devasa ebatlara sahip dergi. dergi hazırlık aşamasındayken - adı ne olsun diye konuşmaya başlayan birisine - ortada fol yok yumurta yok ad için daha vakit var. denilmesi üzerine adının fol konulduğu rivayet edilir.
İslami medyada tenezzülen yazdım benim onlara tek kuruş borcum yok İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu’nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı. Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu. Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa ‘Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor’ mu dediği test edilsin. Milliyet’ten Ahmet Tulgar’a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel’in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi.… Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek. Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum.59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım. Bu ne kibir böyle? Yıllarca insanlar bana ‘Buralarda neden yazıyorsun? ’ diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı. O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz? Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah’tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan. Ne alacağınız var? Ben yıllarca onlara ‘İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor’ deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok. Kopmak için neden bunca yıl beklediniz? Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete’yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, ‘Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu’ dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete’de şu başlıklı bir yazı yazdım: ‘Atatürk sağ olsaydı, İsrail’i durdurur muydu? ’ Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, ‘İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım’ teklifinde bulundu. Bardağı ne taşırdı? Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete’nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. ‘Bu İsmet Özel’in yazısı, ne olursa olsun basılır.’ Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan’ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan’a danıştılar, o da rıza gösterdi. Ayrıldıktan sonra ‘Niye ayrıldın? ’ dedi mi size Erbakan? Demez. Tam tersine, Erbakan’la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan’la bir sorunumuz yok. Milli Gazete’deki tezgâh nedir? Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey.1973’te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP’ye yol verildi mesela.80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım. Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı? Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP’nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP’lı bir dalga oldukça baskın, MSP’den ziyade. O mânâda ben AKP’yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum. Kimin emrini? Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak’a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var. Türk derin devletini mi? Ben Türkiye’de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan. Daha önce de Gerçek Hayat’taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi? Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat’ın önerisi üzerine, ‘Toparlanın, gitmiyoruz’ konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat’ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat’tı. Yeni Şafak’taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur. Orada Hıristiyan yazar mı var? Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz? Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz? ‘Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum’ demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, ‘Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz’ dediğini de biliyoruz. Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin. Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: “Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor.” Ben de onlara dedim ki: “Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum.” Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak’ta çalışmam. Yani zamsız yazmaya devam ettiniz. Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı. Milli Gazete’den ne alıyordunuz? En son 635 milyon alıyordum. İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi? İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7’de üç sene, haftada bir ‘İsmet Özel ile Başbaşa’ programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. ‘İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır’ endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü. Ama bir kurum, her şeyiyle, A’dan Z’ye size göre kendini dizayn edemez ki. Valla edemez ise çok kaybeder. Siz de kaybedebilirsiniz. Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye’nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye’nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var. Sosyal bir çevrem hiç olmadı O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı? Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek. Nedir o fiyat? Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara. İslamcılığı terk ettiniz mi peki? Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden. Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu. Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit. Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var? Gol atmak için. Vay be! Bu ne hınç? İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma. İslami medyada yazıp az para alarak mı? Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde. 2. gün
Vakurum, asla kibirli değilim! Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı? Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı. Neden tekzip yoluna gitmediniz? Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi. Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz? Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni. Patronları aynı, ne fark eder ki? Ne bileyim, yani hava meselesi biraz. Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz? Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor. Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için. Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz. Ama kurmuş gibi davrandınız. Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim. Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki. Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek. Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin? Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum. Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani. Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’ Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız. Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim. ‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı? Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi. Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı? Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani? O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi? Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır. Kalp dediğiniz vahiy mi? Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir. Kare şeklindedir. Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne. Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz? (Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan. Hadi ya! Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet. James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz? James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus. Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak. Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler) O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz? Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor) Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz? İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum. Ama canım söz oyunu var burada. Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları. Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir. Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim. Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani? Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım? Çünkü çok kibirlisiniz. Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem. Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz? Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür. Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz? Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür. Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz? Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler! İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz? Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’ ‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz? Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
Well, Jesus will be here Be here soon he's gonna cover us up with leaves With a blanket from the moon With a promise and a vow And a lullaby for my brow Jesus gonna be here Be here soon
Well I'm just gonna wait here I don't have to shout I have no reason and I have no doubt I'm gonna get myself Unfurled from this mortal coiled up world Because Jesus gonna be here Be here soon
I got to keep my eyes open So I can see my Lord I'm gonna watch the horizon For a brand new Ford
I can hear him rolling on down the lane I said Hollywood be thy name Jesus gonna be Gonna be here soon
Well I've been faithful And I've been so good Except for drinking But he new that I would I'm gonna leave this place better Than the way I found it was And Jesus gonna be here Be here soon
Knockin' on Heaven's Door Mama, take this badge off of me I can't use it anymore. It's gettin' dark, too dark for me to see I feel like I'm knockin' on heaven's door.
Knock, knock, knockin' on heaven's door Knock, knock, knockin' on heaven's door Knock, knock, knockin' on heaven's door Knock, knock, knockin' on heaven's door
Mama, put my guns in the ground I can't shoot them anymore. That long black cloud is comin' down I feel like I'm knockin' on heaven's door.
Knock, knock, knockin' on heaven's door Knock, knock, knockin' on heaven's door Knock, knock, knockin' on heaven's door Knock, knock, knockin' on heaven's door
I laid on a dune, I looked at the sky, When the children were babies and played on the beach. You came up behind me, I saw you go by, You were always so close and still within reach.
Sara, Sara, Whatever made you want to change your mind? Sara, Sara, So easy to look at, so hard to define.
I can still see them playin' with their pails in the sand, They run to the water their buckets to fill. I can still see the shells fallin' out of their hands As they follow each other back up the hill.
Sara, Sara, Sweet virgin angel, sweet love of my life, Sara, Sara, Radiant jewel, mystical wife.
Sleepin' in the woods by a fire in the night, Drinkin' white rum in a Portugal bar, Them playin' leapfrog and hearin' about Snow White, You in the marketplace in Savanna-la-Mar.
Sara, Sara, It's all so clear, I could never forget, Sara, Sara, Lovin' you is the one thing I'll never regret.
I can still hear the sounds of those Methodist bells, I'd taken the cure and had just gotten through, Stayin' up for days in the Chelsea Hotel, Writin' 'Sad-Eyed Lady of the Lowlands' for you.
Sara, Sara, Wherever we travel we're never apart. Sara, oh Sara, Beautiful lady, so dear to my heart.
How did I meet you? I don't know. A messenger sent me in a tropical storm. You were there in the winter, moonlight on the snow And on Lily Pond Lane when the weather was warm.
Sara, oh Sara, Scorpio Sphinx in a calico dress, Sara, Sara, You must forgive me my unworthiness.
Now the beach is deserted except for some kelp And a piece of an old ship that lies on the shore. You always responded when I needed your help, You gimme a map and a key to your door.
Sara, oh Sara, Glamorous nymph with an arrow and bow, Sara, oh Sara, Don't ever leave me, don't ever go.
Canımı uryan edüp saldım bu aşk deryasına
Nagehan aşkın sataştım dürr-i bi hemtasına
Can u baş u din ü dünya verdim aldım derd-i yar
Merhem ol derd oldu ancak yüreğim yarasına
İlm ü akl ü zühd ü takva çün hicab oldu bana
Külli sevdadan geçüp düştüm anın sevdasına
Masivadan göz yumup gördüm anın didarını
Kendüzümden el yudum girdim fena sahrasına
Ol fenadan bir fenaya bir fenadan key fena
Key fenadan sonra eriştim anın bekasına
Bir bekadır ol beka hergiz fena irmez ana
Aklını ko gel eresin bu sırrın manasına
Akl ile aşka girilmez aşk aklı mahv eder
Akl aşkın ol sebebden gelemez yurasına
Akil ister cennet ü hur ü kusur gılman ola
Aşıkın hiç meyli yoktur cennet ü ni'masına
Aşık ol kim göresin Dost yüzünü bunda bugün
Mağrur olma zahidin ol va'de-i ferdasına
Va'de-i ferdaya göymez aşık-ı şurideler
Göz karar derd ü şer erer zülfünün karasına
Eşrefoğlu Rumi aşkdan hoş haber verdi yine
Müddeinin hiç kulak urmaz kuru da'vasına
Müddeinin her sözünde vardurur niçe garaz
Talib isen girme zinhar müddei arasına
Eşrefoğlu Rumi
sen+ben: biz
devasa ebatlara sahip dergi. dergi hazırlık aşamasındayken
- adı ne olsun diye konuşmaya başlayan birisine
- ortada fol yok yumurta yok ad için daha vakit var.
denilmesi üzerine adının fol konulduğu rivayet edilir.
Amerika ABD'nin kisaltilmi$ halidir diyen adam
plasebonun ispatı
İslami medyada tenezzülen yazdım benim onlara tek kuruş borcum yok
İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu’nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı.
Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu.
Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa ‘Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor’ mu dediği test edilsin. Milliyet’ten Ahmet Tulgar’a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel’in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi.…
Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek.
Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum.59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım.
Bu ne kibir böyle?
Yıllarca insanlar bana ‘Buralarda neden yazıyorsun? ’ diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı.
O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz?
Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah’tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan.
Ne alacağınız var?
Ben yıllarca onlara ‘İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor’ deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok.
Kopmak için neden bunca yıl beklediniz?
Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete’yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, ‘Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu’ dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete’de şu başlıklı bir yazı yazdım: ‘Atatürk sağ olsaydı, İsrail’i durdurur muydu? ’ Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, ‘İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım’ teklifinde bulundu.
Bardağı ne taşırdı?
Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete’nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. ‘Bu İsmet Özel’in yazısı, ne olursa olsun basılır.’ Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan’ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan’a danıştılar, o da rıza gösterdi.
Ayrıldıktan sonra ‘Niye ayrıldın? ’ dedi mi size Erbakan?
Demez. Tam tersine, Erbakan’la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan’la bir sorunumuz yok.
Milli Gazete’deki tezgâh nedir?
Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey.1973’te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP’ye yol verildi mesela.80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım.
Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı?
Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP’nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP’lı bir dalga oldukça baskın, MSP’den ziyade. O mânâda ben AKP’yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum.
Kimin emrini?
Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak’a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var.
Türk derin devletini mi?
Ben Türkiye’de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan.
Daha önce de Gerçek Hayat’taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi?
Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat’ın önerisi üzerine, ‘Toparlanın, gitmiyoruz’ konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat’ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat’tı. Yeni Şafak’taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur.
Orada Hıristiyan yazar mı var?
Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz?
Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz?
‘Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum’ demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, ‘Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz’ dediğini de biliyoruz.
Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin.
Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: “Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor.” Ben de onlara dedim ki: “Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum.” Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak’ta çalışmam.
Yani zamsız yazmaya devam ettiniz.
Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı.
Milli Gazete’den ne alıyordunuz?
En son 635 milyon alıyordum.
İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi?
İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7’de üç sene, haftada bir ‘İsmet Özel ile Başbaşa’ programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. ‘İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır’ endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü.
Ama bir kurum, her şeyiyle, A’dan Z’ye size göre kendini dizayn edemez ki.
Valla edemez ise çok kaybeder.
Siz de kaybedebilirsiniz.
Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye’nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye’nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var.
Sosyal bir çevrem hiç olmadı
O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı?
Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek.
Nedir o fiyat?
Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara.
İslamcılığı terk ettiniz mi peki?
Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden.
Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu.
Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit.
Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var?
Gol atmak için.
Vay be! Bu ne hınç?
İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma.
İslami medyada yazıp az para alarak mı?
Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde.
2. gün
Vakurum, asla kibirli değilim!
Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin?
Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’
Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim.
‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür.
Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’
‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
Jesus Gonna Be Here
Well, Jesus will be here
Be here soon
he's gonna cover us up with leaves
With a blanket from the moon
With a promise and a vow
And a lullaby for my brow
Jesus gonna be here
Be here soon
Well I'm just gonna wait here
I don't have to shout
I have no reason and
I have no doubt
I'm gonna get myself
Unfurled from this mortal coiled up world
Because Jesus gonna be here
Be here soon
I got to keep my eyes open
So I can see my Lord
I'm gonna watch the horizon
For a brand new Ford
I can hear him rolling on down the lane
I said Hollywood be thy name
Jesus gonna be
Gonna be here soon
Well I've been faithful
And I've been so good
Except for drinking
But he new that I would
I'm gonna leave this place better
Than the way I found it was
And Jesus gonna be here
Be here soon
November
No shadow
No stars
No moon
No care
November
It only believes
In a pile of dead leaves
And a moon
That's the color of bone
No prayers for November
To linger longer
Stick your spoon in the wall
We'll slaughter them all
November has tied me
To an old dead tree
Get word to April
To rescue me
November's cold chain
Made of wet boots and rain
And shiny black ravens
On chimney smoke lanes
November seems odd
You're my firing squad
November
With my hair slicked back
With carrion shellac
With the blood from a pheasant
And the bone from a hare
Tied to the branches
Of a roebuck stag
Left to wave in the timber
Like a buck shot flag
Go away you rainsnout
Go away, blow your brains out
November
Knockin' on Heaven's Door
Mama, take this badge off of me
I can't use it anymore.
It's gettin' dark, too dark for me to see
I feel like I'm knockin' on heaven's door.
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Mama, put my guns in the ground
I can't shoot them anymore.
That long black cloud is comin' down
I feel like I'm knockin' on heaven's door.
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Knock, knock, knockin' on heaven's door
Sara
I laid on a dune, I looked at the sky,
When the children were babies and played on the
beach.
You came up behind me, I saw you go by,
You were always so close and still within reach.
Sara, Sara,
Whatever made you want to change your mind?
Sara, Sara,
So easy to look at, so hard to define.
I can still see them playin' with their pails in the
sand,
They run to the water their buckets to fill.
I can still see the shells fallin' out of their
hands
As they follow each other back up the hill.
Sara, Sara,
Sweet virgin angel, sweet love of my life,
Sara, Sara,
Radiant jewel, mystical wife.
Sleepin' in the woods by a fire in the night,
Drinkin' white rum in a Portugal bar,
Them playin' leapfrog and hearin' about Snow White,
You in the marketplace in Savanna-la-Mar.
Sara, Sara,
It's all so clear, I could never forget,
Sara, Sara,
Lovin' you is the one thing I'll never regret.
I can still hear the sounds of those Methodist
bells,
I'd taken the cure and had just gotten through,
Stayin' up for days in the Chelsea Hotel,
Writin' 'Sad-Eyed Lady of the Lowlands' for you.
Sara, Sara,
Wherever we travel we're never apart.
Sara, oh Sara,
Beautiful lady, so dear to my heart.
How did I meet you? I don't know.
A messenger sent me in a tropical storm.
You were there in the winter, moonlight on the snow
And on Lily Pond Lane when the weather was warm.
Sara, oh Sara,
Scorpio Sphinx in a calico dress,
Sara, Sara,
You must forgive me my unworthiness.
Now the beach is deserted except for some kelp
And a piece of an old ship that lies on the shore.
You always responded when I needed your help,
You gimme a map and a key to your door.
Sara, oh Sara,
Glamorous nymph with an arrow and bow,
Sara, oh Sara,
Don't ever leave me, don't ever go.