^^Sen… sen… sen… Sen bir ömre bedel… Yok… yok… yok…. Gitme gitme… gel….Eylül’de gel…..^^
Artık kabul etmeliyim…şarkıların avutmadığını…ve hatta kanayan yarama bir dirhem daha tuz bastığını…Artık zaman…kabullenme zamanı…ve gerçeklerle yüzleşme….
Artık kabul etmeliyim…telefonu elime her alışımda senden gelme ihtimali olan mel-un ve sıradan bir mesaj için bile umutla beklediğimi…..
Ve ıssız gecelerde…karanlık, yalnızlığımla umarsızca tango yaparken….çiziktirdiğim satırların sana olan hasretimle dolduğunu….ve hiçbirşeyin beni avutmaya muktedir olmadığını…gözyaşlarımı silemediğini…
Ve güneş battığında…yalnızlığım beni üşüttüğünde..dişlerim biribirine vurup…titrediğimde..hayalinin bile sarmalamasına hasret bedenimin….senin sıcak nefesin ve seninle geçecek sadece beş dakika için bile yanıp tutuştuğunu…Artık kabul etmeliyim...
Paris yakınlarında, orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Tıpkı Mozart, Mendelsshon ve Schubert gibi bir dahi çocuktu. Müzik yeteneğini amatör bir müzisyen olan annesi keşfetti. Şan öğretmeni ve peruk imalatçısı olan babası ile annesi ona ilk müzik eğitimini verdiler.
4 yaşında nota okumayı öğrendi. 10. yaş gününden birkaç gün önce Paris Konservatuarı’na kabul edildiğinde, konservatuarın tecrübeli öğretmenleri bu yetenekli öğrenciye ders vermek için yarışa girdiler. Öyle ki, ünlü opera bestecisi Charles Gounod, ona ders vermek için emekli olmaktan vazgeçti. Georges Bizet, Marmontel`den piyano, Pierre Zimmermann ve damadı Charles Gounod’dan armoni, Jacques Halévy’den kompozisyon dersleri aldı.
Bizet, konservatuardan 1852’da piyano dalında, 1855’te flüt org ve füg dallarında birincilikle mezun olmuştu.
17 yaşında ilk senfonisini besteledi. Genç besteciler için önemli bir ödül olan Roma Ödülü’nü kazandı. Bu ödülün sağladığı burs sayesinde Roma’ya gidip ekonomik endişeleri olmaksızın İtalya’da seyahat etti ve bestelerine ilham kaynağı olacak pek çok yeri gördü, Don Procopio operasını besteledi. Bizet’in piyano çalmadaki ustalığı büyük piyanist ve besteci Franz Liszt de dahil olmak üzere pek çok kişi tarafından ayakta alkışlanıyordu. Ancak zamanla depresyona girerek kendi sanatsal değerini sorgulamaya başladı, endişeleri nedeniyle bazı projelerinden vazgeçti, bestelediği bazı operaları yaktı.
1860’da Paris’e döndüğünde, annesinin ölümü onun için büyük bir darbe oldu. Roma Ödülü’nden gelen paranın da sonu geldiği için yoğun bir çalışma temposuna içinde sanatsal değeri olmayan bazı besteler yaparak ve özel ders vererek geçimini sağlamaya çalıştı. Yetenekli bir piyanist olmasına rağmen bir besteci olarak kariyerine zarar verir düşüncesi ile halk önünde konserler vermekten kaçındı. Geçinme gayreti ile yaptığı yoğun çalışması, besteci olarak kendini geliştirmesini yavaşlattı.
1863’de İnci Avcıları operasını besteledi. Eserin gösterimi başarılı geçtiyse de eleştirmenler tarafından yerden yere vuruldu. 1866’da bestelediği ve 1867’de sahneye konan Perth’li Güzel Kız operası ise hem halk, hem de eleştirmenler tarafından beğenildi. Sağlığı gittikçe bozulmakta olan Bizet, 1866 yazını Paris dışında bir yazlıkta geçirdi. Bu tatil sırasında tanıştığı ve bir gönül ilişkisine girdiği Chabrillian, Bizet’in ilerde yaratacağı Carmen karakterinin oluşmasında rol oynadı.
Bizet, 1867’de öğretmeni Haleviy’nin kızı Genevieve ile evlenmek istediyse de son anda nişan bozuldu, ancak iki yıl sonra kız tarafının ikna olması ile evlenebildiler. 1870’de Fransa- Prusya savaşı nedeniyle Bizet, Ulusal Muhafızlar’a katıldı. Savaş sırasında Genevieve’in ruhsal dengesi bozuldu.
Bizet, 1871’de Çocuk Oyunu suitini tamamladı. 1872 yılında tek perdelik Djamilla (Cemile) operası ve sahne müziğini yazdığı Alphonse Daudet’in L'arlésienne (Arles’li kız) oyunu sahnelendi ancak başarısız oldu. Ancak Bizet, Cemile operası ilerde opera başyapıtı Carmen’de de takip edeceği müzikal anlamda doğru yolu bulduğuna inanmıştı. L'arlésienne eserinden aldığı çeşitli bölümlerden bestelediği süit ise ilk çalındığında büyük ilgi gördü ve günümüzde en sevilen eserlerinden olan L`Arlesienne Süitleri böylece doğdu.
1873’de Don Rodrique operasını yazdı ama opera binasındaki yangın yüzünden sahneleyemedi. Bizet, bu arada Carmen operası üzerinde çalışmaya başladı. Prosper Merimée’nin Carmen romanınından çok etkilenen Bizet, bu romanı operaya uyarladı. Eseri 1874’de tamamladı, temsil ise 1875’de gerçekleşebildi ancak konusu nedeniyle çok ağır eleştiriler aldı.
Eserin 31. temsil gününde (3 Haziran 1875) yıllardır kronik boğaz enfeksiyonu nedeniyle rahatsız olan Bizet, kalp krizi geçirerek 36 yaşında hayatını kaybetti.
Bir pastanın üç-otuz paraya satıldığı günlerde 10 yasinda bir çocuk pastaneye girdi. garson kız hemen koştu. çocuk sordu:
-'çukulatalı pasta kaç para? ..' -'50 cent! ..' çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. bir Daha sordu: -'peki dondurma ne kadar..' -'35 cent' dedi garson kız sabırsızlıkla..dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek basına koşuşturuyordu. bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki.
çocuk parasını bir daha saydı; -'bir dondurma alabilir miyim lütfen' dedi. kız dondurmayı getirdi. fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. çocuk dondurmasını bitirdi. fişi kasaya ödedi. garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. masayı sanki akan yaşlar temizleyecekti.
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 cent'lik bahşiş duruyordu.....
Mavinin dansını izliyorum ayaklarımın altındaki denizde..gözümün gördüğü her yanda yakamozlar var alabildiğine… Deniz…Turkuaz…. Arada bir yunus fırlıyor uzaklardan…bir çırpınış görüyorum..Sonra kayboluyor…Yunusların ne kadar sevimli olduğunu düşünüyorum nedense…merak ediyorum acaba bir gün bir yunus balığının başını okşamak kısmet olacak mı diye….mutlu kılıyor bunu düşünmek beynimi…rahatlıyorum…
Yukarıda….Güneş… İçimi ısıtıyor…sanki ruhum titreme nöbetlerinden çıkmış gibi….fazla adrenalin yorgunu…
Güneşe hasretmiş gibi bir sükunet kaplıyor bedenimi apansız…rüzgarda dalgalanan saçlarımdan başlayarak parmak uçlarımda biten bir ısınma furyası…sanki bir şifacı gelmiş…bana reiki vermek için dokunmuş gibi bir his….dalga dalga yayılıyor yüreğime….Isınıyorum…..
Güneş var mı yok mu? ...aslında kimin umrunda… Ben hayalimdeki kırmızı kiremitli…bahçesinde renk renk katmeri misk kokulu güllerin oynaştığı, ebruli hanımelleri ve yaseminler olan evimde…. şöminenin önündeki pufıdık yastıklarımın olduğu kanepede oturuyor gibiyim…
Hayat tiyatrosunda kancıkça oynanan bir rol olabilir bu sadece...
Çürüyen canlı bedenlerin nasıl acı çektiğini çok iyi bilirim... Ve sinapslar(sinir iletileri) ....non stop devam eder inadına...
Ne ölebilirsin ne yaşayabilirsin...ruhun aralarda kalmış re-enkarne olmayı bekleyen zavallı bir yaratık misali dolaşır....konacak dal bulamaz.... Anesthetic madde olmaksızın...yaşarken kıvranarak.... Yaraya tuz basmak ve hatta çarpmakta olan bir kalbe intravenöz Potasyum yapmak gibi bir şey....
Yaşarken ölmek....veya... Daha da kötüsü....yaşamaya müebbet hapis olup...
Düşünüyorum da acaba aşk, ruhumuzun derinliklerinde yaratılan koca bir yalan mı? Şiirde, müzikte ya da sözde, nerede aşk varsa orada bir de yalan yok mu? Aşk ve yalan, güzel ile çirkin, iyi ile kötü gibi birbirini besleyen, değiştiren ve dönüştüren; biri olmadan diğeri varolamayan ya da anlamsız kalan evrimin tiyatrosu değil mi?
“Seni seviyorum” derken, aslında içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyorduk, kendimize olan hayranlığımızı mı dile getiriyorduk.gerçekle yalanı ayırt edememişliğin sancısı çökerken üstümüze.
Aşk, uydurduğumuz en güzel yalanmıydı! Ve aşk, yalan varsa aşk mıydı..?
Doğrular ne kadar da az cezbediyor bizi. Yasaklı ya da yanlış ne varsa, yaptıklarımız hanesine yazmak isteriz. Yalanı bazen istem dışı kullanırız. Söyleyen biz değilizdir ama, söyleten ta kendimizdir.İçimizdeki yasaklı kimliktir O: benliğimize yapışmıştır...
Pembedir, mavidir ve daha çok kırmızı. Cıvıl cıvıldır, yerinde duramaz. Yaz gibidir: Islak ve sıcak. Zaafları vardır, yasak ve güzel olan herşeye.
O cennetteki en güzel elmayı tadan, ilk ihaneti gerçekleştirendir. Kısacası O, yaşayan tarafımızdır...ne kadar yanlışlığından üzülsek ve sıkıntı çeksekte....
Oldum olası sevmişimdir bardakları…Bir markete gittiğimde mutlaka bardak reyonuna gidip biriki tane seçer, koleksiyon yapar misali katarım diğer bardaklarımın yanına…
Mavi, yeşil, papatya şeklinde, kareli çıkıntıları olan, kesme, gül desenli, kırmızı, kalp şeklinde, pembe, büyük, küçük, dar, geniş, şarap bardağı, çay bardağı, kupa, müzikli bardak, sıcak su koyunca rengi değişen bardak…yüzbin çeşit bardak…
Her birinin ayrı bir yeri vardır rafta..papatya desenliler..yeşil gül şeklinde olanların yanıda durur.onun yanında kırmızı küçükler…ince belliler…kahve fincanları ve kupalar…
Bu duruma karşı olan afinitem sevenlerim tarafından fark edildiğinde vaadler gelirdi bana..mesela kızkardeşim..’’ablacım doğumgününde seni Paşabahçe’ye götürüp orada unutucam..sen sevdiklerini seçtikten sonra da gelip faturayı ödiycem’’ derdi hep mesela…gülümserdik….bir öpücük kondururdum yanağına…sarılırdık..
Bardaklarin kalplere benzediğini sonradan fark ettim ben…belki de buydu onların bendeki çekim etkisini yaratan şey…başta anlamamıştım oysa….kalp kırmak sıradan bir bardak kırmaktan farksızdı..
Oysa o bardak sıradan değildi ki…alım zamanı ve alım yeri..kimin hediye ettiği ve içinde içtiğin sıvı ve o sıvıyı paylaştıgın insan bile birçok şey katıyordu aslında o bardağa..bir değer katıyordu vesselam..
Ve kalp kırmak aslında bir bardak kırmaya benziyordu.. İki şekli vardı:
Stage I:
Anne içeri girer.. Genç ve asi kızının odası gene ve her zamanki gibi dağınıktır.. Yatak toplanmamış..Duvarlarda heavy metal gruplarının nahoş(anne bakış açısıyla) posterleri durmaktadır.. Okul çantası okuldan gelindiği gibi bir kenara fırlatılmış, okul birincisi geldiği zaman hediye edilen çift kasetçalarlı teyp bile yan durmaktadır..sağında solunda dizi dizi kasetler…kimi kabından çıkarılmış..ve serpiştirilmiş..aynanın önündeyse tam bir keşmekeş.. Düzensizliğin düzeni hakim odaya bir göz gezdirir anne.. Derin bir iç çeker..ve seslenir…
^^Aypeeeeriiiiiii……..^^
Ayperi girer odadan içeri..uzun kıvırcık saçlarını geriye atarak…Uslu bir çocuktur aslında..ama haksızlıklara dayanamayan yapısı başına beladır her zaman… ^^Efendim anne..ne oldu? ..^^ Annesi konuşmaya başlar..bakışlarında öyle bir eda gizlidir ki…tokat atılsa inanın çok mutlu olacaktır Ayperi…
^^Ne bu odanın hali kızım? .. Koskoca genç kız oldun..hala benim toplamamı mı bekliyorsun odanı..Ayıp artık kızım…Ben gördükçe utanıyorum inan..sen nasıl giriyorsun bu odaya…nasıl ders çalışıyorsun anlamıyorum..English History dersi kitabı bir uçta..Human Biology öbür yanda…hele bu kasetler…nerden buluyorsun aradığını bu hengamenin arasında...? ...Aynanın önü de dolu..saç bakım kremleri bile yan duruyor..kaç tane tarak kullanıyorsun sen kızım? ..çekmece diye bir şey var bu odada biliyorsun…aynanın önünde duruyor..içine koymak neden bu kadar zor…Allah’ım çıldıracağım…hergün işten geliyorum..bir gün de odayı tertipli bulup sevineyim be kızım…zaten yemek…çamaşır..bulaşık..hışım çıkıyor her gün…koca kızlar oldunuz hala burnuma üfürdüğünüz yok…Sıçanın sidiği denize fayda edermiş kızım…En azından odanı toplasan ona da razıyım…^^
Ayperi üzgün ve buruk bir ifadeyle yerin dibine geçmiş bir şekilde… ^^Ama annecim..ben aslında dün gece toplamıştım uzun uzun ama…gene dağılmış.. naapabilirim.. tekrar toplarım ben..sen üzülme...^^
Anne cevap verir.. ^^Of kızım..hep böyle diyorsun..bıktım artık inan..canımdan bezdim…saçımı süpürge ettim sizler için…yine de yaranamıyorum..en ufacık şeyi bile on defa söylememi bekliyorsunuz...ama bir gün siz de anne olacaksınız..işte o zaman beni anlayacaksınız^^..diye bir beddua kondurur…ve dışarı yürür..
Ayperi mahzun gözlerle başı öne eğik..içindeki isyanlara söz geçirmeye çalışarak kalakalmıştır odada..döner ve bir daha bakar…aslında pek de düzensiz değildir oda….
^^Beş dakikada düzeltilecek bir odaya amma çok laf sıraladı şu annem de..ne kadar anlayışsız..oysa ben onu üzmek istememiştim ki^^… diye geçirir aklından ve teybine en sevdiği kaseti takarak müzik eşliğinde odayı düzenlemeye girişir..
Stage II:
Anne içeri girer.. Genç ve asi kızının odası gene ve her zamanki gibi dağınıktır.. Odaya bir göz gezdirir…Derin bir iç çeker..ve seslenir…
^^Aypeeeriiiiiiii……..^^ Ayperi yanında biter hemen…^^Efendim anne..ne oldu? ..^^
^^Yavrucum ne bu odanın hali Allahasen..Bak senin gibi genç ve güzel bir küçük hanıma yakışıyor mu? ...Bi bak…Sen beğeniyor musun bu odanın halini bana dürüstçe söyle lütfen..^^
^^Ih ıh..Toparlanması lazım biraz…Gülperi de dağıtmış hafiften..(kızkardeşi) ..ama o daha küçük..aklı bi karış havada..bi el atıyım ben iyisimi…^^
^^Aferin benim güzel kızıma…seninle gurur duyuyorum ben zaten..Hadi bi güzelce toparla bakalım…sonra da beraber başbaşa türk kahvesi içer sohbet ederiz birazdan ha..ne dersin? …sen odayı hallet ben çamaşırı…mutfakta buluşalım…hadi benim güzel kızım…^^
Ayperi hemen şaha kalkar…içinden geçirmektedir.. ^^Ya annemi çok seviyorum yaa…bu kadın var ya en tembel adamı bile tatlı diliyle gaza getirir..insan adam yerine konunca nasıl da mutlu oluyor..hemen düzenleyeyim şu odayı da annem görünce beğensin..pırıl pırıl olmalı..bana verdiği sorumlulukları tam olarak yerine getirdiğimi görsün….ya ne kadar şanslı bir kızım ben ya…çok şanslıyım çok..canım annem benim.…^^
Benim canım annem ne çok aksi, ne de çok anlayışlı bir kadındı dürüstçesi… hakkını yememek lazım…yine de hep orta yolu bulurdu..vefakar, cefakar annem…özlemim... gurbetim.. canözüm.. ciğerimin köşesi..omuzlarımda kırk defa Mekke’ye de götürsem yine de sütünün hakkını ödeyemem ki zaten…
Anlatmak istediğim şu ki.. Bir lafı etmeden önce der annem ^^boğaz dokuz boğumdur kızım..^^-Gerçekten de cervikal omurlar 7 tanedir, bir de atlasla axis vardır başlangıçta anatomik olarak..kabaca dokuz yani-^^Dokuz defa düşünüp sonra söyleyeceksin..düşünüp taşınıp tartacaksın..^^…derdi.
Kalpler özel ve değerli bardaklara benzer..onu yere atarsan tuz buz olma ihtimalini göze almışsın demektir..Bu yüzden birisine kırmadan vermem gereken bir mesaj olduğunda bunu ^^lütfen^^ sözcüğünü kullanarak yaparım ben…veya rica ederek..bilirim ki kalpler madden ve manen değerli bardaklara benzer..ve onları ne japon yapıştırıcısı ne de 404 yapıştıramaz kimi zaman..Bir bardağa öyle bir fiske vurmalısın ki, tıpkı bir hacıyatmaz gibi fiske sonrasında tekrar eski haline dönebilsin…
Kırılmış bir bardak derideki skar dokularına(yara izi) benzer..Deride bir yara açıldığında ve iyileştiğinde o derinin esnekliği ve özellikleri diğer sağlam deriye göre %80’in üstüne asla çıkamaz..ve eski sağlamlığına tam olarak kavuşamaz..ne kadar özenle ve ne kadar ince iplikle estetik olarak dikerseniz dikin bu mümkün değildir… Tıpkı kırılan kalp şeklindeki bir bardağı japon yapıştırıcısıyla yapıştırdıktan sonra olduğu gibi…
Stage III:
***Baba kapıdan içeri girer.. Küçük 6 yaşındaki kız elindeki küçük ve kapaklı kutuyu gizli gizli büyükçe bir yaldızlı kağıda sarmaya çalışmaktadır..Bir yanda selobant..bir yanda küçük kağıt makası..küçük bir parça rafya…habire kesip yapıştırmaya çalışmaktadır..
Baba gergin ve sinirli sorar.. ^^Kızım..ne bu dağınıklık.. Ne o elindeki rafya bakiyim..ne karıştırıyorsun sen orda…? ^^
Küçük kız minik gözlerini kocaman açarak cevap verir..yüzünde burukluk..dudaklarını büzüştürmüştür..bütün şirinliğiyle cevap verir.. ^^Ama…ama… ben sana hediye hazırlıyordum babacığım…^^
Baba hala kızgın.. ^^Boşa emek kızım..ver bakayım o kutuyu…bu muydu bana hediyen? ^^
Küçük kız minik hareketlerle başını sallar..evet anlamında..yüzüne ışık gelmiş gibi yayılan kocaman bir gülümsemeyle minik ellerindeki kapaklı kutuyu iki eliyle babasına uzatır..Baba kutuyu açar..içi boştur..Şaşkınlık ve artmış bir kızgınlıkla.. ^^Boş bir kutu için mi bu kadar uğraşıyordun sen kızım? ^^..diye sorar..
Küçük kız cevap verir..şirin gözlerinden artık sicim gibi yaşlar akmaktadır..
^^Ama ben o kutunun içine öpücüklerimi koymuştum…^^***
^^Sen… sen… sen…
Sen bir ömre bedel…
Yok… yok… yok….
Gitme gitme… gel….Eylül’de gel…..^^
Artık kabul etmeliyim…şarkıların avutmadığını…ve hatta kanayan yarama bir dirhem daha tuz bastığını…Artık zaman…kabullenme zamanı…ve gerçeklerle yüzleşme….
Artık kabul etmeliyim…telefonu elime her alışımda senden gelme ihtimali olan mel-un ve sıradan bir mesaj için bile umutla beklediğimi…..
Ve ıssız gecelerde…karanlık, yalnızlığımla umarsızca tango yaparken….çiziktirdiğim satırların sana olan hasretimle dolduğunu….ve hiçbirşeyin beni avutmaya muktedir olmadığını…gözyaşlarımı silemediğini…
Ve güneş battığında…yalnızlığım beni üşüttüğünde..dişlerim biribirine vurup…titrediğimde..hayalinin bile sarmalamasına hasret bedenimin….senin sıcak nefesin ve seninle geçecek sadece beş dakika için bile yanıp tutuştuğunu…Artık kabul etmeliyim...
Flame
Delibes'ten Flower duet from Lakme'yi dinlerken gözlerini kapatıp o anı ölümsüzleştirmek....
operada Bizet'ten İnci Avcılarını dinlerken gözyaşlarına hükmedememen ve o anı durdurmak istemen belki....
Paris yakınlarında, orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Tıpkı Mozart, Mendelsshon ve Schubert gibi bir dahi çocuktu. Müzik yeteneğini amatör bir müzisyen olan annesi keşfetti. Şan öğretmeni ve peruk imalatçısı olan babası ile annesi ona ilk müzik eğitimini verdiler.
4 yaşında nota okumayı öğrendi. 10. yaş gününden birkaç gün önce Paris Konservatuarı’na kabul edildiğinde, konservatuarın tecrübeli öğretmenleri bu yetenekli öğrenciye ders vermek için yarışa girdiler. Öyle ki, ünlü opera bestecisi Charles Gounod, ona ders vermek için emekli olmaktan vazgeçti. Georges Bizet, Marmontel`den piyano, Pierre Zimmermann ve damadı Charles Gounod’dan armoni, Jacques Halévy’den kompozisyon dersleri aldı.
Bizet, konservatuardan 1852’da piyano dalında, 1855’te flüt org ve füg dallarında birincilikle mezun olmuştu.
17 yaşında ilk senfonisini besteledi. Genç besteciler için önemli bir ödül olan Roma Ödülü’nü kazandı. Bu ödülün sağladığı burs sayesinde Roma’ya gidip ekonomik endişeleri olmaksızın İtalya’da seyahat etti ve bestelerine ilham kaynağı olacak pek çok yeri gördü, Don Procopio operasını besteledi. Bizet’in piyano çalmadaki ustalığı büyük piyanist ve besteci Franz Liszt de dahil olmak üzere pek çok kişi tarafından ayakta alkışlanıyordu. Ancak zamanla depresyona girerek kendi sanatsal değerini sorgulamaya başladı, endişeleri nedeniyle bazı projelerinden vazgeçti, bestelediği bazı operaları yaktı.
1860’da Paris’e döndüğünde, annesinin ölümü onun için büyük bir darbe oldu. Roma Ödülü’nden gelen paranın da sonu geldiği için yoğun bir çalışma temposuna içinde sanatsal değeri olmayan bazı besteler yaparak ve özel ders vererek geçimini sağlamaya çalıştı. Yetenekli bir piyanist olmasına rağmen bir besteci olarak kariyerine zarar verir düşüncesi ile halk önünde konserler vermekten kaçındı. Geçinme gayreti ile yaptığı yoğun çalışması, besteci olarak kendini geliştirmesini yavaşlattı.
1863’de İnci Avcıları operasını besteledi. Eserin gösterimi başarılı geçtiyse de eleştirmenler tarafından yerden yere vuruldu. 1866’da bestelediği ve 1867’de sahneye konan Perth’li Güzel Kız operası ise hem halk, hem de eleştirmenler tarafından beğenildi. Sağlığı gittikçe bozulmakta olan Bizet, 1866 yazını Paris dışında bir yazlıkta geçirdi. Bu tatil sırasında tanıştığı ve bir gönül ilişkisine girdiği Chabrillian, Bizet’in ilerde yaratacağı Carmen karakterinin oluşmasında rol oynadı.
Bizet, 1867’de öğretmeni Haleviy’nin kızı Genevieve ile evlenmek istediyse de son anda nişan bozuldu, ancak iki yıl sonra kız tarafının ikna olması ile evlenebildiler. 1870’de Fransa- Prusya savaşı nedeniyle Bizet, Ulusal Muhafızlar’a katıldı. Savaş sırasında Genevieve’in ruhsal dengesi bozuldu.
Bizet, 1871’de Çocuk Oyunu suitini tamamladı. 1872 yılında tek perdelik Djamilla (Cemile) operası ve sahne müziğini yazdığı Alphonse Daudet’in L'arlésienne (Arles’li kız) oyunu sahnelendi ancak başarısız oldu. Ancak Bizet, Cemile operası ilerde opera başyapıtı Carmen’de de takip edeceği müzikal anlamda doğru yolu bulduğuna inanmıştı. L'arlésienne eserinden aldığı çeşitli bölümlerden bestelediği süit ise ilk çalındığında büyük ilgi gördü ve günümüzde en sevilen eserlerinden olan L`Arlesienne Süitleri böylece doğdu.
1873’de Don Rodrique operasını yazdı ama opera binasındaki yangın yüzünden sahneleyemedi. Bizet, bu arada Carmen operası üzerinde çalışmaya başladı. Prosper Merimée’nin Carmen romanınından çok etkilenen Bizet, bu romanı operaya uyarladı. Eseri 1874’de tamamladı, temsil ise 1875’de gerçekleşebildi ancak konusu nedeniyle çok ağır eleştiriler aldı.
Eserin 31. temsil gününde (3 Haziran 1875) yıllardır kronik boğaz enfeksiyonu nedeniyle rahatsız olan Bizet, kalp krizi geçirerek 36 yaşında hayatını kaybetti.
Bir pastanın üç-otuz paraya satıldığı günlerde 10 yasinda bir çocuk pastaneye girdi. garson kız hemen koştu. çocuk sordu:
-'çukulatalı pasta kaç para? ..'
-'50 cent! ..' çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. bir
Daha sordu: -'peki dondurma ne kadar..'
-'35 cent' dedi garson kız sabırsızlıkla..dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek basına koşuşturuyordu. bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki.
çocuk parasını bir daha saydı;
-'bir dondurma alabilir miyim lütfen' dedi. kız dondurmayı getirdi. fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. çocuk dondurmasını bitirdi. fişi kasaya ödedi. garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. masayı sanki akan yaşlar temizleyecekti.
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 cent'lik bahşiş duruyordu.....
Özlemim....gel artık....
Kurtar bu zavallı ruhumu zalimlerin elinden....
Elimden tut...ve mavi ummanlara götür beni....
Yeşil ormanlara götür...
Gökkuşaklarını göster bana....
Göster ki...
Artık üşümesin yüreğim....
Ağlamasın gözlerim.....
Varlığınla....can ver bana......
O kadar ki....
Ana rahmine dönen kalbimden...
Bir bebek doğsun dünyaya...
Ve o bebeğin adı....AŞK....olsun....
Flame
Mavinin dansını izliyorum ayaklarımın altındaki denizde..gözümün gördüğü her yanda yakamozlar var alabildiğine…
Deniz…Turkuaz….
Arada bir yunus fırlıyor uzaklardan…bir çırpınış görüyorum..Sonra kayboluyor…Yunusların ne kadar sevimli olduğunu düşünüyorum nedense…merak ediyorum acaba bir gün bir yunus balığının başını okşamak kısmet olacak mı diye….mutlu kılıyor bunu düşünmek beynimi…rahatlıyorum…
Yukarıda….Güneş…
İçimi ısıtıyor…sanki ruhum titreme nöbetlerinden çıkmış gibi….fazla adrenalin yorgunu…
Güneşe hasretmiş gibi bir sükunet kaplıyor bedenimi apansız…rüzgarda dalgalanan saçlarımdan başlayarak parmak uçlarımda biten bir ısınma furyası…sanki bir şifacı gelmiş…bana reiki vermek için dokunmuş gibi bir his….dalga dalga yayılıyor yüreğime….Isınıyorum…..
Güneş var mı yok mu? ...aslında kimin umrunda…
Ben hayalimdeki kırmızı kiremitli…bahçesinde renk renk katmeri misk kokulu güllerin oynaştığı, ebruli hanımelleri ve yaseminler olan evimde…. şöminenin önündeki pufıdık yastıklarımın olduğu kanepede oturuyor gibiyim…
Flame
Hayat tiyatrosunda kancıkça oynanan bir rol olabilir bu sadece...
Çürüyen canlı bedenlerin nasıl acı çektiğini çok iyi bilirim... Ve sinapslar(sinir iletileri) ....non stop devam eder inadına...
Ne ölebilirsin ne yaşayabilirsin...ruhun aralarda kalmış re-enkarne olmayı bekleyen zavallı bir yaratık misali dolaşır....konacak dal bulamaz....
Anesthetic madde olmaksızın...yaşarken kıvranarak....
Yaraya tuz basmak ve hatta çarpmakta olan bir kalbe intravenöz Potasyum yapmak gibi bir şey....
Yaşarken ölmek....veya...
Daha da kötüsü....yaşamaya müebbet hapis olup...
ÖLEMEMEK.......
Düşünüyorum da acaba aşk, ruhumuzun derinliklerinde yaratılan koca bir yalan mı? Şiirde, müzikte ya da sözde, nerede aşk varsa orada bir de yalan yok mu? Aşk ve yalan, güzel ile çirkin, iyi ile kötü gibi birbirini besleyen, değiştiren ve dönüştüren; biri olmadan diğeri varolamayan ya da anlamsız kalan evrimin tiyatrosu değil mi?
“Seni seviyorum” derken, aslında içimizde yarattığımız en güzel yalana övgüler mi düzüyorduk, kendimize olan hayranlığımızı mı dile getiriyorduk.gerçekle yalanı ayırt edememişliğin sancısı çökerken üstümüze.
Aşk, uydurduğumuz en güzel yalanmıydı! Ve aşk, yalan varsa aşk mıydı..?
Doğrular ne kadar da az cezbediyor bizi. Yasaklı ya da yanlış ne varsa, yaptıklarımız hanesine yazmak isteriz. Yalanı bazen istem dışı kullanırız. Söyleyen biz değilizdir ama, söyleten ta kendimizdir.İçimizdeki yasaklı kimliktir O: benliğimize yapışmıştır...
Pembedir, mavidir ve daha çok kırmızı. Cıvıl cıvıldır, yerinde duramaz. Yaz gibidir: Islak ve sıcak. Zaafları vardır, yasak ve güzel olan herşeye.
O cennetteki en güzel elmayı tadan, ilk ihaneti gerçekleştirendir.
Kısacası O, yaşayan tarafımızdır...ne kadar yanlışlığından üzülsek ve sıkıntı çeksekte....
KIRILAN KALP ŞEKLİNDE BİR BARDAK…
Oldum olası sevmişimdir bardakları…Bir markete gittiğimde mutlaka bardak reyonuna gidip biriki tane seçer, koleksiyon yapar misali katarım diğer bardaklarımın yanına…
Mavi, yeşil, papatya şeklinde, kareli çıkıntıları olan, kesme, gül desenli, kırmızı, kalp şeklinde, pembe, büyük, küçük, dar, geniş, şarap bardağı, çay bardağı, kupa, müzikli bardak, sıcak su koyunca rengi değişen bardak…yüzbin çeşit bardak…
Her birinin ayrı bir yeri vardır rafta..papatya desenliler..yeşil gül şeklinde olanların yanıda durur.onun yanında kırmızı küçükler…ince belliler…kahve fincanları ve kupalar…
Bu duruma karşı olan afinitem sevenlerim tarafından fark edildiğinde vaadler gelirdi bana..mesela kızkardeşim..’’ablacım doğumgününde seni Paşabahçe’ye götürüp orada unutucam..sen sevdiklerini seçtikten sonra da gelip faturayı ödiycem’’ derdi hep mesela…gülümserdik….bir öpücük kondururdum yanağına…sarılırdık..
Bardaklarin kalplere benzediğini sonradan fark ettim ben…belki de buydu onların bendeki çekim etkisini yaratan şey…başta anlamamıştım oysa….kalp kırmak sıradan bir bardak kırmaktan farksızdı..
Oysa o bardak sıradan değildi ki…alım zamanı ve alım yeri..kimin hediye ettiği ve içinde içtiğin sıvı ve o sıvıyı paylaştıgın insan bile birçok şey katıyordu aslında o bardağa..bir değer katıyordu vesselam..
Ve kalp kırmak aslında bir bardak kırmaya benziyordu..
İki şekli vardı:
Stage I:
Anne içeri girer..
Genç ve asi kızının odası gene ve her zamanki gibi dağınıktır..
Yatak toplanmamış..Duvarlarda heavy metal gruplarının nahoş(anne bakış açısıyla) posterleri durmaktadır..
Okul çantası okuldan gelindiği gibi bir kenara fırlatılmış, okul birincisi geldiği zaman hediye edilen çift kasetçalarlı teyp bile yan durmaktadır..sağında solunda dizi dizi kasetler…kimi kabından çıkarılmış..ve serpiştirilmiş..aynanın önündeyse tam bir keşmekeş..
Düzensizliğin düzeni hakim odaya bir göz gezdirir anne..
Derin bir iç çeker..ve seslenir…
^^Aypeeeeriiiiiii……..^^
Ayperi girer odadan içeri..uzun kıvırcık saçlarını geriye atarak…Uslu bir çocuktur aslında..ama haksızlıklara dayanamayan yapısı başına beladır her zaman…
^^Efendim anne..ne oldu? ..^^
Annesi konuşmaya başlar..bakışlarında öyle bir eda gizlidir ki…tokat atılsa inanın çok mutlu olacaktır Ayperi…
^^Ne bu odanın hali kızım? ..
Koskoca genç kız oldun..hala benim toplamamı mı bekliyorsun odanı..Ayıp artık kızım…Ben gördükçe utanıyorum inan..sen nasıl giriyorsun bu odaya…nasıl ders çalışıyorsun anlamıyorum..English History dersi kitabı bir uçta..Human Biology öbür yanda…hele bu kasetler…nerden buluyorsun aradığını bu hengamenin arasında...? ...Aynanın önü de dolu..saç bakım kremleri bile yan duruyor..kaç tane tarak kullanıyorsun sen kızım? ..çekmece diye bir şey var bu odada biliyorsun…aynanın önünde duruyor..içine koymak neden bu kadar zor…Allah’ım çıldıracağım…hergün işten geliyorum..bir gün de odayı tertipli bulup sevineyim be kızım…zaten yemek…çamaşır..bulaşık..hışım çıkıyor her gün…koca kızlar oldunuz hala burnuma üfürdüğünüz yok…Sıçanın sidiği denize fayda edermiş kızım…En azından odanı toplasan ona da razıyım…^^
Ayperi üzgün ve buruk bir ifadeyle yerin dibine geçmiş bir şekilde…
^^Ama annecim..ben aslında dün gece toplamıştım uzun uzun ama…gene dağılmış.. naapabilirim.. tekrar toplarım ben..sen üzülme...^^
Anne cevap verir..
^^Of kızım..hep böyle diyorsun..bıktım artık inan..canımdan bezdim…saçımı süpürge ettim sizler için…yine de yaranamıyorum..en ufacık şeyi bile on defa söylememi bekliyorsunuz...ama bir gün siz de anne olacaksınız..işte o zaman beni anlayacaksınız^^..diye bir beddua kondurur…ve dışarı yürür..
Ayperi mahzun gözlerle başı öne eğik..içindeki isyanlara söz geçirmeye çalışarak kalakalmıştır odada..döner ve bir daha bakar…aslında pek de düzensiz değildir oda….
^^Beş dakikada düzeltilecek bir odaya amma çok laf sıraladı şu annem de..ne kadar anlayışsız..oysa ben onu üzmek istememiştim ki^^… diye geçirir aklından ve teybine en sevdiği kaseti takarak müzik eşliğinde odayı düzenlemeye girişir..
Stage II:
Anne içeri girer..
Genç ve asi kızının odası gene ve her zamanki gibi dağınıktır..
Odaya bir göz gezdirir…Derin bir iç çeker..ve seslenir…
^^Aypeeeriiiiiiii……..^^
Ayperi yanında biter hemen…^^Efendim anne..ne oldu? ..^^
^^Yavrucum ne bu odanın hali Allahasen..Bak senin gibi genç ve güzel bir küçük hanıma yakışıyor mu? ...Bi bak…Sen beğeniyor musun bu odanın halini bana dürüstçe söyle lütfen..^^
^^Ih ıh..Toparlanması lazım biraz…Gülperi de dağıtmış hafiften..(kızkardeşi) ..ama o daha küçük..aklı bi karış havada..bi el atıyım ben iyisimi…^^
^^Aferin benim güzel kızıma…seninle gurur duyuyorum ben zaten..Hadi bi güzelce toparla bakalım…sonra da beraber başbaşa türk kahvesi içer sohbet ederiz birazdan ha..ne dersin? …sen odayı hallet ben çamaşırı…mutfakta buluşalım…hadi benim güzel kızım…^^
Ayperi hemen şaha kalkar…içinden geçirmektedir..
^^Ya annemi çok seviyorum yaa…bu kadın var ya en tembel adamı bile tatlı diliyle gaza getirir..insan adam yerine konunca nasıl da mutlu oluyor..hemen düzenleyeyim şu odayı da annem görünce beğensin..pırıl pırıl olmalı..bana verdiği sorumlulukları tam olarak yerine getirdiğimi görsün….ya ne kadar şanslı bir kızım ben ya…çok şanslıyım çok..canım annem benim.…^^
Benim canım annem ne çok aksi, ne de çok anlayışlı bir kadındı dürüstçesi… hakkını yememek lazım…yine de hep orta yolu bulurdu..vefakar, cefakar annem…özlemim... gurbetim.. canözüm.. ciğerimin köşesi..omuzlarımda kırk defa Mekke’ye de götürsem yine de sütünün hakkını ödeyemem ki zaten…
Anlatmak istediğim şu ki..
Bir lafı etmeden önce der annem ^^boğaz dokuz boğumdur kızım..^^-Gerçekten de cervikal omurlar 7 tanedir, bir de atlasla axis vardır başlangıçta anatomik olarak..kabaca dokuz yani-^^Dokuz defa düşünüp sonra söyleyeceksin..düşünüp taşınıp tartacaksın..^^…derdi.
Kalpler özel ve değerli bardaklara benzer..onu yere atarsan tuz buz olma ihtimalini göze almışsın demektir..Bu yüzden birisine kırmadan vermem gereken bir mesaj olduğunda bunu ^^lütfen^^ sözcüğünü kullanarak yaparım ben…veya rica ederek..bilirim ki kalpler madden ve manen değerli bardaklara benzer..ve onları ne japon yapıştırıcısı ne de 404 yapıştıramaz kimi zaman..Bir bardağa öyle bir fiske vurmalısın ki, tıpkı bir hacıyatmaz gibi fiske sonrasında tekrar eski haline dönebilsin…
Kırılmış bir bardak derideki skar dokularına(yara izi) benzer..Deride bir yara açıldığında ve iyileştiğinde o derinin esnekliği ve özellikleri diğer sağlam deriye göre %80’in üstüne asla çıkamaz..ve eski sağlamlığına tam olarak kavuşamaz..ne kadar özenle ve ne kadar ince iplikle estetik olarak dikerseniz dikin bu mümkün değildir…
Tıpkı kırılan kalp şeklindeki bir bardağı japon yapıştırıcısıyla yapıştırdıktan sonra olduğu gibi…
Stage III:
***Baba kapıdan içeri girer..
Küçük 6 yaşındaki kız elindeki küçük ve kapaklı kutuyu gizli gizli büyükçe bir yaldızlı kağıda sarmaya çalışmaktadır..Bir yanda selobant..bir yanda küçük kağıt makası..küçük bir parça rafya…habire kesip yapıştırmaya çalışmaktadır..
Baba gergin ve sinirli sorar..
^^Kızım..ne bu dağınıklık..
Ne o elindeki rafya bakiyim..ne karıştırıyorsun sen orda…? ^^
Küçük kız minik gözlerini kocaman açarak cevap verir..yüzünde burukluk..dudaklarını büzüştürmüştür..bütün şirinliğiyle cevap verir..
^^Ama…ama… ben sana hediye hazırlıyordum babacığım…^^
Baba hala kızgın..
^^Boşa emek kızım..ver bakayım o kutuyu…bu muydu bana hediyen? ^^
Küçük kız minik hareketlerle başını sallar..evet anlamında..yüzüne ışık gelmiş gibi yayılan kocaman bir gülümsemeyle minik ellerindeki kapaklı kutuyu iki eliyle babasına uzatır..Baba kutuyu açar..içi boştur..Şaşkınlık ve artmış bir kızgınlıkla..
^^Boş bir kutu için mi bu kadar uğraşıyordun sen kızım? ^^..diye sorar..
Küçük kız cevap verir..şirin gözlerinden artık sicim gibi yaşlar akmaktadır..
^^Ama ben o kutunun içine öpücüklerimi koymuştum…^^***
Artık baba ne derse desin geç kalınmıştır…
Ve perde iner….
Eternalflame