Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Cay Keyfi
Cay Keyfi

SEN DE KİMSİN :)

  • kadın ve nankörlük01.04.2004 - 19:09

    Kur'an da geçen nankörlük ile, günlük hayattaki nankörlük farklı boyutlardadır....
    Buna da açıklık getirmek gerekiyor...Ayrıca Kur'an daki nankörlük kavramını kadınlara etiketlemesek hoş olur! İnsanoğlu nankördür!

  • kadın ve nankörlük31.03.2004 - 13:16

    KADINLARIN AŞKLARI SUYA YAZILMIŞ İNAÇLARI KUMA ÇİZİLMİŞTİR
    Gothe
    ileride akedemik kariyerimi tamamlayınca ayrıca bu konuda tez yazmak istiyorum ana kabul edilirmi bilmem?

    - Önce sayın validenizden başlayıp olayı genişletirsiniz... Alacağınız cevap açıktır.
    *Boyu devrilesi, bu yaşa getirdim bana sorduğu soruya bak.*

  • tac mahal30.03.2004 - 14:16

    Mimar İsmail Efendi tarafından yapılmıştır. Kubbe üzerinde altınlı bir alem vardır. Türbenin beyaz mermerden 4 minaresi vardır. Anıtın dört yanına Hatta İsmail Efendi tarafından Yasin suresinin tamamı yazılmıştır.

    Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen bu türbe, Şah Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Ercümend Banu'nun (Mümtaz Banu) ölümü üzerine, onun hatırasına yaptırılmıştır.

    Not: Mimar İsmail Efendi, Mimar Sinan'ın talebelerindendir.

  • klitoris28.03.2004 - 19:13

    Bugün en çok okunanlar adlı bir site içinde 6.sırayı boş sayfası ile almayı başardı…
    Bir bu deyim eksikti.. Onun hakkında da kültürlenelim dedi birileri…
    Marifet bu kelamlarda saklı.İnmez daha buradan o da diğerleri gibi.

  • namaz14.03.2004 - 11:04

    Mevlana ve Namaz

    'Gönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.
    Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)

    Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.

    Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver! ” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.

    Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver! ” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır.



    O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”

    Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.

    Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur”.

  • allah (c.c)13.03.2004 - 12:02

    Ateist zihniyetin eloha düşüncesine bir cevap

    Kainatı yaratan ve idare eden en yüce varlık.

    A-) Etimoloji, Allah kelimesinin etimolojisi üzerinde İslam bilginleri, Arap dili uzmanları ve müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük manası taşımadığı ve gerçek mabudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mabuda ad olunca bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu ikinci gurubun görüşleri şöyle özetlenebilir:
    a) İlah kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta’rif getirilmiş, bir taraftan el-ilah şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lamlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlah kelimesi ise “kulluk etmek” manasındaki elehe-ye’lehu veya “hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak” anlamındaki elihe-ye’lehu ve velihe-yevlehu kökünden ism-i mef’ul manasında bir mastar olup “tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan” manalarını ifade eder. Ancak ilah, hak mabud için olduğu gibi batıl tanrılar için de kullanılmıştır.
    b) “Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak” anlamındaki lahe-yelihu kökünden leyh-lah kelimesinden türemiş olup “duyu idrakinin ötesinde bulunan” demektir. Lah kelimesinin başına harf-i ta’rif getirilerek lamlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir.
    c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Cahiliye Araplar’ının putlarından olan el-Lat veya Aramice elaha kelimelerinden alınmıştır. Allah kelimesinin etimoloji hakkında ileri sürülen ve sayısı otuza yaklaştığı kaydedilen eski farklı görüşler ve bunlara ilave olarak öne sürülen yeni iddialar başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslam literatürünün sunduğu Allah anlayışı karşısında fazla bir önem taşımaz. Bununla birlikte ortaya konan bütün görüş ve iddialar bir arada değerlendirildiği taktirde kelimenin zengin manalı ve Arapça asıllı ilah lafzından türemiş olduğu kanaatı ağır basacaktır. Allah kelimesi öncesi Arap dili ve edebiyatında “ilah, tanrı” anlamında kullanılmış ise de bu kullanımın konu ile ilgili İslami nasların semantik örgüsünden anlaşılan Allah kavramıyla münasebeti yok denecek kadar azdır. İslam bilginleri bu kelimenin tarifini, aynı anlama gelen bazı kelime farklılıklarıyla şu şekilde yapmışlardır: “Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır. Tarifteki “varlığı zorunlu olan” kaydı, Allah’ın yokluğunun düşünülemiyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını ve dolaylı olarak O’nun kainatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu: “bütün övgülere layık bulunan” kaydı ise yetkinlik ve aşkınlık ifade eden isim ve sıfatlardan nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi naslarda bu tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mabudun ve tek yaratıcının özel ismi olmuştur. Bu sebeple O’ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak verilmemiş gerek Arap dilinde gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır.

    Diğer bir durumda şudur;


    İslam öncesinde Araplar’ın puta taptıkları bilinmektedir. Kur’an’da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı ayetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir. (bk. Mesela en-Necm 53/19-20; krş. El-A’raf 7/180; Razi, tefsir,IV,477) Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, onların deyişiyle “Allah”, “aziz” ve “alim” diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kainatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermekte (bk. Mesela el-Ankebüt 29/61,63; ez-Zuhruf 43/9) , ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O’na sığındıklarını ve O’nu Kabe’nin rabbi kabul ettiklerini ifade etmektedir. Yine Kur’an Cahilliye Arapları’nın bu yüce tanrı inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun nezdinde şefaatçı olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir. Diğer bazı ayetler, Cahilliye Araplar’nın “yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka belirtilerine de temas eder.

    İslam öncesi Araplar’ı bazı duaların da, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır. Yabancı yazarların bir kısmı bu gerçeği kabul ederken diğer bir kısmı ya Cahilliye şiirini kökünden reddedip bu şiirlerin İslam’ın doğuşundan sonra düzenlendiğini ve Cahilliye dönemine nisbet edildiğini ileri sürmekte, yahut da bu şiiri orijinal kabul etmekle birlikte içinde bulunan Lat ve benzeri put isimlerinin sonradan müslümanlarca ayıklanıp yerine Allah kelimesinin yerleştirildiğini iddia etmektedirler. Halbuki bugün elimizde bulunan İslam öncesi edebi metinler içinde Allah lafzının yanında azımsanmayacak derecede put isimleri de yer almaktadır. Aslında Cahilliye şiirinde put adlarının çıkarılıp yerine Allah kelimesinin yerleştirilmesinin lafız ve mana bakımından çok zor olmasının yanında sağlayacağı önemli bir fayda da yoktur. Çünkü İslam öncesi Araplar’ının puta taptığı zaten bilinmekte, kabul edilmekte ve İslamiyet’in inanç alanında meydana getirdiği yenilik bu temele dayandırılmaktadır. Bazı yazarlar da Cahilliye Araplar’ında tesbit edilen yüce tanrı inancının yahudi ve hıristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azından bu tesirin söz konusu inancın oluşmasında önemli rol oynadığını öne sürerler. Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ile Hıristiyanlığın bu tür tesirleri teorik olarak mümkün görünmekle birlikte, İslam öncesi Araplar’ının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusundan uzak bulunan ve gerek yahudi gerekse hıristiyanlara olan olumsuz veya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanımamaktadır. Bilindiği gibi Araplar’ın kendi ülkelerinde hıristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civarında yerleşen yahudi kabileleri de o bölgenin Araplar’ı tarafından etkileri altında kalınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi. Ayrıca Araplar’ın puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne yahudi antropomorfizminin ne de hıristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslam öncesi Araplar’ının dini hayatında görülen yüce tanrı inancını Hz.İbrahim’den kalan Hanif dinine dayandırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz.Peygamber’in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim’in oğlu İsmail’e ulaşmaktadır. Muhtelif ayetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz.Muhammed, ebedi kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanif diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle yahudi ve hıristiyanlar İbrahim’in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur’an-ı Kerim ise İbrahim’in yahudi, hıristiyan veya müşrik değil Allah’ı bir tanıyan bir müslüman (hanif-müslim) olduğunu kesin bir dille ifade etmiş (Al-i İmran 3/67) hidayet ve kurtuluşun ancak İbrahim’in dinine uymakla gerçekleşebileceğini bildirmiş, hem Hz.Peygamber’e hem de yahudi, hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emretmiştir. Hz.Peygamberde tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hıristiyanlık değil müsamahakar bir tek tanrıcı din olduğunu ve Allah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Bütün semavi dinlerin değerlendirilmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz.İbrahim'i’ dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslamiyet’tir. Hz.Muhammed’in peygamber olmadan önceki dini hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinliklerinde yatan inanç da dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzerine oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.

    Şimdi senin savunduğu düşünceye göre sen Allah kelimesini geçersiz kılmanın çarelerini arıyorsun bu pek mümkün değil
    Hoşça bakın zatınıza

  • dost13.03.2004 - 11:52

    Benim sadık yarim kara topraktır....
    Aşık Veysel Satıroğlu

  • aşk13.03.2004 - 11:25

    Arap meliklerinden birine Leyla ile Mecnun’un halinden bahsediyorlar. Dediler ki:

    - “Mecnun, iyi ve kuvvetli bir şair olduğu halde, çöllerde dolaşıp perişan bir hale düştü. İrade dizginini elinden kaçırdı.”

    Melik, “Onu bulup getirin” emrini verdi.

    Mecnunu bulup getirdiler ve huzura çıkardılar.

    Melik, onu ayıplayarak şöyle dedi:” İnsanlık şeref ve haysiyetinden ne zarar gördün ki, hayvanlık huyunu aldın da, insanlar arasında yaşamaktan vazgeçtin? ...”

    Mecnun ona inliye inliye şu cevabı verdi:

    - ”Birçok dostlarım Leyla’yı sevdiğim için beni ayıpladılar. Fakat bir gün Leyla’yı gördüklerinde, benim mazur olduğumu anlayacaklardır.”

    “Ey gönlümü alan güzel! ...Keşki beni ayıplayanlar seni bir görseydiler. Seni görünce, turunç kesecekleri yerde kendilerinden geçip ellerini keserlerdi. Bunu görmek isterdim. O zaman hakikat meydana çıkar ve davamda haklı olduğum sabit olurdu.”

    Melik; “Bir de biz görelim bakalım. Ne biçim şeymiş bu Leyla”, dedi ve onun aranıp bulunmasını ve huzuruna getirilmesini emretti.

    Melikin emri üzerine memurlar çölü dolaştılar, çadırları aradılar. Sonunda Leyla’yı bularak getirip huzura çıkardılar.

    Melik, baktı ki, bu Leyla denilen kız, esmer mi esmer, zayıf mı zayıf....Melik, Leyla’yı beğenmedi. Çünkü haremindeki cariyelerin en çirkini ve hakiri, ondan daha güzel ve daha süslü idi...

    Zeki Mecnun, melikin aklından geçeni derhal anladı ve dedi ki:

    - “Ey Melik! ..Leyla’ya kıymet vermek için ona, Mecnun gözüyle bakmalısın.Eğer Leyla’ya benim gözümle bakarsan gerçeği o zaman anlar, aşkımdaki manayı ve sırrı o vakit çözer, ondaki güzelliğin o zaman farkına varırsın...”

    Mesnevi de şöyle geçiyor:

    Sen benim derdimi kavrayamazsın ki, bana acıyabilesin. Benim derdimi ve derdimdeki manayı idrak ve ihata edebilen bana arkadaş olabilir. Ben böyle bir arkadaşa halimi gece gündüz anlatabilirim. O da anlar...”İki odun birlikte olursa iyi yanar.”

    Şöyle bir şiir de var:

    Cananıma ve yurduna dair kulağıma gelen sözleri,
    O yurdun güvercinleri duysalar, benim feryadıma iştirak ederler.

    Ey dostlarım! ...Sıhhat ve afiyette olan kimseye söyleyin:
    Sen dertlinin yüreğindeki sızıyı bilmezsin.

    Mesnevi de ayrıca şöyle geçer:

    “Sağlam insanlarda yara derdi bulunmaz. Ben derdimi ancak ve ancak derdime ortak olana söyleyebilirim. Başkasına anlatamam... Ömründe bir kimseyi arı sokmamış ise, ona arıdan bahsetmek boş şeydir. Sen benim gibi bir derde müptela olmamış isen, benim halim sana efsane gibi gelir. Onu bir masal gibi dinlersin. Benim içimdeki sızıyı başkasıyla mukayese etme. Başkası, tuzu elinde tutuyor. Halbuki benim yarama ekilmiştir.”

  • çanakkale şehitleri13.03.2004 - 10:30

    BEDELİ ÇANAKKALE'DE
    Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi(1909 ve 1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da maksureli(tecilli) tutulmuş gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden ' maksureli' ettiği gibi, Balkan Harbi sırasında mer'i olan 1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade kılmaktadır.

    bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısmında, bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak Cephesi'nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve ' 1 Numaralı Gönüllü' yazılmak şerefini elde emiştir.

    Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini (Mehmet Muzaffer'in Destanını) Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor:

    ****



    Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer 'zabit namzedi' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale' de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin zayiattan sonra Boğaz 'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.

    Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede (1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü. Paranın altında 'bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir' yazılıdır. Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz, 1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür.



    Sahte 100 Lira



    Muzaffer Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan 'ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar ' hiç mesabesindeydi.' Çanakkale'de ki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay 'ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunları kaybedilecek vakit vardı. Her şey 'itimat' ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti'ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

    O yıllarda İstanbul'da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet Karaköy' de bir Yahudi de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti, ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı b,r kaymakam Yarbay 'ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırol da duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan,'Ne alınacak' dedi. ' Oto kamyon lastiği' cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı:

    ' bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git,insanı günaha sokma para mara yok! ...

    Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay 'ın ihtiyacı vardı. Elindeki(Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi,bir çaresini bulmak lazımdı...

    Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı'na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.

    Doğru tüccar Yahudi' nin yanına gitti:

    ' Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam. gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale'ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...'

    Tüccar 'peki' dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.

    'Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler'

    yahudi yine 'peki' dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci 'ye yollandı. Malzeme şat'a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

    Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.

    Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arsında bir de şu ibare bulunuyordu: ' Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye olunacaktır.'Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:

    ' Bedeli Çanakkale 'de altın olarak tesviye olunacaktır.'

    Onun burada altın dediği Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.

    Sahte paraya gelince...

    Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul'da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi 'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.



    canakkale.gen.tr


    Hoşça bakın zatınıza

  • cennet13.03.2004 - 10:23

    Cennet Cennet dedikleri
    Bir kaç köşkle birkaç peri
    İsteyen verin anı
    Bana seni gerek seni

    Yunus Emre...

    Hoşça bakın zatınıza
    >>