Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • ölüm01.02.2004 - 21:17

    ÖLÜM

    Ruhun bedenden ayrılması olayı. Ölüm insan varlığı için bir âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak değildir, kelâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ruh, suyun yaş ağaca nüfuz etmesi gibi bedenle iç içe olan latif bir varlıktır. Ehli sünnete göre ruh bâkidir, yok olmaz. İslâm bilginleri; Allah, Ruhlar öldüklerinde onları vefat ettirir' (ez-Zümer, 39/42) ayetini 'cesetleri ölünce' şeklinde anlamışlardır.

    Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Kur'an-ı Kerim'de ölümle ilgili pek çok ayet vardır. Bazıları şunlardır: 'Her can ölümü tadıcıdır' (Âl-i İmrân, 3/185): 'Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur' (el-İsrâ, 17/99): Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır? ' (el-Enbiyâ, 21/34): 'Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir' (er-Rahmân, 55/26) .

    Allah'ın diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi şöyle açıklanır: 'O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de dirimi de takdir edip yaratandır' (el-Mülk, 67/2) . Ölüm ancak Yüce Allah'ın belirlediği zaman vuku bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı ayette şöyle ifade buyurulur: 'Allah'ın emir ve kazası olmadıkça hiç bir kimseye ölmek yoktur. O, vadesiyle yazılmış bir yazıdır' (Âl-i İmran, 3/145) .

    Hiç bir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı yoktur: 'Binlerce kişinin ölüm korkusuyla beldelerini terkettiklerini görmedin mi? Allah onlara 'ölün' dedi, sonra da kendilerini diriltti' (el-Bakara, 2/243): 'Şöyle de: Siz evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine şüphesiz öldürülecekleri yerlere çıkıp giderlerdi' (Âl-i İmrân, 3/154): 'Nerede olursanız olun, tahkîm edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur' (en-Nisâ, 4/78): Bir gün bakarsın ki, ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş 'işte bu, senin kaçıp durduğun şey' denilmiştir' (Kâf, 50/19) .

    Cenab-ı Hak gerçekte insan varlığına sonsuza kadar uzanan bir ömür takdir etmiştir. Ruhları dünya hayatından belirsiz bir süre önce topluca yaratmış ve onlara Ben sizin Rabbiniz değil miyim? ' sorusunu yöneltmiştir. Kur'an'da ruhun başlangıcı ile ilgili olan bu olay şöyle belirlenir:

    'Hani Rabbin Âdem oğullarından onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuş; Ben sizin Rabbiniz değil miyim? ' demişti. Onlar da; Evet, (Rabbimizsin) , şahit olduk'demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; Bizim bundan haberimiz yoktu' dememeniz içindir' (el-A'raf 7/172) . Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için hepinizi davet edip, dururken, size ne oluyor ki, Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin teminat almıştır' (el-Hadîd, 57/8) . Bu söz alma, 'elestü birabbiküm' sorgulaması sırasında veya insanlara akıl vererek delilleri değerlendirme gücü kazandırmak suretiyle olmuştur (Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İstanbul 1959, III, 1006) .

    Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğum yoluyla gelen insan oğluna anne karnın da dört aylık cenin döneminden sonra üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar (bk. 'Kabir' maddesi) . Kıyamet koptuktan sonra da ahiret hayatına yeni bir yaşam için geçecek olan insan oğlu dünyadaki inanç ve amel durumuna göre Cennet veya Cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İnanç sahibi olup da amel eksikliği bulunanlar ise Cenab-ı Hakk'ın bileceği sürelerde cezalarını çektikten sonra Cennet tarafına geçebileceklerdir.

    Hayatın bu gerçeği karşısında ölüme hazırlıklı olmak her insanın şiarı olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak her mümin için müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Lezzetleri yok eden ölümü çok anın' Nesâî ile Beyhakî bu hadise şunu ilâve etmişlerdir: 'Eğer dünyada ölümü çok anarsanız, onu önemsemezsiniz; az anan ise onu çok önemser' (Tirmizî, Zühd, 4; Kıyâme, 26; Nesâî, Cenâiz, 3; İbn Mâce, Zühd, 31) . Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: 'Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder' (Tirmizî, Kıyâme, 24; Ahmed b. Hanbel, I, 387) .

    Hasta ziyareti sünnettir. Ebû Hureyre (r.a) 'den rivayet edilen merfû bir hadiste şöyle buyurulur: 'Müslümanın müslümandaki hakkı altıdır. Karşılaştığın zaman selam ver, çağırdığı zaman davetine git, öğüt istediği zaman öğüt ver aksırdığı zaman elhamdülillah'derse 'yerhamûkellah (Allah sana merhamet etsin) 'de, hasta olunca ziyaret et, ölünce cenazesine git' (Buharî, Libâs, 36, 45; Cenâiz, 2; Nikâh, 71; Eşribe, 28) .

    Hastanın yanında okunabilecek bazı dualar hadislerde yer almıştır. Şu duanın yedi kere okunması müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kimse eceli gelmemiş olan bir hastayı ziyaret eder ve onun yanında yedi kere; 'Eselüllâhel-âzime, Rabbel-arşil-azîm en yüce (Ulu arşın Rabbi olan Yüce Allah'tan sana şifa vermesini dilerim) 'diye dua ederse Allah Teâlâ o kişinin hastalığına şifa verir' (Ebû Davud Cenaiz, 8; Tirmizî, Tıbb, 32; Ahmed b. Hanbel, I, 236, 352, II, 441) .

    Yine hasta ziyaretinde, hastanın yanında Fâtiha, İhlas ve Muavvizeteyn surelerinin okunacağına dair hadisler vardır.

    Ölüm hastasına ecel konusunda hoşuna gidecek, sevindirecek sözler söylemelidir. Çünkü Allah'ın hükmünü hiç bir şey geri çeviremez. Sadece gönlü hoş olmuş olur (Tirmizî, Tıbb, 35) . Hasta tevbe etmeye ve vasiyetlerini yapmaya teşvik edilir. Çünkü Allah elçisi; 'Vasiyet edeceği bir şey olup da, yanında yanlı vasiyeti bulunmaksızın iki gece geçirmek müslümanın işi değildir' (Buharî, Vasâya,I; Müslim, Vasiyye, I, IV) buyurmuştur. Sıkıntı, bela ve hastalığa maruz kalanın sabretmesi Allah Resulünün isteği ve Allah'ın yardımı ile olur. Allah Teâlâ sabrı emrederek şöyle buyurur: 'Sabret! Çünkü senin sabrın ancak Allahın yardımı iledir' (en-Nahl, 16/127, bk. Hûd, 11/110; el-Kehf; 18/28) .

    Bir kadın Allah elçisine gelerek; 'Dua et, Allah hastalığıma şifa versin' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Dilersen Allaha dua ederim, sana şifa verir. Dilersen sabret, o zaman senin için sorgu sual yoktur'. Kadın; o zaman sabredeyim de bana sorgu sual olmasın dedi' (Ahmed b. Hanbel, I, 347) .

    Ölüm halindeki kişiyi sağ yanına yatırıp kıbleye döndürmelidir. Çünkü Hz. Peygamber, Beytullah için 'Ölü ve dirilerinizin kıblesidir' (Ebû Dâvud Vesâyâ,10) buyurmuş. Hz. Fatıma (r.anhüm) , Rafi'nin annesine; 'Beni kıbleye çevir' demiştir (Zeylaî, Nasbü'r-Raye, y.y., 1393/1973, II, 250) . Eğer yer darlığı yüzünden hastayı kıbleye çevirmek mümkün olmazsa sırt üstü yatırılır ve yüzü ile ayakları kıbleye doğru çevrilir. Bu da yapılamazsa, olduğu hal üzere bırakılır. Ölüm sırasında kişinin ağzına bir kaşık veya pamukla su verilir.

    Hasta can çekişirken ona yardımcı olmak yakınları için bir görev ve sevap bir ameldir. Bu yüzden onun yanında kelime-i şehadet getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir. Çünkü Allah elçisi şöyle buyurmuştur: 'Ölülerinize; 'Lâ ilahe illallah'ı' telkin ediniz. Çünkü ölüm halinde onu söyleyen bir mümini bu kelime Cehennem'den kurtarır'.

    'Son sözü La ilahe illallah olan kimse Cennet'e girer' (Müslim, Cenâiz, 1, 2; Ebû Davud, Cenaiz, 16) .

    Hastanın yanında şehadet getirilir ki, o da hatırlayıp şehadet getirsin. Yoksa ısrarla, sen de yap denilmez. Zira o anda zor bir durumdadır. Ona yeni bir zorluk çıkarmamalıdır. Bir defa da söylese yeterli olur. Bu telkini hastanın sevdiği birisi yapmahdır. Amaç, hastada isteksizlik uyandırmamaktır.

    Kişi vefat edince ağzı kapatılır, bir bez ile çenesi başından bağlanır. Gözleri yumulur. Eller yanlarına getirilir. Bunu yaparken de şu dua okunabilir:

    'Bismillahi ve ala milleti rasülih. Allahümme yessir aleyhi emrahu ve sehhil aleyhi ma ba'dehü ve es'idhu bi likaike vec'al ma harace ileyhi hayran mimma harace anhu'. Anlamı: 'Allah'ın ismiyle ve Resulullah'ın milleti (dini) üzerinde olsun. Allah'ım, onun işini kolaylaştır, bundan sonrasını ona kolay eyle, onu seni görmekle mutlu eyle. Dünyadan kendisi için çıkanı, kendisinin çıktığı şeylerden hayırlı eyle'.

    Sonra ölünun üstüne bir örtü çekilir. Öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okumak mekruhtur. Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır.

    İnsan ne zaman ve nerede öleceğini bilmez. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: 'Kıyametin kopma zamanına ait bilgi şüphesiz Allah nezdindedir. Yağmuru o indirir, Rahimlerde olanı o bilir, hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır' (Lokmân, 31/34) .

    Müminin şiarı, bu dünyadan imanlı olarak ayrılmak olmalıdır. Kur'an'da Yâkub peygamberin oğullarına şu tavsiyesi bildirilir: 'Ey oğullarım! Allah sizin için İslam (dinini) beğenip seçti. O halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin' (el-Bakara, 2/132) . Başka bir ayette bütün müminlere şöyle buyurulur: 'Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz, müslüman olmaktan başka bir sıfatla ölmeyin' (Âl-i İmran, 3/102) . 'Ey Rabbimiz! artık bizim günahlarımızı yarlığa, kusurlarımızı ört, canımızı da iyilerle beraber al' (Âl-i İmran, 3/ 193) . 'Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır, bizi müslümanlar olarak öldür' (el-A'raf, 7/126) .

  • sosyalizm24.01.2004 - 16:39

    SOSYALİZM

    Sosyal teşkilatlanmayı eşitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi gâye güden teori.

    Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist) sistemlere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Sermaye sahipleriyle işçiler ârasındaki eşitsizliği, servet ve refah farklarını ortadan kaldırma iddiasındadır. Bu iddialar doğrultusunda Sosyalizmi önce ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaşılması ve dağıtımı açısından ele almalıdır. Bu açı, bizi Sosyalizmi meydana getiren şartları araştırmaya götürür. Liberal demokrasinin ve Kapitalizmin doğurduğu yetersizlikler ve adaletsizlikler, sanayileşme olayına; sanayileşme de, sosyal, ekonomik ve şuurlu bir şekilde teşkilatlanan işçi sınıfının siyasi bir güç halinde ortaya çıkmasına götürür.

    Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adaletsizliklerine karşı çıkmak ve isyan etmekle çağdaş niteliğini kazanmıştır. Böylece Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adaletsiz, çağ dışı ilân etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Buna göre Sosyalizm, liberal Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalışma kurumlarını yetersiz ve adaletsiz bulduğu için, değiştirmek ve onun yerine geçmek isteyen bir rejimin adıdır. Bu haliyle Sosyalizm, Kollektivizmin zaman içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasıdır.

    Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr esasına dayanan bir sistem kurmuştur. Bu düzen, tarih olaylarının ve sanayileşmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak tasarladığı düzenini tarihi şartların meydana çıkardığı bir düzen olarak görür. Onlara göre, bu düzen de tıpkı Kapitalist düzen gibi ihtilâl sonucu kurulacaktır.

    Sosyalizmin ikinci esas dayanağı da, ekonomik faaliyetlerin özel sektörden kamuya, kişilerden topluma aktarılmasıdır. Bu anlamda Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarının tümünü, yahut büyük bir kısmını toplumun şuurlu ve yönetici durumunda olan organlarına bağlamaktır. Burada üretim araçları toplumun mülkiyetine geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kollektif ve sosyal mülkiyet kurumu oluşturulmuş olmaktadır.

    Sosyalizmin kollektif mülkiyeti sadece toplumun malı yapması da yetmez. Aynı zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalıdır. Yani kârın hizmetinden çıkarılıp çalışanın (işçinin) hayat standardını artırıcı hale getirilmelidir.

    Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih şartları içinde Kapitalizmi takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist düzende şu üç unsur bulunur:

    a) Üretim araçlarının toplumun malı olması; .

    b) Üretimin insan ihtiyacına göre yapılması;

    c) Bunların tamamının demokratik bir yol ile gerçekleştirilmesi.

    Buraya kadar Sosyalizmin tanımlarında bazı farklılıklar olsa da; hepsinde de ortak gâye, çalışan zümreyi (işçi sınıfını) cemiyete hakim kılmak ve emek sahiplerinin hakkını vermektir. Toplumda sınıf farklarının ortadan kaldırılması ve toplu çalışma ile elde edilen kazancın emek sahibi olan topluluğa ait olması bütün sosyalistleri birleştiren ana fikirdir.

    Sosyalistler bazı ana fikirlerde birleşseler de, bu hedeflere nasıl ve hangi yollarla ulaşacakları konusunda, yani uygulayacakları metodlar hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Meselâ, üretim araçları topluma nasıl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacına göre ve nasıl ayarlanacak? Diğer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve nasıl değiştirilecek? İhtilâl ve şiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa demokratik usullerle (evrimle) mi?

    Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çıkar. Çünkü bu soruların cevapları kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir. Bunlar arasında hayalci (ütopyacı) , islâhcı (evrimci) , ruhcu, maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeşidi vardır. Sosyalizm çeşitlemeleri, değişik bakış açılarından da yapılabilmektedir. Meselâ bir başka açıdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi, Hıristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm, Demokratik Sosyalizm gibi bir sınıflamaya da tabi tutulabilir.

    Sosyalizm, geniş anlamıyla çok eskilere, ta Eflatun'a kadar geriye götürülebilir. Hattâ bir takım dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek mümkündür. Meselâ bir 'Tevrat Sosyalizmi', bir 'Hıristiyan Sosyalizm'inden; hattâ doğru olmamakla beraber, bir 'İslâm Sosyalizm'inden bahseden ve kendilerine 'İştirakiyyü'l-Mezheb' diyenler de vardır. İlk dönem Sosyalistleri daha ziyade toprağın fertler arasında eşit bir şekilde paylaşılmasını istiyorlardı. Esas anlamıyla Sosyalizm 'İşçiler Birliği' anlamına XlX. yüzyılın ilk yarısında kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü Sosyalist akımın, işçi sınıfının meslekî teşkilatlanmaları ve siyasî partilerle şuurlu bir siyasî kuvvet olarak ortaya çıkışları XIX. yüzyılda olmuştur. Sosyalizm 1848'e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan (ütopyacı) ibaret sayılır. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransız sosyalistlerin doktrinleri sosyal adaletsizlikler karşısında tamamen idealist ve hayalci görüşlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çıkmasıyla 'Bilimsel Sosyalizm'in kurulduğu kabul edilir.

    Nazarî sosyalizmin birbirine zıd birçok şekillerinin olduğunu daha önce belirtmiştik. Bunlardan bazıları şunlardır:

    1- Hıristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi hıristiyan sosyalistlerin temsil ettiği ve daha ziyade Hıristiyanlığın sosyal cephesini işleyen sosyalizmdir.

    2- Mistik, Optimist ve Ütopyacı Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux, Proudhon vb. nin savunduğu ve tamamen hayal ürünü olan; realite ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda çözmeye çalışan kavramsal sosyalizmdir.

    3- Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm: İhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiği, Marx, Engels ve Lenin tarafından ileri sürülen sosyalizmdir.

    Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin kendi çelişmelerine terk edilip yıkılmalarının beklenemeyeceğini -Bilimsel Sosyalizm- ilkeleştirmiştir. Bunlar, işçi sınıfının (proletarya) devreye girmesi ve şiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni değiştirmesi metodunu ortaya atmışlardır. Daha sonra ise, Marx ve Engels demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmişlerdir.

    Bu yüzyıldan sonra Marksizm çeşitli yorumlara tabi tutulmuş, bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çıktığı gibi, revizyonizme cephe alan Lenin gibi başka yorumcular da çıkmıştır. Bu yeni yorumla meşhur Marksizm-Leninizm doğmuştur. Lenin bunu Marksın bile hayal edemediği Çarlık Rusya'sında 1917'de uygulama plânına geçirmiştir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve onu takip edenler yorumlamış; bunun neticesinde de 'Sovyet Marksizmi'doğmuştur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından daha farklı bir yoruma tabi tutulmuştur.

    Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana getiren bir düzen, rejim olmamıştır. Gerçi bir takım siyasî partiler kurulmuş, sosyalistler hükümetlere katılmış, parlamentolarda aktif rol oynamışlardır, fakat Birinci Dünya savaşı sonuna kadar sosyalist devletler kurulamamıştır. 1917'de Çarlık Rusyası tasfiye edilmiş, Üçüncü Enternasyonal kurulmuş, yeni bir Marksizm-Leninizm ortaya çıkmıştır.

    Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taşır:

    1) Az gelişmiş sayılan bir sosyal yapıya Marksizmin uygulanışı;

    2) Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir. Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayışına dayanmıştır. İkinci dünya savaşından sonra ise Leninin yerini Stalin almış ve Marksizm-Leninizme birçok değişiklikler getirmiştir.

    1980'li yıllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazı tavizlerde bulunmak zorunda kalmış ve 1991'de de hak dağıtmak için ortaya çıkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüşmüş ve 75 yıllık ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metodları gereği antitezine dönerek senteze ulaşmıştır. Halbuki onun iddiası bütün dünya işçileri birliğini kurmak ve dünyayı sosyalist yapmaktı. Fakat bu yoldaki çabası onu başladığı noktaya hem de daha kötü şartlarda liberal Kapitalizme döndürdü.

    3- Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm diye de anılan ve H. de Man tarafından temsil edilen; evrimci yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir.

    Sosyalizm önce Orta ve Doğu Avrupa, Avrupadan sonra da Doğu Bloğunda yaygınlaşmıştır. Orta ve Doğu Avrupa, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doğu Almanya; Macaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavyada Komünist rejimler hep 1943-1944 yıllarında başlamıştır. Daha sonra doğu ve uzak doğuda Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moğolistan, Küba. vb. gibi ülkelerde yaygınlaşmıştır. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden Liberalizme dönmüştür.

    Batı ve uzak doğuyu yarım asır etkisi altında bulunduran Sosyalizm, Türkiye'de ilk defa 1910 yılında resmen boy göstermiş ve 'Osmanlı Sosyalist Partisi' adıyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafından bir parti kurulmuştu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde arkasından destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi. 1920'den sonra çeşitli şekillerde gelişen Marksizm veya devrimci Sosyalizm, her fırsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yıkmak, insanları anarşiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmıştır. Önceleri gizli komünist partileri halinde çalışırken. Komünizmin yıkılıp yok olduğu zamanımızda ise bütün dünyada hala sosyalist parti kurma yarışı devam etmektedir. Zira millî hakimiyeti kaldırmak Sosyalizmin gerekli şartlarındandır. Sosyalizmin din ve ahlaka bakışı, çeşitlerine göre değişmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü bakımından ne dincidir, ne de din düşmanıdır. Sosyalizm, toplum düzenini değiştirici bir siyasî akım olduğu için de dine dayalı partilerin kurulmasını kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist bir tavır takınır. Bazı sosyalizmler dinî kaynaklı olduğu halde, Bilimsel Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve manevî değerlere kökten karşıdır. Bunlar Allah'a, dine ve dinî değerlere hiç bir şekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanış biçimi olan Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiştir.

    Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düşmanlığıdır. Çünkü, bir yerde Hümanizm geliştikçe ahlâk geriler. Devamlı cezalar sınırlandığı ve azaldığı için kötülüğe teşvik edici faktörler çoğalır; sonunda kötülükler yaygınlaşır.

    Bilindiği gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin tahriki sonucu XVIII. yüzyılın sonunda ve XIX. yüzyılın başında bir takım izafî ve ahlâkî fikirlerin yayılmasıyla ferdiyetçilik ve Liberalizme karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise Sosyalizmin beynelmilelci ve milliyet düşmanı olduğunu göstermektedir.

    Sosyalizmin milliyet düşmanlığı yanında daha birçok çıkmazları vardır. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldırmasıdır. İnsan fıtratında mevcut olan bir şeye sahip olma duygusunu ve fikrini ise kaldırmaya çalışmak insanda bir takım ruhî çatışmalara yol açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldırmadıklarını, ekonomik ve sosyal düzende bazı tedbirlerle sınırladıklarını ve bu yolla kapitalizmin önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamaların bunun aksini ortaya koyduğu görülmüştür.

    Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karşı bir ekonomik faaliyetle, geniş ölçüde devlet tekelciliğini, devletçi ekonomi, devlet işletmeciliği vb. ekonomik modelleri geliştirmiştir. Bu ekonomik modeller, liberalist modellerden daha çok insan fıtratına ters geldiği için de bir asır bile -her çeşit baskıya başvurduğu halde- yaşayamamıştır. Günümüzde gerek batıda ve gerekse doğudaki bir çok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir. Türkiye'de de 'KİT'ler olarak tanınan devlet eliyle yürütülen ekonomi teşekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduğu halde, ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduğundan, özelleştirilmek için her iktidarın programında yer almaktadır.

    Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal nizamın kendi cinsinden olan kanunlarını inkâr etmesidir. Halbuki bütün sosyal olaylar gibi ekonomi olaylarında da determinizmin payını tamamen inkâr etmek doğru değildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var olan düzeni istediğimiz gibi istediğimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine) dayandırarak değiştirebileceğimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi idare eden unsurları sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de bağlayamayız. Bütün diğer değerleri hiçe sayıp üretimin asıl öğesi olan 'emek'i de tek değer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal hayatı sadece ekonomik ve maddi şartlar meydana getirmiyor. Bilindiği gibi, bunların yanında ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler sosyal olayları doğurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanın bir takım maddi ihtiyaçları yanında, fikir ve inançlarının payı olduğu gerçeğini de unutmuş görünüyorlar.

    Buna karşılık ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanında fikir ve inançların, ruhî ve ahlâkî değerlerin insan hayatı için vazgeçilmez olduğu fikrini savunuyorlar. Aslında Sosyalist literatürde ruhçu Sosyalizm diye bir ayırım yoktur; ancak mistik sosyalizm (Hristiyan Sosyalizmi) 'e bir benzerliği olması, yani İslâm dininin sosyal yanını anlatmak için asrımızın fikir adamlarından biri olan Nureddin Topçu 'Ruhçu Sosyalizm' diye bir sosyalizmden bahseder. İşin gerçeği; her sosyal adaletsizliğe karşı her haykırış Sosyalizm değildir. Yalnız bir fikir adamının teorisini, yahut bir partinin programını Sosyalizm olarak tanımlamak da Sosyalizm kavramını çok daralttığı için, yanlıştır. Sonra İslâm dini sosyalist değil, sosyal adaletçidir.

    Sosyalizmin çıkmazlarından birisi de sosyal sınıfları kaldırmak istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüğü ilkeler bunu tek başına temin edecek güçte değildir. Bu sistem gerçekten işçinin refahını sağlayacak biçimde uygulanacak olsa; işçi, emeğinden ayırıp biriktirme yoluyla Kapitalist sınıfa geçebilir. Halbuki bunu önleyecek tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise herşeyden önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur. Ayrıca uhrevî yaptırımı olmayan bir ekonomi ahlâkından yana olduğu için, dinî ahlâkın geliştirdiği kendini kontrol ve nefse hâkimiyetten de söz edilemez.

    Çeşitli adaletsizlik ve zulümler karşısında kendisine çok büyük umutlar bağlanan Sosyalizm, ancak sıradan bir insan ömrü kadar yaşayabildi ve daha tam olarak şahsiyetini bile teşekkül ettiremeden her beşerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin yerine, ancak sosyal adaletçi nizamlar geçer de Bilimsel Sosyalizm gibi bütün kurumlarıyla işletilirse, işte o zaman ancak insanların mutlu olması beklenebilir

  • adalet24.01.2004 - 16:31

    ADÂLET

    Düzenli ve dengeli davranma, her şeyin ve herkesin hakkını verme, haksızlıklardan uzaklaşarak orta yolu tutma, bir şeyi yerli yerine koyma, insaf ve eşitlik anlamında bir terimdir. Geniş kapsamlı bir kavram olan adâletin zıttı zulüm,* gadr* ve insafsızlıktır.

    İslâm'da adâlet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevkî farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir. İslâm bu anlamda her ferdin ve her toplumun karşılıklı olarak işlerinde değişmez bir ölçü şeklinde yerini almış, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf farkını göz önüne almış bir adalet anlayışı getirmiştir. Bunun için İslâm, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini sağlayan prensipler koymuş, ümmetin güvenliğini garanti altına alan bir düzen kurmuştur.

    'Ey iman edenler adaleti ayakta tutarak Allah için şahitlik* edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın) . Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Adaleti yerine getirebilmek için hevâ ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.' (en-Nisa, 4/135) .

    Yeryüzündeki beşerî sistemlerin hiçbirisinin düşmanlara ve nefret edilen insanlara karşı, İslâm'ın kefil olduğu mutlak adaleti tekeffül edebilmesine imkân yoktur. İslâm, kendisine inananları bu konuda sadece Allah için hareket etmelerini, aralarındaki münasebetlerini Allah'ın rızasına uygun bir şekilde ayarlamalarını ve yine Allah için doğru şahitler olmasını emretmektedir. Bu esaslar bu dînin bütün insanlık için son din ve mükemmel bir nizam olduğunu, adaletinden, inanan ve inanmayan bütün insanların yararlanmasını tekeffül eden üstün bir hukuk ve yönetim biçimi olduğunu ifadeye yeterlidir. Bu adaleti gerçekleştirme görevi müslümanlara yüklenmiş bir görevdir. İslâm ümmeti bu ilahî emri yerine getirdiği dönemlerde yeryüzü adaletle dolup taşmıştır.

    '...Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.' (en-Nisâ, 4/58) İlâhî emrin hikmeti gayet açıktır.

    'Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya* yakışan budur. Allah'tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.' (el-Mâide, 5/8) .

    İslâm'ın emrettiği adalet doğrultusunda kâinatın düzeninin ayakta durması tabiî bir hadisedir. Adalet mülk'ün temelidir. Adaletin olmadığı yerde zulüm hâkimdir. Allah ve onun koyduğu bütün hükümler zulmün her çeşidinden uzaktır. Allah'ın emirlerinin uygulandığı bir ortamda hiçbir kimseye zerre kadar zulüm yapılmaz. (bk. en-Nisa, 4/40) . Bu Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanan ayetlerle dile getirilmektedir:

    'Allah, adaleti ve ihsanı* emreder. ' (en-Nahl, 16/90) .

    'Allah size emanetleri* ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.' (en-Nisa, 4/58) .

    'Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adil davrananları sever.' (el-Mâide, 5/42; ayrıca bk. el-Hucurât, 49/9) .

    Hz. Peygamber (s.a.s.) de adalet ve adaletle hükmedenler hakkında birçok hadîs buyurmuşlardır:

    'Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adîl davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.' (Müslim, İmâre, 18) .

    'Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah'ın yüce lûtfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir.' (Buhârî, Edep, 36) .

    Bu ayet ve hadîslerde yer alan adalet kavramı geniş anlamıyla ele alınıp hukuki, sosyal ve ahlâkî adaleti kapsamaktadır.

    Adaletin İslâm toplumunda, yönetimde, muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması önemli bir hedeftir. İslâm devletinde uygulanan ekonomik prensiplere göre mülk Allah'ındır. Bu ölçü içinde sosyal adaletin sağlanması önemli bir denge unsurunun kurulması demektir. Müminlerin kardeş ilân edildiği, yığılan kişisel servetlerde fakir ve muhtaçların hak sahibi oldukları, İslâm'da adalet anlayışının tezâhürleridir.

    Ayrıca kaza* işlerinde, muhakemelerde ve yönetimde Allah'ın indirdikleri ile hüküm vermek adaletin ta kendisidir. Bundan uzaklaşıldığı takdirde adaletin gerçekleşmeyeceği ifade edilmiş ve bunu uygulamayanların kâfir *, zalim * ve fâsık * oldukları ilân edilmiştir. (el-Mâide, 5/44, 45, 47) Bundan dolayı da Hz. Peygamber (s.a.s.) :

    'Kıyâmet gününde insanların Allah'u Teâlâ'ya en sevgili olanı ve Allah'a en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır. ' (Tirmizî, Ahkâm, 4) buyurmuşlardır.

    Hz. Peygamber'in İslâm'ı tebliğ etmekle görevlendirildiği dönemin arefesinde Câhiliye devri Arapları boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelmiş durumdaydılar. Adaletsizliğin, zulmün kol gezdiği bir dönemde İslâm gelmiş ve yepyeni bir toplum ortaya çıkmıştı. Zengin-fakir, efendi-köle ayırımının yapılmadığı, haktan asla ayrılmanın söz konusu olmadığı bir toplum oluşmuştu.

    Bir gün Mahzumoğulları kabîlesine mensup eşraftan Fâtıma adında bir kadının hırsızlık yaptığı söylenerek Peygamberimiz (s.a.s.) 'in huzuruna getirilmişti. Kadının 'elinin kesilmesi'ne hükmedildi. Fakat daha önceki gelenek ve alışkanlıklara göre Kureyş'ten olan asil bir kadın hakkında suç işlemiş olsa dahî böyle bir hüküm verilemezdi. Hükmün infâzının durdurulması için Kureyş'in ileri gelenleri Hz. Peygamber'in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd'i araya koyarak bu kadının affedilmesini istediler. Üsâme'nin böyle bir şefaatte bulunması Hz. Peygamber (s.a.s.) 'e çok ağır geldi. Hemen ashâbını 'mescid'*de toplayıp bu konuda onlara şöyle hitap etti:

    'Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâdeleri bir hırsızlık* yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onları cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun elini kestirirdim. ' (Müslim, Hudûd, 2)

    Bugünkü beşerî sistemlerde hâkim zümre ve belirli sınıflar için dokunulmazlıklar söz konusu olduğu halde İslâm hukuku önünde hiç kimsenin bir ayrıcalığı ve imtiyaz hakkı yoktur.

    Adil Halife Hz. Ömer, hilâfeti döneminde ashâbtan Übey b. Ka'b ile aralarında bir konuda anlaşmazlık meydana gelmiş ve bu anlaşmazlığı çözmek üzere o dönemin Medine kadısı olan Zeyd b. Sâbit*'e gitmişlerdi. Kadı olan Zeyd hemen devlet başkanı olan Hz. Ömer'e karşı saygılı davranıp ona oturması için yere bir minder sermişti. Fakat adil insan Hz. Ömer bu davranış karşısında şöyle demişti:

    'İşte bu davranışın, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben davacımla beraber aynı yerde oturacağım.'

    Sonra davacı Übey b. Ka'b davasını ileri sürünce Hz. Ömer bu iddiayı kabul etmedi. Bu durum karşısında Hz. Ömer'in yemin etmesi gerekiyordu. Kadı Zeyd İbn Sâbit, Übey'e şöyle dedi:

    'Gel Halife'yi yemin ettirme, onu bundan muaf tut. Davacı olduğun kişi bir başkası olsaydı sana böyle bir feragatten söz etmezdim.' Bu teklifi duyan Hz. Ömer son derece kızarak böyle bir ayrıcalığı kabul etmeyip derhal yemin etti. Sonra da Zeyd b. Sâbit hakkında şöyle dedi:

    'Halife ile herhangi bir müslüman hakkında eşit davranmasını öğrenmedikçe ona dava götürülmemelidir.'

    Ayrıca mahkemelerde şahitlik yapacakların da adalet sahibi olarak tanınan kimseler olması şart koşulmuştur.

    İslâm'da adaleti gerçekleştirmek için çeşitli müesseseler kurulmuştur. Resulullah davalara bizzat kendisi bakmıştır. Bu durum ikinci halife Ebu Bekir (rh.a.) zamanında da böyle devam etmiş, Hz. Ömer zamanında ise İslâm toprakları oldukça genişlediğinden bazı sahâbiler kaza işleriyle görevlendirilmiş ve birer kadı olarak vazife görmüşlerdi.

    Divânü'l-Mezâlim, Şurta ve Hisbe* gibi teşkilâtlarla haksızlıklar önlenmeye ve adalet dağıtılmaya çalışılmıştı. Eyyubiler Mısır'da 'Dârü'lAdl'* adıyla bir adalet dairesi meydana getirmişler ve yanlarına bazı müşavirler de alarak bu mahkemeye bizzat başkanlık etmişlerdir. Osmanlılar zamanında 'adliye teşkilatı' ise düzenli bir şekilde kurulup yaygınlaştırılmıştır.

  • materyalizm24.01.2004 - 16:30

    MATERYALİZM

    Allah ve kâinattaki herşeyi madde ile izah etmek isteyen ve âlemde bir gaye, bir şuur ve bir irade görmeyen, toplum hayatını ve fertler arasındaki ilişkileri ve davranışları belirleyen faktörün madde olduğunu iddia eden düşünce sistemi.

    Avrupa'nın hayatında materyalist görüş, Avrupa Rönesansı kadar eskidir. Hatta onun eski Grek felsefesinde ve Hristiyanlıktan önceki Roma yaşayışında, bazı yönleriyle bundan daha derin izleri vardır. Aslında Avrupa Rönesans hareketi, dine düşmanlık esası üzerine yükselmiştir. Rönesans, karşı durduğu ve kendisinden sıyrıldığı Hristiyanî-dinî temeller yerine, Grek ve Romen temellere dönerek onlardan destek bulmaya çalışmıştı.

    Rönesans düşüncesi bir taraftan 'hümanist' (insancıl) , diğer taraftan da dünya hayatına yönelik idi. Bu hümanizmin manası şuydu: Bilginin kaynağı Allah değil, insan olması gerekir. Hayatın gereklerinin ne olduğu ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken kaynak ilâhî vahiy değil, insanî düşüncelerdir.

    Bu çağın ayırıcı özelliği, insanın mutlak kişiliğinin farkına varması, otoriteye ve sahiplerine karşı çıkması, bütün dünyayı kendisine vatan olarak kabul etmesi gibi hususlarda ileri noktalara kadar gitmek olmuştur. O bakımdan Yunan ve Roma edebiyat ve ilimlerini inceleme konusunda uzmanlaşmak durumunda olan kimseler, kendilerine 'hümanistler' adını verirler.

    Dinden sıyrılıp materyalizme doğru yol alan bu gidiş, dini ruhanîlikten dinsiz materyalizme bir anda ve tek bir sıçrayışla geçmediği gibi; hedefine doğru yol alırken, birtakım inişler-çıkışlar yapmaksızın, dosdoğru bir şekilde ilerlemedi. Ancak her bir sıçrayışında materyalizme daha çok yöneldi. Bu bakımdan rönesans'ın başından itibaren gerçekleştirilen ilmî ilerlemeler, Rasyonalist ve Emprsist görüşlerin ortaya koyduğu şekilde Avrupa düşüncesinin izlediği yolda gitmesine yardımcı unsur olmuşlardı.

    Rasyonalizm ise kâinatın tabiat öte; inden ve tarihin akışı istikametinden Allah'ın varlığı düşüncesini ortadan kaldırmayı hedef alır. Ayrıca Empirizm'in de Rasyonalizmden pek farkı yoktur. Empirizm'e göre gerçekler, his ile idrak edilebilen âlemde gizlidir. Duyularla idrak edilen tabiat olaylarının ötesinden bilgi elde etmeye çalışmak ve bu alanda illet arayıp bulmaya kalkışmak ise reddedilmesi gereken bir konudur.

    Bu gelişmeler zamanla daha ileri boyutlara ulaştı. Sonunda, tabiatın dine ve akla hakim olduğunu ileri süren, tabiatı herşeyin kendisinden çıktığı temel olarak değerlendiren ve insan aklını düşüncelerin kaynağı kabul eden Pozitivist felsefe ortaya çıktı. Bu görüşün önde gelen en önemli iki filozofu, Auguste Comte ve Fuerbach'dır. Bu felsefe belirli bir atmosferde doğdu ve bu ortamda pek çok ilim ve felsefe adamının ruhunda, özel bir bilgi türüne sahip olan Kilise'ye karşı çıkmak arzusunu uyandırdı.

    Diyalektik Materyalizm, maddenin kâinatta köklü ve biricik gerçek olduğu ve kâinattaki herşeyin ve herkesin maddeden çıkıp, maddenin kanunlarına mahkum olduğu; maddenin sınırlarının dışında varlığın söz konusu olmadığı iddialarına dayanır. Bu düşünceye göre, maddeden ortaya çıkan bütün yaratıklar-insan da dahil olmak üzere- ve bütün organizmalar bir taraftan maddidir, diğer taraftan da çelişkiler arasındaki mücadeleye mahkûmdur.

    Tarihi materyalizme göre madde, bütün duyuş, düşünüş ve idrakin kaynağıdır. İdrak ise türemiş ikincil bir unsurdur. Çünkü idrak, maddenin yani varlığın bir yansımasıdır. Düşünce ise, maddenin bir sonucudur. Zira düşünce, tekâmülü sayesinde mükemmelliğin üst basamaklarına çıkabilmiştir.

    Tarihi Materyalizm, insanlık tarihini maddeci temellere dayandırarak açıklamaktadır. Buna göre madde ezelî ve ebedîdir ve kâinatta var olan her şey madde tarafından yaratılmıştır. Tarihi Materyalizmin sosyolojiye sunduğu temel, Evrim Teorisi'nin tabiî seleksiyon yoluyla biyoloji ilmine sunduğu temelin aynısıdır. İncelenmekte olan tür ne olursa olsun, o tabiî seleksiyon yoluyla evrim geçirmiş bir türdü. İşte bu, onun tabiatının sınırlarını çizer. Aynı şekilde incelenmekte olan toplum ne olursa olsun, üretim ilişkilerinin üretimle olan ilgisine, düşünce ve kurumların üretimle olan ilişkisine göre şekillenmiş bir durumdadır.

    Ayrıca tarihin materyalist yorumu insanlık hayatında bir takım değerlerin varlığını inkâr edip, hayatı sadece yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve cinsî ilişkiden ibaret olarak kabul etmektedir.

    Din, ahlâk ve ailenin materyalist yorumu ile aynı anda iki şey kastedilir. Bunların birincisi; bu kurumların bizatihi ve kendiliklerinden ayakta duran bir takım değerler olmadıkları, onları bu şekilde görmenin mümkün olmadığı, dolayısıyla bu kurumların ne köklü ve ne de kutsallıklarından söz edilemeyeceğidir. Materyalizme göre her ne olursa olsun din, insanların zihninde onların günlük hayatına egemen olan dış güçlerin vehmî bir yansımasından başka bir şey değildir. Bu yansımada yeryüzünün güçleri, tabiat üstü bir takım güçler şeklini alır.

    Materyalistlere göre aile, ebedî bir sosyal yapı değildir. Çağlar boyunca ailede pek çok değişiklikler görülmüştür. İşte bu evrim son tahlilde ekonomik etken ile belirlenir.

    Cansız maddenin kanunlarının insana uygunluğu iddiası, insanlık düşünce tarihinde daha önce hiç bir şekilde görülmemiş 'ilmî' bir efsane biçimindedir. Bu ilmî efsanenin ortaya konulmasının patenti, mutlak anlamda olmasa bile materyalist komünistlere aittir.

    Materyalizm sadece komünist rejimlerde geçerli bir anlayış değildir. Kapitalizm de en az komünizm kadar materyalist bir anlayışa dayanmaktadır.

    Bu sosyal düzen, katıksız olarak maddeci bir düzendir. Bu düzende insan, yaratılış ve ahiretinden soyutlanmış olarak ele alınır. Maddî hayat içerisinde sadece maddi çıkarlarıyla varolan bir 'homo ekonomicus' (ekonomik insan) dır.

    Kapitalist demokrasi düzeni, azgın bir materyalist ruh taşımaktaysa da Materyalizmin hayat felsefesî ve onun hayatı açıklayan öğretisi üzerine kurulmamıştır. Bu düzenin sosyal atmosferinde hayat, maddî çıkar hudutlarının dışındaki tüm alâkalardan soyutlanır. Fakat, bu soyutlama işlemi bir felsefî anlayışa sahip değildir. Buda kapitalist dünyada materyalist felsefî ekollerin bulunmadığı anlamına gelmez. Aksine materyalizm, ikbalini bu düzenin dünyasında bulmuştur. Zira sanayi devrimi ile ortaya çıkan deneysel zihniyetin etkisi, mutlak doğru kabul edilen birtakım fikirlerin yanlışlığının ortaya çıkmasıyla başlayan görüş ve anlayışlardaki değişmenin doğurduğu şüphecilik ve fikri kargaşa, aklı ve fikrî donduran, zulüm ve baskı yolunu seçen, sosyal kargaşayı kendi lehine körükleyen hristiyanlığa karşı yüz gösteren hoşnutsuzluk ve ondan cayma ruhu; batılı zihniyetlerde materyalizmi hazırlamıştır.

    Allah'ı inkâr temeline dayalı olan bu batılı düşünce sistemi, artık ilk doğduğu topraklar üzerinde ve ideolojilerini buna dayandıran rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde bile tartışılmış, büyük kitleler ve ilim adamları tarafından reddedilen bir düşünce olmuştur. Haklı olarak bunun geçersizliğini ve ilkeliğini gören demir perde gerisi devlet ve rejimler de bu düşünceden vaz geçmeye başlamışlardır.

  • amel24.01.2004 - 16:23

    AMEL

    İş, vazife, hareket, idare, daire, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibadet, hayırlı iş. Daha ziyade canlıların bir maksatla yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, 348) . Çoğulu 'a'mâl' gelir. Gramerde amel, âmilliği, yani bir kelimenin diğer bir kelime üzerindeki tesirini ifade eder.

    Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi') amel olmak üzere ikiye ayrılır. insan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. Ayetlerde; 'Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur' (el-Mülk, 67/2) , 'şüphesiz ki, sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele' (el-Bakara, 2/155) , 'Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi denemek için hayır ve serle imtihan ederiz. Siz ancak bize döndürüleceksiniz. ' (el-Enbiya, 21/35) buyurulur.

    İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve ahirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu konuda iman ön şarttır. İman da; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allâh'tan olduğuna inanmayı kapsamına alır.

    Ayetlerde şöyle buyurulur: 'Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî manevi büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır' (el-Asr, 103/1-3) , 'İnkâr edip, imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur' (Âli İmrân, 3/91) .

    Sâlih (iyi) amelin özü, Allah'u Tealâ'nın emirlerini üstün tanımak, Allah'ın hükümlerini yeryüzünde uygulamak, onun din ve şeriatını korumak, yarattıklarına şefkat beslemek ve yardım etmektir. Salih ameller ikiye ayrılır. Birincisi; bedenî ibadetler gibi, yükümlünün önce ve bizzat kendisine yarar sağlayan ve kendisinin iyileşmesine yarayan amellerdir. Namaz, cihat, küfürle mücadele, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için gayret sarfetmek ve bunun gerçekleşmesi için Allah'a dua istiğfarda bulunmak, oruç tutmak bunlar arasında sayılabilir. ikincisi; zekât ve sadaka gibi başkalarına yararı olan amellerdir. (M. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6079, 6080) .

    Allah'ın yasakladığı işler de kötü amel sayılır. Allâh'u Teâlâ insana irade-i cüz'iyye vererek, iyi ile kötü, hayır ile şer arasında ona belli ölçüde serbestlik tanımıştır. insan kendi isteği ile tercihini yapar. Bu yüzden de yaptığı işlerden sorumlu olur. Dünyadaki amellerinin sonucuna göre de ahirette karşılık görür.

    Kur'an-ı Kerîm'de iyi ve kötü amellerden ve bunların sevindirici veya üzücü sonuçlarından söz eden pek çok ayetler vardır:

    'Onlar, Allah'ın yanında bir başkasını ilâh edinip, ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür kıyamet günü azâbı kat kat olur. O korkunç azâbın içinde hor ve hakir bir halde ebediyen kalır. Ancak tevbe eden, imanında samimi kalıp salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah gafûrdur, rahimdir. (Çok affeden ve çok merhamet edendir) ' (el-Furkan, 25/68-70) . 'Kim tevbe edip, salih amel işlerse, şüphesiz o, Allah'a hakkiyle yönelmiş olur' (el-Furkan, 25/71) .

    Yukarıdaki ayetlerde zikredilen adam öldürme ve zina gibi en ağır kötü amellerden sonra, tövbe edenlerin azaptan istisna edilmesi, katilin ve zaninin de tövbesinin geçerli olduğunu gösterir.

    'Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası; içinde devamlı kalmak üzere Cehennem'dir' (en-Nisa, 4/93) . Bu ayet, katilin affedilmeyeceği anlamında değildir. Ayet Medine'de nazil olmuş olsa bile mutlak*tır. Manası, katilin tövbe etmeden önce vefat etmesine hamledilmiştir.

    Hz. Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: 'Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir' (Ahmed b. Hanbel, III, 466, IV, 141; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 60, 61) .

    Amellerin değeri imandan sonra niyete*de bağlıdır. Yüce duygu ve amaçlar taşımayan veya kötü amaçlar için yapılan bazı âmeller kişiye fayda sağlamaz. Meselâ, ashâb-ı kirâm Medine'ye hicret ederken Mekke müşriklerinin kötülük ve baskılarından kurtulmak, Medine'de daha güzel ibadet, taat ve amellerde bulunmak, İslam'ı, oradan cihana yaymak gibi düşüncelerle dolu idiler. İçlerinden birisi ise, nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine'ye gelmişti. işte Hz. Peygamber, diğer muhacirlerin büyük ecir ve mükafatlara nail olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını haber verdi. Bunun üzerine 'Ameller ancak niyetlere göredir' (Buhârî, Bedü'l- Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155) buyurdu.

    'Biriniz müslümanlığı iyi yaşadığı zaman, kendisine işlediği her iyi amel on katından yediyüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de misliyle (ceza) olmak üzere yazılır' (Buhârî, İman, 31; Müslim, İman, 205.)

    'Birr (iyilik, sıla) ahlâk güzelliğidir. İsm (günah ve günaha sebep olan şeyler) ise, kalbini gıcıklayan ve insanların bilmesini hoş görmediğin şeylerdir' (Müslim, Birr ve Sıla, 14; Tirmizî, Zühd, 52; Dârimî, Rikâk, 23) .

    'Gerçek müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selâmette kaldığı kimsedir' (Buhârî, İman, 4-5; Müslim, İman, 64) .

    'Nerede ve hangi hâlde olursan ol Allah'tan kork. Kötülük işlemişsen hemen bir iyilik yap ki, o iyilik kötülüğün günahını silsin. insanlara güzel muamelede bulun' (Tirmizî, Birr ve Sıla, 55; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 5; Dârimî, Rikâk, 47) .

    Başkalarını iyi ve güzel ameller işlemeye davet etmek, Allah ve Resulünün övdüğü bir davranıştır.

    Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

    'Hayrın işlenmesine vesile olan kimseye o hayrı işleyenin ecri kadar ecir vardır' (Müslim, İmâret, 133; Ebû Dâvud, Edeb, 115; Tirmizî, İlim, 14) .

    'Doğru bir yola çağıran kimse, ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi de ecir alır. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Kötü bir yola davet eden kimse de, ona tabi olanların günahlarından hiç bir şey eksiltmez' (Müslim, İlim, 16, Zikir, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 6; Tirmizî, ilim, 15) .

    'İslâm'da güzel bir çığır açan kimse hem o çığırın, hem de o çığırla amel edenlerin ecrini kazanır.' (Müslim, Zekât, 70; Ebû Dâvud, Sünnet, 6) .

    Sonuç olarak yukarıda verilen ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, amel yalnız ibadetlerden ibaret olmayıp, günlük hayatta bir müslümanın diğerine veya topluma karşı yaptığı güzel iş, yardım ve muameleler de bu niteliktedir.

  • ad kavmi24.01.2004 - 16:17

    ÂD KAVMİ

    Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmi.

    Hz. Âdem* (a.s.) ile başlayan tevhîd mücadelesinin mâhiyeti, Kur'an-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeblerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır. Meydana gelen olayların sebeblerini iyi tesbit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: 'Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitap'ların tasdîki, (Dine ait) her şeyin tafsilidir' (Yusuf, 12/111) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır.

    Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkâf'tır. Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler.

    Kur'an-ı Kerim'de: 'Âd (kavmi) ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve 'Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş! ..' dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki o, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mu'cizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı'. (el-Fussilet, 41/15) hükmü beyan buyurulmuştur. Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır. Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gayet kuvvetli oldukları bilinmektedir. Hz. Âdem (a.s.) 'in boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir. Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz. Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır (Kurtubî, XX, 48; Buharî, Enbiyâ, I; İbn Hanbel, II, 3 1 5-325) .

    Hz. Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'tır. Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir. Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur. (eş-Şuarâ, 26/130; Hûd, 11/59) . Bu lider Hz. Hûd (a.s.) 'un tebliğine muhatap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: 'İşte Âd kavmi! .. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular' (Hûd, 11/59-60) hükmü beyan buyurulmuştur.

    İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykel'lere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme* ve zorbalığa dayanırlar.

    Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! .. 'Bağ-ı İrem' diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu! .. Kur'an-ı Kerim'de: 'Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi? ' (el-Fecr, 89/6-8) denilmek suretiyle, bu mahiyet meydana konulmuştur. Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi! .. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hz. Hûd* (a.s.) 'a peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücadele başladı. Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu. Şimdi bu mücadeleyi Kur'an-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: 'Hani kardeşleri Hûd onlara: 'Allah'dan korkmaz mısınız? ' demişti. 'Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat* edin. Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına aid değildir. Siz her yüksek yerde bir âlâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit,zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bilip durduğunuz şeylerden (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum.' (eş-Şuarâ, 26/124-135)

    Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar.

    '(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: 'Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz. Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz' dedi. (Bunun üzerine Hûd) 'Ey kavmim' dedi. Bende hiç beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin bir hayırhahınızım. Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.' (el-A'raf, 7/66-69) .

    Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd (a.s.) 'un tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı:

    'Dediler ki: 'Sen bize yalnız Allah'a kulluk* etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize! ..' (el-A'raf, 7/70) .

    ' Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir.' (el-Ahkâf, 46/22) .

    'Dediler ki: 'Ey Hûd! .. Sen bize açık bir mûcize* getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız. Senin söylediklerine inanıcılar da değiliz. Biz: 'Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış ' (demekten) başka bir şey söylemeyiz.' (Hûd, 11/53-54) .

    Hûd (a.s.) 'un tebliği* karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu. Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine ait olduğu iddiasına iman etmişlerdi. Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sayesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı. Sürekli olarak;

    'Biz azâ...ba uğratılacak da değiliz' (eş-Şuara, 26/138) diyerek kendi kendilerini ikna etme yoluna gidiyorlardı. Hûd (a.s.) 'un tebliğini kabul eden müminlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: 'Haydi tehdit ettiğin azâbı getir' sloganına sarılmıştı! .. Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü. Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı. Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu. Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu. O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Bu noktada Hûd (a.s.) yeniden tebliği denedi ve;

    'Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim) . Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allahü Teâlâ 'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır' (Hûd, 11/57) dedi.

    Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı! .. Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı. Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler. Çünkü kuraklığı 'tabiat kanunlarıyla' açıklama âdetleri vardı. Bunun 'Allahü Teâlâ (c.c.) 'nın bir ihtarı' olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Şimdi hadisenin cereyan ediş şeklini Kur'an-ı Kerim'den öğrenelim:

    'Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: 'Bu bize yağmur verici bir buluttur.' (Hûd) 'Hayır' (dedi) bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir. Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır. O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir.' (el-Ahkâf, 46/24-28) .

    İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti! .. Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirk'in ve zulmün cezasını bu dünyada gördü:

    'Âd kavmi (Peygamberleri Hûd'u) yalanladı. İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün) . Çünkü biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik. (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu' (el-Kamer, 54/18-20) .

    Bu azâb sırasında Hz. Hûd (a.s.) ve beraberinde bulunan müminlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz:

    'Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık. ' (el-Âraf, 7/22) .

    Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbir'lerin zaferleri geçicidir! .. Elbette azâbın en şiddetlisine şahid olacaklardır. Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar

  • darwin ve evrim24.01.2004 - 16:03

    DARWİNİZM

    Bütün canlı varlıkların bir çeşit akrabalıkla birbirine bağlı bulunduğunu ve engin çağlar boyunca basit organizmalardan daha karmaşıklara doğru geliştiğini, doğal ayıklanmayı ileri süren ve ilk önce İngiliz tabiat bilgini Charles Darwin (1809-1882) tarafından formüle edilen evrimci, bâtıl, dîne karşı bir doktrin.

    Eski çağ filozoflarıyla Rönesans hümanistleri, evrim konusunda çok seçik bir sezişe sahiptiler. Fakat ellerinde belgeler bulunmadığı için bu husustaki bütün görüş ve yorumları, düşünce alanında kalmış; ilk evrimci bilim adamı Buffon, devrinin peşin hükümlerine karşı gelmekten çekindiği için bütün düşüncesini ortaya koymamış; evrim nazariyesini daha büyük bir cesâretle ortaya atan Lamark olmuştur.

    Darwin, Beagle gemisiyle yaptığı gezi esnasında topladığı birçok belge ve gözlemlerine dayanarak bir nazariye ortaya koymuştu. Dünya çevresindeki bu gezide özellikle Galapagos adalarının faunasını ve pampa toprağı katmanlarında rastlanan soyu tükenmiş dişsiz hayvan türlerini inceledikten sonra, onda türlerin sabitliği hakkında ilk şüpheler uyanmaya başladı. 1859'da 'Doğal Ayıklanma veya Hayat Mücadelesinde Elverişli Irkların Korunması Aracılığıyla Türlerin Kökeni Üzerine' adlı eserini yayınladı. Darwin, bu eseriyle evrimin mekanist bir açıklamasını yapmağa çalıştı. Onun görüşünün temel noktaları şunlardır:

    1- Aynı kökten gelen türler, çeşitli tesirlere (meselâ çevre, beslenme vb. etkilere) bağlanabilecek değişimler gösterir, vücûdu ve üreme hücrelerini değişikliğe uğratır. Darwin, bütün kişilerde aynı özellikleri gösteren belirli çeşitlenmelerle kişiden kişiye değişen belirsiz çeşitlenmeleri birbirinden ayırt eder.

    2- İktisatçı Malthus'un çalışmaları, Darwin'i fazlasıyla etkilemiştir. Bu bilgin, toplum nüfusunun, mevcut beslenme imkânlarına oranla çok daha hızlı arttığını ve bu nüfus artışının geometrik bir diziye, beslenme imkânlarının ise aritmetik bir diziye göre meydana geldiğini görmüştür. Organizmalar bundan dolayı besinlerini elde etmek ve en iyi şartları sağlamak için mücadele etmek zorundadır.

    Darwin, bu iktisadî kavrayıştan 'yaşamak için mücadele' prensibine ulaştı. Bu duruma göre başarıyı, rakiplerine oranla biraz üstünlüğü olanlar elde edecektir. Bu üstünlükler, yalnız bazı kişilerde bulunan özelliklere uygun düşer. Bunlar çok az ve belirsiz olsalar bile yine de zararlıdırlar. Çünkü hayat için mücadelede daha imtiyazlı olanların ölüp gitmelerine karşılık, bu özelliklere sahip bulunanlar ayakta kalır.

    Böylelikle ona göre hayat boyunca, tabiî ayıklanma denilen bir olay meydana gelir ve ortama en elverişli olanlar yaşar. Bu tabiî ayıklanma, uzun zamanlardan beri hayvan ırklarını geliştirmek veya yenilerini elde etmek amacıyla hayvan yetiştiricileri ve bahçıvanlar tarafından uygulanan yapma ayıklanma ile kıyaslanabilir. Doğal ayıklanma, yeni türlerin oluşmasını ve çevreye uyum yoluyla sürekli evrimi sağlamıştır.

    Tabiî ayıklanma görüşü, sosyolojide de bazı sosyologlar tarafından uygulanmıştır. Buna göre, toplumların gelişmesi, ancak ırklar ve gruplar arasındaki çatışmalar ve ayıklanmalarla açıklanmaya çalışılmış, aynı görüş sınıflar çatışması halinde Marks'çı teoriye de tesir etmiştir. Bununla beraber, tabiî ayıklanma teorisinin kesin karşı koyucuları da, belli amaca yönelen, yaratıcı tekâmüle âit kuvvetlerin varlığını kabul eden görüşler ileri sürmektedirler.

    Darwin'in iddialarının hiçbiri ilmî kesinlik taşımaz, bir varsayım (faraziye) ve nazariyeden ileri gitmez. Çok tartışılmış, birçok iddiaları çürütülmüştür. Esasen, Darwincilik sonradan birçok değişikliklere uğramış, yerini Yeni-Darwincilik almıştır. Eski ve yeni Darwincilik birçok bakımlardan tenkit edilmiş; canlı türlerin birbirinden (meselâ insanın maymundan) yavaş yavaş çıktıkları yolundaki temel iddia artık ilim çevrelerinde terk edilmiştir. Bu bakımdan biyolojinin verilerine göre, artık türler arasında geçiş olmadığı ifade edilmektedir.

    Yaratılış ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur: ' Andolsun biz sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: Adem'e secde edin' dedik. 'Hepsi secde ettiler, yalnız İblis etmedi, o secde edenlerden olmadı' (el-Âraf, 7/11) . Âyet, Hz. Âdem'in birdenbire değil bir tekâmül neticesinde yaratılmış olduğunu bildirmektedir. (Ayrıca bk. el-Bakara, 2/30 vd.; es-Sâd, 38/71 vd.) . Âyetlerde Hz. Âdem'in önce çamurdan yaratıldığı, sonra biçim verildiği ve nihayet ruh üflenerek canlandırıldığı açıklanmaktadır. (el-Hicr, 15/28 vd.) . Kur'ân'da bize açıklandığı kadarıyla insanın nasıl yaratıldığı konusunda teferruat yoktur. Yalnız, Darwincilikten farklı olarak İslâmî yaratılış, insanın hayata insan olarak başladığını ve tarih boyunca insan dışı bir değişme geçirmediğini ortaya koymaktadır. İnsanın yaratılışına ait bu iki temellendirme, insanın yapıp etmelerinde iki zıt fikre yol aşmıştır. Darwincilik, insanı hayvanî bir ilkelliğe indirger ve onun davranışlarını hayvânî davranışlar grubuna sokar. İlâhî açıklamaya göre ise, insan, 'eşref-i mahlûkât' yani yaratıkların en üstünü ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi diye tanımlanır. İşte bu iki temel görüş ve bunlara yaslanan bilim, medeniyet, sosyal ve ahlâkî hayat telâkkileri bütün dünyada karşıtlık oluşturmaktadır. Şu da bir gerçektir ki, Darwincilik, sadece bir nazariyedir, kesin bilgi değildir. Hatta Kur'ânî ifâdeyle 'zan' denebilir. Ancak, ilâhî tekâmül bilgisi, kesin bir bilgidir. Zaten bu iki bilgi anlayışı birbiriyle kıyaslanamaz. Bu teori, uygulamada Darwincilik karşıtı başka bilim çalışmalarıyla, birçok açıdan tenkid edilmiştir. Ama vahyî bilgi ile bilimsel bilginin esas karşılaşması, yeryüzündeki toplum düzenlerinin eğitim ve bilim çalışmalarının ate-lâik veya vahyî temele dayanıp dayanmayacağı meselesinde yoğunlaşmaktadır. Bu yüzden, vahiy karşıtları, tutunacak epistemolojik bir temel aradıklarında ilâhî bilginin karşısına Darwinci tezlerini çıkarmaktadırlar. Özellikle Materyalizm, Darwincilik'e kendi görüşünün üzerinde yükseleceği bir temel olarak sahip çıkmaktadır. Sovyetler Birliği'nde olduğu kadar, Amerika Birleşik Devletleri'nde de Materyalist eğitim Darwincilik'i benimser. Ancak ABD'de Darwincilik Hristiyanlıkla da Geliştiği için, orada da hâlâ taraflar arasında tartışmalar olmaktadır. Ayrıca, insanın maymun soyundan geldiği iddialarının bugün artık inandırıcılığı kalmamıştır. 'Şüphesiz müslüman ilim adamları, tâbiri caizse, Allah'ın kudretinin kendi yarattığı şeylerden koparıldığı deistik bir âlem tasavvuru içinde fikir yürütmemişlerdir. Dolayısıyla müslüman alimlerin tek biçimcilik (uniformitarianism) ve yatay biyolojik evrim gibi bugün bilimsel gerçeklikler olarak teşhir edilen fakat aslında dinden uzaklaştırılmış insanın, tabî düzen için ilâhî sebebi yasaklaması sonucu ortaya çıkan uçurumu kapatmanın vasıtalarından ibaret olan hipotezler kurmaya hiç ihtiyacı olmamıştır.

    Müslüman araştırmacılar hiçbir zaman evrim teorisine iltifat etmemiş; bu teoriyi 'Allah'ın kudretinin yaratıkları üzerinden koparılmak istenmesi ile meydana getirilen boşluğu doldurmak üzere başvurulmuş bir vasıtadan ibaret görmüşlerdir' (Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, Çev. İ. Kutluer, İstanbul 1989, 51) .

    Darwincilik Çağdaş Türkiye'de de, ilericilik adı altında tutunulan önemli bir teori olarak görülmekte ve hatta tıpkı Darwin'in etkilendiği çağdaşı ve yakın arkadaşı Jeolog Charles Lyell (1797-1875) 'in yeryüzünün bugünkü şeklini, tabiatın eseri olarak almasıyla; laik-pozitivist bir eğitim-bilim devrimini gerçekleştiren bazı basit anlayışların 'evrenin tabiat gücü tarafından yaratıldığı, başka hiçbir ilâhî gücün evrene tesir etmediği' şeklindeki görüşleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Mamafih bu görüşe karşı müslümanlar, kendilerine açık tebliğ edilmiş şu âyete inanırlar: De ki, 'Siz mi, arzı iki günde yaratanı tanımıyor ve O'na eşler koşuyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbi O'dur. ' (el-Fussilet, 41/9) .

    Yeni Darwincilik, Darwin'in teorisinin geliştirilerek savunulduğu öğretinin adıdır. Yeni Darwinciler, Darwin'in teorisinden Lamarkçı tesiri dışarda bırakarak diğer bütün ilkeleri kabul etmektedirler. Onlara göre evrimin yönünü, gelişme mekanizmasını düzenleyen genetik yapı ile kılavuz ve nazım rolü oynayan tabii ayıklanma arasındaki karşılıklı etkileşmenin sonucu belirler.

    Batı biliminin dayandığı önemli bir kaynak olan bu bilimin esaslarını alan ateizm, panteizm, materyalizm cereyanlarına bir bütün olarak Spencer'le, Comte'la, Freud'la, Marks'la yayılarak ideolojik bir yapı oluşturur (bk. Materyalizm, Ateizm) . Maddeci öğretinin karşısında ruhçuluk öğretisi yer alır. Maddecilik, ilk ilkelerini, ruhu, âhireti ve Allah'ı inkâr ile kurar; çeşitli yollara ayrılarak mekanist, diyalektik, tarihi materyalizm biçimlerinde ortaya çıkar. Maddeciliğin karşısında Batıda İdealizm, Ruhçuluk, Dogmatizm yer alırken; Doğu İslâm dünyasında da Dehriye*, Zenadıka, 'rabüyyun, Manicilik, Batınîlik* gibi aşırı felsefî cereyanlar ortaya çıkmıştır. Bu tür maddeci akımlar, ilahi vahyi zaman zaman çarpıtarak yorumlamışlardır. Batı'da tabii ve sosyal bilimlerde 'evrim'i bütün bilim adamları kabul etmekte, eğitim ve bilim metodlarında bu görüş işlenmektedir.

    Prof. Mourice Bucaille, Darwin'in teorisi, evrimcilerin materyalist felsefe ile dini inanç arasındaki savaşta sallayıp durduğu bir sancak olmuştur. der (bk. Maurice Bucaille İnsanın Kökeni Nedir, Çev. A. Ünal, İstanbul 1984, 46 vd.) Bucaille'e göre, Darwin, ateistlerin putlarından biri olarak kalmıştır. Eseri, XIX. yüzyılın ikinci yarısında şiddetlenen din-bilim çatışmasında ateizmi destekleyici kanıtları ortaya koymuştur. 'Temel kuralları ve nihai yargılarıyla Darwinizm ortadaki doktrinlerin en din karşıtı ve en materyalist olanıdır.' diyen P. Grasse, Marx'ın Darwin'in eserinin sayfalarında tüm dinsel inancı çözeltecek malzemeyi bulduğunu ifade eder. Sovyetler Birliği kurucuları da, bilimsel verilerine dayanarak Hristiyan obskürantizmi'yle savaşmak için Moskova'da bir Darwinizm müzesi kurmuşlardır (Bucaille, a.g.e., 50) .

    Darwin, doktrininin eksikliğini bizzat itiraf eder ve evrimi açıklamakta düştüğü başarısızlığın farkında olduğunu mektuplarında belirtir. Teorisini kanıtlayamaz; tabii ayıklanmaya inandığını açıklar. Böylece bilimi inanç' eksenine alır. Bugün de bu teorinin geçerliliği kanıtlanmış değildir. Ancak teorisinin çağdışı ve kavramlarının aşırı derecede zayıf olmasına rağmen, Darwin hâlâ akademisyenlerden saygı görmektedir. Ama 'bilimin sapıklıklarının ve uzun vadede Darwinizm'in neden olduğu insandan tiksinmenin boyutlarını bir an olsun akıldan çıkarmamak' gerekmektedir.

    Darwin'in basit ve çürütülmüş teorilerine yapılan tenkidleri naklettikten sonra, Kur'ân-ı Kerim'deki bazı âyetlerde materyalist bir teoriyi destekleyecek en küçük bir ize bile rastlamanın imkânsız olduğunu belirten Maurice Bucaille, insanın topraktan yaratılışına dair âyetlere işaret ettikten sonra şu olayı nakleder: 'Ölümünden kısa bir zaman önce biyolog Jean Rostard'a Fransız TV'nundaki konuşmalarının birinde Allah'la ilgili bir soru soruldu. Jean Rostard'ın cevabı, o ana kadar Allah'ın varlığına inanmadığı, fakat bir biyolog olarak sonsuz derecede küçük düzeyde meydana gelen faaliyet üzerinde düşünürken ifade gücünü yitirdiğini itiraf ettiği şeklindeydi.' (Bucaille, a.g.e., 261) .

    Bugün müslüman âlimlerden bazıları Darwinizm'e sarılanlara karşı önemli karışıklıklara sebep olabilecek bir metod yanlışlığını yapmaktadırlar. Yaptıkları, Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerin esnekçe kullanılarak bilimsel verilerle ilgili olarak sunulmasıdır. Ama bu tutum, Kur'ân'daki herhangi bir âyetin, bilim yoluyla kanıtlandığını iddia etmek gibi basit bir duruma düşmeye yol açtığı gibi, âyetlerin yer aldığı esas inanç düzleminin güvenilirliğini de zedelemektedir. Adeta Darwinizm'e karşı savunma alanına çekilmiş gibi duran müslümanlar, bu davranışla, yani nass'ları bilimsel verilerle desteklemek veya bilimsel buluş, keşif ve icadların dayanaklarını Kur'ân'dan çıkarmak şeklinde nitelenebilecek ve asıl İslâmî fıkıh geleneğinde olmayan yanlışlara düşmektedirler. Bu yerden bitme İslâmî bilim felsefesi, ne yazık ki Materyalizme karşı bu tavrıyla ciddi bir temel oluşturamamaktadır. Değişken her yeni teoriye göre Kur'ân'ı yeniden okumak eğer yapısalcılıktan gelen bir yanlışlık değilse, bu, karşıtların da Kur'ân'dan delil aramalarına götürerek Kur'ân'ın çarpıştırılması haline gelir ki, Kur'ân bu sapıklıktan berîdir. İslâmî esasların, müslümanların yöntem ve hayatına yeniden diri ve dinamik bir güç vermesini istiyorsak, sünnet yöntemiyle asıl kaynaklara eğilerek, yanlış İslâmî görüşleri bir daha gözden geçirmek gerekmektedir. En azından kilisenin Darwin'i kâfir ilân etmesi kadar müslümanlar bilinçlenmeli ve harekete geçmelidirler. Sadece Yahudi düşmanlığına indirgenmiş bir karşılama hareketi pek ilkel kalmaktadır.

  • ateizm24.01.2004 - 15:49

    ATEİZM

    Hiçbir ilâh kabul etmeyen, Tanrıtanımaz felsefi doktrinlerin ortak adı.

    Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da- tanrının varlığını ya da mahiyetini tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.

    Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de Eski Yunan'a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. 'Gölge etme başka ihsan istemem' sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist'lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar.

    Rönesans'tan sonra Batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.

    Nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi kemâline ulaştıran Nietzsche ise, 'Tanrı'nın Ölümü' adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.

    Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır.

    Yüzyılımızdaysa, ateizm'i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak Tanrı'nın inkârına gitmektedirler.

    Agnostizm (bilinmezcilik) ve Pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm'i andıran görüşler, açıkça 'tanrı yoktur' demeyip de 'bilinemez' 'tartışılması bilimsel değildir' türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır.

    İslâm literatüründe, dehriyye* diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. Cahiliyye Dönemi Dehriliği ve İslâm sonrasındaki Dehriyyun...

    Kur'an-ı Kerîm'de: 'Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' Halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar. ' (el-Casiye, 45/24) haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır.

    Felsefî anlamdaki İslâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, Sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen 'herşeyi değiştiren ve herşeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, ilâhî zat olan Hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır' temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig'in karşılığı ve uzantısıdır. Bu inancın sahipleri Allah'ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.

    Öte yandan, kısmî inkâr diyebileceğimiz bir tutum içinde bulunan maddiyun, tabiiyun (maddecilik, tabiatçılık) gibi düşüncelerle dehriliği karıştırmamak gerekir. Çünkü, dehrilikde, ateizm'de olduğu gibi kesin bir inkâr, Yüce Allah'ı açık bir biçimde yok sayma sözkonusudur. Yüce Allah'ın kimi esma ve sıfatlarını değil de, gerek yaratıcılık, gerek ilâhlık ve gerekse rablık plânında küllî bir inkâr vardır. Ateizm, gerçek anlamıyla, işte böylesine bir küllî inkârdır.

  • alevi24.01.2004 - 15:45

    ALEVÎ-ALEVÎLİK

    Dördüncü halife Hz. Ali'nin soyundan gelen, onu diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse. Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Ali'ye uyup onun Kur'an'daki nâs ve Resulullah (s.a.s.) 'ın vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren; imametin* onun soyundan dışarı çıkmayacağına inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan' hareketin genel adıdır. Bu fikir ve harekete katılanlar, Ali'ye (r.a.) uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da 'tarafını tutan' anlamında 'Şia'* denilmiştir. Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için Şia'dan farklı olarak 'Râfıza' 'Ravâfız' tabirlerini kullanırlar. İslâm tarihinde Hz. Peygamber'den sonra halîfe olarak Hz. Ali'yi tanıyanlara, Ali'ye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında 'Alevî' tabiri kullanıldı. Alevîlik, halifelikte Hz. Ali'nin hakkının yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamber'den sonra Ebû Bekr*'e bey'at etmekle, İslâm'a aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır. Alevîler Hz. Ali'nin hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali*, Hz. Peygamber'in tabii olarak varisiydi. O, İslam'ı ilk kabul eden kimsedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in amcasının oğlu ve damadıdır. İslâm savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed'in en yakın yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Ali'ye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacağına işaret etmiştir. Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer* ve Osman*'ın işbaşına getirilişini batıl saydılar. Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz. Peygamber'in sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir görev kabul ettiler. Ancak, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali hakkında söyledikleri ve Ali'nin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir. Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekr'i geçirmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrılmıştır. Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekr'in halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi. Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamber'den işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulü'nün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik sayılabilir. Fakat, Ensâr'ın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömer'le Hz. Ebû Bekr bile sonradan katılmıştı. Bu çok önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli kılmıştır. Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekr'e bey'at* etmiştir.

    Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen 'Ali ve ailesini' öteki Ashâb-ı Kîram'dan ve Allah Resulü'nün öteki halîfelerinden ayırmadan severler. Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır. Meselâ, Ahmed b. Hanbel* (rh.a) , 'Ehlü's-Sünne ve'-l Hadîs' taraftarlarının Hz. Muhammed (s.a.s.) ' in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlib'in (r.a.) haklarını tanıdıkları için 'Ali'nin 'şiası, taraftarı' olduğunu ifade etmektedir. Aynı tavrı İmam-ı Â'zam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeyd'i desteklemiştir. Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddık'a (r.a.) , Ömer el-Faruk'a (r.a.) ve Osman Zünnureyn (r.a.) 'e ve daha pek çok ashâb-ı kirâm'a buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir. Bu ifrata sebep olan Emevilerdi. Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulaziz'in hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlib'e (r.a.) ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu. Onların bu yanlış hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı. Çünkü onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi. Hele hilâfet konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır. Ne Resulullah'ın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır. Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır. Ancak bunları İmam Ebu Câ'fer es-Sâdık'ın içtihatlarıyla amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allah'ın hâkimiyetini istediklerini haykıran Ca'feriyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak gerekir. Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler, * Karmatîler, * hatta kuzey Afrika ve Mısır'da uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadolu'da yaşayan Alevîler'den, Lübnan ve Suriye'deki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek gerekir.

    Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz. Ali'de, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar. İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek, Allah'ın Ali'nin varlığında, insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Ali'nin mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada adaleti sağlayacağını öne sürdüler. Bunlar 'sebeîler'dir. İslâm'da ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken San'alı bir Yahudi olan İbn Sebe'nin telkini ile başlamıştır. Bundan sonra Ali'nin ve soyunun, hatta İbn Sem'an, Ebû Mansur el-İclî, Ebu'l-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.

    Dağınık Alevî kollarını birleştiren Câ'fer es-Sâdık'*a bir aralık gidip gelen ve inanışlarında İslâm'a aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam Câfer'in lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebû'l-Hattâb'ın ekolü, 'İsmâiliye*' veya 'Yedi İmam' mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik adı verilen bu mezhep Yemen'de kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve Türkistan'a kol atmış ve batıda Endülüs'e kadar yayılmıştır. Bu mezhepten olanlar Bahreyn'de ve Ahsâ'da Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfe'de ve Basra'da birçok ihtilâlleri, Mağrip'te önce 'Alevî Hükûmeti'ni, sonra Mısır'da Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir. Cebel-i Dürûz'da Lübnan'da yaşamakta olan 'Dürzîlik'le daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur. Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan 'Nusayrîlik'i kurmuştur.

    Hz. Ali'nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbelâ olayı Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia (Şiîlik) adını alan ve daha çok İran'da gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâm'ın içinde doğan ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi. Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu. Alevî inancı bu yeni ad altında hızla gelişti. Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini (tenâsüh) kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.

    Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlik'in devamı değildir. Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı bir dünyadır. Onda 'tenâsüh', 'hulûl', 'ibâha' ve bir çeşit 'iştirak' ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür. XIII. yüzyılda Anadolu'nun fikir hayatında Orta Asya'dan ve Horasan'dan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur. Bu arada Harezm'li göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolu'nun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır. Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir. Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları bulunmaktadır. Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir. Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler. Alevî törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı 'cem âyini'dir. Bu tören cuma günleri düzenlenir. Cem âyininin küçüğüne 'dernek' denir. Bu toplantılar sazlısözlü, içkili olur. Özel zikirler yapılır. Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca cem'âyininden başka 'görgü âyini', canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde 'sorgu âyini' düzenlenir. Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Ali'nin doğum günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir.

    Alevîlik İran'da olduğu gibi Anadolu'da da daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır. Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair; Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânî'dir. Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.

    Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velî'yi kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar.

  • alevi03.01.2004 - 23:18

    allah rasulunun emirleri allahın emirleridir allah rasulunun vekillerinin emri rasulun emirleridir dolayısıyla hz.ali hakkında hiç bir kul hakkına tecavüz yaşanmamıştır eğer olsaydı allah ve rasulu buna müsade etmezlerdi