1. Hz. Peygamber (s.a.s.) ’in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin mastar olan ve 'geceleyin yürüme, gece yolculuğu' anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan 'göklere yükseltilme' safhasının da dahil olduğu tamamı ise 'yükselme, yukarı tırmanma' anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve 'yükselme vasıtası, aleti' mânasına gelen mi'râc kelimesiyle ifade edilir. Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah (s.a.s.) , kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük mucizevî olayı gerçekleştirdi. İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’inde, yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) 'uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken' Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü. Resûlullah (s.a.s.) 'i burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa'ya geldiği, oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir) . Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah (s.a.s.) , semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur'an'da 'sidretü'l-müntehâ' (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.s.) refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre bir beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı. Peygamber'in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği 'Tahiyyat' duasındaki diyalogun mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur'an'ın 'âlemlere rahmet' olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah (s.a.s.) 'e, içlerinden günahkâr olanlar -eğer affedilmezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin 'Âmene'r-resulü...' diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi. Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racın Hz. Peygamber (s.a.s.) 'uyku ile uyanıklık arasında' bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî'deki rivayetlerin birinin sonunda 'Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm'dadır' denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi'racı Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek 'sana gösterdiğimiz rüya...' şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı. Ancak, mi'rac Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre 'Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır' diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur. Buharı'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır. Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça 'Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya' ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah (s.a.s.) 'in semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen 'en uzak mescid' anlamına gelen Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki mescid olamayacağını, bunun 'semavî bir mescid' olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den 'en yakın yer' diye söz edilmektedir. Şu halde 'en uzak mescid' Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ'yı inşa etmişlerdir. Ayette Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. Îsâ'ya pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ'nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.
2-3. 'Kitap'tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, 'kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse' demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir. Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz, Nuh da 'çok şükreden bir kul' olarak takdirle yâdedilmektedir.
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız. Yukarıda Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları'na rehber kılınması ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı. Âyetteki 'fesad'dan maksat, İsrâiloğulları'nın genel olarak Allah'ın Tevrat'ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır.
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarım peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde 'ilk vaad' gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları'nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63) : bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin İkinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır.
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz'daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır.
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, 'en doğru olan'a götürmesidir. 'En doğru olan 'la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara Allah'ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur'an'ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, 'Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam! ' şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir. Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette 'en doğru olan'a götürdüğü bildirilen Kur'an'ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
2- Bu ayetlerin günümüz açısından değerlendirilmesi:
1. İslam dini esasen hiçbir din, ırk ve millete düşmanca bir tavır içinde değildir. Özellikle İslamiyet Ehl-i Kitap olan Hırıstiyan ve Yahudilere değişik konularda imtiyaz/ayrıcalık tanımıştır. Örneğin sosyal hayatla alakalı olarak; onların kızları ile evlenmek, kestikleri hayvanlardan yemenin meşru olduğunu Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/5) görmekteyiz. Bu durumda İslam’ın; başka milletlere, özellikle İsrailoğullarına, İbrani soyuna, Yahudilik dinine, geçmişte, günümüzde veya gelecekte yaşayan barış taraftarı Yahudilere düşmanlık emretmediğini göstermektedir. Genel olarak tarih boyunca Yahudilerin başına gelen sıkıntıların Müslümanlar tarafından kaynaklanmadığı da yine tarihen sabittir. 2. Hz. Muhammed (s.a.s) ’in, Müslümanların Yahudiler ile savaşacağını haber vermesi, Müslümanların Yahudilere karşı düşman ve saldırgan bir tutum içinde olduklarını göstermez. Çünkü Peygamberimiz yine Müslümanların Türkler ve bir takım başka milletlerle de savaşacaklarını haber vermiştir. (Buhari, Cihad, 95) Bu haberi doğrulama açısından; Emeviler döneminde Türkler ile Müslümanların savaştıkları ve Talas savaşından sonra da Abbasiler döneminde Türklerin Müslüman oldukları tarih kitaplarında sabittir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in; Yahudiler, Türkler, Safeviler, Bizanslılar veya başka bir toplum ile Müslümanların savaşacaklarını haber vermesi, tarihi seyri içerisinde tamamen kendiliğinden gelişecek olan olaylar konusunda Müslümanları uyarmak içindir. 3. Yine gerek İsra suresinde, gerek hadislerde, gerekse Tevrat metinlerinde Yahudilerin başına gelen olaylar, ilim erbabınca ya geçmiş zamana nispetle yorumlanmış veya kendi yaşadıkları dönem ile ilgili olarak açıklanmıştır. (Elmalı, Hakk Dîni, I, 472-475; IV, 3161-3164) Bu husus özellikle metinlerdeki ifadelerin kapalı (müphem) ve kısa (mücmel) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olayların bu gün veya daha sonraki zamanlarda da yaşanması kesin bir durum olmayıp, bu konuda söylenen sözler indi te’villerden ibarettir. 4. Hadîs-i şeriflerde Yahûdilerle Müslümanlar arasında olan veya olacak savaşlarda taşlar ve ağaçların dile gelip, “arkamda Yahûdi var, diye söyleyeceklerini bildiriliyor. Bazı hadis yorumcularına göre; bu durum, hakikat mânâya hamledileceği gibi, mecazi manaya da hamledilebilir. Zira ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yukarıda zikredilen hadislerde bu türdendir. Eğer bu hadisleri yorumlamak gerekirse şöyle anlayabiliriz: “Ahirzamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve bütün insanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Herkes onların bu kötülüklerinden emin olmak için onlarla alakalı bilgi akışını, askeri veya diğer alanlardaki istihbaratlarını birleştirecekler. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir. Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından herkes her türlü yayın–basın araçlarıyla Yahudileri ele verip haber verecektir Bu durumun ifrat derecesini Peygamberimiz (s.a.s.) “taşlar ve ağaçlar bile haber verecek” diye ifade buyurmuşlardır. İşte bu durum taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlığın umumi vicdanın onların aleyhlerine dönme döneminin tamamlanmasıyla, düşmanca hareket eden Yahudilerin zulmüne ma’ruz kalan mazlumların feryadını herkes duyacak ve hükmün infazı için işler yapılacaktır. Şu kadar var ki hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını hadislerdeki “Yahudîler sizinle savaşacaklar” ifadesinden de anlamak mümkündür. Buna göre savaş isteyen, Müslümanlar olmayacaktır. Müslümanın en önemli vasfı daima barış taraftarı olmasıdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir. Demek ki, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla kasas suresi 76. Yoldan sapanlardan biri olan Karun da Mûsa’nın ümmetinden olup onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti. Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor taşırdı. Halkı ona: “Servetine güvenip şımarma, böbürlenme! Zira Allah böbürlenenleri sevmez” demişti.
77. “Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma! (ihtiyacına yetecek kadarını sakla) . Allah sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, sakın ülkede nizamı bozma peşinde olma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
78. Karun “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” dedi. Peki şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmişti? Ama suç işlemeyi meslek edinen sicillilere artık suçları hakkında soru sorulmaz.
79. Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktı. Dünya hayatına çok düşkün olanlar: “Keşke bizim de Karun’unki gibi servetimiz olsaydı. Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok! ” dediler.
80. Âhirete dair ilimden nasibi olanlar ise: “Yazıklar olsun size! Bu dünyalıkların böylesine peşine düşmeye değer mi? Oysa iman edip güzel ve makbul işler yapanlara Allah’ın cennette hazırladığı mükâfat elbette daha hayırlıdır. Buna da ancak sabredenler nail olur.”
81. Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip, onu kurtarabildi, ne de kendi kendisini savunabildi.
82. Daha dün onun yerinde olmaya can atanlar bu sabah şöyle dediler: “Vah bize! Meğer Allah dilediği kimsenin rızkını bol bol verir, dilediğinin rızkını kısarmış! Şayet Allah bize lütfedip korumasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vah vah! Demek ki gerçekten kâfirler iflah olmazmış! ”
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla bakara suresi 258. Allah kendisine hükümdarlık verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışan kişinin haline bir baksana! İbrâhim ona: “Benim Rabbim hayatı veren ve hayatı alandır” deyince O: “Ben de yaşatır ve öldürürüm” dedi. Bunun üzerine İbrâhim: “İşte Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen de batıdan doğdur bakalım”der demez kâfir donakaldı. Zaten Allah zalimleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla yunus suresi 90. Derken, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Hemen Firavun, askerleriyle beraber zulmederek ve saldırarak peşlerine düştü. Nihayet boğulmak üzere iken: “İman ettim. İsrailoğullarının inandığı İlahtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım” dedi.
91. 92. “Şimdi mi? Halbuki bundan önce isyan etmiştin, bozgunculardan olmuştun! Biz de bugün senin bedenini denizden kurtarıp karada bir yere çıkaracağız ki senden sonra gelecek nesillere ibret olasın.” Doğrusu insanların birçoğu bizim âyetlerimizden, ibret alınacak delillerimizden gafildirler.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla tahrim suresi 11.ayet İman edenlere ise Allah, Firavun’un eşini misal getirir. O vakit bu Hatun şöyle niyaz etmişti: “Ya Rabbî! Sen kendi nezdinde, cennette benim için bir konak yaptır, beni Firavun’dan ve onun kötü işinden kurtar, beni bu zalimler gürûhundan halas eyle! ”
Hz Musa ve Firavun halkın huzurunda iddiaya girerler. Hz Musa 'benim Rabbim nil nehri ile Mısır'a hayat verir' der. Firavun, 'Ben istersem o nil nehrini tersine çeviririm' der. Hz Musa hadi yap deyince, Firavun ondan süre ister. Ertesi gün buluşmak üzere ayrılırlar. Hz Musa emri yerine getirmenin huzuru ile evine gider ve istirahate çekilir. Firavun ise gece uyumaz ve Hz Musa'nın Rabbi'ne Nil'in sahibi olduğu için dua eder ve uyumaz. Ertesi gün bir araya gelirler ve nil nehri Firavun'un dediği gibi ters akmaya başlar. Bunun üzerine Hz Musa; 'Ya Rabbi, Ben senin söylemediğin bir şeyi söylemedim, neden böyle irade buyurdun? ' der. ElCevap; 'Senin söylediğin doğruydu ama sen uyurken O dua etti. Ben herkesin Rabbiyim, herkesin duasına icabet ederim.' ....
Allah o kadar adildir ki, kendisine tapana da tapmayana da duası karşılığına mutlaka yardım eder. Zira o Alemlerin Rabbidir.
Dua insanın kulluğunu bilmesi, aczini ifade etmesidir. Allah kulun bu halini çok sever, ve bu haldeki kulunun isteklerine hemen cevap verir. Elbette insan O'nun yardımı ve nimeti olmadan tek bir nefes bile alamaz.
Mehmet Akif Ersoy her sabah Süleymaniye Camii’ne sabah namazı için geldiğinde hep birisinin kendisinden önce geldiğini ve ağlayarak dua ettiğini görür. Ne kadar erken gelirse gelsin o adamı hep ağlarken görmektedir. Bir gün yanına yaklaşır ve bu halinin sebebini sorar. Adam başta anlatmak istemese de yoğun israr üzerine anlatır: Ben Sultan Abdulhamid’in en çok sevdiği komutanlarından biriydim. Emrimdeki askerlerimle ülkem için gereken her şeyi yapıyordum. Babam çok zengin biriydi büyük çiftlikleri vardı. Bir gün babam rahatsızlandı ve işlerini takip edemez oldu. Bunun üzerine ben babamın işlerini takip etmek için Sultan Abdulhamid’e istifamı sundum. Sultan kabul etmedi. Ben her gün tekrar Sultanın yanına gidip istifamı kabul etmesini istiyordum. En sonunda Sultan istifamı istemeyerek de olsa kabul etti. Ben çiftliğe gidip babamın işlerini takip etmeye başladım. Bir gün rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm. Yanında Sultan Abdulhamid de vardı. Büyük bir meydanda durmuşlar önlerinden komutanlarıyla birlikte geçen orduları teftiş ediyor. Orduların nizam ve intizamını gördükçe yüzü gülüyor, komutanlarına dua ediyordu. Birden meydanda dağınık bir birlik göründü. Başlarında komutanları yoktu. Askerler darmadağınık bir halde geçiyorlardı. Peygamber efendimizin yüzünden gülümsemesi gitti. Sultan Abdulhamid’e; - “Bu ordunun komutanı kim? ” diye sordu. Sultan; - “Ya Resulallah! O ordunun komutanı şahsi işlerinden dolayı istifa etti, bizde mecburen kabul ettik.” deyince, Peygamber Efendimiz; - “Öyleyse onun istifasını bizde kabul ettik” buyurdu. İşte o günden beri burada tövbe edip ağlıyorum.
bir rivayete göre şeytan (iblis) imamı şibli,ye geliyor ve diyorki ey imamı şibli insanların cehenneme girmesi için görevlendirildiysem neden ben cehenneme gireyim buda allah,ın takdiriyse der imamı şibli hazreteleri derki eğer bu senin kader,inse biz bunu allah c.c. nedendir diye soramayız takdir allah,ındır fakat sen bu yola tevessül ettiysen muhakkak,ki allah c.c. seni cehenneme koyacaktır şeytan (iblis) der ki ey imamı şibli ben bu söylediklerimle çoğu alimi insanı yoldan çıkardım der
1. Hz. Peygamber (s.a.s.) ’in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda, metindeki ilgili fiilin mastar olan ve 'geceleyin yürüme, gece yolculuğu' anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun, hadislerde anlatılan 'göklere yükseltilme' safhasının da dahil olduğu tamamı ise 'yükselme, yukarı tırmanma' anlamındaki urûc kökünden türetilmiş olan ve 'yükselme vasıtası, aleti' mânasına gelen mi'râc kelimesiyle ifade edilir.
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle az sayıdaki müslümanlara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah (s.a.s.) , kısa aralıklarla eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük mucizevî olayı gerçekleştirdi.
İsrâ sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir. Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz. Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racın tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında vuku bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’inde, yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) 'uyku ile uyanıklık arasında bir durumdayken' Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü. Resûlullah (s.a.s.) 'i burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Aksa'ya geldiği, oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir) . Daha sonra semaya yükseltilen Resûlullah (s.a.s.) , semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. Îsâ ve Hz. Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü. Kur'an'da 'sidretü'l-müntehâ' (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe göre yaratılmışlarca bilinebilen alanın son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktasının ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber (s.a.s.) refref denilen bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre bir beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya kadar yaklaştı.
Peygamber'in rabbine selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve inananlara esenliklerin dile getirildiği 'Tahiyyat' duasındaki diyalogun mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ ile Kur'an'ın 'âlemlere rahmet' olarak gönderildiğini bildirdiği Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah (s.a.s.) 'e, içlerinden günahkâr olanlar -eğer affedilmezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir hediye olarak Bakara sûresinin 'Âmene'r-resulü...' diye başlayan son iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi. Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem ile buralarda bulunacak insanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi.
Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racın Hz. Peygamber (s.a.s.) 'uyku ile uyanıklık arasında' bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî'deki rivayetlerin birinin sonunda 'Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm'dadır' denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu mi'racı Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in hem bedeniyle hem de ruhuyla uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek 'sana gösterdiğimiz rüya...' şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı.
Ancak, mi'rac Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü ifade buyurduğuna göre 'Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır' diyerek âyetin anlamını sınırlamaya hakkımız yoktur.
Buharı'nin naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s.) 'in önce göklere çıkarıldığı, sonra Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler de vardır. Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça 'Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya' ifadesinin kullanılmış olması, Resûlullah (s.a.s.) 'in semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen 'en uzak mescid' anlamına gelen Mescid-i Aksâ'nın Kudüs'teki mescid olamayacağını, bunun 'semavî bir mescid' olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den 'en yakın yer' diye söz edilmektedir. Şu halde 'en uzak mescid' Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Bununla birlikte müfessirlerin tamamına yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in ümmeti tarafından eski mabedin yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yılları arasında bugünkü Mescid-i Aksâ'yı inşa etmişlerdir.
Ayette Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. Îsâ'ya pek çok peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabul edilmesi de Mescid-i Aksâ'nın çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir.
2-3. 'Kitap'tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi, 'kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse' demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
Sûrenin ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandırıldığı bildirildikten sonra burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'nın da şereflendirildiği belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden olan Hz, Nuh da 'çok şükreden bir kul' olarak takdirle yâdedilmektedir.
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anlayışa göre âyet şu anlama gelir: Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de yaptınız.
Yukarıda Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğulları'na rehber kılınması ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı.
Âyetteki 'fesad'dan maksat, İsrâiloğulları'nın genel olarak Allah'ın Tevrat'ta koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veya Ermiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz. Îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır.
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. Azgınlıklarım peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde 'ilk vaad' gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları'nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63) : bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. Tefsirlerde yahudilerin İkinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır.
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti. Burada ise Hicaz'daki yahudilerin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta; kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle cezalandırmıştır.
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, 'en doğru olan'a götürmesidir. 'En doğru olan 'la ilgili açıklamalar genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini, yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara Allah'ın ağır bir azap hazırladığını da haber vermektedir ki, insanların doğruyu bulması için Kur'an'ın dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler.
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler? Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden bazıları inkâr ve inatlarını, 'Allahım! Eğer bu kitap, senin katından gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! gibi sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıklarında sabır ve metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışmak yerine, “Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam! ' şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazen insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu hususta en doğrusunu Allah bilir.
Âyetin, insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye tahammül edemedikleri için genellikle nefsî isteklerinin tesiriyle aceleci davranır ve umumiyetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı olarak muhatabını, 9. âyette 'en doğru olan'a götürdüğü bildirilen Kur'an'ın davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye çağırmaktadır.
2- Bu ayetlerin günümüz açısından değerlendirilmesi:
1. İslam dini esasen hiçbir din, ırk ve millete düşmanca bir tavır içinde değildir. Özellikle İslamiyet Ehl-i Kitap olan Hırıstiyan ve Yahudilere değişik konularda imtiyaz/ayrıcalık tanımıştır. Örneğin sosyal hayatla alakalı olarak; onların kızları ile evlenmek, kestikleri hayvanlardan yemenin meşru olduğunu Kur’an-ı Kerim’de (Maide 5/5) görmekteyiz. Bu durumda İslam’ın; başka milletlere, özellikle İsrailoğullarına, İbrani soyuna, Yahudilik dinine, geçmişte, günümüzde veya gelecekte yaşayan barış taraftarı Yahudilere düşmanlık emretmediğini göstermektedir. Genel olarak tarih boyunca Yahudilerin başına gelen sıkıntıların Müslümanlar tarafından kaynaklanmadığı da yine tarihen sabittir.
2. Hz. Muhammed (s.a.s) ’in, Müslümanların Yahudiler ile savaşacağını haber vermesi, Müslümanların Yahudilere karşı düşman ve saldırgan bir tutum içinde olduklarını göstermez. Çünkü Peygamberimiz yine Müslümanların Türkler ve bir takım başka milletlerle de savaşacaklarını haber vermiştir. (Buhari, Cihad, 95) Bu haberi doğrulama açısından; Emeviler döneminde Türkler ile Müslümanların savaştıkları ve Talas savaşından sonra da Abbasiler döneminde Türklerin Müslüman oldukları tarih kitaplarında sabittir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) ’in; Yahudiler, Türkler, Safeviler, Bizanslılar veya başka bir toplum ile Müslümanların savaşacaklarını haber vermesi, tarihi seyri içerisinde tamamen kendiliğinden gelişecek olan olaylar konusunda Müslümanları uyarmak içindir.
3. Yine gerek İsra suresinde, gerek hadislerde, gerekse Tevrat metinlerinde Yahudilerin başına gelen olaylar, ilim erbabınca ya geçmiş zamana nispetle yorumlanmış veya kendi yaşadıkları dönem ile ilgili olarak açıklanmıştır. (Elmalı, Hakk Dîni, I, 472-475; IV, 3161-3164) Bu husus özellikle metinlerdeki ifadelerin kapalı (müphem) ve kısa (mücmel) olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olayların bu gün veya daha sonraki zamanlarda da yaşanması kesin bir durum olmayıp, bu konuda söylenen sözler indi te’villerden ibarettir.
4. Hadîs-i şeriflerde Yahûdilerle Müslümanlar arasında olan veya olacak savaşlarda taşlar ve ağaçların dile gelip, “arkamda Yahûdi var, diye söyleyeceklerini bildiriliyor. Bazı hadis yorumcularına göre; bu durum, hakikat mânâya hamledileceği gibi, mecazi manaya da hamledilebilir. Zira ayetlerin müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabihatı var. Yukarıda zikredilen hadislerde bu türdendir.
Eğer bu hadisleri yorumlamak gerekirse şöyle anlayabiliriz: “Ahirzamanda Yahudilerin fesadı ve tahribatı o kadar fazlalaşacak ve şımarıklık ve isyanları o kadar artacak ki, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve bütün insanların birleşmesine ve beraber hareket etmesine sebep olacaktır. Herkes onların bu kötülüklerinden emin olmak için onlarla alakalı bilgi akışını, askeri veya diğer alanlardaki istihbaratlarını birleştirecekler. Bu beraberlikten sonra Yahudilerin karşısında birtek kuvvet olup onları perişan edeceklerdir. Tüm dünyada Yahudilere karşı ciddi bir antipati oluşacağından herkes her türlü yayın–basın araçlarıyla Yahudileri ele verip haber verecektir Bu durumun ifrat derecesini Peygamberimiz (s.a.s.) “taşlar ve ağaçlar bile haber verecek” diye ifade buyurmuşlardır. İşte bu durum taş ve ağacın konuşmasıyla teşbih edilen insanlığın umumi vicdanın onların aleyhlerine dönme döneminin tamamlanmasıyla, düşmanca hareket eden Yahudilerin zulmüne ma’ruz kalan mazlumların feryadını herkes duyacak ve hükmün infazı için işler yapılacaktır.
Şu kadar var ki hadislerde Müslümanların Yahudilerle savaşacakları açık bir dil ile bildirilmiştir. Bu savaşta Müslümanların saldırgan taraf olmayacağını hadislerdeki “Yahudîler sizinle savaşacaklar” ifadesinden de anlamak mümkündür. Buna göre savaş isteyen, Müslümanlar olmayacaktır. Müslümanın en önemli vasfı daima barış taraftarı olmasıdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de defalarca vurgulanmaktadır. Bu sebeple Müslümanlar dâvâlarında haklı bulunacaklardır. Bundan dolayı Müslümanlar; Müslüman olsun gayr-i Müslim olsun dünya kamuoyunu arkalarına alacaklardır. Hadiste taş ve ağacın konuşması, insanlığın ortak vicdanına, yani dünya halklarının ortak sesine teşbihtir. Demek ki, dünya kamuoyu Yahudileri tasvip etmeyecektir.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla kasas suresi 76. Yoldan sapanlardan biri olan Karun da Mûsa’nın ümmetinden olup onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti. Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor taşırdı. Halkı ona: “Servetine güvenip şımarma, böbürlenme! Zira Allah böbürlenenleri sevmez” demişti.
77. “Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma! (ihtiyacına yetecek kadarını sakla) . Allah sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, sakın ülkede nizamı bozma peşinde olma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
78. Karun “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” dedi. Peki şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmişti? Ama suç işlemeyi meslek edinen sicillilere artık suçları hakkında soru sorulmaz.
79. Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktı. Dünya hayatına çok düşkün olanlar: “Keşke bizim de Karun’unki gibi servetimiz olsaydı. Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok! ” dediler.
80. Âhirete dair ilimden nasibi olanlar ise: “Yazıklar olsun size! Bu dünyalıkların böylesine peşine düşmeye değer mi? Oysa iman edip güzel ve makbul işler yapanlara Allah’ın cennette hazırladığı mükâfat elbette daha hayırlıdır. Buna da ancak sabredenler nail olur.”
81. Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip, onu kurtarabildi, ne de kendi kendisini savunabildi.
82. Daha dün onun yerinde olmaya can atanlar bu sabah şöyle dediler: “Vah bize! Meğer Allah dilediği kimsenin rızkını bol bol verir, dilediğinin rızkını kısarmış! Şayet Allah bize lütfedip korumasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vah vah! Demek ki gerçekten kâfirler iflah olmazmış! ”
'Allah’ım, senden başka hiçbir şeyi olmayan ben senden başka her şeyi olanlara acırım.'.konfüçyus.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla bakara suresi 258. Allah kendisine hükümdarlık verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışan kişinin haline bir baksana! İbrâhim ona: “Benim Rabbim hayatı veren ve hayatı alandır” deyince O: “Ben de yaşatır ve öldürürüm” dedi. Bunun üzerine İbrâhim: “İşte Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen de batıdan doğdur bakalım”der demez kâfir donakaldı. Zaten Allah zalimleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla yunus suresi 90. Derken, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Hemen Firavun, askerleriyle beraber zulmederek ve saldırarak peşlerine düştü. Nihayet boğulmak üzere iken: “İman ettim. İsrailoğullarının inandığı İlahtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım” dedi.
91. 92. “Şimdi mi? Halbuki bundan önce isyan etmiştin, bozgunculardan olmuştun! Biz de bugün senin bedenini denizden kurtarıp karada bir yere çıkaracağız ki senden sonra gelecek nesillere ibret olasın.” Doğrusu insanların birçoğu bizim âyetlerimizden, ibret alınacak delillerimizden gafildirler.
rahman ve rahim olan allah,ın adıyla tahrim suresi 11.ayet İman edenlere ise Allah, Firavun’un eşini misal getirir. O vakit bu Hatun şöyle niyaz etmişti: “Ya Rabbî! Sen kendi nezdinde, cennette benim için bir konak yaptır, beni Firavun’dan ve onun kötü işinden kurtar, beni bu zalimler gürûhundan halas eyle! ”
DUA
Hz Musa ve Firavun halkın huzurunda iddiaya girerler.
Hz Musa 'benim Rabbim nil nehri ile Mısır'a hayat verir' der.
Firavun, 'Ben istersem o nil nehrini tersine çeviririm' der.
Hz Musa hadi yap deyince, Firavun ondan süre ister. Ertesi gün buluşmak üzere ayrılırlar. Hz Musa emri yerine getirmenin huzuru ile evine gider ve istirahate çekilir. Firavun ise gece uyumaz ve Hz Musa'nın Rabbi'ne Nil'in sahibi olduğu için dua eder ve uyumaz. Ertesi gün bir araya gelirler ve nil nehri Firavun'un dediği gibi ters akmaya başlar. Bunun üzerine Hz Musa;
'Ya Rabbi, Ben senin söylemediğin bir şeyi söylemedim, neden böyle irade buyurdun? ' der.
ElCevap;
'Senin söylediğin doğruydu ama sen uyurken O dua etti. Ben herkesin Rabbiyim, herkesin duasına icabet ederim.'
....
Allah o kadar adildir ki, kendisine tapana da tapmayana da duası karşılığına mutlaka yardım eder. Zira o Alemlerin Rabbidir.
Dua insanın kulluğunu bilmesi, aczini ifade etmesidir. Allah kulun bu halini çok sever, ve bu haldeki kulunun isteklerine hemen cevap verir. Elbette insan O'nun yardımı ve nimeti olmadan tek bir nefes bile alamaz.
Mehmet Akif Ersoy her sabah Süleymaniye Camii’ne sabah namazı için geldiğinde hep birisinin kendisinden önce geldiğini ve ağlayarak dua ettiğini görür. Ne kadar erken gelirse gelsin o adamı hep ağlarken görmektedir. Bir gün yanına yaklaşır ve bu halinin sebebini sorar. Adam başta anlatmak istemese de yoğun israr üzerine anlatır: Ben Sultan Abdulhamid’in en çok sevdiği komutanlarından biriydim. Emrimdeki askerlerimle ülkem için gereken her şeyi yapıyordum. Babam çok zengin biriydi büyük çiftlikleri vardı. Bir gün babam rahatsızlandı ve işlerini takip edemez oldu. Bunun üzerine ben babamın işlerini takip etmek için Sultan Abdulhamid’e istifamı sundum. Sultan kabul etmedi. Ben her gün tekrar Sultanın yanına gidip istifamı kabul etmesini istiyordum. En sonunda Sultan istifamı istemeyerek de olsa kabul etti. Ben çiftliğe gidip babamın işlerini takip etmeye başladım. Bir gün rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm. Yanında Sultan Abdulhamid de vardı. Büyük bir meydanda durmuşlar önlerinden komutanlarıyla birlikte geçen orduları teftiş ediyor. Orduların nizam ve intizamını gördükçe yüzü gülüyor, komutanlarına dua ediyordu. Birden meydanda dağınık bir birlik göründü. Başlarında komutanları yoktu. Askerler darmadağınık bir halde geçiyorlardı. Peygamber efendimizin yüzünden gülümsemesi gitti. Sultan Abdulhamid’e; - “Bu ordunun komutanı kim? ” diye sordu. Sultan; - “Ya Resulallah! O ordunun komutanı şahsi işlerinden dolayı istifa etti, bizde mecburen kabul ettik.” deyince, Peygamber Efendimiz; - “Öyleyse onun istifasını bizde kabul ettik” buyurdu. İşte o günden beri burada tövbe edip ağlıyorum.
ziyaret kaynak suyu venk
bir rivayete göre şeytan (iblis) imamı şibli,ye geliyor ve diyorki ey imamı şibli insanların cehenneme girmesi için görevlendirildiysem neden ben cehenneme gireyim buda allah,ın takdiriyse der imamı şibli hazreteleri derki eğer bu senin kader,inse biz bunu allah c.c. nedendir diye soramayız takdir allah,ındır fakat sen bu yola tevessül ettiysen muhakkak,ki allah c.c. seni cehenneme koyacaktır şeytan (iblis) der ki ey imamı şibli ben bu söylediklerimle çoğu alimi insanı yoldan çıkardım der