
Nazlı Akın
NİCE AYRILIKLARDAN SONRA 'KÂLBE' SORDULAR; 'YARE 'KÂBE' OLMAKTAN VAZGEÇTİN Mİ', DEDİKİ KALP: 'KÂBEM YARDAN GAYRI 'HACCI' TANIMAZ, GECEM 'YARDAN' GAYRI 'AY' TANIMAZ; KAVUŞMAK FANİ BİR ŞEY, LAKİN SADECE O YARE AHDIM VAR, BAŞKA YAR AHD OLMAZ;
“ben senin gibiyim, ey gece, karanlık ve çıplak; hayallerimin
ötesinde yanan patikada yürürüm ve ne zaman ayağım toprağa dokunsa oradan dev bir meşe ağacı çıkar”
“yo, sen benim gibi değilsin, ey deli; çünkü sen hala kumda bıraktığın ayak izlerinin ne kadar büyük olduğunu görmek için arkana bakarsın”
“ben senin gibiyim, ey gece, sessiz ve derin; ve yalnızlığımın ortasında bir beşikte bir tanrıça yatar ve cennet’te doğan yalnızlığımda cehennem’e dokunur”
“yo, sen benim gibi değilsin, ey deli; çünkü sen hala acı karşısında ürperirsin ve uçurumun şarkısı seni korkutur”
“ben senin gibiyim, ey gece, vahşi ve korkunç; çünkü kulaklarım
mağlup ulusların çığlıkları ve yitirilmiş toprakların iç çekişleriyle
doludur”
“yo, sen benim gibi değilsin, ey deli; çünkü sen hala kendi cüce
benliğini kendine yoldaş alırsın ve dev benliğinle dost olamazsın”
“ben senin gibiyim, ey gece, acımasız ve korkutucu; çünkü bağrım
denizde yanan gemilerle tutuşur ve dudaklarım ölen savaşçıların
kanıyla ıslanır”
“yo, sen benim gibi değilsin, ey deli; çünkü hala bir iyilik meleği
olma arzusuyla dolusun ve hala kendi’nin üstünde bir yasa olmadın”
“ben senin gibiyim, ey gece, neşeli ve mutlu; çünkü benim gölgemde oturan saf şarapla sarhoş olur ve beni izleyerek sevinçle günah işler”
“yo, sen benim gibi değilsin, ey deli; çünkü senin ruhun yedi kat giysiyle örtülüdür ve sen yüreğini elinde tutamazsın”
“ben senin gibiyim, ey gece, sabırlı ve tutkulu; çünkü göğsümde,
solgun öpüşlerin kefenleriyle binlerce sevgili gömülü”
“öyle mi, deli, sen benim gibi misin? sen benim gibi olabilir misin?
ve bir ata biner gibi fırtınaya binebilir ve bir kılıç olup şimşeği
tutabilir misin? ”
“senin gibi, ey gece, senin gibi güçlü ve uluyum ve tahtım gözden düşmüş tanrıların yığını üstüne kurulu; ve benim önümden de günler elbisemin eteğini öpmek için yüzüme hiç bakmadan geçerler”
“benim gibimisin, ey karanlık yüreğimin çocuğu? ve benim yabanıl düşüncelerimi düşünür ve boş sözlerimi mi konuşursun? ”
“evet, biz ikiz kardeşiz, ey gece; çünkü sen evreni ortaya çıkarırsın, ben ruhumu“
HALIL CIBRAN
SEYDUNA VE ŞAHRUD '
'Seyduna şahrud iki sevdalı ırmaktır elbruz eteklerinde
Şahin gelip dalına konar şahrudun,seydunanın suyundan içer
Umutlar tazelenir alamut kalesinde' diyor Tunay Bozyiğit.
'Seyduna ve Şahrud' efsanesinin mitolojik olduğu, Şahrud'un 'hayat veren ırmak' anlamına geldiği, ünlü Alamut kalesini çevreleyen 'cennetin içinden geçen ırmak' da denen nehrin ismi olduğu bu yüzden Alamut Kalesi’nin muhteşem hükümdarı Hassan Sabbah’a da Seyduna denildiği söylenmektedir..... Tunay Bozyiğit “Kadın toprağın ve suyun ta kendisidir o yüzden Şahrud dedim” diyor. Ve böylece Şahrud Seyduna serüveni de başlamış oluyor.
Onların hikayesi öyle bi hikayedir ki Leyla ile Mecnun’u kendilerine imrendirir, Kerem’i Aslı için dağları delmekten vazgeçirir. Onlar ki yalnızca ufuk çizgisinde buluşan, onuda güneşin günde iki kez ateşe verdiği iki sevdalıdır.Kavuşamayan iki sevdanın, bir efsanenin öyküsüdür Seyduna ve Şahrud’un öyküsü..Fakat öyle bir sevdadır o ki mitolojik de olsa ihtiyacımız olan bir şey olsa gerek ki inanmak istiyoruz. Ufuk çizgisinde buluşmayı bekleyen nice sevdaları temsil ediyordur belki de.
Rivayete göre onlar birbirine kavuşamayan iki sonsuzluktur. Seyduna gökyüzü, Şahrud ise yeryüzüdür, denizdir. Hep birbirlerini görürler ama kavuşamazlar. Birbirlerine kavuşma aşkı ile yanarlar. Sevdalı bir bülbül gülüne uçar konar ona şakır ama Seyduna ve Şahrud için bu geçerli değildir. O sevda öyle bir sedadır ki ikisi de sonunda birbirlerine kavuşamayan birer nehir olurlar. Faklı nehirlerdir ama artık birdirler. Şahrud suyundan içen Seyduna’yı, Seyduna’dan içen Şahrud’u bulur...
Yitik öyküdür)
Tarihten iki ayrı coğrafyaya damlayan
İki ayrı yürekte durmadan kanayan
Seyduna’yla Şahrud
Yüreklerin akarken bıraktığı izi
Birbirlerinin gözlerinde aradılar.
Yoktu.
İki iklim farkıydılar
Ne zaman göz göze değseler
Yangın çıkmayacak denli uzaktılar.
Yalnızca aynaların dökülen sırrına yansırdı
Üçüncü bir kente düşmüş suretleri
Şahrud gökyüzü geliniydi.
Yüzüne bulut inse dolardı masal gözleri.
Bir solukluk rüzgarda bile
Usul usul kanardı gelincik bedeni.
Seyduna yeryüzü cehennemi.
Ölüm, çağrılı uçurumlarda sınardı sevdasını
Yalnız ufuk çizgisinde buluşurlardı,
Onu da güneş günde iki kez ateşe verirdi.
İki iklim ayrıldılar.
“Ya Şahrud! ” dedi Seyduna
“Gözlerime mermi diye sevdanı sürdüm.
Ardına bakma, gözyaşımla vurulursun.
Su gibi git.”
Şahrud’un yüzüne keder mayın gibi durdu.
Ve zaman gözlerinin su yeşilinde kuruldu.
Hüzün bir Buda heykeli gibi çırılçıplak,
Yüzlerine oturdu.
Rivayet odur ki,
Şahrud vardığı denizlerde hala
Seyduna türküleriyle uyanmakta,
Seyduna, Şahrud’un gözlerinden kalan
Masalla yaşlanmakta.)
(biliyorum! sen yine parmak uçlarında üşüyosun,aramızda kıvrılıp yatan uzaklıga inat,ayaklarınla kasıklarımın kasıgasını,ellerinle yüregimde yaktıgın ateşi düşlüyorsun.sularımız sızıp karışıyor ay karanlıkta ve çırıl çıplak bir ırmaga dönüşüyor yatagımızda apansız,parmakların tıkır tıkır işliyor iştahla,biliyorsun yaşamaktır aşk, geceyle gündüzün sessiz geçişimidir bir uyku bogazında,DELİCE BİR YANGIN PARMAKLARININ BUZULUNDA........)
iki ayrı baharın dalıydılar; biri ilk, diğeri sondu ve kan ter içinde bir yaz aralarında duruyordu. bahara yenildiler. şahrud taptazeydi. filizdi. yüreği güneşi içecek denli kar yangınıydı. her ucu ayrı bir yeşile sevdalı..
cemreler yaşamla arasında ana sütüydü. toprak var gücüyle ayakta tutuyor kendini ve doğurganlığını ona sunuyordu.
Seyduna ise her dal yeşile bir tomurcukla karşılık veriyordu. içtiği her damla güneşle çiçekleri çıtlıyordu. sanırsın rengarenk gülümseyen yeryüzüydü... seyduna ölüme ölümüne yakındı. çınardı. şahrud`un giyindiğini soyunuyordu ve gelinsi dalları soyundukça çıplaklığından utanıyordu. solan yüreğiyle her seher güne biraz daha sarı duruyor ve biliyordu; ten soğuması çoğu kez elinde ak keteniyle vaktinden önce geliyordu. seyduna`yla şahrud`un tek ve bütün bağları ayrılıkları da olan mevsimin en uzak uçlarında tutunmalarıydı.
mevsim haziran sonunda kendini yakınca koptular...
artık birbirlerinin kışında bile yoktular..
İnsan, içinde her zaman korkuyu bulabilir. Ancak yeterince derinde aramasını bilmelidir.
André Malraux (1901–1976) , Roman yazarı, Fransız Kültür Bakanı ve Sanat Bilimcisi
Korkmak..
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için..
W.Shakespeare
Madalyonun bir diğer yüzünü çevirirsek bunlarıda görebiliriz.
Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu halidir. Korku öncelikle, hem kendi kendimiz, hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır bize. Nasıl ağrının beden için önemli bir alarm fonksiyonu varsa, korkunun da hayati bir önemi söz konusudur. Örneğin korkmadan ve ağrı hissetmeden ateşe yaklaşabilseydik, hayati tehlike arz edebilecek yanıklara maruz kalmamız çok kolay olurdu.
bîpayanım
şirazeden şirazeye saklı mektuplar
aguş-i mevtte başlar hayatım
yalan ile bir ömür ey yâr
bir kendimi kandırırım
Birgün seni yazmaktan vazgeçersem şiraze, bu hâmuşun ardına düşme. Gün gelir herkes ve her şey susar şiraze. Açanlar solmak, duranlar eğilmek, parlayanlar sönmek, gidenler dönmek mecburiyetinden baş eğer de bu muammanın içinde kalır bir başına. Takatimin bittiği yerde kargaların döne döne uçuşlarını izliyorum şu soğuk havada. Yağmur bir yandan kar bir yandan şiraze, kuzeyin sert rüzgarı dudaklarımda derin yaralar açarken; bir yılın son noktasının eğlentisini yapar insanlar. Giden zamana yakılan mumlar etrafında döner şu zeminin zavallıları. Ağla şiraze, benim ağladıklarıma sen de ağla. Aşk
değil gönül gönül dolaşmak, aşk değil demden deme akmak, aşk değil yön değiştirip yol çizmek, aşk değil gözyaşına tutsak hüzne zincir dolamak. Aşk değil şiraze masalarda uyuyakalmak. Ağla şiraze, benim ağladıklarıma sen de ağla. Geçen zamandan bîhaberlerin yitişine sarf-ı nazar et. Geceleri orta yere saçılıp gündüzleri gizlenenlerin hâline, ötelerden gelen sesin yanıbaşlarında dönmesine aldırış etmeyenlerin çilesine, gayr-i mahdut eyleşmelerde tükenen hâl dilinin çırpınışına şiraze...
bendideyim...
Benim ağladıklarıma sen de ağla. Sensizliğe, sensiz geçen her gecenin sabahına, sabahların soğuk dokunuşunda an an vuruluşumuza, yüze inen her çizgiye, her çizginin sensiz çekilişine, dumana, bozkır kışına, çamurda kalan yanlarımın ne etsem lekelerini çıkaramayışıma, mahşere az kala gözüm gökte yarıldı yarılacak korkularıma... Ağla şiraze; zemin katta istersen, istersen merdiven boşluğunda, istersen terasta ağla. Maziye gir odalarında dolaş, orada ağla. Şimdide dur, durduramadığın zamana ağla. Gelecek girerken kapıdan tut elinden oyala, ninni söyle eğilip kulağına.
hezayım...
Başıma doladığım sarı yazma, memleket kokulu. Prut kenarındayım. Bakıyorum akışına, sarı yazma başımda. Diyor bana, “hayattan kaçanlar bende boğulmaya gelir.”
Şiraze; ne gam yetemem ne sana, ne bana, ne dualarından adım düşmeyen canana.
Ürperdi tenim. Kılıç keskin şiraze. Kimsenin umursamadığı dik bir kayadan başkası olamadım. Kimse kayaların da kırılabileceğini düşünmüyor şiraze. Kimse kayaların da rüzgara, yağmura direnemediğini bilmiyor şiraze. Kırılıyorum her yanımdan. Un ufak dökülüyorum toprağa, ben de topraktan bir toprak oluyorum şiraze. Aşkındır beni böyle perişan eden, böyle bedbaht, böyle garip, böyle hey gidi hey şiraze.
gri bir gök rahmet, sen bu rahmet altında
sır gibi, inci mercan gibi, bir can gibi taşıdığım
söz olsun dönmeyeceğim, seni görüp yüzümü yüzüne dönmeyeceğim
sen bende hayat şiraze
sen bende hep şiraze
Hayat İksiri..
Dirilik suyu. Ayrıca ab-ı hayvan, ab-ı hızır, ab-ı cavidani, ab-ı zindegi, ab-ı iskender, ab-ı cüvan ve aynü’l -hayat da denilmektedir. Bazı rivayetlerde bu suyu, karanlıklar ülkesinde rastlayarak içen hızır ile ilyas aleyhimesselamdır. Hızır aleyhisselamın ruhu, bazı velilere feyz vermiştir. Öldükten sonra, ruhu insan şeklinde görünüp, gariplere ve darda kalıp sıkıntıya düşenlere yardım etmektedir. Ab-ı hayatın kaynağı karanlıklar içindedir ve nerede olduğu bilinmemektedir. Hızır aleyhisselamın teyzesinin oğlu olan iskender-i zülkarneyn de bu suyu karanlıklar ülkesinde aramış, fakat bulup kavuşamamıştır. Dünya tarihinde üç iskender’e rastlanmaktadır. Bunlardan birincisi iskender-i zülkarneyn olup peygamber veya veli olduğu bilinmektedir. Yafes’in soyundan olan bu zat, yemen’de yaşayan münzir iskender ile aristo’nun talebesi olan makedonyalı iskender’den önce yaşamıştır. İbrahim aleyhisselamla birlikte haccetmiş, hızır’ı kumandan yapmış ve dünyayı şirk ehlinden temizlemiştir.
İslami kaynaklarda, canlılık veren ve diriliğe sebeb olan başka bir sudan da bahsedilmektedir. Musa aleyhisselam genç arkadaşı ile (yuşa aleyhisselam) ile birlikte hızır’ı (aleyhisselam) iki denizin kavuştuğu yerde aramaya gitmiştir. Hızır’ı bulmasına alamet olarak da allahü teala ona, zenbil içine tuzlanmış bir balık koymasını ve balığın canlanıp denize aktığı yerde o zatı bulacağını bildirmiştir. Bunun üzerine yolculuğa çıkmışlar, iki denizin birleştiği mevkide konaklamışlar ve dinlenmek için başlarını yere koyup uzanmışlardır. Bu anda sepetteki balık canlanıp bir yol bulup, denize gitmiştir. Bir rivayette yuşa aleyhisselamın abdest suyundan damlayan sular bu canlanmaya sebep olmuştur. Yuşa aleyhisselam bunu unutmuş, tekrar yolculuğa başlamışlar daha sonra hatırlayınca geriye dönerek konakladıkları yerde hazret-i hızır’ı bulmuşlardır. Artık hazret-i musa ile hızır aleyhisselamın arkadaşlığı başlamıştır. Hızır aleyhisselam, hazret-i musa’ya allahü tealanın kendisine bir ilim verdiğini bunu onun, bilmediğini; musa aleyhisselamdaki bilgileri de kendisinin bilmediğini ve sabır etmesini söylemiştir. Hızır aleyhisselamdaki bu ilim ledünni bilgidir. Bu sebeple tasavvuf ehlinin ıstılahında hızır bast-ı kalb, yani kalb genişliğinden kinaye olduğu için ab-ı hayat da ilm-i ledün yerinde kullanılmıştır. Bunun için bir mürşidin (rehberin) sözleri ve nasihatları insanları hak yola çağırmada mühim rol oynar. Böylece ölü kalbler dirilmiş olur. Velilerin batınları yani kalbleri de ab-ı hayattır. Bunlardan bir damla nasibi olan ebedi hayatı bulmuş ve saadete kavuşmuş olur.
Bundan başka olarak, yine tarikat ehline göre, hakiki aşk ve gerçek sevgi de ab-ı hayattır. Çünkü kalpler aşkla dirilmiş ve hakk’a yönelmişlerdir.
Şairlere göre ise, sevgilinin ağzından çıkan sözler de ab-ı hayatı andırır. Bu sözler, tıpkı mutasavvıflardaki gibi, ister mecazi (gerçek olmayan) , ister hakiki aşkta olsun; saf, nazik ve latiftir. Aşık bu sözlerle dirilir.
Coğrafyada da ab-ı hayata yer verilmiştir. Bu durumda, katip çelebi ve ebü’l - fida’ya göre ibn-i battuta çin’deki buzun veya puzine (wosung) çayı için ab-ı hayat veya aynü’l-hayat demektedir. Bu çayın kaynağı pekin şehri yakınlarındaki büzüne (maymun) veya kurt dağıdır.
Bir şeye kendisinin yarısı ve sonra da hep son ilâve edilenin yarısı ilâve edilirse, o şeyin iki katına sürekli yaklaşılır ve hiçbir zaman ulaşılamaz. Sonsuzda ulaşılacağını söylüyorlar, halbuki yanlıştır. Sonsuz adet ilâve de yapılsa, geride ilâve edilmesi gereken sonsuz küçük bir miktâr kalmaktadır. Sonsuz küçüğün sıfır olduğunu söylüyorlar, fakat sonsuz küçük “sonsuz küçüktür”, sıfır değildir. Sonsuz küçüğü sıfır kabul etmek bir ihmâldir ve ihmâl ile bulunan şeye “gerçek” denmez, “yaklaşım” denir.
Ölüm...Ruhun bedene olan bağlılığının sona ermesi.Yeryüzünde değişmeyen tek gerçektir,asla kaçınılmaz bir son vesselam heran herzaman yanıbaşımızda olan soğukmu soğuk tüyler ürperten iki hecelik acı bir cümledir ama gidipte dönüşü olmayan bir yoldur .
Rivayete göre, Hızır Aleyhüsselam, İlyas Aleyhüsselam ve iskender-i Zülkarneyn, birlikte (Ab-u Hayat) aramaya çıkmışlar. Ve bir müddet sonra “Karanlıklar ülkesine dalmışlar”. Hızır ve İlyas Ab-u hayat suyunun kaynağını bulup içmişler. Fakat iskender’e söylememişler. (Hızır’ın suyu benem / Ab-ı Hayat Bendedir / Kevserden İçen gelsin./ Kadru berat bendedir) . Hızır ve İlyas’ın sağ olduğuna ve yaşadığına inanılmaktadır. Hızır karada, İlyas da denizde.