Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • kürt tarihi21.07.2009 - 17:13

    Son dönem Kürt tezlerinde Azerilerin ve Şah İsmail’in Kürt olduğu noktasına gelinmiştir. Oysa ki deminde söylediğim gibi Şah İsmail’in dayandığı tüm kabileler Ustaşlı, Varsaklı, Rumlu Türkmen kabileleridir. Ve tüm şiirleri Türkçe’dir. Ve kendisi de anne tarafından dört kuşak boyunca sürekli Akkoyunlu soyundan gelmiştir. Keza Şah Tasmaph da anne tarafından aynı soydan, Uzun Hasan soyundan gelmektedir. Bu boyutuyla bakıldığı zaman çarpıtmanın hangi boyuta geldiğini görmek mümkün olmaktadır.

    Şerefhan’da da bu kabilelerin bu bölgede 1500’li yıllarda yer aldığını ve esas olarak da ilk Kırmanç etnisinin oluşturulduğunu görmekteyiz. Araplardan, Türkmenlerden ve Farslılardan oluşmuş bir yapının, Müslümanlık kimliği altında yani Şafi kimliği altında Kızılbaşlara karşı örgütlenmiş etnik bir oluşumu meydana getirdiğini görüyoruz. Ve bu nedenle de İran hududuna yani o zamanki Safeviler hududuna yerleştirilmiş kuzey Kürtleri ile, güneyde Diyarbakır’a yerleştirilmiş Milanları esas aldığımız zaman, bunların Osmanlının Kızılbaş Türkmenlere ve Kızılbaş İran’a karşı bir operasyonu ile varolduğunu görmekteyiz.

    Keza benzer bir operasyonu da Hamidiye Alayları’nda görmekteyiz. Ve bu anlamda baktığımızda, Kürt yapısının Osmanlı inisiyatifinde, önce Kırmança ve sonra Zorani dediğimiz kimliklerle Müslümanlık altında geliştiğini, keza Zoranilerin Kadıri, Kırmançların Nakşibendi tarikatından olduğunu; onların da Caferilere karşı Şah İsmail’in amcası İmam Cafer, İmam Haydar, İmam İsmail’den gelen tekkeye karşı Sünni bir tekke, Sünni bir tarikat oluşturma çabası ile örgütlenmiş bir yapı olduğunu görmekteyiz

    Etnik yapıya baktığımız zaman demin de söylediğim gibi İranlı, Fars, Türk ve hatta Ermenilerden oluşmuş bir topluluk olduğunu Nikitin söylemektedir. Diğer taraftan da dil olarak Gorani, Helvani, Zaza gibi dillerin Orta İran’da ve kuzeydeki topluluklar içinde yer alan, ama Türkiye’ye Cengiz Han döneminde geldiğini gördüğümüz topluluklarda olduğunu görmekteyiz.

    Tarih tezi olarak örnek verirsek, bir topluluğun bırakın 5.000 yıldan beri Ortadoğu gibi bir bölgede var olmasını, Cengiz Han’ın İsfahan’da, Timur’un Sivas’ta, Bağdat’ta ve Şiraz’da ve keza Şah İsmail’in Tebriz’deki uygulamalarına baktığımız zaman etnilerin çok büyük miktarda yok olduğunu görmekteyiz. Onu da bırakın, Kuyucu Murat Paşa’nın Türkmenleri tasfiyesine baktığımız zaman tarih boyunca bir dizi etninin yok olarak yerine yeni etnilerin geldiğini görüyoruz.

    Tarih Bulamadıysan Tarih Uydur
    O anlamda 7.000 yıl aynı yerde kalmış otokton Kürtler buradan Avrupa’ya gitmiş, Avrupalıları oluşturmuş, geride bunlar kalmış gibi tezler ancak tarihi bir masal olmakta. Diğer taraftan antropolojik özelliklere, etnik özelliklere ve dinsel özelliklerine baktığımız zamanda bunların sürekli bir etnik oluşum içinde olduğunu ve Osmanlı’nın inisiyatifinde geliştiğini görmekteyiz. Ve bu anlamda da günümüzde bu tarih tezlerinin niçin bu kadar çabalarla oluşturulduğunu ve kendi içinde bir dizi çelişkileri gizleyerek, ciddiyetten uzak durmasına karşın sanki ciddiymiş gibi ele alınmasını anlamamızın bir pratik anlamı olmaktadır. Buna baktığımız zaman, yüzyılın başındaki Wilsonculuk, tarihsel ulusal devletlerin yani Marks’ın deyimiyle büyük uluslar olan Türkler, Ruslar gibi ulusların parçalanmasına yarayan, küçük ulusları yaratan bir tavırdır. İdeolojik olan bu yaklaşımın, bir etniyi oluşturmak, bir bölgeye o etniyi yerleştirmek ve orada bir devleti oluşturmak çabasının ürünü olduğu görülmektedir. Batılı devletlerin bu tarzdaki çabasının nedenleri nedir, son dönemdeki Kürdoloji Enstitülerinin ciddiyetten uzak ama ciddi gibi gösterilmeye çalışılan bu çabalarının nedenleri nedir sorusunun yanıtını Hobsam’dan alalım:

    “Tarih de milliyetçi, etnik, şeriatçı ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş bu ideolojilerin belki de asıl öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa her zaman yeniden icat edilmelidir.

    Aslında şeylerin doğasında genellikle tümüne uygun bir geçmiş yoktur bu tip ideolojilerin ve bu tip etnik grupların. Bu etnik ideolojilerin meşru olduğunu iddia ettikleri fenomen eskiye dayalı ya da ebedliği olmayıp tarihsel açıdan yeni bir fenomendir.”

    Yani burada Eric Hobsam’ın söyledikleri, bugünkü Kürt tarihi yaratımının gereklerini vermektedir. Yani ebedliği olmadığı gibi tarihsel bir tabanı da yok. Ama bugün yaratılmak istenen bir fenomen için geçmiş arama çabasının olduğunu görüyoruz. Etnik milliyetçiliğin yaratılması için ideolojik bir tarih yaratmak ve fenomen olan bir tarihi oluşturmak, olmuyorsa zorla oluşturmak gibi bir olgu söz konusudur. 1000 yıldan beri kesiksiz bir Türk yönetiminde olan İran, Türkiye ve Türkistan’da bir dizi yeni etni yaratılması çabasını da bundan dolayı görmekteyiz.

    Yani burada, 600’li yıllarda Göktürklerin Türkistan’a girmesi, ondan sonra 1000’li yıllarda Selçukluların Anadolu ve İran’a girmesi ve 1200’li yıllarda İlhanlıların buraya Türkmen kabilelerini göndermesi ve burada Akkoyunluların, Karakoyunluların, Osmanlıların hanedanlık oluşturması, arkasından Timur’un gelerek bu bölgeyi tekrar bütünleştirmesi ve bir tarafta Osmanlı ve bir tarafta Safevilerin yer aldığı 16. yüzyıl ve ondan sonra Safevilerin Afşar oluşuna ve Afşarların Kaçarlara döndüğü 20. yüzyıla kadar uzanan, İran ve Osmanlıdan gelen Türkiye denklemine baktığımız zaman, birbirini tazeleyen bir etnik oluşum sürecinin devam etmekte olduğunu görmekteyiz. Ve bu sürece bakıldığı zaman Kürt etnisi dediğimiz gruplar, Türkmenlerin Anadolu’ya girmesiyle burada varolan İran unsurlarını kendi yapılarına almalarıyla oluşmuş bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Egemen soylular, gulam askerler, Gorani köylüler diye açıklanan bu üçlü yapıyı, daha sonra Kürtleri Kırmançlar ve Goraniler diye ayırma çabası gelmektedir.

    İlkel Kömünal Yapıdan Çıkamadan Ulus Devlet Kurulamaz

    Aslında Kırmançlar ve Goraniler diye bir ayrım yoktur. Tersine, Kırmançlar Osmanlının ürettiği bir etnidir. Büyük olasılıkla da Ermenice bir kelimeden o dönemde üretilmiş bir yapıdır. Şah İsmail’e karşı kullanılan Kırmançlar, komünal yapının Osmanlı aristokrasisi tarafından feodalleştirilmesidir.

    Bu halle bakıldığı zaman en son Kürt tezlerini savunan Batılı Kürt etnolojistler, Kürtlerin ulus devlet olabilmesi için hanedanları, kralları, prensleri gibi yapıları olması gerektiğini söylerler36. Nikitin ve Minorsky gibi ikinci kuşak Kürt tezini yazan kişiler, Kürtlerin ilkel komünal yapıda topluluklar olduğunu ve ulus devlet oluşturabilmek için ilkel komünal yapıdan çıkabilecek durumda olmadıklarını özellikle vurgularlar. Nikitin’in bu vurgulamasında demektedir ki: Kürtler bu boyutuyla, bu biçimiyle ilkel komünal yapı içerisindedirler. Ve bu ilkel komünal yapı aşılmadıkça çoban-üretim ilişkilerinden çıkamamakta ve bu da orta barbarlık dönemini temsil etmektedir. Ama Osmanlıya bağlı, İlhanlıya bağlı veya Abbasilere, Karakoyunlulara bağlı Kürt bölgelerindeki emirler aslında oradaki feodal yapıları temsil eden gruplardır. Diğerleri ise komünal yapılardaki göçer komünlerdir. İsmail Beşikçi bu yapıyı açıklıkla incelemiştir. Mesala Alikan ve Velikan aşiretleri hâlâ göçer aşiretlerdir. Daha sonra çobanlık konumundaki bu topluluklardan Osmanlının vergi alması ve yerleştirmesi ilk defa İdrisi Bitlisi’ye verilen ferman ile gerçekleştirilmiştir. Ama buna rağmen Kürt toplumundaki bu komünal yapının aşılamamış olması, 1920’lerdeki araştırmalarda Bazil Nikitin’in de açıkca vurguladığı gibi Kürt ulusu oluşturmanın önündeki en büyük engeldir.

    Bu noktadan bakıldığında Kürtler, Abûl Farac’ın tanımıyla anaerkil yapıda olan ve henüz komünal yapıdan çıkamamış olan topluluklardır. Türklerin İran’da tarihsel devrimler yapması yani Orta Asyalı Türkmenlerin İran’a girerek buradaki üretim tarzını yeniden biçimlendirmesi, daha sonra bu tarihsel devrimi Selçuklulardan sonra İlhanlıların yapması sürecinde bir dizi Türkmen beyliğinin Kürt köyleri üzerinde egemenliklerini kurması, Ermenilerin Kürt diye tanımladığı yapıyı ortaya çıkarmıştır.

    Keza Kürt soylularının kökenlerine baktığımızda, Mollazadeler, Molla Haydar soyundan gelen Haydariler, Revanduzlu Hılanı Aşireti’ne mensup Molla Ömer Efendi soyundan gelen Hılanzadeler gibi şeyh soyundan gelenler, şeyhzadeler benzeri ifadeleri görmekteyiz. Bunlar Botan ve Revanduz Emirlerinden gelen Miri Emirzadeler, Serdar Baba Miri Mükri, Süleyman Bebe gibi veyahut da aşiretlerden gelen begzadeler ya da sonunda Zevandanlar gibi ya dinsel ya da beyliklerden oluşmuş soylu kabilelerdir. Ama bu soylu kabileleri biraz daha incelediğimiz zaman ya Arap beyliklerinden ya Timur’un getirdiği Kara Osman Bey’in Hakkari’de beyliği oluşturması gibi yapılardan geldiğini görmekteyiz. Bu yapılar komünal yapıdaki topluluklar üzerinedir. Emir ve bey aşiretler üstü merkezi yapının temsilcisidir ve feodaller zamanla Kürtleşmişlerdir.

  • kürt tarihi21.07.2009 - 17:08

    Kürtlerin kökenini Ortadoğu’daki tüm antik halklara bağlayan anlayıştaki tutarsızlık Kürtlerin dininde ortaya çıkar. İzady, Kürtlerin dinlerinin Zerdüşt, Mazdeki, Yezdeki, Yezidi gibi, bugün ne Kurmançlarda ne Soranilerde hiçbir zaman kabul edilmeyen dinler olduğunu ileri sürer.

    Oysa Kurmanç ve Soranlar Tanrı’ya Orta Asya Türkleri gibi otantik olarak Huday derler. Tatarların Khuday dedikleri ismi Türk kamlarının kullandığı bir isimdir.

    Tanrı ismi toplulukların kültürel kökeninde önemlidir. Arapların Allah ismine rağmen, Kürtlerin, Türkmenlerin ve Tatarların Huday-Khuday ismini otantik olarak kullanması önemlidir. Keza bugün Soraniler Kadiri, Kurmançlar ise Nakşibendi tarikatlarındandır. Geçmişte Kadiri olan Kurmançlar günümüzde Nakşibendi olmuştur (Bakınız: Faik Bulut) .

    Nakşibendilik Orta Asya’da çıkmış, Bahaddin Nakşibendi’nin sufi yoludur (Togan’a bakınız) . Kafkasya ve İran’da Türkistan kafileleri ile yayılmıştır. Bu olgu da, Kürt beylerinin Türkistan ile ilişkisine işaret eder. Diğer taraftan Kurmanç-Gorani farklılaşmasının dilsel, dinsel, etnisel, sınıfsal karşıtlığı, Kürt etnileri farklılığından çok, fetheden ile fetih edilen olarak bir araya gelen iki kimliğin aynı süreçte farklı gelişimleridir.

    Keza Anadolu Aleviliğinde esas dil Türkçe yanında Gorani-Helvani-Zazaki gibi ikinci dillerin konuşulması daha önce bahsettiğimiz Hazremşahlar döneminde kurulan Türkmen - Goran - Lur ilişkisi nedeniyledir.

    Tatarların girişi sürecinde Anadolu’ya geçen Türkmen, Tacik, Goran gibi İrani halkların beraberliği nedeniyledir. Türkmen kimliği ile Goran kimliği, Kurmançların Anadolu’da yerleşmesi ile kimlik olarak geriletilmiş ve yok edilmiştir.

    Kürtler, dillerinin İrani olmasına karşın, peygamber ismini Tatarlar gibi “Mamed” olarak telafuz ederler, uzatmazlar. Çünkü Tatarcada iki sesli harf bir arada kullanılmaz. Kelimeler Farsçada olduğu gibi uzatılmaz. İki “M” harfi bir arada kullanılmadığı için peygamber ismini Tatarlar “Mbamet” olarak Kürtlerin kullandığı gibi kullanırlar.

    Gorani dediğimiz dilin bir kalıntısını, Zazalar diye tanımladığımız Aleviler içinde görmekteyiz. Oysaki Zazaların kökeninin Kürtlerle bir ilişkisi olmadığını, bizzat Kürtlerin burada varoluş sebebinin buradaki Alevilerin Anadolu’dan yok edilmesi olduğunu göz önüne aldığımız zaman, Zazalardaki Gorani, Helvani Zazaki gibi dillerin aslında Harzem bölgesinden gelen ve Harzemşahlar dönemindeki İranlı topluluklarla Türkmen toplulukların hareketinden doğan bir yapı olduğu anlaşılmaktadır.

    Köylü olarak tanımlanan Harzemşah Türkmenleri ile birlikte göçen bu gruplar Bayat ve Bayındır boyları ile geldiklerinden, zaman içinde Kızılbaş-Alevi topluluklar olarak tanımlanmış ve Kürtlerin yani Şafilerin Güneydoğu Anadolu’da varlıklarının Kırmanç olarak gelişmesi, Türkmen kimliklerinin Anadolu’dan temizlenmesi, atılması amacının güdülmesi nedeniyledir. Bunlar birbirlerini yok eden antagonist topluluklardır.

    Bunlarda kullanılan Zaza dilinin, yani Goran dilinin sebebi, Harzemşahlarda hem Türkçe hem Goranca kullanılmasıdır. Zazaca’yı Türkmen olduklarını saklamak ve katledilmelerini önlemek için kullanmışlardır. Ama gerek dinsel ayinlerinde gerek ozanlarının şiirlerinde Türkçe kullanmışlardır. Bu iki dillilik Türk toplulukları içinde hep söz konusu olmuştur. Keza tüm Alevi ozanların da şiirleri Türkçe’dir.

  • kürt tarihi21.07.2009 - 17:02

    5.000 yıllık kürt tarihinin özeti

    Diyarbakır Nasıl Alındı?

    Ve bu bölgeler bütünüyle İran ve Doğu Anadolu Türkmen kabilesi olan Akkoyunluların iktidarındadır. Daha sonra bu bölgede Safeviler iktidar olmuştur. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i Çaldıran’da yendikten sonra Uzun Hasan’ın Diyarbakır’daki sarayı Tebriz’e taşınmış ve ve ülke Tebriz’den idare edilirken, Diyarbakır Valilik durumuna gelmiştir. Ve bu Valiliğin başkanı da Türkmen Ustaçlı Kurt Bey’dir. Diyarbakır da Yavuz Sultan Selim tarafından bu Türkmen Ustaçlı Beyliği’nden alınmıştır. Şerefname’de bu olay şöyle anlatılmaktadır:

    “Sultan’ın ordusu Tebriz’den Rum tarafına dönünce düşünür İdris, Kürdistan beyleri adına Sultan’a bir rapor sunarak; Sultan’ın merhametinden irsi görevlerini eskiden olduğu gibi kendilerine vermek lütfunda bulunmasını ve komutası altında hep birlikte Diyarbekir’e gidip Safevi Valisi Kara Han’ı oradan çıkarmak için başlarına Beylerbeyi rütbeinde olacak büyük bir şahsiyeti tayin etmesini istediklerini bildirdi.

    Sultan dileklerini olumlu karşılayarak şu cevabı verdi: ‘kendi aralarından Kürdistan beylerinden ve hükümdarlarından beylerbeyi görevi alabilecek ve bütün Kürt beylerinin boyun eğecekleri komutası altında Kızılbaşlarla çarpışmaya ve onları ülkeden kovmaya gidecekleri birini seçsinler’

    Bunun üzerine düşünür İdris bir rapor daha sunarak şöyle dedi: ‘Burada öznel birlikten fazla çokluk vardır. Herkes ‘yalnız ben olayım, benden başkası olmasın’ diyor. Ve kimse kimseye itaat etmiyor. Yüce amaç Kızılbaşlar topluluğu parçalamaya ve birliğini darmadağın etmeye yol açacak tedbirleri almak olduğuna göre; Sultanlık Sarayı’nın adamlarından, bütün Kürt beylerinin itaat edecekleri, boyun eğecekleri birinin tayin edilmesi daha iyi olur; böylece bu iş en hızlı ve en iyi şekilde tamamlanır.”

    Buradan şu anlamı çıkartmaktayız: Bu ordunun oluşmasında Kürtler tarafından herhangi bir aktör rol oynanmamıştır ve Kürt denilen kabileler arasında kollektif bir aksiyon olmadığı görülmüştür. Keza buraya tayin edilen Merzifonlu Mehmet Paşa, serdar olarak Diyarbakır’ı almış ve Diyarbakır’ın valisi olmuştur. Diyarbakır Valiliği yaptığı dönemde de Yavuz Sultan Selim tarafından İdrisi Bitlisi’ye gönderilen fermanda bölgedeki Kızılbaş Türkmenlerin kökünün kazılması emredilmiş, bölgedeki Müslüman beyliklerine tımar ve zeamet olarak belli yerler verilerek buralara yerleşmeleri sağlanmıştır. İdrisi Bidlisi’ye gönderilen name şu şekildedir:

    Kürtler Diyarbakır’a Yerleştiriliyor

    “…Diyarbakır yöresinde size inanarak gelen beylerin durumları, ad ve sanları, değerleri senin bilginde olduğundan, devleti süregelsin Diyarbakır Beylerbeyi Mehmed’e nişan-ı şerifimle damgalı beyaz, şanlı hükümler gönderildi. Gerektir ki, ol beylerin ad ve sanları, değerleri ne biçimde olmak yerinde ise beratları düzenlenip yazıveresiniz. Ol yazılmış beratların örneklerini ve tımarların sayısını da bir deftere geçirip yüce eşiğime gönderesiniz ki, bundan da saklanıp her özellikleri anlaşılıp biline. Her beye ne sancak verildiği ve ne biçimde işe başlatıldığı, sanaları nece yazıldığı, in’amları ve riayetleri ne biçimde olduğu, geniş ve açıklayıcı biçimde bildirile. Ama öyle düzenlenip hazırlana ki birbiri arasında olan bağlantı karışıp altüst olmaya.(Yukarıdaki satırlar bold olarak kalacak) Ol beratlardan başka itimatnameler gönderilmesi gereken beyler için beyaz nişanlı kağıtlar iletildi. Anlar dahi her beye ne biçimde istimalatname gönderilmek uygun ise yazılıp in’amları birle gönderile. Anların geniş açıklamalarının ve in’amda ne biçimde ilgi gösterildiklerinin ol beratları örnekleriyle bir defter idüp cihana gölge salan otağıma yollansın ki her yönü bunda açık ve seçik bilinmiş ola…”

    Yukarda görülen alıntıdaki tarz ve otoriter tavır göstermektedir ki, Sultan Yavuz bu bölgedeki yapılanmayı feodal bir biçimde kayda geçirmekte ve kurallarına harfiyen uygulanmasını zorunluluğunu belirtmektedir. Bu da bize göstermektedir ki Kürt tarih yazıcılarının söylediği gibi Osmanlı buradaki Kürt beylerini resmi olarak tanımak zorunda kaldığı için değil, tam tersi burada varlığını sürdüren Türkmen beyliklerinin ve kabilelerinin bu bölgeden sürülebilmesi için bu bölgeye yerleştirilen göçebe Kürt aşiretlerinin kalıcı bir şekilde dağıtılması ve yerleştirildikleri bölgelerin kayıt altına alınmasını amaçlamaktadır. Keza Doğu Anadoludaki bir çok Kürt kabilesi (Zilanlar) buldukları bölgeye, Van kuzeyine Sultan Selim’in döneminde yerleştirilmiştir. Bu yerleştirme, Şah İsmail’in Türkmen kabilelerinin bu bölgeye geri dönüp yerleşiminin engellenmesini amaçlamaktadır. Bu süreçte Güneydoğu ve Doğu Anadoluda kalan Türkmenler kimliklerini değiştirerek Kürt kimliği ile varlıklarını sürdürmüşler ve Kürtleşmişlerdir.

    Yine Tori’den aldığımız kaynaklarda Türkmen Ustaç Bey’in kovulmasından sonra Diyarbakır’ın taksiminin daha da detaylandırılmış olduğunu görmekteyiz. Buna göre Diyarbakır şu sancaklara ayrılmıştır. Bunlar Amid, Kemah, Harput, Arapkir, Ergani, İspir, Bayburt, Kıği. Aynı zamanda Diyarbakır Beylerbeyliği’ne bağlı 28 sancak oluşturulmuştur. Bunlar da Çemizgezek, Hizo, Atok, Palu, Süleymaniyen, Birecik, Eğil, Hasankeyf, Çapakçur, Fusul, Hilvan, Bidlis, Sason, Cizre, Nizan, Siverek, Berdinç, Haytan, Zeriki, Musul, Cüngüş, Poşadı, Hâchuk, Sincar, Genc, Aşiret ve Ulus sancaklarıdır. Bunların beyleri ve bu beylerin oluşturdukları araziler deftere yazılarak Osmanlının vergi topladığı tımarlar olarak ortaya çıkmıştır. Bir başka ifade ile Kurmanç etnik oluşumunun başlangıçı olarak, ilkel komünal toplulukların Osmanlı feodal düzenine göre yerleştirilmesini alabiliriz.

    Sanıldığı gibi Osmanlı, Kürt beylerinin varlığını kabul etmiş değildi. Tam tersine, Kızılbaş Türkmenlerin bu bölgeden çıkarılması için bu bölgeye Şafii Müslümanlar yerleştirilmiştir. Kızılbaş Türkmenler katliamlar ile bu bölgeden uzaklaştırılırken, Osmanlılar tarafından Kürt etnisi dediğimiz yapı bu bölgede oluşturulmaya başlanmıştır. Daha evvel Arap kökenden gelen topluluklar Osmanlı tarafından Müslüman olarak deftere yazılmış ve bu anlamda Türkmen olmanın Kızılbaş olmayla eşit olduğu noktada İdrisi Bidlisi’nin ve Şerefhan’ın tarihinde kaleme aldığı gibi bölgeden Türkmenlerin tasfiyesini amaçlayan bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Bu da bize göstermektedir ki “Burası Kürt bölgesiydi ve burada yaşayan topluluklar Kürt’tü” tezinin bir temel dayanağı bulunmamaktadır. Keza Şerefhan bile Diyarbakır’ı, Meyyafarkın’ı Kürdistan içinde saymaz.

    Günümüzde Kürt kabilelerini sınıflandırmaya kalkacak olursak temel alacağımız kaynaklardan biri de Ziya Gökalp’in Kürtler üzerine yaptığı sosyolojik araştırmadır. Ama onun dışında burada varolan Hamidiye Alayları’nın yapılarıdır. Hamidiye Alayları, Osmanlının buradaki aşiretlerden oluşturduğu yapıları tanımlamaktadır. Milanlar ve Zilanlar’dan oluşan bu aşiretlere baktığımız zaman iki ayrı partiden oluşturulan Hamidiye Alayları şöyle oluşmaktaydı: Başkanlığını Milan Aşireti Reisi’nin yaptığı Mil partisinde Cibran Aşireti 4 alay, Hasenan Aşireti 6 alay, Zirkan Aşireti 2 alay, Karakeçili Aşireti 1 alay ve Milan Aşireti 5 alay olmak üzere 20 alay vardı. Haydaran Aşireti Reisi’nin başkanlığını yaptığı Silif partisinde ise Hayderan Aşireti 5 alay, Ademan Aşireti 1 alay, Tokariyen Aşireti 1 alay, Zilan aşireti 1 alay, Celali aşireti 1 alay, Şıpkan aşireti 1 alay, Zilanlı Selim Paşa Aşireti 1 alay, Tutak Aşireti 1 alay ve bölge Alay Kumandanları Alayları 3 olmak üzere toplam 16 alay vardı. Hamidiye Alayları toplam 36 tane idi.

    Antropolojik olarak bakıldığında Milanların Arap kökenine girdiğini Marc Sykes söylemektedir. Keza kuzeydeki aşiretlerden Zilanların ise Türkmen tipine girdiğini, diğer üçüncü bir tipin Girdi tipi dördüncü tipin ise Nasturi-Hakkari tipi olduğu bilgisini vermektedir. Bu boyutuyla baktığımız zaman antropolojik olarak da bir Kürt tipinden bahsedilemeyeceğini Nikitin söylemektedir

  • türkler18.07.2009 - 15:35

    Gazeteci C.E.W.Bean, 10 Kasım 1915'te defterine 'Türkler: Yaşamın Güzel Yanları' başlığıyla, siperlerdeki bu ilginç durumu şöyle anlatıyor.:

    'Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır'daki Türk savaş esirlerinden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. (Gerçi bizim askerler bunu yapmamızı pek istemiyor ama...) Her neyse, karşıdan şu yanıtı aldık: 'Sadaka ile yaşayan bir adam, domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Ellerimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok silah ve cephanesi olabilir. Ancak, bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir millet iseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da, başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz? ...

    Çok asilce bir cevap! Bu tür çabaları yoğunlaştırıp, Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyordum. Kaldı ki onlar da -ya da Almanlar-, benzer yöntemleri bizim üzerimizde denemişlerdi.'

    'Üç hafta kadar önce, Türklerin üç günlük bir bayramı vardı. Bizim siperlere, üzerine silinmez kalemle ve aceleyle şunlar yazılı iki paket sigara attılar: Prenez, fumez avec plaisir notre heureux énnemis. (Alın, afiyetle için mutlu düşmanlarımız)

    Karşılığında biz de onlara, konserve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde 'Bully beef non' (sığır bifteği istemeyiz) mesajı yazılı olarak geri yolladılar.'

    Avustralyalı bir albay ise, Ekim ayı sonunda ülkesine yolladığı mektupta, 'Siperlerdeki Yaşam ve Türkler' başlığı altında durumu şöyle dile getiriyor:

    'Türkler çok dürüst savaşçılar. Kahramanlık ve cesaretleri tartışılmaz. İşkence, zulüm ve dumdum kurşunu konusundaki tüm iddialar yalandır. Geçen gün, yanlışlıkla atılan bir şarapnel ile Kızılhaç katırlarından birisini öldürdüler. Anında özür dilediler. Daha önce de yaralılarımızla ilgilendiler. Onları, kıyıya bırakıp bize haber verdiler. Burada hiçbirimizin, Türklere karşı büyük bir düşmanlık beslediğini sanmıyorum...'

    Öte yandan, Çanakkale Cephesinde Müttefiklerin en çekindiği şeylerden bir, Türklerin zehirli gaz kullanma olasılığıydı. Genel olarak yüksek noktaları tuttukları için ve rüzgar da uygun estiği zaman, zehirli gaz kullanılması çok büyük can kaybına yol açabilirdi. Almanların elinde bu gazdan bulunduğu biliniyordu. Batı Cephesi'nde, Fransa'da kullanmışlardı da...Özellikle İngilizlerin, zehirli gaz kullanımından endişe ettiği ve askerlere gaz maskesi dağıtıp, olası bir tehlikede neler yapılması gerektiği konusunda özel eğitim verdiklerini öğreniyoruz.

    Ancak Türk subay ve komutanları, Almanların isteğine ve önerisine karşılık bu yöntemi, 'mertçe ve adil' bulmayıp, savaş kurallarına da aykırı olacağı gerekçesiyle onaylamamış ve zehirli gazı, savaşın son gününe kadar kullanmamışlardır.

    Çanakkale Cephesi'nde zehirli gaz kullanıldığına ilişkin haberlerin asılsız olduğu ve endişeye gerek bulunmadığı, Avustralya ve Yeni Zelanda basınında sık sık dile getirilmiştir. Örneğin, Wellington'da çıkan 'Otago Times' Gazetesi, 1 kasım 1915 günü, 'Savaşçı olarak Türk' başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Yazıda aynen şunlar yer almaktadır:

    '...Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu'ya değil, en çok Mısır'a kadar gelenlerdir.

    The Age adlı Avustralya gazetesi, 11 Aralık 1915'te, gene Türklerin zehirli gaz kullanması sorununu ele almış ve 'gaz bombası saldırısından korkulmuyor' başlığı altında yayınlanan yorum yazısında, cepheden gelen raporlara dayanarak konuyu şöyle değerlendirmiştir.

    '...Şu ana kadar bu cephede Türklerin savaş yöntemlerinin hakça olduğunu kabul etmek dürüstlük gereğidir. Türklerle Avustralyalılar arasındaki savaş mertçeydi ve sonuna kadar öyle olacağını umuyoruz. Bu savaştan önce Türk'ü hor görüyorduk. Artık öyle bir şey söz konusu değil. O'nu yendiğimizde -ki o gün uzak değildir- hepimiz onları Almanların etkisine girmekle birlikte, ahlâksızca savaş yöntemleri kullanacak kadar tötonikleşmemiş (Almanlaşmamış) olarak hatırlamak istiyoruz.'

    şu mertliği elin yabancısı gösteriyor her laflarında devlet yapsın bana ne diyen vatan hayinleri bu mertliği gösteremiyor. tabiki mertlikte asalette damarlarda akan asil kanda mevcuttur.hayinlerde olmaz

  • Kürtçe18.07.2009 - 13:59

    Kürtçenin bir dil olduğunu gösterebilmek için, onun dünya üzerindeki dört büyük dil ailesinden birine bağlı olduğunu kanıtlamak gerekmektedir. Genel olarak kürtçenin “Hint - Avrupa Dil Ailesi” içerisinde yer aldığı söylense de, Prof. Dr. Vladimir Minorsky kürtçenin bu dil ailesi içerisinde kabul edilmemesi için; “telaffuz farklılıkları, şekil farklılıkları, cümle yapısı farklılıkları, sözcük farklılıkları ve ses değişimi farklılıkları” gibi maddeler sıralamıştır. Zaten tümce kuruluşu açısından da, normalde Hint - Avrupa dillerinde söz dizimi “Özne + Yüklem + Tümleç“ biçiminde olmasına rağmen, kürtçede “Özne + Tümleç + Yüklem” biçimindedir. Bu da, bu dilin Hint - Avrupa dilleri arasında olmadığını göstermeye yeterlidir. Eğer kürtçe Hint - Avrupa Dil Ailesi içerisinde değilse, “Sâmi” ailesinin içine konulabilir ki bu da imkânsızdır. Kürtçe, cümle kuruluşları açısından da Türkçe ile yakınlık göstermektedir. Örnek verecek olursak:

    Benim elmam var. (Türkçe)
    Min sev heye. (Kürtçe)
    I have an apple. (İngilizce)

    Yukarıdaki örnekte de göreceğiniz üzere, kürtçedeki söz dizimi, Türkçedekiyle aynıdır. Normalde Hint - Avrupa dillerinde yüklem ortada olurken, kürtçede Türkçedeki gibi yüklem sondadır. Bu da kürtçenin, Türkçe temelinde farklı sözcüklerle oluşturulabileceğine işaret etmektedir. Ki zaten “kürt” ve “kurmanç” sözcükleri bile Türkçe kökenlidir. İşte bu iki sözcüğün Türkçedeki anlamları:

    KÜRT: Kar yığını, çığ, bir çeşit kayın ağacı, ayva ağacı
    KÜRÜD: Merih gezeğen, süpürge otu
    KÜRT: Kalın kar yığını (Kazak lehçesi)
    KÜRTİK: Yeni yağmış kar (Kazak ve Tarançi lehçesi) çığ (Sor Lehçesi)
    KÖRT: Kar yığını, saçak, kar yığıntısı (Çuvaş, Kazan, Tatar lehçesi)
    KÖRTÜK: Kar denizi veya kar çölü (Uygur lehçesi) , kar yığını
    KÜRTKÜ: Kar yığını (Karakırgız lehçesi)
    KÜRTÇÜK: Kar yığını (Yakut ve Çeremis lehçesi)
    KURMAN(Ç) : Gedelgeç, yay konan kap, yaylık (Oğuz ve Kıpçak Lehçeleri)

    Bugün bir kürt boyu olarak gösterilmeye çalışılan “kırmanç / kurmanç” boyunun adı bile, Kuman Türkleri ile bağlantılıdır ve bu adın tarihteki büyük bir Türk boyu olan “Kurmanlar“dan geldiği düşünülmektedir. Daha birçok sözcük, Eski Türkçedeki sözcüklerde çok yakındır. İşte onlara birkaç örnek:

    Eski Türkçe Kürtçe Anlamı
    apa apo amca
    mın min ben, benim, bana
    ka ka / ko aile büyüğü
    kent gend / gund şehir, köy
    buge bug(e) gelin
    kon kon konak yeri, çadır
    kutay kutni parlak kumaş

    (Kaynak: Türkiye’nin Etnik Yapısı - Ali Tayyar Önder)

    Kürtçenin ses ve biçim bakımından özgün olmadığını, çevre dillerden yapılan alıntılardan oluştuğunu görmek yukarıda anlatılanlar neticesinde pek de zor değildir. Kürtçe, tıpkı Osmanlı Türkçesi gibi Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımından oluşan bir dil olarak da görülmemeli, olsa olsa sırf farklılaşmak adına sözcükleri birbirine karıştırarak oluşturulan bir “ağız” olarak kabul edilmelidir.

    Bugün, Türkiye’de kürtçe konuştuklarını zannedenler, aslında uydurma bir takım sözcüklerle yaşamlarını devam ettirmeye çalışırlar. Zaten Türkiye’nin doğusunda birbirine yakın iki köyde yaşayan kürtler bile birbirlerini anlamazlar.

  • kürt tarihi13.07.2009 - 15:30

    Kurtuluş Savaşı’nda 33 bir şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2

  • kürt tarihi07.07.2009 - 09:05

    Selahattin eyyubi yalanı
    Selahattin Eyyubi hakkında bilgi edinilebilecek kaynaklar Selahattin Eyyubi'nin ırkı ile ilgili farklı bilgiler vermektedir. Selahattin Eyyubi'nin Arap veya Kürt bilinmesinin sebebi Arap ve Kürt tarihçilerin ulu şahsiyetlere sahip çıkabilmek gayesiyle gerçekleri saptırmasıdır. Kürt tarihini yazan Şerefhan Bidlisi Şerefname'de Selahattin Eyyubi'nin Kürt olduğunu yazar. Bunun sebebi bellidir; tarihi ve kahramanı olmayan bir topluluk için bir tarih uydurup bir kahraman yaratma kaygısı. Çoğu kaynak da Eyyubiler'i kuran hanedanın Kürt hanedanı olduğunu zaman içinde önce Türkleşip sonra da Araplaştıklarını söyler. Ama bunu söyleyen kaynakların referans aldıkları kaynaklar ya Kürt'ün yazdığı uyduruk Şerefname ya da hilekar Arap tarihçilerinin yazmış olduğu kitaplardır.


    Atsız Ata'mız Selahattin Eyyubi'nin babasının Arap annesinin Kürt olduğunu yazar. Türkçüler tarafından ağırlıklı kabul gören görüş bu yönde olmakla birlikte Eyyubi'nin Türk olduğunu yazan ansiklopediler ve kitapların varlığı da bizleri bir kez daha düşünmeye sevk etmektedir.


    Selahattin Eyyubi'nin Türk olduğunu söyleyen kaynaklar bunun böyle olduğunu ispat edebilmek için ortaya tartışılamaz kanıtlar koymaktadırlar. Selahattin Eyyubi'nin babası Necmeddin Eyyüb'ün Selçuklular döneminde önemli yararlılıklar göstermiş olan Türkmen oymaklarından birinin mensubu olması bu kanıtlardan birisidir(Kürtler ise Necmeddin Eyyubi'nin Selçuklu ordusuna paralı asker olarak katıldığı şeklinde bir uydurmayla dayanaksız tezlerini punduna uydurma yoluna gitmişlerdir) . Selahattin Eyyubi'nin Türk olduğunu gösteren diğer bir kanıt ise Eyyubi'nin aile fertlerinin adlarının Türk adı olmasıdır ki bunun aksini iddia eden hiç bir kaynak olmadığı gibi Kürt tarihçi Şerefhan Bidlisi bile yazdığı kitapta bu adları vermiştir. Bununla birlikte o dönemlerde o şartlarda bir Arap'ın ya da Kürt'ün bir Türk adı almasına da Eyyubi'nin Kürt veya Arap olduğunu iddia edenler bu gerçeği inkar etme veya saptırma noktasında mantıklı bir açıklama getiremezler. Selahattin Eyyubi'nin kardeşlerinden dördünün adları: TuranŞah Tuğtekin Şehinşah (Şahinşah) Tacilmülük Buri (Börü) 'dür. Selahattin Eyyubi'nin gerek kendisinin gerekse kardeşlerinin eşleri de Türk'tür.

    Selahattin Eyyubi'nin durumuna benzer bir durum; Cebeli Tarık Boğazı'na adını veren Endelüs'ü fetheden ünlü Emevi emiri Tarık Bin Ziyad için de geçerlidir. Tarık Bin Ziyad da Arap olarak gösterilir oysa Ziyad'ın soyu Hazar Türkleri'ne dayanır ve Hazar Türkleri'nden Afrikaya göç etmiş olan Berber Oymağındandır. Ziyad'ın Arap bilinmesinin sebebi de tarihi tahrif etmekle nam salmış Arap tarihçilerin her büyük kişiyi ve olayı kendilerine maledebilmek için gerçekleri saptırmalarıdır.

  • kürt tarihi07.07.2009 - 09:02

    TÜRK-KÜRT BULUŞMASI
    'Etnisist' tarihçiliğin Kürtçü versiyonu, Doğu Anadolu'nun otantik Kürt yurdu olduğunu, Türklerin 1071'den itibaren gelip 'işgal' ettiğini yazarlar; tarihe 'buluşma' gözüyle değil, 'çatışma' gözüyle bakarlar.

    Halbuki antik Kürtlerin orijinal yurdu, Van Gölü'nün epeyce aşağısında ve Batı İran'da dağlık Carduchi coğrafyasıdır. Brownson bunun haritasını da yayımlamıştır. Sultan Sencer'in kurdurduğu 'Kürdistan' eyaleti de aynı coğrafyanın bugünkü Hemedan yöresinde idi.

    BİZANS'A KARŞI TÜRK-KÜRT İTTİFAKI
    Doğu Anadolu o çağlarda Roma ve Bizans toprağıydı, Ermeni, Süryani, Rum ve Diyarbekir yöresinde de Hıristiyan Arap kabileleri vardı.
    Abbasi Halife ordularının fetihleriyle birlikte Güneydoğu'ya Müslüman Arap ve Kürt aşiretlerinin, ardından Türkmen aşiretlerinin girişi başladı.

    1071'de Malazgirt'te Alparslan'ın ordusunda 10 bin gönüllü Kürdün bulunması, Bizans'a karşı bu 'buluşma'nın simgesidir.

    12. yüzyılda bile Urfa ve çevresinde Haçlı Kontluğu'nun kurulması, bölge nüfusunda Hıristiyan unsurların önemini gösterir. Selçuklu-Türkmen fetihleri Doğu Anadolu'yu 'Turcomania' haline getirirken, Kürtler de Fırat'ın doğusuna yayılmışlardır...

    NÜFUS HAREKETLERİ
    Tarihsel süreçte Türkmenler Ege'ye yürürken Eyyubiler döneminde Fırat'ın doğusuna Kürt göçü hızlandı. Osmanlı-Safevi çatışmasında da Anadolu'ya İran'dan Sünni Kürt göçü, Anadolu'dan İran'a Alevi Türkmen göçü oldu.
    Bölgedeki Kürt nüfusu, etnik milliyetçilerin iddia ettiği gibi, antik Hurriler ve Mitannilerin devamı olarak değil, İslam fetihleri ile Selçuklu ve Osmanlı tarihlerindeki bu süreçlerde oluşmuştur. Asırlar içinde çok karışmışlar, yaylalarda Kürtleşmişler, ova ve şehirlerde Türkleşmişlerdir.

    Kürt tarihinin en önemli kaynaklarından Şerefname'de Oğuz Han'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği elçinin Kürt olduğu yazılıdır. Bu elbette bir efsaneydi ama nasıl bir kültürel kaynaşma olduğunu gösteren bir simgedir.

    Etnik milliyetçilerin 'otantik yurt' ve 'işgal' iddiaları tamamen kurgudur fakat doğrusu anlatılmadığında etnik milliyetçiliği besleyen bir efsanedir

    ne güzel uydurulmuş değilmi

  • kürt tarihi06.07.2009 - 16:06

    Kürt tarihçi Şeref Han`ın 1597 yılında yazdığı Şerefname isimli eseri

    `Hazret-i Muhammed`in peygamberliğinin ünü ufuklara yayıldığı, İslamiyet`in çağrı sesinin yankısı dünyanın her tarafına yansıdığı, ülkelerin kralları ve memleketlerin iklimlerin sultanları bu yeni görünümle ilgilenip, bu yüce Efendi`nin önünde eğilmek ve O`na bütün içtenlik ve coşkuluklarıyla itaatlerini sunmak şerefini kazanmak istedikleri zaman; o sırada Türkistan`ın en büyük hükümdarlarından bir olan Oğuz Han, Medine-i Münevvere`de bulunan, peygamberlerin övüncü ve yaratılmışların Efendisi`ne bir heyet gönderdi. Bu heyetin başında da Kürt büyüklerinden ve ileri gelenlerinden Buğduz adlı bir kişi vardı...`

    utanmana gerek yok

  • kürt tarihi06.07.2009 - 15:10

    lawékürd kardeşim ne güzel kendin çalıp kendin oynmışsın yazılarında herhalde kendi soyunun çok karışık olduğu zoruna gidiyor türk kelimesi herhalde sana küfür gibi geliyor yok dillerinin içinde 9000 tne rumca kelime var diye ne biliyorsun o kelimelerin türkçeden etkilenmediğini sen anca kendi kendini avutursun. aç wikipediyi italyada ilk çağlarda yaşamış o milletin genetik yapısı kime benziyor öğren oyle atmasyonla olmuyor koçum atatürküde hafife alma benki sen onun torunusun