FAİK HOCA Rahmetli Faik hocayı on yaşımdayken tanıdım. Hacımemişağa camisinin imamıydı. Annem bana sekiz yaşındayken namaz kılınmasını öğretmişti. Okula giderken on dört tane dua ezberletmişti. Bazı günler annem kadın mevlitlerine beni de yanına alır “bal tefsirini” okuturdu. “Bal tevsiri, “Hz. Ali Kerremellahü Vecheh bir gün gazadan evine geldiğinde, Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.), Hz Ömer (r.a), Hz Osman (r.a) gelip Hz. Ali'ye "gazan mübarek olsun" demişler. Hz. Fatimetü'z-Zehra (r.a) onlara ikramen, kalaylı bir tas içinde bal getirmiş, balın üzerinde ince bir kıl görmüşler... Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a) "dördümüz de birer açıklama yapalım" buyurmuş. Dört halifemizin yorumundan sonra Hakta aladan bir nida gelir. Ya Muhamed her kim bal tevsirini okursa, yada okutursa, yazıp Ümmetine hediyye ederse izzet ve celalim için, ben o kimseye 224 bin peygamber sevabı veririm. Bir insan, kendisine adet edinse, bu tevsiri okursa ve okutmaya devam ederse, hiç bir zaman sıkıntı çekmez. Ölürken hüsnü aleme hasip olur, Ahirete iman ile gider ve gelecek kaza ve musibetlerden kendisini Cenabı Hak Teala muhafaza eder”. Bu bal tefsirini annem her mevlitte bana okutur, dinleyenler de ne güzel sesin var senin böyle,çok güzel okuyorsun diye methiyeler yağdırırlardı.Bu güzel sözler de benim çocukluk ruhumu okşardı.On yaşımda beş vakit namazımı son yıllara kadar hiç bırakmadım.Rahmetli Faik hoca, cenazelerden sonra evlerde yapılan hayır ve dualarda benim de mevlit okumamı dinleyince sesimi çok beğenip bana “Ömer arada “Hacımemişağa”camiine de gel seninle biraz mahric ve kıraat derslerine çalışalım dedi.” Dünyalar benim olmuştu faik hoca bilaa bedel Alaçatı’da çok gençleri camide yetiştirmiş kişiydi. Bende Faik hocamdan birkaç sene Kuran okuma dersi aldım. Kimler yoktu ki ders alanlar arasında, Hamdi serin, Necat Kırçakçı, Zeki Pırnarcı, Erol Ceylan, Mehmet Ali Şahin, İsimleri bu sayfamıza sığmayacak kadar çok genç yetiştirmişti. Rahmetli Faik hoca devletten hiç maaş almamış, devletin kadrolu imamı değildi. Gönüllü imamdı. Geçimini hep kendi imkânlarıyla sağlamıştır. Onu evinize mevlit okumaya davet ettiğiniz zaman o akşam yatsı namazında kaç tane öğrencisi varsa, öğrencilerini de yanına alır kuran veya mevlit okuturdu. Okumak bittikten sonra mevlit sahibi Faik hocaya para ikramı yaparsa ertesi gün kaç para verildiyse, yanındaki okuyan öğrencilerle bölüşürdü. Kimsenin hakkını yemezdi. Sabah namazlarından sonra pehlivanın kahvesine gider orada gün aydınlanıncaya kadar cemaat’ten de katılanlarla sohbetler ederdik. Genel de dini sohbetler arada güncel konular ve kurtuluş savaşından sonra mübadele günlerini anlatırdı. Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet paşadan söz açılınca Atatürk’ü anlatırken gözlerinden yaşlar gelirdi. Her seferinde çay paralarını bizlere ödetmez “siz misafirsiniz burası benim mahallem siz burada çay parası ödeyemezsiniz derdi”. Tam ülkesini seven bir din adamıydı. Nurlar içinde uyusun. Bu gün imamlara size maaş vermiyoruz dense yine imamlık görevlerini yaparlar mıydı? Gerçek din adamlarını tenzih ederek, camilerimizde Allah için evet oyu verin diyen imamlarımız var ülkemizde. Son on beş yıl öncesinde camilerimizde siyaset var/mıydı? Faik hocam da ömrü boyunca devletten beş kuruş para almadan elli yıldan fazla Alaçatı’da Haçımemişağa camisinde imamlık görevi yaptı.Tam bir Atatürk imamıydı.Ruhu şad olsun. Kalın sağlıcakla……
YAŞANILACAK KASABA ALAÇATI! Alaçatı anlatılmaz yaşanılır, hissetmek gerek. İster lacivert soğuk denizi konuşalım, ister üç tepe altı mahalle… Her bir köşesini ya da esen rüzgârını! Dünyanın bu eşsiz kasabasını yudum yudum teneffüs etmek bu güzelliğin hakkını vermek gerekmez mi? Var mıdır sahi dünyada bir eşi? Hiç zannetmiyorum. Her yeni görenin hayranlığı ve methiyesi bunu göstermiyor mu? Şu gizemli dört değirmenini efsane tebessümü insanı alıp İzmir’in Alsancak’ına sürükleyişi duygu ve düşünce dünyanızın nasıl güzelleştirdiğini anlatamam size. Martılarını konuşalım, güvercinleri unutmayalım bu Kasabanın, Bundan böyle ister deniz trafiğinin görülmemiş enerjisini, uluslararası geçişlerden hat vapurlarına, balıkçı sandallarına kadar öylesine çok geniş bir yelpaze ki anlat anlat, ne biter ne de yeterlidir. Yaz ve kış mevsiminde yaşamalı diyorum Alaçatı’nın mavinin tonları ile cumba ve pencerelerinin renginin uyumunu. Alaçatı’ya unutulmaz bir bahar havası yaşatıyor ki, muhteşemdir tek kelimeyle. Alaçatı; o güzel dar sokakları sayesinde tarihi dokusunu bozmadan yaşatan, ferahlatan gülümsemesi olmasa dayanılır gibi değil. Dünya ülkelerinden gelen turistlerin bile hayretini çekmektedir. Ne var ki hangi olumsuz zor şartlar göz önüne gelirse gelsin, şehrin sevimli martılarının her zamanki melodik şirinlikleri hiç durmadan devam eden yaşama mücadelesi ve mavi suyla olan sevinçleri unutturuyor sıkıntıları. Hatta insanı yeniden hayata bağlıyor. Bu şiir Alaçatı’da insanlar her zaman anlaşır günlüklerini yaşıyor çabalıyor küçük dünyalarıyla tutunmaya çalışıyorlar. Alaçatı’da bir aile gibi evlerimiz, baş başa, diz dize her zaman her an yanı başımızdaymış başucumuzdaymış gibi hissettiğimiz, duygu yüklü evlerimiz. Derinlemesine baktığımızda medeniyetimizin mimari renginin, insanı hayatı ve yeryüzünü nasıl da sevgi barış özgürlükler dünyası üzerinde yansıttığını ilgi hayranlık ve gururla fark edeceğiz. Dün ve bugün Alaçatı en yalın sade duruşu ve günümüz Yaz sezonunda kalabalığı arasında sıkışıp kalsa da taşıdığı gizemlilik manevi zenginlik ve tarihsel dokusu ile eskimez bir tablo. Ah Alaçatı sana her bakışımda kederliyim bu yaşadığım kasaba fotoğrafında, insanlık tarihi kadar eski, Agrilia denizinin durgun suyu kadar gizemli lacivert görünümü hayat dolu. Sessiz bulutların içinden geçiyor gibi yaşadığım kasabanın sabahını teneffüs ediyorum. Bütün yankılar bütün renkler mavinin koynunda o muhteşem güzelliğiyle ve yağmur düşüyor. Alaçatı kadar güzel yağıyor bütün aşkların üstüne ve gece olunca yıldızlar şarkı okuyor Alaçatı’ya. Böyle de romantik bir kasaba ve bu şehirde yaşamak güzel bütün acılara sıkıntı ve mutsuzluklara rağmen. Çünkü Alaçatı yaşıyor içimizde bu yüzden korkularımız değişir kâh bizi teskin eder kâh mücadele azmi katar bir kimlik, kişilik, şahsiyet yükler. Yağmurun kokusu tadı bir başkadır sanki uzak bir geçmişten süzülen gözyaşları gibidir ve gecenin renk renk ışıkları. Dayanamıyorum şehrin bir mumun yanışı gibi latif ve dertli zenginliğine o kadar farklı ki alemler gezdiren bu esrarlı sevgisi. Beni kendisine bağlamakta, bağışıklık yaptırmakta bu hüzün anları değil mi beni de çeken? Ah bu güzel kasabam Alaçatı. Düşünce duygu bakış ölçülerimi mavi yaptı düşlerim mavi gök mavi su mavi sevgi mavi bundan mı? diye düşünüyorum bendeki deli mavilik! Hangi tepesinden bakmalıyım Alaçatı’nın? Lacivert yosun kokulu o güzel görünümüne? Baktıkça başka bir dünya, başka bir dert ya da mutluluk başımı alır kaybederim kendimi. Saatlerce dalgaların gel git sahile vuran haberlerinden… Alaçatı mavi mavi çağırıyor nasıl reddedebilir? İnsanın içinden yürümek gelir. Alaçatı sahilinin ışıltılı mavi görünen denizinin güzelliğine doyum olmuyor. Sahilleri nasıl da insan mutlulukları ile dolu. Yumru Sahili’ne nazır kurulmuş şanslı evlere bakıyorum. “Ah ne güzel bir yaşam olmalı bu evlerde!” Alaçatı sahiline doğru yürüyüp, sabah çayını mavi sulara bakarak yudumlamak! Güneş batarken terasta duygulanmak. Kim bilir hangi sevinçli yüzler veya mutlu insanlar oturuyordur? Alaçatı’nın dağlarından bu kadar güzel hem çekici hem en güzel kokan bir başka çiçek daha var mıdır?
ÇAKMAK OVASI! Siz hiç Çakmak Ovası’nın patika yollarında kayboldunuz mu? Ya da Sülemiş Ovası’nın yamaçlarına çıkıp, beş veya altı metre boyunda zeytin ağaçlarını gördünüz mü? İki üç kişi ile beraber kucaklayarak ağaç gövdesini ölçtüğünü gördünüz mü? Liman Ovası’nın topraklarında yetişmiş taze acurlarından toplayıp, cacık veya tütün fidanı ocaklarının kıyılarından marul toplayıp, yapraklarından bol sirkeli salata yaptınız mı? Kış ortasında tarladan patates söküp, ocak ateşinde kıyıları kurum olmuş bakır tencerede kaynatıp, sonra patatesleri soyup, pekmeze bandırarak yiyip karın doyurdunuz mu? Çakmak ovası tarlalarında turp otu toplayıp, haşlama yaparak, bol limonlu ve has zeytinyağlı salatasını yediniz mi? Dere kıyılarından köpüşken otu toplayıp evinizdeki kümeste besleyip tavuklarınızın yumurtladığı taze yumurta ile beraber kavurup, köpüşken'li yumurta yedinizdi? Yerli buğday unuyla yoğrulmuş bahçendeki ev fırınında pişirilmiş dumanları tüterek taze ekmek yediniz mi.? Arpa çuvallarını merkebinize yükleyip Barbun Ali’nin (Ağabeyimizin) değirmeninde öğüttüğü unundan ekmeğini tattınız mı? Burcu burcu kokan ekmek kokusunu burnunuzla kokladınız mı? Ve daha sayamadığım yüzlerce çeşit meyve türlerini dağlarından toplayarak yediniz mi? Ben bunların hepsine kasabamda şahit oldum. Karadağ’ın tam tepesinde: Derler ya hani; “Dağ-taş orman ve yabani hayvan!” ben orada gördüm. Bin bir çeşit kuş, hayvan ve böcek. Yol boyunca zakkum ağaçları ile kaplı Alaçatı Çamlık Yolunun kıyıları, baharda açan rengârenk çiçeklerine ve kokusuna doyum olmuyor. Alaçatı’nın ovaları çok verimlidir, Sülemiş, Haydariye,Göbene, Çakmak Ovası, İmamoğlu, Hurmalı, Liman Ovası, Telsiz, Batarya, ekilen arazi öylesine çoktu ki; geçim sorunu hiç yok gibiydi. Arazilerin birçok yerine gidebilmek için yol yoktu. Patika yollardan gidip geliyorduk. O yıllarda televizyon yoktu. Radyo az kanallıydı bir TRT’yi bir de Sofya Radyosu’nu dinleyebilirdik. Sofya Radyosu günde birkaç saat Türkçe yayın yapardı. Türkiye’den veya Avrupa’ya çalışmaya gitmiş gurbetçilerden istekler olurdu genelde Yüksel Özkasap, Ruhi Su gibi çok değerli sanatçılar hep hasret Türküleri söylerlerdi. Şeritli teyplerle şarkı, türküler dinliyorduk. Kabak kemaneyi, onlara eşlik eden köçek oynayanları o yıllarda tanıdım. Bugün ilçe olan Urla o zamanlar küçük bir kasabaydı. Urla Pazarına sık sık gider, ihtiyaçlarımızı alırdık. Oteli, lokantası, kasabı aklınıza ne gelirse her türlü esnafı vardı. Aradığın, ihtiyacın olan her şey mevcuttu. Kasabadan normal fiyatlarla alabiliyorduk. Bir gün Annem ile birlikte Urla’ya Cuma Pazarına gitmiştik. Sene 1960’dı. Bütün pazarı gezdik Annem hep ziraat aletlerine bakıyor, benim gözlerim ise beyaz naylon gömlekleri tarıyordu. Çocukluğum garibanlık içinde geçti. Üzerime giydiğim giysiler dokuma gömleklerdi. Pantolon ne gezer? Dokuma kumaştan pijamalarla geçti yıllarım. Anneme bin bir yalvarmakla bir tane naylon içinde az ipek olan beyaz bir gömlek, bir de tokyo terlik aldırdım. Tokyo terlik’in tabanı yedi katli rengârenkleydi. Alaçatı’ya sevinçle geldim. O gece gömleğim ve terliklerimle uyudum. Sabah uyandığımda tarlaya gitmemiz gerekiyordu. Benim gömleğim üstümde, terliklerim ise ayağımda tarlaya gitmeyi beklerken: Annem; her ne kadar “Çıkar onları. Onlarla tarlaya gidilmez!” dediyse de başaramadı. Ben üzerimdekilerle tarlaya gittim. Telsiz mevkiinde bulunan anız tarlasında terliklerle yürümek kolay değildi. Ayaklarımın her yanı anızlarda sıyrık içinde hep kanamıştı. Ama ben terliklerimle anız tarlasında dolaşmaktan ve almış olduğum keyiften anızların ayaklarımın kanamasını ve vermiş olduğu acıları hiç dert etmemiştim. Çünkü çok mutluydum. Bu gün Alaçatı’nın verimli topraklarının çoğunu taş binalar aldı. Sokaklar buz gibi ova yolları artık çift şeritli oldu. Eşekleri göremiyoruz her evin önünde park edilmiş lüks arabalar var artık. Beş Ali’nin at arabası yok. Hurmalı ovasında çalışan Mehmet Bakırlı yok, Ayhan Tezcan. Nevin Tezcan, Hakkı Demiray,hurmalı ovasında Orhan Girgin, Hasan Arıcı yok, Aslan amca, Kaplan amca, "Akalın" liman ovasında Süleyman Akkaya,nerde bu güzel insanlar nerde.? Bugün tekrar dünyaya gelseler ne yaptınız bu güzelim arazileri güzelim tarlaları taş yığını haline geiniz diye bizden nasıl hesap sormazlar mıydı acabaaa.?
Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinceye kadar yaşanılan süreçte asla unutulamayan zaman dilimleri vardır. Onlar hep sizinle birliktedir, her nerede olursanız olun. Köy yaşamımda geçen ova ve vadi günlerim benim açımdan o safhalardan belki de en önemlisidir.
Babamın ölümünden sonra Annem aileyi toplayıp Alaçatı’ya göç eder ve 1952 yılından beri hep bu güzel Alaçatı bucağında sürer hayatım. Arada bir köyümüze giderdik. Sonraki yıllarda konakladığımız kış aylarında, Germiyan Köyü’ne yürüme mesafesi olarak yaklaşık bir buçuk- iki saatlik bir uzaklıktadır. Adını Germiyanoğulları’ndan aldığı “GERMİYAN” köyü bulunduğu konumu itibariyle zeytin ağaçlarının ve çok bereketli toprakların yamacında kurulmuş.
İzmir yolu üzerinden giderseniz Merdivenlikuyu sapmazından sol tarafa giden yoldan Germiyan köyüne giderseniz. Hemen sağ tarafında Yuvarlak Vadisi dediğimiz keskin bir vadi, karşısında heybetli bir dağ, üst tarafa giden Ildırı’ya ve Kadıovacık’a kadar götüren bir dağ silsilesi ile bezenmiş olan ve çocukluğumun bir bölümünün geçtiği yaylamız Karacasar ovası. Zeytin dalına kurulan salıncakta sallandığım zeytin ağacı işte orada, sınırın tam da kenarında.
Yaşlanmış, yıpranmış. Ben şu yaşıma geldim. Aklım erdi ereli var. Kim bilir ne zamandan beri ayakta ve kim bilir hangi çağın tanığı. Karacasar’ın yamacındaki ağılımızın yeri harabe artık. İçinde büyüklerimin de içinde barındığı, dağdaki küçük tek katlı üstü toprak olan evimizden eser yok. Oturuyorum bir taşın üstüne ve geçmiş zamandan kalan sesleri dinliyorum, içimde yankılanırken. Eskilere gidiyorum. Çok eskilere. Hatıralar canlanıyor ilk günkü tazeliğinde. Hep bir aradayız. Her yer cıvıl cıvıl.Sabah tan yeri ağarırken, işe yaramayan küçük çocuklar hariç uyanıyor herkes. Mevsim yaz, fakat sabah keskin bir soğuk var iliklerine kadar titreten. Kalın giyinmelisiniz o yüzden, güneş karşıdaki dağın üzerinden görününceye kadar.
Çiğ düşmüş dalların ve otların yapraklarına. Yürüdüğünüz yerde dizinizden aşağısı ıslanıyor. Aldığınız nefesi saç diplerinde, tırnak aralarında hissediyorsunuz. Derinizdeki tüm gözeneklerden oksijen saldırısı altındasınız. Kısacası vücudunuza olabilecek her noktadan sağlık, dahası hayat şırınga ediliyor doğanın ellerinden.
Yaylanın sol tarafında aşağı doğru uzayıp giden sorgun ağaçlarının bulunduğu sulak alandaki rüzgarda nazlı salınan lalelerinin kokusuna, aşılanan dağ kekiğinin aromatik kokusu sarıyor yaylanın bütününü. Tan yeri aydınlığı ile birlikte. Cırcır böcekleri bir telaş bir telaş. Uzaklardan bir yerden kınalı keklik sesleri yükseliyor, gak gak gubak, gak gak gubak! Ya eşine ya da yavrusuna sesleniyor, bir gayretli melodi ritminde.
Dışarıda hayat böyle. Ya ağılın içerisinde? Annem bir çorba kaynatma çabasında, süslü tahta kaşıklarımızla çala kaşık yiyelim diye. Taze sağılmış süt de var, birer bardak içmek için. Halis buğday unundan, saç üzerinde pişirilmiş yufka köy ekmeği misler gibi kokmakta ısıtılırken ocaktaki sacın sırtında. Bugün kuru kaymak da yiyeceğiz belli ki. İki kocaman dal kaymak konulmuş tahta ayak üzerindeki kenarları türlü motiflerle işlenmiş bakır tepsi soframızın kenarına. Peynir var soframızda, sepet peyniri. Isırırken dişlerinizde gıcırdayan, mis kokulu, lezzeti ala ki, Annemin hünerli ellerinden üreyen. Çökelek noksan olur mu yayla sofralarından? Yufka ekmeğinin arasında sıcak çorbanın yoldaşı...
Komşu yaylalardan da güne başlamanın belirtileri geliyor. Koyun ve kuzu melemeleri çan seslerine karışıyor, köpek havlamaları eşliğinde. Çobanımız hazır. Sürüyü geniş otlaklarda gezdirmeğe… Ağır ağır ayrılıyorlar ağılın çevresinden. Çoban köpeklerimiz sürüye gözleri gibi sahip olmak üzere çobanımızın en büyük yardımcıları; bir dikkat, pür dikkat! Her yabancı ses alakadar ediyor onları. Dönüp duruyorlar biteviye sürünün etrafında. Güvenlik had safhada demek istediğim. Yalnız sürüye değil, canımıza da bekçilik yapmakta can yoldaşı köpeklerimiz. Kadınlar sütten mamul ürünler yaratacak alın teri ile yoğrulan. Erkeklerden yetişkin olanlar tarlaya Veya köye gidip gelecekler…
Aralık 2012’de dükkânımı yeni adresime taşınmıştım. Müşterilerim yeni adresimi bulmakta epeyce zorlanmışlar. Ama; “Sora sora Bağdat bulunurmuş” diye çok güzel bir söz vardır. Her gelen dostum “Yahu Ömer çok uzaklara gelmişsin! Diyerek sitemde bulundular. Son yıllarda Alaçatı’da dükkân kiralarından dolayı küçük esnafın durumunu anlatınca bana hak verdiler. Alışveriş için ziyaretime gelen dostlarım: “Dağ başına gitsen, seni yine buluruz! ” diyerek desteklerini verdikçe içim pozitif enerji ile doldu. Bir gün, Reisdere Köyü’nden rahmetli Faik Acar Amca’nın oğlu Kerim Acar, dükkânımdan içeriye girdi. “Ömer seni çok aradım. Zor buldum. Yıllar sonra Alaçatı’da adres soracağım hiç aklıma gelmezdi! ” dedi. Alaçatı çok gelişmekte olan bir belde. Cadde ve sokaklarımızda büyük bir değişim yok belki ama bina sahipleri el değiştirdi. Yıllar önce böyle değildi tabii. Rahmetli Rıza Erçeşmeli Cami altında yıllarca bakkal dükkânı çalıştırdı. Cumhuriyet meydanında Fevzi Yıldız otuz yılı aşkın bakkal dükkânı işletti. Bu gün yerinde başka bir mekânlar açıldı. Kerim arkadaşıma birkaç tane mekân ismi söylemişler ama benim dükkânımı bulmakta zorlandığını anlattı. “Bana bilmediğim dükkânların adreslerini söylüyorlar seni bulmam için. Bana deseler ki Mustafa Salkım’ın dükkânını geçince yahut Tatlıcı Hasan Usta’nın dükkânını geçtikten sonra diye bilirdim nerede olduğunu... Ama bana yeni isimler söylenince bilemedim.” Kerim arkadaşımın bu sözlerini duyunca hüzünlendim. Cuma günü öğlenden sonraydı. Kemalpaşa Caddesi’ndeki dükkânımın önünde oturmuş, kitap okuyordum. Tanıdık bir ses bana: “Hayırlı işler Ömer! ” diye seslenince başımı kaldırdım ve teşekkür ederken Sıtkı amcanın oğlu seslenenin Civan Ali olduğunu gördüm. “Ağabey gel otur, dinlen biraz” dedim. Hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Birer çay içtik ve başladık muhabbete... Hayat şartlarından sonra mevzular çocukluk anılarımız geldi. Civan Ali benim eski çocukluk yıllarımdaki mahalleden arkadaşımdı. Her gün birbirimizi görür, gençlik yıllarımızda ortak dostluklar kurardık. Ali Ağabeyin elinde bir bakraç, akşam karanlık basmadan önce bize gelir ve gün aşırı süt alırdı. Evimizin az ilerisinde bulunan santralin önündeki park alanında birlikte çok oyunlar oynadık. Komşumuz Koz Nuri (Canol) kamyon şoförüydü. İş dönüşünde kamyonunu Pazaryeri Camii’nin yan tarafına park eder,elinde büyük bir file kese kâğıdında bir şeyler sarılı vaziyette hemen evine girer, sabah namazından önce de işine giderdi.Koz Nuri’yi hiçbir zaman işe geç gittiğini göremezdik. Bir de Nazmiye Ablamız (Sakarya) vardı. Dünya tatlısı bir ablaydı. Sokağımızın başında eski Rumlardan kalma bir evde otururdu. Evinin kocaman arsası yüksek duvarlarla çevriliydi. Yetmişli yılların başında evinin bahçesine tek katlı çok güzel bir ev yaptı. Evin sokağa bakan cephesinde oturur, başında beyaz tülbentiyle her geçen tanıdıklara hal hatır sorardı. Yeni evini bitirdikten sonra kısa bir zaman içinde eski evini Rahmetli Fevzi Yıldız satın almıştı. Teyzemin büyük oğlu Hüseyin Yıldız bu eve taşındı. Nazmiye Abla akşam üzeri elinde süt tenceresi ile bizim evimize gelir, hayvanlarımızın sağılma saati gelinceye kadar Annem ve Büyükannemle saatlerce ayakta sohbet ederlerdi. Nazmiye Abla Rahmetli İskeçeli Hafız’ın kızıydı. Babası Pazaryeri Camii İmamıydı. Yıllarca imamlık yaptı ve gençlere din dersi ile Kur’an öğretti. O güzel sesli Hüsnü Hoca (Koç) O’nun talebesiydi. Nazmiye Abla’nın eşi Urlalı Süleyman Sakarya idi. Süleyman Ağabey Çeşme’de komisyonculuk yapardı. Çok şık giyinirdi. Ütüsüz pantolon, gömlek, giymezdi. Yaz aylarında akşamüzerleri Nazmiye abla ile Süleyman ağabey el ele tutuşur, Şehitler caddesinde tur atarlardı. Biz de hayran hayran bakışlarla izlerdik. Kendimize hep onları örnek alırdık. Mahallemizin örnek insanlarıydılar. Büyük küçük demezler, her kese hâl hatır sorarlardı. Ben evinin önünden geçerken, bana: “Karaoğlan Karaoğlan…” diye şarkılar söylerdi. Bende kendisine gülümser, ve o güzel sesi dinlerdim. Nazmiye Ablamızın yola bakan bahçeli evi geçen güne kadar duruyordu. Her geçişimde pencereden Nazmiye Ablam bana seslenecekmiş gibi gelirdi. Nazmiye Abla’yı kaybedeli uzun zaman oldu belki ama ben onun ölümünü bir türlü kendime inandıramadım. Nazmiye Ablanın evi artık yok! Hatıralar da yerle bir oldu. Bir tarih daha silindi tarih sayfalarından. Bir yaprak daha gitti. Değişimin önünde duramıyorsunuz! Bu böyle gelmiş böyle gidiyor. Her yüz senede bir, sahipler değişiyor galiba... Civan Ali Ağabeyle bunları konuştuktan sonra “Ömer ben gideyim artık! Koskoca ailede tek ben kaldım. Evde sadece kedim var ve bir de ben… Bazen kedimle konuşuyorum. Bir gören olsa Ali delirdi derler.” Hüzünlenerek bir birimize iyi geceler diledikten sonra yanımdan ayrıldı. Kalın sağlıcakla…
Kıyı boyunda Çeşme’yi yürümek ve düşünmek sonra… Denizi bilmek, gün boyunca sorunlardan kaçıp giden mutlu duyguların bizlerin üzerinde bıraktığı olumsuz havanın aksine güneşler asılı dallarında Çeşme’yi sevmek ve bu İlçeyi adımlar boyu yaşamak… Sözüm Çeşme; Her şeyden çok nefesi şiir olan İlçe özünde biraz özlem olsa da vuslatı şiirde bulmuş bir ilçe. Ürkek adımların yanı sıra, güçlü adımlar mutsuz çehrelerin yanı başında tebessümle çiçeklenmiş yüzler ve yüzlerce heyecan martılar sırtında Alaçatı’da Dalyan’da Çiftlik’te hayaller demlenmelidir bu vakitlerde; saatler Çeşme’de sahil kıyısında yürümeyi gösterirken. Çeşme’de hayaller kimi zaman sevmek ve sevilmek üzerine kurulur.
Ve bu ipekten dokunan hayaller mavi kanatların sırtında büyür ve yürür. Sabahlardan akşamüstlerine ve akşamüstlerinden mehtapların çıktığı gece vakitlerine kadar usanmadan yürüyüp bitmez Çeşme’de sahil kıyıları. Çeşme kıyılarında bin bir farklı dünya, renkli, çocuksu, hayatı öğreten…
Adımlar bitmez gözükse de son bulan mevsimler aceleci gözükür kaçıp gitmekte. Sıralaşmış Arnavut kaldırımları soğuk benizli çehresinden kopan sonbahar öksürükleri yaz mevsiminin vakit tamam dediğini gösterir. Acaba nerededir şimdi çiçekleri büyülü, güneşi inciden denizi ömür yaz mevsimi? Sonbaharı sevmediğimden yakınmıyorum sadece yaz mevsimini biraz erken özledim. Benim özlemim yaz mevsimiyken içinde başka özlemler taşıyan onlarca, yüzlerce insan görüyorum sararan kaldırımları çiğneyip geçip giden. Sadece geçip gitmez yüreğinde özlem taşıyan kişi.
Ardında kendinden ve hasretinden bir parça bırakır. Bu artta kalan candır, sevilmeye sevmeye dair. Kavuşmayı beklemek Çeşme’nin kızgın güneşli havaları beklemek kadar uzaktır şimdi. Sahil boyunda yürüyerek sonbaharı yudumlamak bir akşam vakti, ölgün yaprakları çiğneyerek… İlçenin herkeste başka duygular uyandıran halinin bendeki yankısı mutsuzluk olamaz. Çeşme’de sahil boyunda yürümek bir ömürdür mevsim sonu olsa da.
Öte yandan hüzün şehri değildir Çeşme. Hem kıyı boyu yürümeler aklı kurcalayan her ne varsa alıp götürür. Aslında Çeşme biraz kendini dinlemektir. Işıl ışıl parıldayan kaldırımların üzerinden gitmek akşamın bu kör halini zihinlerden siler öyle ki. Bir kaç nefeste geçip gidiliveren bu inciden kıyılar bir ömre sığmayacak kadar büyük sevdaları görüp de saklamıştır içinde. Herkes farklı duygularla kıyı boyu Çeşme’nin eşsiz zenginliğinde adımlar tüketirken, bende herkesten farklı duygularla adımlarımı ve saatleri buharlaştırarak ilerliyorum. Fikrimce her şeyden güzeli denizi bilmek ve dalgaların sabırsız çırpınışları eşliğinde mehtabı beklemek… Kalın sağlıcakla
ALAÇATI’DA YAŞAM 1960’lı yıllardı. Alaçatı Belediyesi’ne ait elektrik santrali vardı. Bugün halk Pazarı kurulan Dutlu Caddesinden yürüyerek beş yüz metre. Alaçatı Şehitlik parkımız var. Yaklaşık 15 dönüm alanı olan ve etrafı yüksek taş duvarlarla çevrilmiş, içinde palmiye ağaçları, kurtuluş savaşında canlarını bu vatan için seve seve vermiş şehitlerimizin anıt mezarları. Etrafında yüzlerce çeşit çiçekler mis gibi kokuyor. Duvarların üstüne sarılmış yemyeşil sarmaşıklar. Sarmaşıkların bir kısmı beyaz, bir kısmı mor renkte açmış. Renklerin güzelliğinden ve kokusundan ayrılamazsınız. Şehitlik bahçesinin yan tarafındaki Karagöz tepeye giden yol kıyılarındaki geniş hendekler, dokuz köprülerden taşan sular hendekleri doldurmuş. İçinde yeşil kurbağalar, küçüklü büyüklü Kaplumbağalar, küçük kefal balıkları bu temiz suda dans ediyorlar. Sürülmemiş tarla sınırlarında deniz börülceleri, diz hizasına gelmiş turp otları sarı filiz vermiş. Yemyeşil mis gibi doğa kokusu. Altın dişli Mehmet Yasemin, eşeğine pulluk ve hamutu sarmış beygiri, eşeğinin arkasına bağlamış kendisi eşeğe binmiş tarlaya çift sürmeye gidiyor. Şehitlik bahçesinden Alaçatı’ya gelirken eski mezbaha önünde, Kasap İbrahim (Masat) , elinde çengeller, kasap Bekir (Doğan) , İki oğlu Nazım ile Nedim, beraber ellerinde kalın urganla bağlanmış düveyi mezbahaya kesime götürüyorlar. Beş Ali (Çitçi): iki tekerlekli at arabasına kırmızı doru beygirini koşmuş, beygirinin alnında ziller, beygirin hamutunda rengârenk motiflerle süsler, at arabasının tekerleklerin ve zillerin vermiş olduğu o güzel ses! Caddenin sağına soluna dikilmiş yarım asırlık dut ağaçları. Yolun sağında bulunan tarlalar boydan boya sürülmüş tütün fidanı ocakları. Tarla kenarlarında gübre yığınları. Tütün fidanlarını gübrelemek için depolanırdı. Cemal Can Amca elinde yarım metre uzunluğunda sigara takımı, sigarasını yakmış diğer elinde bağ çapası bahçesine gidiyor. Cemal Amca gündüz bahçe işi, akşamları da Alaçatı’nın en güzel Şambali tatlısını yapardı. Çocukları Zale ile Tule, akşam kahvelerde veya sinemalarda dilimi yirmi beş kuruştan Şambali tatlısı satarlardı. Evimiz Elektrik santraline çok yakındı. Elektrik santralinin bahçe duvarları yerden bir metreden yükseklikte ve üstüne iki metre dikenli tel ile çevriliydi. Sadık Baba santralin bahçesini çok iyi bakardı. Rengârenk güller, kasım patları sarmaşıklar, bahçedeki havuz masmavi, suyun rengi tertemizdi. Elektrik santralinin devasa bir demir kapısı vardı. Elektrik motorları çalışmaktan dolayı içerdeki ısı yükseldiği vakitler Sadık Baba ve Paraşüt İsmail ikisi beraber kapıyı ray sistemi olmasına rağmen zorla açarlardı. Elektrik motorlarının su devir daim fıskiyelerini seyretmeyi çok severdik. Elektrik motorlarının gürültüsü hiç bitmeyen bir melodi gibi gelirdi bizlere. Manav Nurtin Ağa ve kardeşi Osman Amca’nın Pazaryeri Cami altında manav dükkânları vardı. Selanik kesreden mübadelede gelmişler. Çok disiplinliydiler. Dükkânlarının yanında hemşerileri olan Sıtkı Ağa’nın (Özcan) ağaçtan küçük bir masası vardı. Masasının üstünde ayakkabı çivisi falçata kırnap ipi ve küçük bir bal mumu. Tamir olacak olan ayakkabıyı eline alır, ipin ucunu masada önceden çakılmış olan çiviye düğüm attıktan sonra ipi bir güzel mumlar sonra ayakkabı iğnesine ipi geçirdikten sonra başlardı ayakkabının sökük yerini dikmeye. Sıtkı Amca’nın muhabbetlerine doyum olmazdı. Babasının ve yakınlarının Çanakkale’de savaştıklarını, nasıl şehit düştüklerini tek tek gözleri yaşlı anlatırdı. Hastanenin sol tarafında Mehmet Şenol’un kahvehanesi vardı. Mehmet Ağabeyin gür sesi: “Hadi beyler, çay içmeyen kalmasın! ” diye bağırması halen kulaklarımda. Eski Belediye sinemasının yanında dükkânlar vardı. Tatlıcı Yusuf Usta, Berber Ali Sarı, Terzi Yılmaz, İsmet Eser! ’in bakkal dükkânı. Manav Ankaralı Mustafa, Nebi Çatalbaş ve daha birçok esnaflar... Çarşı cıvıl cıvıldı. O yılların en güzel tatlılarından keşkül, muhallebi, Hasan Usta’nın meşhur Kara helvası! Hele ki taş helvası bir başkaydı. Kış aylarında özel Hasan Usta’ya gider, taş helvasından yerdik. Hasan Usta’nın Önünde çizgili bir önlük. Elinde kalın ve uzun bir bıçak. Taş helvası kalıp halinde ve küçük parçalar halinde keser. Tezgâhındaki terazisinde helvayı tartar, önce yağlı kâğıda sarar, sonra da kese kâğıda koyar size öğle verirdi. 1960’lı yıllarda yokluk vardı. Yoksulluk vardı. Oturduğumuz binalarda bugün adına Şömine dediğimiz yapının o yıllarda adı ocaktı. Dağlardan topladığımız odunları ocakta yakardık. Okuldan aç dönmüşsün, evinde yemek için bir şey yoksa komşuya gidilir, komşudan bir şeyler istenirdi. Ama yumurta ama tarhana! Komşunda ne varsa paylaşılırdı. Bugünlük de bu kadar. Kalın sağlıcakla.
Bu yıl Alaçatı Belediyesince 2. düzenlenecek olan “Ot festivali” 2 ve 3 Nisan 2011 Cumartesi, Pazar günleri beldemiz Eski Pazaryeri Meydanında yine çok sayıda iştirakçinin katılımı ile gerçekleşecek. “Masallar Diyarı Alaçatı’da, Otların Rüzgârlı Öyküsü” sloganı ile görücüye çıkacak ve bu yılda 2. gerçekleşecek olan “ot festivalinin” ana temasının hareket noktası bir efsaneye dayanmakta!
Efsaneye göre, antik çağda Alaçatı'da 1001 çeşit ot yetişir, ancak bu otların tamamını hiç kimse tek başına toplayamazmış. O gün bu gündür de bunu hiç kimse başaramamış. İşte bu festivalin ve içeriğinde yer alan yarışmanın düzenlenme gerekçesi de bu efsanenin gerçekliğinin kanıtlanabilirliğini bir kez daha sınamak.
Bunu kanıtlamanın tek yolu da yarışmaktan geçiyordu. Biz bunu geçen yıl denedik, bundan sonraki yıllarda da denemeye devam edeceğiz.
Kim bilir belki?
En fazla çeşidi toplayan, ama doğadan onu doğru ayıran yarışmacılarımız birinci olacak.Cumbalı evlerin taş mutfaklarından hiç eksik olmayan ot dolu tencereler, bir kez daha Alaçatı sokaklarında toplumsal ve kültürel gerekçeler ile kaynatılacak. Alaçatı'nın geleneksel ot yemekleri bir biriyle yarışarak, her bir kaşık dolusu ot yemeğinin sağlık için ne anlama geldiği üzerinde bilimsel tartışmalar da yapılacak.
Geçen yılki Ot Festivali'nde; “bin bir ot” kategorisinde birinciliği 101 çeşit otu toplayan Semra Aktaş Erden, ikinciliği Azime Tınaz, üçüncülüğü ise Recep Subaşı kazanmıştı.
“Ot Aşı” kategorisinde; birinciliği Aysen Kadıbeşegil ' in hazırladığı ' Kırk ot Salatası” İkinciliği Şehnaz Uludağ 'ın 'Güveçte Kuzu Etli Şevketi bostan' yemeği, Üçüncülüğü ise Özlem Koç 'un 'Enginar Çanağında Turp otu Salatası' almıştı.
Festivalin bu yılda tam bir bayram havası içinde gerçekleşmesini bekliyoruz. İzmir ve değişik illerden pek çok yarışmacının katılacağı “2. Alaçatı Ot Festivali’ne” yerel ve ulusal basının büyük ilgi göstereceğini umuyoruz.
Alaçatı, ülke gündeminde bir kez daha bu yönü ile yer alıp, ilgi odağı olmağa ve beğeni ile adından söz ettirmeğe devam edecek. Bu suretle, bir kez daha Egenin pek çok yabani otunun Alaçatı’da da yetiştiğini tüm ülkeye gösterme fırsatı bulacak, ne kadar bereketli bir coğrafyada yaşadığımızın sevincini bir kez daha tüm dostlarımızla paylaşacağız.
Sonuç olarak Alaçatı yine bir zoru başaracak. Yine adından övgü ve hayranlıkla bahsedilmesini sağlayacak.
Dereceye giren yemekleri hazırlayanlar ile en çok çeşitte ot toplayan yarışmacılara yine çeşitli ödüllerimiz olacak. Festival yine geçen yılki mekan da yapılacak. Bu mekânın isabetli bir seçim olduğu herkesin ortak kanaati. Konuklar, yine katılımcı yarışmacıları ve jüri üyelerini çok rahat izleyebilecekler.
Geçen yıl ki yemeklerle servis ve sunumları beni çok duygulandırmıştı. O anlarda sık sık çocukluk ve gençlik yıllarımın Alaçatı’ sına gidip geldim. Ot yemekleri yarışmasına katılan ve annemin de çocukluğumuzda bizlere yaptığı “çalkama yemeği” gözlerimi nemlendirmişti! Sağ olsun eşim, ara sıra bana bu yemeği yapar ama yemek festivalinde jüri önünde “çalkama’yı” görünce kendimi tutamamış ve bir an o yıları yeniden yaşar gibi olmuştum!
Şimdiden, yöre yemekleri ile Alaçatı’dan bu yarışmaya katılacak kadınlarımızı medeni cesaretlerinden dolayı tüm içtenliğimle kutlarım. Yarışmak kolay değil, hele yemek yarıştırmak her insanın harcı değil. Mangal gibi yürek gerek!
Cumhuriyetimizin bekçisi kadınlarımızı, hayatın her alanında olduğu gibi bu kulvarda da öncü rolü üstlenerek, erkekleri ile omuz omuza yeni başarılar için mücadele içinde olduklarını görmek kıvanç ve umut verici.
Alaçatı’mızın çıtasını daha yükseklere taşıyan Belediye Başkanımız Muhittin Dalgıç’ı, böylesi bir festivale omuz verdikleri için kutluyorum. Bu yılda 2. ve 3 Nisan tarihlerinde gerçekleşecek olan “OT yemekleri festivali” yemek yarışmasına öncelikle tüm kadınlarımızın katılmalarını diler, bu etkinliğe katkı sağlayan herkese teşekkür ederim.
Ayrıca tüm kadınlarımızın “8 Mart Dünya Kadınlar Gününü” en derin saygılarımla kutluyorum. Sağlıcakla kalın…
FAİK HOCA
Rahmetli Faik hocayı on yaşımdayken tanıdım. Hacımemişağa camisinin imamıydı. Annem bana sekiz yaşındayken namaz kılınmasını öğretmişti. Okula giderken on dört tane dua ezberletmişti. Bazı günler annem kadın mevlitlerine beni de yanına alır “bal tefsirini” okuturdu.
“Bal tevsiri, “Hz. Ali Kerremellahü Vecheh bir gün gazadan evine geldiğinde, Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.), Hz Ömer (r.a), Hz Osman (r.a) gelip Hz. Ali'ye "gazan mübarek olsun" demişler. Hz. Fatimetü'z-Zehra (r.a) onlara ikramen, kalaylı bir tas içinde bal getirmiş, balın üzerinde ince bir kıl görmüşler... Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a) "dördümüz de birer açıklama yapalım" buyurmuş.
Dört halifemizin yorumundan sonra Hakta aladan bir nida gelir. Ya Muhamed her kim bal tevsirini okursa, yada okutursa, yazıp Ümmetine hediyye ederse izzet ve celalim için, ben o kimseye 224 bin peygamber sevabı veririm. Bir insan, kendisine adet edinse, bu tevsiri okursa ve okutmaya devam ederse, hiç bir zaman sıkıntı çekmez. Ölürken hüsnü aleme hasip olur, Ahirete iman ile gider ve gelecek kaza ve musibetlerden kendisini Cenabı Hak Teala muhafaza eder”.
Bu bal tefsirini annem her mevlitte bana okutur, dinleyenler de ne güzel sesin var senin böyle,çok güzel okuyorsun diye methiyeler yağdırırlardı.Bu güzel sözler de benim çocukluk ruhumu okşardı.On yaşımda beş vakit namazımı son yıllara kadar hiç bırakmadım.Rahmetli Faik hoca, cenazelerden sonra evlerde yapılan hayır ve dualarda benim de mevlit okumamı dinleyince sesimi çok beğenip bana “Ömer arada “Hacımemişağa”camiine de gel seninle biraz mahric ve kıraat derslerine çalışalım dedi.”
Dünyalar benim olmuştu faik hoca bilaa bedel Alaçatı’da çok gençleri camide yetiştirmiş kişiydi. Bende Faik hocamdan birkaç sene Kuran okuma dersi aldım. Kimler yoktu ki ders alanlar arasında, Hamdi serin, Necat Kırçakçı, Zeki Pırnarcı, Erol Ceylan, Mehmet Ali Şahin, İsimleri bu sayfamıza sığmayacak kadar çok genç yetiştirmişti.
Rahmetli Faik hoca devletten hiç maaş almamış, devletin kadrolu imamı değildi. Gönüllü imamdı. Geçimini hep kendi imkânlarıyla sağlamıştır.
Onu evinize mevlit okumaya davet ettiğiniz zaman o akşam yatsı namazında kaç tane öğrencisi varsa, öğrencilerini de yanına alır kuran veya mevlit okuturdu. Okumak bittikten sonra mevlit sahibi Faik hocaya para ikramı yaparsa ertesi gün kaç para verildiyse, yanındaki okuyan öğrencilerle bölüşürdü.
Kimsenin hakkını yemezdi. Sabah namazlarından sonra pehlivanın kahvesine gider orada gün aydınlanıncaya kadar cemaat’ten de katılanlarla sohbetler ederdik. Genel de dini sohbetler arada güncel konular ve kurtuluş savaşından sonra mübadele günlerini anlatırdı. Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet paşadan söz açılınca Atatürk’ü anlatırken gözlerinden yaşlar gelirdi. Her seferinde çay paralarını bizlere ödetmez “siz misafirsiniz burası benim mahallem siz burada çay parası ödeyemezsiniz derdi”. Tam ülkesini seven bir din adamıydı. Nurlar içinde uyusun.
Bu gün imamlara size maaş vermiyoruz dense yine imamlık görevlerini yaparlar mıydı? Gerçek din adamlarını tenzih ederek, camilerimizde Allah için evet oyu verin diyen imamlarımız var ülkemizde. Son on beş yıl öncesinde camilerimizde siyaset var/mıydı?
Faik hocam da ömrü boyunca devletten beş kuruş para almadan elli yıldan fazla Alaçatı’da Haçımemişağa camisinde imamlık görevi yaptı.Tam bir Atatürk imamıydı.Ruhu şad olsun.
Kalın sağlıcakla……
Alaçatı anlatılmaz sadece yaşanır.
YAŞANILACAK KASABA ALAÇATI!
Alaçatı anlatılmaz yaşanılır, hissetmek gerek. İster lacivert soğuk denizi konuşalım, ister üç tepe altı mahalle… Her bir köşesini ya da esen rüzgârını! Dünyanın bu eşsiz kasabasını yudum yudum teneffüs etmek bu güzelliğin hakkını vermek gerekmez mi? Var mıdır sahi dünyada bir eşi? Hiç zannetmiyorum. Her yeni görenin hayranlığı ve methiyesi bunu göstermiyor mu? Şu gizemli dört değirmenini efsane tebessümü insanı alıp İzmir’in Alsancak’ına sürükleyişi duygu ve düşünce dünyanızın nasıl güzelleştirdiğini anlatamam size. Martılarını konuşalım, güvercinleri unutmayalım bu Kasabanın, Bundan böyle ister deniz trafiğinin görülmemiş enerjisini, uluslararası geçişlerden hat vapurlarına, balıkçı sandallarına kadar öylesine çok geniş bir yelpaze ki anlat anlat, ne biter ne de yeterlidir. Yaz ve kış mevsiminde yaşamalı diyorum Alaçatı’nın mavinin tonları ile cumba ve pencerelerinin renginin uyumunu. Alaçatı’ya unutulmaz bir bahar havası yaşatıyor ki, muhteşemdir tek kelimeyle. Alaçatı; o güzel dar sokakları sayesinde tarihi dokusunu bozmadan yaşatan, ferahlatan gülümsemesi olmasa dayanılır gibi değil. Dünya ülkelerinden gelen turistlerin bile hayretini çekmektedir. Ne var ki hangi olumsuz zor şartlar göz önüne gelirse gelsin, şehrin sevimli martılarının her zamanki melodik şirinlikleri hiç durmadan devam eden yaşama mücadelesi ve mavi suyla olan sevinçleri unutturuyor sıkıntıları. Hatta insanı yeniden hayata bağlıyor. Bu şiir Alaçatı’da insanlar her zaman anlaşır günlüklerini yaşıyor çabalıyor küçük dünyalarıyla tutunmaya çalışıyorlar. Alaçatı’da bir aile gibi evlerimiz, baş başa, diz dize her zaman her an yanı başımızdaymış başucumuzdaymış gibi hissettiğimiz, duygu yüklü evlerimiz. Derinlemesine baktığımızda medeniyetimizin mimari renginin, insanı hayatı ve yeryüzünü nasıl da sevgi barış özgürlükler dünyası üzerinde yansıttığını ilgi hayranlık ve gururla fark edeceğiz. Dün ve bugün Alaçatı en yalın sade duruşu ve günümüz Yaz sezonunda kalabalığı arasında sıkışıp kalsa da taşıdığı gizemlilik manevi zenginlik ve tarihsel dokusu ile eskimez bir tablo. Ah Alaçatı sana her bakışımda kederliyim bu yaşadığım kasaba fotoğrafında, insanlık tarihi kadar eski, Agrilia denizinin durgun suyu kadar gizemli lacivert görünümü hayat dolu. Sessiz bulutların içinden geçiyor gibi yaşadığım kasabanın sabahını teneffüs ediyorum. Bütün yankılar bütün renkler mavinin koynunda o muhteşem güzelliğiyle ve yağmur düşüyor. Alaçatı kadar güzel yağıyor bütün aşkların üstüne ve gece olunca yıldızlar şarkı okuyor Alaçatı’ya. Böyle de romantik bir kasaba ve bu şehirde yaşamak güzel bütün acılara sıkıntı ve mutsuzluklara rağmen. Çünkü Alaçatı yaşıyor içimizde bu yüzden korkularımız değişir kâh bizi teskin eder kâh mücadele azmi katar bir kimlik, kişilik, şahsiyet yükler. Yağmurun kokusu tadı bir başkadır sanki uzak bir geçmişten süzülen gözyaşları gibidir ve gecenin renk renk ışıkları. Dayanamıyorum şehrin bir mumun yanışı gibi latif ve dertli zenginliğine o kadar farklı ki alemler gezdiren bu esrarlı sevgisi. Beni kendisine bağlamakta, bağışıklık yaptırmakta bu hüzün anları değil mi beni de çeken? Ah bu güzel kasabam Alaçatı. Düşünce duygu bakış ölçülerimi mavi yaptı düşlerim mavi gök mavi su mavi sevgi mavi bundan mı? diye düşünüyorum bendeki deli mavilik! Hangi tepesinden bakmalıyım Alaçatı’nın? Lacivert yosun kokulu o güzel görünümüne? Baktıkça başka bir dünya, başka bir dert ya da mutluluk başımı alır kaybederim kendimi. Saatlerce dalgaların gel git sahile vuran haberlerinden… Alaçatı mavi mavi çağırıyor nasıl reddedebilir? İnsanın içinden yürümek gelir. Alaçatı sahilinin ışıltılı mavi görünen denizinin güzelliğine doyum olmuyor. Sahilleri nasıl da insan mutlulukları ile dolu. Yumru Sahili’ne nazır kurulmuş şanslı evlere bakıyorum. “Ah ne güzel bir yaşam olmalı bu evlerde!” Alaçatı sahiline doğru yürüyüp, sabah çayını mavi sulara bakarak yudumlamak! Güneş batarken terasta duygulanmak. Kim bilir hangi sevinçli yüzler veya mutlu insanlar oturuyordur? Alaçatı’nın dağlarından bu kadar güzel hem çekici hem en güzel kokan bir başka çiçek daha var mıdır?
ÇAKMAK OVASI!
Siz hiç Çakmak Ovası’nın patika yollarında kayboldunuz mu? Ya da Sülemiş Ovası’nın yamaçlarına çıkıp, beş veya altı metre boyunda zeytin ağaçlarını gördünüz mü? İki üç kişi ile beraber kucaklayarak ağaç gövdesini ölçtüğünü gördünüz mü? Liman Ovası’nın topraklarında yetişmiş taze acurlarından toplayıp, cacık veya tütün fidanı ocaklarının kıyılarından marul toplayıp, yapraklarından bol sirkeli salata yaptınız mı? Kış ortasında tarladan patates söküp, ocak ateşinde kıyıları kurum olmuş bakır tencerede kaynatıp, sonra patatesleri soyup, pekmeze bandırarak yiyip karın doyurdunuz mu? Çakmak ovası tarlalarında turp otu toplayıp, haşlama yaparak, bol limonlu ve has zeytinyağlı salatasını yediniz mi? Dere kıyılarından köpüşken otu toplayıp evinizdeki kümeste besleyip tavuklarınızın yumurtladığı taze yumurta ile beraber kavurup, köpüşken'li yumurta yedinizdi? Yerli buğday unuyla yoğrulmuş bahçendeki ev fırınında pişirilmiş dumanları tüterek taze ekmek yediniz mi.? Arpa çuvallarını merkebinize yükleyip Barbun Ali’nin (Ağabeyimizin) değirmeninde öğüttüğü unundan ekmeğini tattınız mı? Burcu burcu kokan ekmek kokusunu burnunuzla kokladınız mı? Ve daha sayamadığım yüzlerce çeşit meyve türlerini dağlarından toplayarak yediniz mi? Ben bunların hepsine kasabamda şahit oldum. Karadağ’ın tam tepesinde: Derler ya hani; “Dağ-taş orman ve yabani hayvan!” ben orada gördüm. Bin bir çeşit kuş, hayvan ve böcek. Yol boyunca zakkum ağaçları ile kaplı Alaçatı Çamlık Yolunun kıyıları, baharda açan rengârenk çiçeklerine ve kokusuna doyum olmuyor. Alaçatı’nın ovaları çok verimlidir, Sülemiş, Haydariye,Göbene, Çakmak Ovası, İmamoğlu, Hurmalı, Liman Ovası, Telsiz, Batarya, ekilen arazi öylesine çoktu ki; geçim sorunu hiç yok gibiydi. Arazilerin birçok yerine gidebilmek için yol yoktu. Patika yollardan gidip geliyorduk. O yıllarda televizyon yoktu. Radyo az kanallıydı bir TRT’yi bir de Sofya Radyosu’nu dinleyebilirdik. Sofya Radyosu günde birkaç saat Türkçe yayın yapardı. Türkiye’den veya Avrupa’ya çalışmaya gitmiş gurbetçilerden istekler olurdu genelde Yüksel Özkasap, Ruhi Su gibi çok değerli sanatçılar hep hasret Türküleri söylerlerdi. Şeritli teyplerle şarkı, türküler dinliyorduk. Kabak kemaneyi, onlara eşlik eden köçek oynayanları o yıllarda tanıdım. Bugün ilçe olan Urla o zamanlar küçük bir kasabaydı. Urla Pazarına sık sık gider, ihtiyaçlarımızı alırdık. Oteli, lokantası, kasabı aklınıza ne gelirse her türlü esnafı vardı. Aradığın, ihtiyacın olan her şey mevcuttu. Kasabadan normal fiyatlarla alabiliyorduk. Bir gün Annem ile birlikte Urla’ya Cuma Pazarına gitmiştik. Sene 1960’dı. Bütün pazarı gezdik Annem hep ziraat aletlerine bakıyor, benim gözlerim ise beyaz naylon gömlekleri tarıyordu. Çocukluğum garibanlık içinde geçti. Üzerime giydiğim giysiler dokuma gömleklerdi. Pantolon ne gezer? Dokuma kumaştan pijamalarla geçti yıllarım. Anneme bin bir yalvarmakla bir tane naylon içinde az ipek olan beyaz bir gömlek, bir de tokyo terlik aldırdım. Tokyo terlik’in tabanı yedi katli rengârenkleydi. Alaçatı’ya sevinçle geldim. O gece gömleğim ve terliklerimle uyudum. Sabah uyandığımda tarlaya gitmemiz gerekiyordu. Benim gömleğim üstümde, terliklerim ise ayağımda tarlaya gitmeyi beklerken: Annem; her ne kadar “Çıkar onları. Onlarla tarlaya gidilmez!” dediyse de başaramadı. Ben üzerimdekilerle tarlaya gittim. Telsiz mevkiinde bulunan anız tarlasında terliklerle yürümek kolay değildi. Ayaklarımın her yanı anızlarda sıyrık içinde hep kanamıştı. Ama ben terliklerimle anız tarlasında dolaşmaktan ve almış olduğum keyiften anızların ayaklarımın kanamasını ve vermiş olduğu acıları hiç dert etmemiştim. Çünkü çok mutluydum. Bu gün Alaçatı’nın verimli topraklarının çoğunu taş binalar aldı. Sokaklar buz gibi ova yolları artık çift şeritli oldu. Eşekleri göremiyoruz her evin önünde park edilmiş lüks arabalar var artık. Beş Ali’nin at arabası yok. Hurmalı ovasında çalışan Mehmet Bakırlı yok, Ayhan Tezcan. Nevin Tezcan, Hakkı Demiray,hurmalı ovasında Orhan Girgin, Hasan Arıcı yok, Aslan amca, Kaplan amca, "Akalın" liman ovasında Süleyman Akkaya,nerde bu güzel insanlar nerde.? Bugün tekrar dünyaya gelseler ne yaptınız bu güzelim arazileri güzelim tarlaları taş yığını haline geiniz diye bizden nasıl hesap sormazlar mıydı acabaaa.?
YAŞANMIŞ ANILAR! 1
Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinceye kadar yaşanılan süreçte asla unutulamayan zaman dilimleri vardır. Onlar hep sizinle birliktedir, her nerede olursanız olun. Köy yaşamımda geçen ova ve vadi günlerim benim açımdan o safhalardan belki de en önemlisidir.
Babamın ölümünden sonra Annem aileyi toplayıp Alaçatı’ya göç eder ve 1952 yılından beri hep bu güzel Alaçatı bucağında sürer hayatım. Arada bir köyümüze giderdik. Sonraki yıllarda konakladığımız kış aylarında, Germiyan Köyü’ne yürüme mesafesi olarak yaklaşık bir buçuk- iki saatlik bir uzaklıktadır. Adını Germiyanoğulları’ndan aldığı “GERMİYAN” köyü bulunduğu konumu itibariyle zeytin ağaçlarının ve çok bereketli toprakların yamacında kurulmuş.
İzmir yolu üzerinden giderseniz Merdivenlikuyu sapmazından sol tarafa giden yoldan Germiyan köyüne giderseniz. Hemen sağ tarafında Yuvarlak Vadisi dediğimiz keskin bir vadi, karşısında heybetli bir dağ, üst tarafa giden Ildırı’ya ve Kadıovacık’a kadar götüren bir dağ silsilesi ile bezenmiş olan ve çocukluğumun bir bölümünün geçtiği yaylamız Karacasar ovası. Zeytin dalına kurulan salıncakta sallandığım zeytin ağacı işte orada, sınırın tam da kenarında.
Yaşlanmış, yıpranmış. Ben şu yaşıma geldim. Aklım erdi ereli var. Kim bilir ne zamandan beri ayakta ve kim bilir hangi çağın tanığı. Karacasar’ın yamacındaki ağılımızın yeri harabe artık. İçinde büyüklerimin de içinde barındığı, dağdaki küçük tek katlı üstü toprak olan evimizden eser yok. Oturuyorum bir taşın üstüne ve geçmiş zamandan kalan sesleri dinliyorum, içimde yankılanırken. Eskilere gidiyorum. Çok eskilere. Hatıralar canlanıyor ilk günkü tazeliğinde. Hep bir aradayız. Her yer cıvıl cıvıl.Sabah tan yeri ağarırken, işe yaramayan küçük çocuklar hariç uyanıyor herkes. Mevsim yaz, fakat sabah keskin bir soğuk var iliklerine kadar titreten. Kalın giyinmelisiniz o yüzden, güneş karşıdaki dağın üzerinden görününceye kadar.
Çiğ düşmüş dalların ve otların yapraklarına. Yürüdüğünüz yerde dizinizden aşağısı ıslanıyor. Aldığınız nefesi saç diplerinde, tırnak aralarında hissediyorsunuz. Derinizdeki tüm gözeneklerden oksijen saldırısı altındasınız. Kısacası vücudunuza olabilecek her noktadan sağlık, dahası hayat şırınga ediliyor doğanın ellerinden.
Yaylanın sol tarafında aşağı doğru uzayıp giden sorgun ağaçlarının bulunduğu sulak alandaki rüzgarda nazlı salınan lalelerinin kokusuna, aşılanan dağ kekiğinin aromatik kokusu sarıyor yaylanın bütününü. Tan yeri aydınlığı ile birlikte. Cırcır böcekleri bir telaş bir telaş. Uzaklardan bir yerden kınalı keklik sesleri yükseliyor, gak gak gubak, gak gak gubak! Ya eşine ya da yavrusuna sesleniyor, bir gayretli melodi ritminde.
Dışarıda hayat böyle. Ya ağılın içerisinde? Annem bir çorba kaynatma çabasında, süslü tahta kaşıklarımızla çala kaşık yiyelim diye. Taze sağılmış süt de var, birer bardak içmek için. Halis buğday unundan, saç üzerinde pişirilmiş yufka köy ekmeği misler gibi kokmakta ısıtılırken ocaktaki sacın sırtında. Bugün kuru kaymak da yiyeceğiz belli ki. İki kocaman dal kaymak konulmuş tahta ayak üzerindeki kenarları türlü motiflerle işlenmiş bakır tepsi soframızın kenarına. Peynir var soframızda, sepet peyniri. Isırırken dişlerinizde gıcırdayan, mis kokulu, lezzeti ala ki, Annemin hünerli ellerinden üreyen. Çökelek noksan olur mu yayla sofralarından? Yufka ekmeğinin arasında sıcak çorbanın yoldaşı...
Komşu yaylalardan da güne başlamanın belirtileri geliyor. Koyun ve kuzu melemeleri çan seslerine karışıyor, köpek havlamaları eşliğinde. Çobanımız hazır. Sürüyü geniş otlaklarda gezdirmeğe… Ağır ağır ayrılıyorlar ağılın çevresinden. Çoban köpeklerimiz sürüye gözleri gibi sahip olmak üzere çobanımızın en büyük yardımcıları; bir dikkat, pür dikkat! Her yabancı ses alakadar ediyor onları. Dönüp duruyorlar biteviye sürünün etrafında. Güvenlik had safhada demek istediğim. Yalnız sürüye değil, canımıza da bekçilik yapmakta can yoldaşı köpeklerimiz. Kadınlar sütten mamul ürünler yaratacak alın teri ile yoğrulan. Erkeklerden yetişkin olanlar tarlaya
Veya köye gidip gelecekler…
MAHALLE DOSTLUKLARI
Aralık 2012’de dükkânımı yeni adresime taşınmıştım. Müşterilerim yeni adresimi bulmakta epeyce zorlanmışlar. Ama; “Sora sora Bağdat bulunurmuş” diye çok güzel bir söz vardır. Her gelen dostum “Yahu Ömer çok uzaklara gelmişsin! Diyerek sitemde bulundular. Son yıllarda Alaçatı’da dükkân kiralarından dolayı küçük esnafın durumunu anlatınca bana hak verdiler. Alışveriş için ziyaretime gelen dostlarım: “Dağ başına gitsen, seni yine buluruz! ” diyerek desteklerini verdikçe içim pozitif enerji ile doldu.
Bir gün, Reisdere Köyü’nden rahmetli Faik Acar Amca’nın oğlu Kerim Acar, dükkânımdan içeriye girdi. “Ömer seni çok aradım. Zor buldum. Yıllar sonra Alaçatı’da adres soracağım hiç aklıma gelmezdi! ” dedi.
Alaçatı çok gelişmekte olan bir belde. Cadde ve sokaklarımızda büyük bir değişim yok belki ama bina sahipleri el değiştirdi. Yıllar önce böyle değildi tabii. Rahmetli Rıza Erçeşmeli Cami altında yıllarca bakkal dükkânı çalıştırdı. Cumhuriyet meydanında Fevzi Yıldız otuz yılı aşkın bakkal dükkânı işletti. Bu gün yerinde başka bir mekânlar açıldı. Kerim arkadaşıma birkaç tane mekân ismi söylemişler ama benim dükkânımı bulmakta zorlandığını anlattı. “Bana bilmediğim dükkânların adreslerini söylüyorlar seni bulmam için. Bana deseler ki Mustafa Salkım’ın dükkânını geçince yahut Tatlıcı Hasan Usta’nın dükkânını geçtikten sonra diye bilirdim nerede olduğunu... Ama bana yeni isimler söylenince bilemedim.” Kerim arkadaşımın bu sözlerini duyunca hüzünlendim.
Cuma günü öğlenden sonraydı. Kemalpaşa Caddesi’ndeki dükkânımın önünde oturmuş, kitap okuyordum. Tanıdık bir ses bana: “Hayırlı işler Ömer! ” diye seslenince başımı kaldırdım ve teşekkür ederken Sıtkı amcanın oğlu seslenenin Civan Ali olduğunu gördüm. “Ağabey gel otur, dinlen biraz” dedim. Hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Birer çay içtik ve başladık muhabbete... Hayat şartlarından sonra mevzular çocukluk anılarımız geldi. Civan Ali benim eski çocukluk yıllarımdaki mahalleden arkadaşımdı.
Her gün birbirimizi görür, gençlik yıllarımızda ortak dostluklar kurardık. Ali Ağabeyin elinde bir bakraç, akşam karanlık basmadan önce bize gelir ve gün aşırı süt alırdı. Evimizin az ilerisinde bulunan santralin önündeki park alanında birlikte çok oyunlar oynadık.
Komşumuz Koz Nuri (Canol) kamyon şoförüydü. İş dönüşünde kamyonunu Pazaryeri Camii’nin yan tarafına park eder,elinde büyük bir file kese kâğıdında bir şeyler sarılı vaziyette hemen evine girer, sabah namazından önce de işine giderdi.Koz Nuri’yi hiçbir zaman işe geç gittiğini göremezdik.
Bir de Nazmiye Ablamız (Sakarya) vardı. Dünya tatlısı bir ablaydı. Sokağımızın başında eski Rumlardan kalma bir evde otururdu. Evinin kocaman arsası yüksek duvarlarla çevriliydi. Yetmişli yılların başında evinin bahçesine tek katlı çok güzel bir ev yaptı. Evin sokağa bakan cephesinde oturur, başında beyaz tülbentiyle her geçen tanıdıklara hal hatır sorardı. Yeni evini bitirdikten sonra kısa bir zaman içinde eski evini Rahmetli Fevzi Yıldız satın almıştı.
Teyzemin büyük oğlu Hüseyin Yıldız bu eve taşındı. Nazmiye Abla akşam üzeri elinde süt tenceresi ile bizim evimize gelir, hayvanlarımızın sağılma saati gelinceye kadar Annem ve Büyükannemle saatlerce ayakta sohbet ederlerdi. Nazmiye Abla Rahmetli İskeçeli Hafız’ın kızıydı. Babası Pazaryeri Camii İmamıydı. Yıllarca imamlık yaptı ve gençlere din dersi ile Kur’an öğretti. O güzel sesli Hüsnü Hoca (Koç) O’nun talebesiydi. Nazmiye Abla’nın eşi Urlalı Süleyman Sakarya idi. Süleyman Ağabey Çeşme’de komisyonculuk yapardı. Çok şık giyinirdi. Ütüsüz pantolon, gömlek, giymezdi. Yaz aylarında akşamüzerleri Nazmiye abla ile Süleyman ağabey el ele tutuşur, Şehitler caddesinde tur atarlardı. Biz de hayran hayran bakışlarla izlerdik. Kendimize hep onları örnek alırdık. Mahallemizin örnek insanlarıydılar. Büyük küçük demezler, her kese hâl hatır sorarlardı. Ben evinin önünden geçerken, bana: “Karaoğlan Karaoğlan…” diye şarkılar söylerdi. Bende kendisine gülümser, ve o güzel sesi dinlerdim.
Nazmiye Ablamızın yola bakan bahçeli evi geçen güne kadar duruyordu. Her geçişimde pencereden Nazmiye Ablam bana seslenecekmiş gibi gelirdi. Nazmiye Abla’yı kaybedeli uzun zaman oldu belki ama ben onun ölümünü bir türlü kendime inandıramadım. Nazmiye Ablanın evi artık yok! Hatıralar da yerle bir oldu. Bir tarih daha silindi tarih sayfalarından. Bir yaprak daha gitti. Değişimin önünde duramıyorsunuz! Bu böyle gelmiş böyle gidiyor. Her yüz senede bir, sahipler değişiyor galiba...
Civan Ali Ağabeyle bunları konuştuktan sonra “Ömer ben gideyim artık! Koskoca ailede tek ben kaldım. Evde sadece kedim var ve bir de ben… Bazen kedimle konuşuyorum. Bir gören olsa Ali delirdi derler.” Hüzünlenerek bir birimize iyi geceler diledikten sonra yanımdan ayrıldı.
Kalın sağlıcakla…
ÖMER ÖNAL
[email protected]
ÇEŞME SAHİLİNDE YÜRÜMEK
Kıyı boyunda Çeşme’yi yürümek ve düşünmek sonra… Denizi bilmek, gün boyunca sorunlardan kaçıp giden mutlu duyguların bizlerin üzerinde bıraktığı olumsuz havanın aksine güneşler asılı dallarında Çeşme’yi sevmek ve bu İlçeyi adımlar boyu yaşamak…
Sözüm Çeşme; Her şeyden çok nefesi şiir olan İlçe özünde biraz özlem olsa da vuslatı şiirde bulmuş bir ilçe. Ürkek adımların yanı sıra, güçlü adımlar mutsuz çehrelerin yanı başında tebessümle çiçeklenmiş yüzler ve yüzlerce heyecan martılar sırtında Alaçatı’da Dalyan’da Çiftlik’te hayaller demlenmelidir bu vakitlerde; saatler Çeşme’de sahil kıyısında yürümeyi gösterirken. Çeşme’de hayaller kimi zaman sevmek ve sevilmek üzerine kurulur.
Ve bu ipekten dokunan hayaller mavi kanatların sırtında büyür ve yürür. Sabahlardan akşamüstlerine ve akşamüstlerinden mehtapların çıktığı gece vakitlerine kadar usanmadan yürüyüp bitmez Çeşme’de sahil kıyıları. Çeşme kıyılarında bin bir farklı dünya, renkli, çocuksu, hayatı öğreten…
Adımlar bitmez gözükse de son bulan mevsimler aceleci gözükür kaçıp gitmekte. Sıralaşmış Arnavut kaldırımları soğuk benizli çehresinden kopan sonbahar öksürükleri yaz mevsiminin vakit tamam dediğini gösterir. Acaba nerededir şimdi çiçekleri büyülü, güneşi inciden denizi ömür yaz mevsimi? Sonbaharı sevmediğimden yakınmıyorum sadece yaz mevsimini biraz erken özledim. Benim özlemim yaz mevsimiyken içinde başka özlemler taşıyan onlarca, yüzlerce insan görüyorum sararan kaldırımları çiğneyip geçip giden. Sadece geçip gitmez yüreğinde özlem taşıyan kişi.
Ardında kendinden ve hasretinden bir parça bırakır. Bu artta kalan candır, sevilmeye sevmeye dair. Kavuşmayı beklemek Çeşme’nin kızgın güneşli havaları beklemek kadar uzaktır şimdi. Sahil boyunda yürüyerek sonbaharı yudumlamak bir akşam vakti, ölgün yaprakları çiğneyerek… İlçenin herkeste başka duygular uyandıran halinin bendeki yankısı mutsuzluk olamaz. Çeşme’de sahil boyunda yürümek bir ömürdür mevsim sonu olsa da.
Öte yandan hüzün şehri değildir Çeşme. Hem kıyı boyu yürümeler aklı kurcalayan her ne varsa alıp götürür. Aslında Çeşme biraz kendini dinlemektir. Işıl ışıl parıldayan kaldırımların üzerinden gitmek akşamın bu kör halini zihinlerden siler öyle ki.
Bir kaç nefeste geçip gidiliveren bu inciden kıyılar bir ömre sığmayacak kadar büyük sevdaları görüp de saklamıştır içinde. Herkes farklı duygularla kıyı boyu Çeşme’nin eşsiz zenginliğinde adımlar tüketirken, bende herkesten farklı duygularla adımlarımı ve saatleri buharlaştırarak ilerliyorum. Fikrimce her şeyden güzeli denizi bilmek ve dalgaların sabırsız çırpınışları eşliğinde mehtabı beklemek… Kalın sağlıcakla
Dünyanın merkezi Alaçatı.Hatıraların yaşanacağı tek köy burasıdır.
ALAÇATI’DA YAŞAM
1960’lı yıllardı. Alaçatı Belediyesi’ne ait elektrik santrali vardı. Bugün halk Pazarı kurulan Dutlu Caddesinden yürüyerek beş yüz metre. Alaçatı Şehitlik parkımız var. Yaklaşık 15 dönüm alanı olan ve etrafı yüksek taş duvarlarla çevrilmiş, içinde palmiye ağaçları, kurtuluş savaşında canlarını bu vatan için seve seve vermiş şehitlerimizin anıt mezarları.
Etrafında yüzlerce çeşit çiçekler mis gibi kokuyor. Duvarların üstüne sarılmış yemyeşil sarmaşıklar. Sarmaşıkların bir kısmı beyaz, bir kısmı mor renkte açmış. Renklerin güzelliğinden ve kokusundan ayrılamazsınız. Şehitlik bahçesinin yan tarafındaki Karagöz tepeye giden yol kıyılarındaki geniş hendekler, dokuz köprülerden taşan sular hendekleri doldurmuş. İçinde yeşil kurbağalar, küçüklü büyüklü Kaplumbağalar, küçük kefal balıkları bu temiz suda dans ediyorlar.
Sürülmemiş tarla sınırlarında deniz börülceleri, diz hizasına gelmiş turp otları sarı filiz vermiş. Yemyeşil mis gibi doğa kokusu. Altın dişli Mehmet Yasemin, eşeğine pulluk ve hamutu sarmış beygiri, eşeğinin arkasına bağlamış kendisi eşeğe binmiş tarlaya çift sürmeye gidiyor.
Şehitlik bahçesinden Alaçatı’ya gelirken eski mezbaha önünde, Kasap İbrahim (Masat) , elinde çengeller, kasap Bekir (Doğan) , İki oğlu Nazım ile Nedim, beraber ellerinde kalın urganla bağlanmış düveyi mezbahaya kesime götürüyorlar. Beş Ali (Çitçi): iki tekerlekli at arabasına kırmızı doru beygirini koşmuş, beygirinin alnında ziller, beygirin hamutunda rengârenk motiflerle süsler, at arabasının tekerleklerin ve zillerin vermiş olduğu o güzel ses! Caddenin sağına soluna dikilmiş yarım asırlık dut ağaçları.
Yolun sağında bulunan tarlalar boydan boya sürülmüş tütün fidanı ocakları. Tarla kenarlarında gübre yığınları. Tütün fidanlarını gübrelemek için depolanırdı. Cemal Can Amca elinde yarım metre uzunluğunda sigara takımı, sigarasını yakmış diğer elinde bağ çapası bahçesine gidiyor.
Cemal Amca gündüz bahçe işi, akşamları da Alaçatı’nın en güzel Şambali tatlısını yapardı. Çocukları Zale ile Tule, akşam kahvelerde veya sinemalarda dilimi yirmi beş kuruştan Şambali tatlısı satarlardı. Evimiz Elektrik santraline çok yakındı. Elektrik santralinin bahçe duvarları yerden bir metreden yükseklikte ve üstüne iki metre dikenli tel ile çevriliydi. Sadık Baba santralin bahçesini çok iyi bakardı. Rengârenk güller, kasım patları sarmaşıklar, bahçedeki havuz masmavi, suyun rengi tertemizdi. Elektrik santralinin devasa bir demir kapısı vardı.
Elektrik motorları çalışmaktan dolayı içerdeki ısı yükseldiği vakitler Sadık Baba ve Paraşüt İsmail ikisi beraber kapıyı ray sistemi olmasına rağmen zorla açarlardı. Elektrik motorlarının su devir daim fıskiyelerini seyretmeyi çok severdik. Elektrik motorlarının gürültüsü hiç bitmeyen bir melodi gibi gelirdi bizlere.
Manav Nurtin Ağa ve kardeşi Osman Amca’nın Pazaryeri Cami altında manav dükkânları vardı. Selanik kesreden mübadelede gelmişler. Çok disiplinliydiler. Dükkânlarının yanında hemşerileri olan Sıtkı Ağa’nın (Özcan) ağaçtan küçük bir masası vardı. Masasının üstünde ayakkabı çivisi falçata kırnap ipi ve küçük bir bal mumu. Tamir olacak olan ayakkabıyı eline alır, ipin ucunu masada önceden çakılmış olan çiviye düğüm attıktan sonra ipi bir güzel mumlar sonra ayakkabı iğnesine ipi geçirdikten sonra başlardı ayakkabının sökük yerini dikmeye.
Sıtkı Amca’nın muhabbetlerine doyum olmazdı. Babasının ve yakınlarının Çanakkale’de savaştıklarını, nasıl şehit düştüklerini tek tek gözleri yaşlı anlatırdı.
Hastanenin sol tarafında Mehmet Şenol’un kahvehanesi vardı. Mehmet Ağabeyin gür sesi: “Hadi beyler, çay içmeyen kalmasın! ” diye bağırması halen kulaklarımda. Eski Belediye sinemasının yanında dükkânlar vardı. Tatlıcı Yusuf Usta, Berber Ali Sarı, Terzi Yılmaz, İsmet Eser! ’in bakkal dükkânı. Manav Ankaralı Mustafa, Nebi Çatalbaş ve daha birçok esnaflar... Çarşı cıvıl cıvıldı.
O yılların en güzel tatlılarından keşkül, muhallebi, Hasan Usta’nın meşhur Kara helvası! Hele ki taş helvası bir başkaydı. Kış aylarında özel Hasan Usta’ya gider, taş helvasından yerdik.
Hasan Usta’nın Önünde çizgili bir önlük. Elinde kalın ve uzun bir bıçak. Taş helvası kalıp halinde ve küçük parçalar halinde keser. Tezgâhındaki terazisinde helvayı tartar, önce yağlı kâğıda sarar, sonra da kese kâğıda koyar size öğle verirdi.
1960’lı yıllarda yokluk vardı. Yoksulluk vardı. Oturduğumuz binalarda bugün adına Şömine dediğimiz yapının o yıllarda adı ocaktı. Dağlardan topladığımız odunları ocakta yakardık. Okuldan aç dönmüşsün, evinde yemek için bir şey yoksa komşuya gidilir, komşudan bir şeyler istenirdi. Ama yumurta ama tarhana! Komşunda ne varsa paylaşılırdı.
Bugünlük de bu kadar. Kalın sağlıcakla.
ÖMER ÖNAL
[email protected]
OT’LARIN DAMAKLARLA DANSI!
Bu yıl Alaçatı Belediyesince 2. düzenlenecek olan “Ot festivali” 2 ve 3 Nisan 2011 Cumartesi, Pazar günleri beldemiz Eski Pazaryeri Meydanında yine çok sayıda iştirakçinin katılımı ile gerçekleşecek. “Masallar Diyarı Alaçatı’da, Otların Rüzgârlı Öyküsü” sloganı ile görücüye çıkacak ve bu yılda 2. gerçekleşecek olan “ot festivalinin” ana temasının hareket noktası bir efsaneye dayanmakta!
Efsaneye göre, antik çağda Alaçatı'da 1001 çeşit ot yetişir, ancak bu otların tamamını hiç kimse tek başına toplayamazmış. O gün bu gündür de bunu hiç kimse başaramamış. İşte bu festivalin ve içeriğinde yer alan yarışmanın düzenlenme gerekçesi de bu efsanenin gerçekliğinin kanıtlanabilirliğini bir kez daha sınamak.
Bunu kanıtlamanın tek yolu da yarışmaktan geçiyordu. Biz bunu geçen yıl denedik, bundan sonraki yıllarda da denemeye devam edeceğiz.
Kim bilir belki?
En fazla çeşidi toplayan, ama doğadan onu doğru ayıran yarışmacılarımız birinci olacak.Cumbalı evlerin taş mutfaklarından hiç eksik olmayan ot dolu tencereler, bir kez daha Alaçatı sokaklarında toplumsal ve kültürel gerekçeler ile kaynatılacak. Alaçatı'nın geleneksel ot yemekleri bir biriyle yarışarak, her bir kaşık dolusu ot yemeğinin sağlık için ne anlama geldiği üzerinde bilimsel tartışmalar da yapılacak.
Geçen yılki Ot Festivali'nde; “bin bir ot” kategorisinde birinciliği 101 çeşit otu toplayan Semra Aktaş Erden, ikinciliği Azime Tınaz, üçüncülüğü ise Recep Subaşı kazanmıştı.
“Ot Aşı” kategorisinde; birinciliği Aysen Kadıbeşegil ' in hazırladığı ' Kırk ot Salatası” İkinciliği Şehnaz Uludağ 'ın 'Güveçte Kuzu Etli Şevketi bostan' yemeği, Üçüncülüğü ise Özlem Koç 'un 'Enginar Çanağında Turp otu Salatası' almıştı.
Festivalin bu yılda tam bir bayram havası içinde gerçekleşmesini bekliyoruz. İzmir ve değişik illerden pek çok yarışmacının katılacağı “2. Alaçatı Ot Festivali’ne” yerel ve ulusal basının büyük ilgi göstereceğini umuyoruz.
Alaçatı, ülke gündeminde bir kez daha bu yönü ile yer alıp, ilgi odağı olmağa ve beğeni ile adından söz ettirmeğe devam edecek. Bu suretle, bir kez daha Egenin pek çok yabani otunun Alaçatı’da da yetiştiğini tüm ülkeye gösterme fırsatı bulacak, ne kadar bereketli bir coğrafyada yaşadığımızın sevincini bir kez daha tüm dostlarımızla paylaşacağız.
Sonuç olarak Alaçatı yine bir zoru başaracak. Yine adından övgü ve hayranlıkla bahsedilmesini sağlayacak.
Dereceye giren yemekleri hazırlayanlar ile en çok çeşitte ot toplayan yarışmacılara yine çeşitli ödüllerimiz olacak. Festival yine geçen yılki mekan da yapılacak. Bu mekânın isabetli bir seçim olduğu herkesin ortak kanaati. Konuklar, yine katılımcı yarışmacıları ve jüri üyelerini çok rahat izleyebilecekler.
Geçen yıl ki yemeklerle servis ve sunumları beni çok duygulandırmıştı. O anlarda sık sık çocukluk ve gençlik yıllarımın Alaçatı’ sına gidip geldim. Ot yemekleri yarışmasına katılan ve annemin de çocukluğumuzda bizlere yaptığı “çalkama yemeği” gözlerimi nemlendirmişti! Sağ olsun eşim, ara sıra bana bu yemeği yapar ama yemek festivalinde jüri önünde “çalkama’yı” görünce kendimi tutamamış ve bir an o yıları yeniden yaşar gibi olmuştum!
Şimdiden, yöre yemekleri ile Alaçatı’dan bu yarışmaya katılacak kadınlarımızı medeni cesaretlerinden dolayı tüm içtenliğimle kutlarım. Yarışmak kolay değil, hele yemek yarıştırmak her insanın harcı değil. Mangal gibi yürek gerek!
Cumhuriyetimizin bekçisi kadınlarımızı, hayatın her alanında olduğu gibi bu kulvarda da öncü rolü üstlenerek, erkekleri ile omuz omuza yeni başarılar için mücadele içinde olduklarını görmek kıvanç ve umut verici.
Alaçatı’mızın çıtasını daha yükseklere taşıyan Belediye Başkanımız Muhittin Dalgıç’ı, böylesi bir festivale omuz verdikleri için kutluyorum. Bu yılda 2. ve 3 Nisan tarihlerinde gerçekleşecek olan “OT yemekleri festivali” yemek yarışmasına öncelikle tüm kadınlarımızın katılmalarını diler, bu etkinliğe katkı sağlayan herkese teşekkür ederim.
Ayrıca tüm kadınlarımızın “8 Mart Dünya Kadınlar Gününü” en derin saygılarımla kutluyorum. Sağlıcakla kalın…
ÖMER ÖNAL