmuştur! ”[58]
“Neyi çok seviyorsan, neyin üstüne titriyorsan, bil ki sen osun, senin değerin ancak odur! İşte bu yüzdendir ki, Hakk âşığının gönlü arşın da üstündedir! ”[59]
Canan yoksa âşığın içi kül bağlar. Cânânsız cihân bir hiçtir.
Ya Râb bana cism ü can gerekmez
Cânân yok ise cihân gerekmez
diyen şair Allah (cc) aşkıyla dopdolu Hazreti Mevlânâ’nın duygularına tercüman olmaktadır.
Velhasıl, söz biter ama aşkın âşığı Mevlânâ’nın aşkı terennümü, aşk hâli hiç bitmez. O, sözlerini de gönlünü de aşka boyamıştı. Çünkü aşk, Mevlânâ idi; Mevlânâ da aşk idi.
Cem Uzan’ın simitçisi!
Uzan Grubu’nun en güçlü olduğu günler. Henüz Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı Magic Box’ın sihri bozulmamış.
Hararetli tartışma programları, birbirinden ilginç haber dosyaları ve reality şovlar hemen herkesi ekran başına kilitliyor. Uzanlar tam anlamıyla ‘âlem buysa kral biziz’ havalarında!
İşte bu günlerde Star’dan yakın bir dostum arıyor. Uzmanlık gerektiren bir konuda programına konuk aradığını söylüyor. Konusunda otorite üç ismi peş peşe sıralıyorum. Cevap kısa ve net: ‘O olmaz, o da olmaz, yok yok o hiç olmaz! ’
‘Nasıl yani? ’ dememe kalmadan, bana küçük dilimi yutturan şu karşılığı veriyor: ‘Cem Bey’in özel talimatıyla bütün servislere bir liste gönderildi. O listede ismi bulunanlara Uzan Grubu medyası kesinlikle yasak! ’
‘Vay canına desene Gestapo’nun kara listesi gibi! ’
Bu kez arkadaşım dilsiz!
Merak bu ya, ‘Kaç kişi var Cem Bey’in kara listesinde? ’ diyorum. Siyasetçiden sporcuya, akademisyenden sanatçıya, edebiyatçıdan müzisyene, bürokrattan işadamına yüzlerce isim sayıyor.
Sinirlerim iyice boşalmış, arkadaşımı daha fazla germemek için işi şakaya vuruyorum: ‘Bak kızma ama bence Cem Bey bir de beyaz liste yapsın ve sizi kapı kapı konuk aramaktan kurtarsın! ’
Sen misin böylesi ciddi bir konuda espri yapan!
Daha birkaç yıl geçmeden Uzanlar’ın saldırgan üslubu meyvesini veriyor. Grup inanılmaz büyümüş durumda. Telekomünikasyondan medyaya, inşaattan enerjiye, spor kulübünden müzik yapım evlerine yüzlerce şirket, fakat itibar sıfır! Ve aynı dostum bana dert yanıyor: ‘Senin esprin gerçek oldu! Artık programa çıkaracak konuk bulamıyoruz. Cem Bey’in beyaz liste yapmasına gerek kalmadı. Liste kendiliğinden buharlaştı. Hiç kimse Star’a çıkmak istemiyor! ’
Şaka gibi değil mi? Maalesef gerçek ve dahası var!
Uzan Grubu’nun ÇEAŞ ve Kepez’e el konulmasıyla başlayan en zor günleri. Gemiyi ilk terk edenler, şantaj ve saldırganlıkta en ileri gidenler. Kaderin cilvesi, Uzan Medya Grubu’nu ‘patronun ve partisinin sesi bültenine’ dönüştürenler, patrona ve partisine yeterince inanmadıkları için işten el çektiriliyorlar!
Grupta tam bir bozgun havası var. Patron kuyruğu dik tutmaya çalışsa da gemi hızla su alıyor. Gruba yeni katılmış üst düzey bir yönetici, karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyor: ‘Yönetim kurulu toplantısındayız. Cem Bey sürekli kendisine yapılan haksızlıktan ve uğradığı siyasi komplodan bahsediyor. Bir noktada dayanamıyor ve söze karışıyorum: ‘Size karşı siyasi bir kampanya yürütüldüğü doğru; ama gruba geldiğim günden bu yana gördüğüm manzara hiç iç açıcı değil. Kimi arasak olumsuz cevap alıyoruz. Grup hemen herkesle kavgalı. Bırakın büyük şirketleri, ya geçen gün şu köşedeki simitçiden simit alın da arkadaşlara dağıtın dedim. Asistanım gitti ve eli boş döndü. Simitçi parayı peşin almadan simit vermem demiş. Araştırdım, simitçi haklı. Adamdan defalarca hem de yönetim kurulu toplantısı adına simit alınmış ve parası ödenmemiş. Sokağınızın köşesindeki simitçiyle bile kavgalı bir grubunuz var! ’
Grubun patronu Cem Bey ne mi demiş? Ne diyebilir; acı acı gülmüş!
Köşe başındaki simitçisinden yurdun dört bir köşesine yayılmış İmar Bank mudisine, milyonlarca telefon abonesinden on binlerce Teleon mağduruna, Sabancı’sından Motorola’sına, Amerikan mahkemelerinden İsviçre tahkim mahkemesine uzanan çok acı bir gülüş bu!
Ve maalesef faturası ağır.
Hem 250 bin liraya sattığı simitle geçimini sağlamaya çalışan köşe başındaki simitçi için, hem de 7,5 katrilyonluk borç yüküyle ekonomisini çevirmekte güçlük çeken devlet için! En kötüsü de, sihirli bir kutuyla başlayan Türkiye’nin ilk özel televizyon macerasının, simitçisiyle bile kavgalı bir grubun elinden tekrar devlete geçmesi.
Ne dersiniz Cem Bey, simitçinizi bile çileden çıkaracak kadar sihirsiz ve sinir bozucu bir son değil mi bu?
18.02.2004
Gazeteden alınmış bir yazı...
Kavgam adlı eseri okuduğumda biraz garibime gitmişti Adolf HİTLER... Okumak istediği okulla yaşamının sonu ve gelişimi çok farklı...
Ama Adolf deyince hep aklıma ahmak sözcüğü gelmiştir. Nedenini tam bilmiyorum ama bu çağrışımı silemedim...
Herhalde bizimkiler dizisinden zihnime gelen birşey... Dunkof diyordu oğluna oyunculardan biri, o yüzden Adolf denilince Dunkof gelir aklıma...
Cem Uzan, bir ara seçim maratonuna girdi...
Ekonomik alanda önemli girişimlerde bulundu..
Bir vakit bankanın tekini boşalttı... Hala insanlar ona bel bağlıyor.
Bu ülkede siyasetçi olmanız için paranızın olması yeterlidir kuralının açık bir örneği...
Osmanlı Devleti, son yıllarında devlet adamı bulamamaktan sıkıntı çekmişti... O boşluğu, gereksiz adamların devlet kademelerini gelmeleri takip etti...
Cem Uzan bir bankayı yönetmekten aciz lakin eline devlet yönetimini almak için pek neşeli...
Bu kadar olumsuzlukların içinde sonunda soyadına yakışır davrandı...
Cem UZAN, uzandı sonunda...