dersim kelimesi farscadir,der kapi sim de gumus,yani farsca gumus kapi anlamina gelir Amed kelimesi farscadir,hos gelen anlamina gelir hatta azericede bile ``hosh amed`` i hos geldin demektir.hakkari kelimesi suryanice kokenlidir...ekkareden gelir, ekkare suryanice koylu demektir.......van,mus kelimeleri ermenicedir......anadolunun hic bir yerinde kurtce kokenli il adi yoktur
M.S. 5. yy’la kadar Ortadoğu’da Kürt adına rastlanılmaması yukarıda anlatılan gerçeği doğrulamaktadır. Günümüzde Kürtler Sivas’tan Basra’ya kadar olan coğrafyada yaşayan bir halk olarak anlatılmaktadır. Bu bağlamda Ermeni, Gürcü, Arap, Süryani ve İran kaynaklarının bu bölge ve bölgede yaşayan halklar hakkında verdiği coğrafi ve tarihi kayıtları incelemek meselenin ortaya çıkarılmasında kuşkusuz faydalı olacaktır. Bu bölümde Kürdistan adı ve Kürt kelimesinin ne zaman kullanılmaya başlandığını irdeleyeceğiz. Ortadoğu Kürtleriyle ilgili bilinen ilk kayıtlardan biri, 943 yılında Mürucü-z Zehab adlı eserini yazan Arap coğrafyacı Mesudi’nin verdiği bilgilerdir. Mesudi Kürt aşiretleri ve onların yaşadıkları bölgeler olarak şu yer isimlerini vermektedir: Daynavar ve Hemedan’da (İran’da) Şuhcan Aşireti. Kangavar’da Macurdan Aşireti. Azerbaycan’da Hazbani ve Sarat aşiretleri. Cibal bölgesinde, Şadancan, Lazba, Madacan, Mazdanakan, Barhükmen, Hali, Cabarki, Cavani, Mustakan. Suriye’de, Babila. Musul ve Cudi’de Hıristiyan Kürtler (Yakubiler ve Curkan/Gurugan) . Aynı yazar Tanbih adlı eserinin 88-91. sayfalarında Bazincanları, Naşaviraleri, Büzikanları ve Kikanları da Kürt aşiretleri olarak saymaktadır. (Kikanların Kalaç kökenli olduğunu önceki sayfalarda anlatmıştık.) Bununla beraber Kürtlerin yaşadıkları yerler olarak da; -Fars -Kirman -Sicistan -Horasan’ın Rumunlar bölgesindeki Asadabat nahiyesinde Kürt köyü -İsfahan’da Bazencan kabilesinin bir kısmı ve Kurd isminde Bayındır Sir şehri -Cibal bölgesinde Mah Küfa, Mah Basra, Mah Sabazan (Masabazan) ,İki Igar (Karaç Abi Dulaf ve Burc) -Hemedan -Şehrizur’a bağlı Daraband ve Şamghan (Zimkan) -Azerbaycan ve Ermenistan’da Aras sahilinde Kürtlerin kerpiç ve taştan yapılmış evlerde oturduğu belirtilmektedir. Aranda, Barda şehrinin kapılarından birinin adı Bab-al Akrad’dır. İbn Miskavayhi’nin iddiasına göre, Rusların 943’teki istilası sırasında valinin emrinde Kürtler bulunmaktadır. Bab-al Abvad’da ve El Sugur’da Kürtler yaşamaktaydı. (Abbasiler, Müslüman olup Anadolu’ya gelen Türklere Sugur adını vermişlerdir.) Mesudi’nin anlattığı yerler içerisinde günümüz Türkiye’sinde var olan bir şehir ve bölge sayılmamıştır. Mesudi eserini yazdığı zamanda Kürtlerin, Guz (Oğuzlar) ve Karluk Türkleriyle birlikte yaşadıklarını belirtmektedir. Bu Türkler göçebe Türkler olan Guzlar ve Karluklar, Kirmanşah, Garş, Sicistan, Bust, Bestam, Kofs, Beluc, Cet’te yaşamışlardır. Paris Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Messoud Fany, la Nation Kurde et Son Evolution Sociale adlı eserinde, “Bazı haritalara baktığımızda Kürdistan terimi tahrif edilerek, özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir Kürt yurdu meydana getirmek hedeflenmektedir. Hâlbuki Kürdistan kelimesi 10 asır evvel Ardelan, Kirmanşah, Hemedan ve Luristan bölgelerini belirtmek gayesiyle kullanılmıştır. Tüm eserlerde Kürtlerden ve Kürdistan’dan söz edildiği zaman, bugün İran toprakları üzerinde bulunan bu Kürt bölgelerinden haber verilmekteydi” şeklinde bir tespitte bulunmuştur. Bu tespit, aslında ortaya konmaya çalışılan hayali Kürdistan’ı ortaya çıkarmaktadır. Minorsky’ye göre, Selçuklular zamanına kadar Araplarda Kürdistan adına rastlanılmamıştır. İlk Kürdistan tabiri 12. yy.’da hüküm süren son büyük Selçuklu Sultanı Sencer zamanında telaffuz edilmiştir.12. yy.’daki Selçuklu kayıtlarında o zamanki söylenişiyle “Kurdistan”, bugünkü söylemle “Kürdistan” adına rastlıyoruz. Sultan Sencer tarafından kurulan ve merkezi İran’ın Hemadan şehrinin kuzey batısındaki Bahar Kalesi olan Kürdistan eyaleti, günümüz İran toprakları içerisinde kalan, Zağros sıradağlarının doğusunda Hemedan, Dinavar ve Kermanşah vilayetleri arasını ve batısında ise Şehrizor (Süleymaniye) ve Sincar vilayetlerini kapsıyordu. 12. yüzyıla kadar bu bölge sadece “Cibalül Cezire” adı altında tanınıyordu. Dolayısıyla Sencer İran'daki Hemedan şehrinin batısındaki Bahar Kalesini merkez alan eyalete Kürdistan adını vermiştir. Diğer kaynaklarda ise Kürdistan adından ilk defa bahseden Hamdullah Mustafa Kazvini olup, onun ifadelerindeki Kürdistan coğrafyası; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap ve Kuzistan ile sınırlı olup, Nüzhet'ül Külub adlı eserinde (14.yy) Kürdistan'ı 16 kasaba olarak şöyle sıralamıştır; 1-Alani: Aynı adı taşıyan önemli bir şehre sahip olan bölgenin iklimi güzel ve avı boldur. 2-Alişter: Vaktiyle burada Aruhş veya Ardehş adı verilen bir Ateşgede (Zerdüşt tapınağı) vardı. 3-Bahar: Yukarıda zikredilen kale. 4-Kuftiyan: Zap kıyısında bulunan ve civarında birkaç kasabası olan kale. 5-Derbend-i Taç Hatun: Küçük bir şehir. 6-Derbend-i Zengi: İklimi güzel ancak halkının tamamı hayduttur. 7-Dezbil: 8-Dinever: Üzümü ile ünlü büyük bir şehir. 9-Sultan Abad-ı Cemcemal: Bisütün dağı eteğinde, Muhammed Hüdabende Olcaytu (14.yy) tarafından kurulmuştur. 10-Şehrizor: Tarihçi Yakuta göre Zurben-Zohhak adlı birisi tarafından kurulmuştur. 11-Kirmanşah: Önceleri Karmisin adını taşıyordu. 12-Krend ve Hoşan adlı iki köy (Sincan’da Hotan adlı bir yer vardır National Geographic, Temmuz, 2002 sayısı) . 13-Kengüver: Kars’ül Lesus yani Haydutlar kalesi denilen şehir. 14-Mahideşt veya Maideşt: Elli yerleşim birimi birimini ihtiva etmektedir. 15-Hersim: Müstahkem bir kale. 16-Vestam: Büyük bir köy. Burada da açıkça görüldüğü gibi 14. yüzyılda Kürdistan adı sadece İran topraklarındaki bir bölgeyi ifade etmekte kullanılmaktadır. Bütün tarihi ve coğrafi kaynaklarda, Kuzey Irak’ın batısı, Suriye ve Anadolu’da yaşayan Kürt varlığından ve Kürt halkından söz edilmemektedir. Yine önemli Ermeni kaynaklarından olan ve Urfa’da yaşayıp, İran-Irak ve Doğu ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinin 952–1162 yılları arasındaki tarihini yazan Urfalı Meteos’un Vakayiname’sinde, Anadolu’da Kürtlerin varlığından kesinlikle bahsedilmemekle birlikte, Semerkant civarında Sultan Alparslan’ı, 1073 yılında öldüren kişinin bir Kürt olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla o zamanda Semerkant’ta Kürtler bir millet olarak anlatılırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtlerden bahsedilmemiştir. Tarihi kayıtların tamamında Ortadoğu’daki Kürt yurdu olarak İran ülkesi gösterilmiştir.
(Nahçivan haritası)
İstahri, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyayı, “Kürtler, Fars (İran) ’ta; Kirman, Horasan, İsfahan, Asadabad, Cibal Kufe, Basra, Sabadhan, Hemadan, Şiraz, Azerbaycan’da; Ermenistan’da; Arran’da; Suriye’de; Cezirede ve Çukurova’da otururlar” şeklinde sıralamıştır. Burada çizilen coğrafyada Türkiye toprakları içerisinde sadece Çukurova (Adana-Kilis) tarafları vardır. İbn Haldun da, Fırat ile Dicle arasındaki toprakları Musul Ceziresi (Mezopotamya) olarak adlandırır ve Huzistan’ın doğusunda Ekrad (Kürtler) dağlarının bulunduğunu ve bu kısmın İsfahan’a kadar uzandığını, Kürtlerin barındıkları ve göçebelik ederek dönüp dolaştıkları yerlerin buralar olduğunu ve bu dağların Fars ülkesi kısmındaki parçanın Resum (Zemum) adını taşıdığını ifade etmektedir. İranlı Nizamüddin Şami, 15. asırda Türk hükümdarı Timur’un seferlerine katılarak o günün tarihini yazmıştır. Bu eser o dönemdeki Türkistan, Irak, İran ve Anadolu’nun tarihini bilmemizde bize ışık tutmaktadır. Günümüzden 600 yıl önce yazılmış bu eserdeki kayıtlar Kürdistan coğrafyasını ortaya koymamız açısından önemli bilgiler içermektedir. Eserde, “…Timur’un askerlerinin Tebriz’e gelmekte olduğunu işiten Sultan Ahmet (Celayirli sultanı) bir haftadan fazla durmayarak Nahcivan güneyinden Kürdistan yolundan Bağdat’a kaçtı…” denmektedir. Nahcivan, bugün küçük bir bölge olarak gösterilmişse de İran Azerbaycan’ındaki Azeri topraklarına verilen addır. Haritada görüldüğü gibi Nahcivan-Bağdat arasında İran toprakları var olup, Kürdistan denilen bölgede İran’daki bir coğrafya olarak zikredilmiştir. Kitabın devamında ise, “…emir Timur göç ederek Hoy ve Salmas tarafına geldi. Emir, Kürdistan vilayetini Melik İzzettin’e verdi” denilmektedir. Hoy ve Salmas şehirleri günümüz İran topraklarında olup, Urmiye gölü çevresinde bulunmaktadır. Nizamettin Şami, Emir Timur’un Bağdat eyaletini veliaht Emirzade Ebubekir’e tevdi ederken, “Oranın mülhakatı olan Kürdistan, Diyarbekir ve Mardin’den Vasıt, Basra ve Uyrat’a kadar olan yerler onun idaresine bırakıldı,” demektedir. Şerefettin Ali Yezdi de aynı hadiseden bahsederken, Mirza Ebubekir’in Bağdat’ı imar ettiğini ve Irak-ı Arap’tan Vasıt’a, Basra’ya, Kürdistan’a, Mardin’e, Diyarbekir’e ve Uyrat İli’ne (Musul’dan Bağdat’a kadar olan yerler) kadar olan yerlerin ona bağlı olduğunu, Kara Yusuf (Karakoyunlu Türkmenlerinden) ve Diyarbekir bölgesinin ise ona muhalefet ettiğini yazmaktadır. Burada da görüldüğü gibi Mardin ve Diyarbakır Kürdistan’dan ayrı bir yer olarak anlatılmıştır. Yine Diyarbakır ve Mardin arasında yerleşen ikinci bir Moğol Uyrat bölgesi var olup Uyrat İli adıyla anılmıştır. Yine başta Selçuklulara bağlı Türk topluluklarının Anadolu’ya gelmelerinin öncesinde ve sonrasındaki Ermeni kaynaklarını incelediğimizde hiçbir Ermeni tarih ve coğrafya kitabında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt adında bir topluluğa rastlanılmamaktadır. Mitolojik çağdan 1071 yılına kadar olan zaman diliminde Ermeni tarihini anlatan ve 1947 yılında René Grousset tarafından kaleme alınan eserde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt varlığından bahsedilmemekte olup, Ermeni tarihinde Kürt adına ancak 868 tarihinde rastlamaktayız. Ermeni kaynaklarında, Kürtlerin yaşadıkları alanlar olarak Urmiye gölünün güneydoğusu gösterilmiştir. Ermeni kayıtları, tıpkı Selçuklu, Gürcü ve Arap kayıtları gibi Kürtleri Irak ve Anadolu’da değil de İran’da ve K.Irak’ın doğusunda yaşayan bir topluluk olarak ifade etmiştir. Nikitin’e göre, Moğol istilası sırasında ise Kurdistan dağlık Zağros bölgesini kapsıyordu. Kurdistan’ın merkezi olan Bahar bu zamanda önemini kaybetmiş ve yerini Sultan Abad-ı Cemcemal almıştır.15. yy.’da ise Safevilerin tahta çıkması ile Kurdistan eyaleti küçülmüş ve Hemadan ve Luristan bu eyaletten ayrılmıştır. Bu dönemden sonra Kurdistan merkezi Senneh (Senandac) olan Ardelan bölgesine verilmiştir ki burası yukarıda dediğimiz gibi Ardelan, İran Azerbaycan’ının güneyi ile günümüz Bağdat’ının doğusundaki Kermanşah arasındaki bölgeyi kapsamıştır. Burada Kürdistan bölgesinin daralmasındaki ana neden Safevi devleti ile birlikte Türkistan’dan ve özellikle de Anadolu’dan Türkmen ve diğer Türk unsurların İran’a, başta Hemadan, Kermenşah ve Azerbaycan’a yerleşmeleridir. Bu zamanda Türkmen boyları akın akın Kurdistan denilen bölgeye yerleştirilmiş ve Kürt bölgelerini ellerine geçirmişlerdir. Böylece bölgede çoğunluk olan Kürtler, Türkmen, Oğuz, Kalaç, Avşar v.b. Türk gruplarının gelişiyle azınlığa düşmüşlerdir. Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde; Karakoyunluların Azerbaycan,
Irak-ı Arap, Kazvin, Hemadan sınırına kadar olan bölge, Diyarbakır, Erzincan, Tercan, İspir, Giresun Şebinkarahisar’a kadar olan yerler, Kürdistan, Mardin, Mezrin, Musul, Sincar, Siirt ve 32 Kale, Süleymani ve Zikri Kürtlerinin oturduğu Bitlis’in Hizan bölgelerinde hüküm sürdüklerini, Akkoyunluların ise ilk etapta Kemah, Ergani, Diyarbakır’da beylik yönettiklerini aktarmıştır. Dolayısıyla Kürdistan terimi günümüz Türkiye’sinin dışında İran’da bir alan olarak sıralanmıştır. Türkiye’de ise sadece Bitlis ilinde bir zümre Kürt’ün yaşadığı anlatılmıştır. Carsten Niebuhr “Arabistan ve Komşusu Ülkelere Yolculuk” isimli eserinde Kürdistan’dan bahsederek, Kala-Tehelon şehrinin Osmanlı sultanına bağlı Kürdistan’ın en büyük ili olduğunu, Kürdistan’da yaşayanlara Soran dendiğini, Soranların ise Böbbelerin bir uzantısı olduğunu belirtmiştir. Günümüzde ise Soranlar Kuzey Irak ile İran sınırında ve Celal Talabani’ye bağlı olan bir alandır. Halkına da Soranlar denir. Niebuhr, Kürtleri Soran olarak anmış ve yaşam alanlarını da K. Irak olarak göstermiştir. Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde, “1452 yılında Timurlu Devletinin Sultanı Şahruh Mirza, Karakoyunlular üzerine hareket edince Karakoyunlu Cihanşah Mirza Şiraz’dan İsfahan’a gelmiştir. Sultanın öncü birliklerinin kendisini takip ettiğini gören Cihanşah İsfahan’dan batıya, Kürdistan’a geçmiştir” şeklinde kayıt bulunmaktadır. İsfahan’ın batısına bakıldığında ise bahse konu bölgede Hemadan şehrinin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tarihte Kürdistan olarak zikredilen bölgenin burası olduğu da ortaya çıkmaktadır. Yine aynı eserde Şahruh Mirza ölünce yerine oğlu Muhammed Mirza’nın geçtiği yeni sultanın Kürdistan’dan Kum şehrine geçtiği belirtilmektedir. Kum şehri İran’da olup Kürdistan’ın sınırı Hemadan şehrinin 200 km doğusundadır. Ebu Bekr-i Tihrani’nin eserinde Rum sultanı Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni diyarına hareket ettiği anlatılmaktadır. Burada anlatılan yer Sivas’tan başlayıp Diyarbakır’ı içine alan Kuzey Doğu Anadolu’dur. 1464 yılında Suriye Memlüklülerinin kalelerinden Gerger, buraya göç eden Bazkiye Kürtlerce ele geçirilmiştir. Bu durum Memlüklülerin tepkisini çekince Kürtler sayıca çok az olduklarından ve kaleyi savunmaya güçleri yetmediğinden, kaleyi Akkoyunlu Uzun Hasan’a devretmişlerdir. Türkmenler Gerger’i ellerine geçirmiş ve Kürtleri bu memleketten uzaklaştırmışlardır. 1468 yılında Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan başkenti Diyarbakır’dan çevre ülkelere mektuplar ve elçiler göndermiştir. Elçilerin gittikleri yerlerden birisi de Kürdistan’dır. 15. yy’da Diyarbakır’da Kürt varlığından söz edilmemektedir. Daha öncede andığımız gibi Bitlis’in güneyinde Kürtlerin varlığından bahsedilmektedir. Bu Kürtlerin Reisi Hasan Ali adında birisidir. O tarihte Kürtler Bitlis bölgesinde iki aşiret olarak yaşamakta olup, sonradan Türkmenlerle karışık yaşamaya başlamışlardır. 1468 Karakoyunlulardan Ebu Yusuf Mirza tahta geçince Karakoyunlu emirleri Hemadan’a hareket etmiştir, buraya geldiklerinde Lur-i Kuçek şehri hâkimi Şah Hüseyinin Hemadan’a hücum ederek Baharlu ulusuna saldırmış ve onları yağmaladıklarını görmüşlerdir. Bu nedenle emirler, Şah Hüseyin’e saldırıp 500 adamını öldürmüşler ve Şah Hüseyin de kaçmak zorunda kalmıştır. Hemadan, tarihte Kürdistan’ın başkenti olarak zikredilmiştir. Ama burada da görüldüğü gibi bu şehrin halkının daha sonra Baharlu Türklerince de yurt olarak sahiplenildiği ortaya çıkmaktadır. 1518 tarihinde oluşturulan eyalet sisteminde Diyarbakır eyaletine bağlı iller ise; Amid, Mardin, Sincar, Birecik, Urfa, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Kığı ve Çemişgezek illeridir.1526 tarihinde ise Musul, Hana, Hir, Deyr ve Rahbe de bu eyaletin sınırları içerisine alınmıştır. 1518 tarihinde Musul, Ana, Hit, Dyr, Rahbe, Hasankeyf ve Siirt’in de bu eyalete bağlı olması gerekmektedir. Lakin elimizde bu yönlü bir kayıt yoktur. Kürdistan ise bu eyaletin dışında, İran’ın bir bölgesi olarak zikredilmiştir. Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilerek yazılan fermanlar sayesinde bu coğrafya ile açıklanan yerlerin neresi olduğunu anlayabiliriz. Kanuni Sultan Süleyman’a ait 18.10.1525 tarihli fermanda; ”Akdeniz’in ve Karadeniz’in Rum-Elinin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’în ve Mısır’ın…”denilmektedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 01.08.1553 tarihli başka bir fermanında şu ifadeler yer alır: “Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şam ve Halep ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Van’ın ve Budin ve Tamışvar vilayetlerinin…” Sultan I.Ahmet’e ait 20.05.1604 tarihli fermandaysa şunları görürüz: “…Haremeyn-i şerifeyn hadimi ve Kuds-i mübarekin hami ve hâkimi ve Rumeli ve Tamışvar ve Vilayet-i Bosna ve zigetvar ve vilayet-i Anadolu ve Karaman ve eyaleti İmadiye (Hakkâri’nin güneyi) ve diyar-ı Arabistan ve umumen Kurdistan ve Kars ve Gürcistan ve Demirkapı… Zülkadriye ve Şehr-i Zor (Süleymaniye) ve Diyarbekir ve Halep ve Rum ve Çaldır ve Erzurum ve Şam...” Bu fermanlarda Kürdistan denilen yer; Şam’ın, Diyarbakır’ın, Azerbaycan’ın, Van’ın, Kars’ın, Erzurum’un, Süleymaniye’nin, Hakkâri’nin güneyindeki İmadiye’nin dışında olan bir yerdir. Burada da görüldüğü üzere bu dönemde Kürdistan olarak yine Irak ve İran sınırındaki Zap’ın doğusu ve İran topraklarının kuzey batısındaki Urmiye gölünün güneyi tarif edilmektedir. 1609 tarihinde Şah Abbas, Silsüpür Türkmenlerinden Halil Beyi sultanlık unvanı vererek onu Kürdistana göndermiştir. Bu sultan Urmiye’ye yakın Dumdum kalesinin fethine iştirak etmiştir. Bu arada Kürdistan denilen yer Türkiye’den hiçbir alanı kapsamamaktadır. 18. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Maraş, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Kars, Van, Rakka eyaletleri mevcut olup daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi Kürdistan adlı idari ve coğrafi bir bölüm söz konusu değildir. Osmanlılar Irak’ı aldıklarında Musul, Erbil ve Kerkük şehirleri de Osmanlıların eline geçmiştir. Bu dönemin eserlerinde Kuzey Irak’ta Türkmen ve Türk nüfusu çoğunlukta bulunurken, Arapların ve Kürtlerin sayıca az oldukları vurgulanmıştır. Şemsettin Sami, 1802 yılında yazmış olduğu Kamusu’l A’lam adlı eserinde (el-Cezire, s-3) Musul eyaletini şöyle anlatmaktadır. “…hemen hemen her tarafı nehirle çevrilmiş olan bölge doğuda Kürdistan, güneyde Irakı Arap, batıda Şam çölü yani Halep, kuzeyde Anadolu ve Van bölgeleri ile sınırlıdır.” Bu ifadeye göre günümüzden 100 yıl önce dahi Musul, Van ve Güney Doğu Anadolu Kürdistan toprakları içerisinde değildir. Nikitin Kürtlerin 18. yy.’da Kerkük, Erbil, Köysancak, Karaçolan, Revanduz ve Harir’de yaşadığını söylemektedir. Bu bölgelerin adının Türkçe oluşu ve Irak ile İran ülkesinde bulunmaları da Kürt yöresini bizlere anlatmaktadır. Kürdistan konusunda en enteresan bilgi, yine Nikitin’in Kürtler adlı eserinde mevcuttur. Nikitin’e göre Kürtlerin anayurtları Botan ve Zağroslar’dır. Nikitin Sivas’a kadar, şimdiki söylemiyle Kürdistan topraklarının varlığını açıklayamadığından, Hoybun örgütünün bir bildirisine dayanarak kendince bir tez ileri sürmüştür. Nikitin’e göre Kürtler İran’da yaşarlarken, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin içerisinde kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleştirilmişlerdir. Bu cümle Anadolu’da Kürdistan diye ülke oluşturma niyetinde olanların gayretlerini göstermektedir. Hiçbir tarihi vesika böyle bir göç olayını anlatmamaktadır. Dahası 80 yıl önce olacak böyle büyük bir hadisenin hiçbir devletin arşivinde olmamasıdır. Anadolu’ya hiçbir zaman Kürdistan denilmemesine karşın 1842 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı ve yabancı danışmaların yönlendirdiği yeni idari düzenlemeler Türk siyasi hayatına yeni idari terimler getirmiştir. Bunlar arsında 1847 yılında Kürdistan vilayeti ile 1850 yılında Lazistan Sancağının kurulmasını vurgulayabiliriz. Özoğlu’da, “Kürdistan terimi coğrafi bir alandan ziyade Osmanlıda ve öncesinde idari bir alanı tarif etmek amacıyla kullanılmıştır. Selçukluda da bu böyledir” diyerek gerçeği itiraf etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1847 yılında yabancı baskılarla kurulan Kurdistan eyaletine, ertesi yıl Van, Muş ve Bitlis illeri Kürdistan’ın alt vilayetleri olarak dahil edilmiş, 1849 yılında ise bu illere Hakkâri-Dersim ve Diyarbakır eklenmiştir. Görülüyor ki bu eklemeler baskılarla olmuş, yabancıların baskıları Osmanlıyı 150 yıldır devam edecek zor bir sürece sokmuştur. Kürdistan coğrafyası ile ilgili olarak Avrupa’daki haritaların yetersiz olduğunu belirten M. Fany, batılı yazarların Kürdistan’ı değişik adlarla zikrettiklerini, Kürdistan terimini tahrif ederek (bozarak) , özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir “Kürt yurdu” meydana getirmeyi amaçladıklarını vurgulamaktadır. Avrupalı seyyahlar, dini misyonerler ve bilim adamları Kürtleri ve Ermenileri Türklere karşı tahrik etmek için yıllarca uğraşmışlardır. Bu gaye ile hayali Ermenistan ve Kürdistan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine yerleştirilmeye çalışılmıştır. Şimdiye kadar Rusların sınırları içerisinde bulunan ananevi Ermenistan diyarının büyük bir kısmını ve İran’da bulunan gerçek Kürdistan’ı talep etmedikleri gibi, sürekli Türkiye topraklarına hedeflemişlerdir. Bu durum dahi amacın Kürdistan oluşturmaktan ziyade, yüzyıllarca dünyaya adaleti öğretip, Ortadoğu’nun koruyuculuğunu yapan Türkleri etkisizleştirmektir.
İyilikten maraz doğar demiş atalarımız. Tarihin hiçbir döneminde yurt edinmemiş ordan oraya sürülenlere acı getir yurt edinmelerini sağla 300-500 sene sonra seni kovmaya kalksın. Kürtler beraber yaşadıkları tüm milletlere ihanet etmişler İranlılara, ıraklılara, Türklere eminim bu karakter başka kimsede yoktur Kürdistan varmış. Kürtler devlet kurmak köklerini araştırmak tarihten izler bulmak istiyorsa gitsin oralarda arasınlar. Kimse kimseye avanta toprak falan vermez. Bu böyle biline.
TÜRÜK BİL KONFEDERASYONU TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun yapılanması, yeni hükümdar İÇUUM APAM BUUMİN İSTEMİ’nin M.Ö. 879 yılında başkenti İDİL-URALLAR’daki UÇUŞ BAŞI’na nakletmesiyle başlar... İL ETİRİŞ KAĞAN, başkenti M.Ö.779’da URKUN BOLIK’a (ORHUN) taşır. TÜRÜK BİL konfederasyonu’nu oluşturan devletler ise şunlardır: - ÖTÜKİN YIŞ (ana devlet) , - ES-TABİGAÇ (orta çin Hanlığı, ÖTÜKİN YIŞ’a dahil) - ALTUN YIŞ (ALTAY devleti) , - YİR BUYURGU YİR (Kuzey kabileleri) - UCUĞUY YIŞ (IÇKI TÜRKİSTAN devleti) , - ÖKÜGİMİN YIŞ (URAL devleti) , - BU TÜRÜK BİL (BERİ TÜRKİSTAN devleti) - OK-UDURİKİN YIŞ (KORE ve MANÇURYA’daki devlet, başkenti UŞUNTİN BOLIK, daha sonra HAN BALIK olmuştur, şimdiki PEKİN) - UŞUNTİNG UYUZ (GÜNEY ÇİN Federasyonu, (uy-maktan UYUZ..) - TÜRGİŞ - ÖK-İRİGUN US-OK UŞUN (MESSAGET krallığı, bir İSKİT kolu) O dönemde esas ÇİNLİLER, TABGAÇ BUDUN (barbar kavim) olarak güneybatıda yaşamaktadırlar. ÇİN’de yazı C. HOPKINS’e göre M.Ö. 3000’lerde, T. DE LACOUPERIE göre M.Ö. 2300’de bulunmuştur. Son tesbitlere göre M.Ö.1700’lerdedir... E. EKREM Hacettepe Üniversitesi için hazırladığı doktora tezinde “TÜRK kavimlerinin M.Ö.2600-M.S.318 tarihleri arasında ÇİN’de bulunduklarını” yazar.,, Bu bilgiler ÇİN ALFABESİ’nde neden 41 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunduğunu açıklamaktadır. TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun 1400 yıllık egemenliği süresince 5 AT-OĞ (hanedan) hüküm sürmüştür. KAĞAN adlarından bazıları şunlardır: - İÇUUM APAM BUUMİN KAGAN İSTEMİ (M.Ö.. 879-822) - İNİŞİ KAĞAN - OĞLİ KAĞAN İKİNT AT-OĞ (2. Hanedan) - KANİM İL-ETİRİŞ (M.Ö.565-538) - KANGİM KÜL BİLGE KAĞAN (M.Ö.536-525) - ÖKÜL TİGİN (M.Ö.524-514) - 2. KANGİM TÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.512-494) - 2. EÇİM KAĞAN (M.Ö.488-?) ÜÇÜNC AT-OĞ (3. Hanedan) - 3. TENGRİTİĞ TENRİDE BOLMİŞTÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.356-?) - BENGİGÜ KAĞAN TÖRTİNÇ AT-OĞ (4. Hanedan) - TENRİDE KUT BULMUŞ ALP BİLGETENRİ UYUĞUR KAĞAN (? -M.S.318) - 4. EÇİM KAĞAN - 4. KANİM KAĞAN BEŞİNÇ AT-OĞ (5. Hanedan) - 5. KANİM KAĞAN (? -M.S.536) - KÜL TİGİN (M.S.544-575) - NİNÇU APA OYURİĞİN TURGAN (M.S.576-?) NİNÇU APA OYİRİĞİN TURGAN’ın KAĞAN olması ile Konfederasyon AT-OY BİL dönemindeki gücüne ulaştı. M.S. 641’de HAZAR ve OK-UŞUY (İSKİT) TÜRKLERİ’nin birleşmesi ile OZUM ON-OK (Federe HAZAR) devleti kuruldu. Devletin başkenti İDİL idi. Bu devletin egemenlik alanı KAFKASLAR, KUZEY KARADENİZ, TURLA OGİZ (Dinyester) ile OZU ÖGÜZ (Dinyeper) arasından İTİL ırmağına, KİEV’den MOSKOVA’nın güneyine kadar idi. Bu devletin halkı 7. Asırdan itibaren MUSEVÎ oldu. 1016’da devletin yıkılmasıyla bu TÜRK MUSEVİLERİ bütün AVRASYA’ya yayıldılar. KARAYİM ve KARAİT TÜRKLERİ’ni oluşturdular. 675 yılında VOLGA bölgesinde yaşıyan BUY-URUKLAR’ın (Bulgar) bir kolu TUNA’yı aşarak şimdiki BULGARİSTAN bölgesine yerleştiler. 840 yılında ilk TÜRK-MÜSLÜMAN devlet olan KARAHANLILAR (İLEK HANLAR) devleti kuruldu. Çinliler bu boyun T’UÇÜE AŞİNA dedikleri KARLUKLAR’dan geldiğini yazarlar. Devleti kuran BUĞRA KARA HAKAN ünvanlı BİLGE KÜL KADİR HAN idi. KARLUKLAR ise 744-840 arasında UYGUR federasyonuna girmişler ve TÜRKMEN adını almışlardı. UYGUR TÜRKLERİ liderliğindeki Federasyon zayıflayınca, KARLUK YAGBUSU kendini “bozkırların hâkimi” ilan etti. Ve “Büyük Hakan” anlamında KARA HAKAN ünvanını aldı. Hatırlatalım ki, KARA kelimesi “siyah” anlamında değildir, OK-ARA’dan gelmektedir. Yani yaradılıştan beri varolan OK TÜRKLERİ ARASINDA demektir. Böylece KARLUK YAGBUSU, “bütün TÜRKLER’in Hakanı” olduğunu ilân etmiş oluyordu! .. ALTAY TÖRESİ’ne göre devlet ikiye ayrıldı. Doğu bölgesinin hâkimi ARSLAN KARA HAKAN diye anılıyordu. Başkenti KARAORDU idi. Batı bölgesinin hâkimi ise BUĞRA KARA HAN diye anılıyordu. İşte bu Batının ilk hakanı BİLGE KÜL KADİR HAN, ilk Müslüman TÜRK devletinin kurucusu oldu. 879’da NORMANLAR’dan RURİK’in YANGA KAL’A (Ninji Novgorod) şehrinde bir prenslik kurması ile şimdiki Rusya’nın temeli atılmış oldu... Bu devlet önce bölge TÜRKLER’ine, sonra da OSMANLI DEVLETİ’ne rakip olarak büyüdü, gelişti. Aynı tarihlerde İSKANDİNAV asıllı ASKOLD da KİEV’de bir prenslik kurmuştu. RUS-BEYAZ RUS ayırımı buradan gelir. RUSLAR’ın hükümdarları için kullandıkları ÇAR kelimesi, aslında PROTO-TÜRKÇE’de kral anlamına gelen ÇUR’dan gelir. Bu kelime İSKİTLER aracılığıyla (CAERE-ÇERE) İTALYA’ya gitmiş, ROMA İMPARATORLUĞU’nda CEASAR (Sezar) olarak kullanılmış, ve RUSLAR tarafından TZAR kelimesine dönüştürülmüştür. 900’lerde ASYA’daki BOY-URUKLAR (Orak Bulgarları) Konfederasyon yönetimine hâkim oldular. 976 yılında UÇUŞ BAŞI’da para bastırdılar. 1236’da OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL’den oluşan DEŞT-İ KIPÇAK devleti, CENGİZ HAN ordularına yenildi. 1237’de ÖKÜGİMİN YIŞ (Oral Bulgarları’nın devleti): yine 1237’de ON-UYUĞUR YIŞ (Kazan Tatarları’nın devleti) 1238’de OĞUZLAR (KASİM ve OKA TATARLARI) yenildi. Aynı yıl ALTIN-UR (That ili, ALTINORDU diye bilinen devlet) ÖTÜGİN YIŞ’a (geçerli anayasa) göre kuruldu... Bu devlette TÜRK-MOĞOL soyundan 25 HAN hüküm sürdü. Rusların baskısı ile zayıfladı ve 1505’de silindi gitti. 1395’de DEŞT-İ KIPÇAK (OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL) , yine bir TÜRK HAKANI olan TİMUR’a yenildi ve yıkıldı. 1436’da ALTIN-UR devletinin hakanı ULUĞ MUHAMMED HAN, mevcut anayasanın (ÖTÜGİN YIŞ) yürümediğini görerek, BİR OY BİL Konfederasyonu’nu yeniden canlandırmak için KAZAN HANLIĞI’nı kurdu. HAN armasında binlerce yıl öncesine ait UŞ(HAN) tamgası vardı! .. Ne yazık ki, binlerce yıllık TÜRK TARİHİ’nin belgelerini muhafaza eden KAZAN KÜTÜPHANESİ, 1552 yılında RUS ÇARI KORKUNÇ İVAN tarafından yakıldı! .. YIŞ kelimesi “anayasa” demektir. UYUŞ’tan gelir ki, “uyuşturan, birliği sağlayan kurallar” anlamındadır... Bazı TÜRK devletlerinin adında kullanılmasının sebebi, TÜRK TÖRESİ’ne göre kurulduğunu, “ileri seviyede bir organizasyon” olduğunu belirtmek içindir. YIŞ kelimesi “ağaç” olarak alınmış, ve ORHUN KİTABELERİ'ndeki ÖTÜGİN YIŞ ifadesi, “ Ötügen Ormanları” şeklinde tercüme edilmiştir ki, son derece yanlıştır. Bir milletin darda kalınca ormana kaçması düşünülebilir mi? .. Orada kastedilen 'darda kalınca ANA DEVLET'e, TÜRK TÖRESİ'ne sığın' anlamındadır! . Kaldı ki, kitâbelerde sefer yapıldığında sık sık başka 'yış'lara girilir. Bunların hepsinin orman olması mümkün değildir. Diğer TÜRK devletleri kastedilmektedir. 1449’da GİRAY HAN, KIRIM HANLIĞI’nı kurdu. KIRIM HANLIĞI bir süre sonra OSMANLI DEVLETİ’ne bağlandı. 1800'lerde Ruslar'ın eline geçti. ASYA’da kurulan diğer HANLIKLAR, 1800’lerde RUS yayılmacılığı sonucu birer birer yıkıldı.
AT-UKUŞ BİL FEDERASYONU BİR OY BİL federasyonu, M.Ö.1517’de AT-UKUŞ BİL adıyla yeniden yapılandı. Bir adı da AT OY BİL’dir... Yeni federasyon varlığını M.Ö.879 yılına kadar sürdürdü. Bu dönemde de ISUB-URA BİL adında ve yapısında da değişiklikler oldu. Önce AT UKUS YÜZ oldu, sonra ISUB URUŞU TUTUK, OK-OGİS AT UÇUK ve nihayet ISUB URA UÇ oldu. Daha sonra da bir başka TÜRK boyu olan İSKİTLER tarafından yıkıldı. (M.Ö.516) İSKİTLER, KARADENİZ’in kuzeyinde (UKRAYNA) OK-UŞUY adında bir devlet kurmuş, oralardan aşağıya inmişlerdi. Bu bilgiler bir asker ve “tarih yazarı” olan ÖNRE-BİNBAŞI’nın taşa vurdurtmuş olduğu ISUB-URA BİLGE ÖKÜLÜ ÇUR EB-EDİZİ başlıklı BİTİG TAŞ’tan (taşa yazılmış belge) alınmadır. Yazının başlığı “ISUB-URA BİL’in ÇUR’unun (hükümdarının) Başarıları” demektir. Bu BİTİG TAŞ, MOĞOLİSTAN’da İKİ-HUŞOT’da bulunmuş ve KOTWICZ tarafından 1928’de yayınlanmıştır. İSKİTLER’e yenilen ISUB-URALILAR, daha sonra KAFKASLAR’a çekilmişler, İSKİT ana devletiyle DEŞT-İ KIPÇAK konfederasyonunu oluşturmuşlardır. Bu konfederasyon çeşitli şekillerde varlığını CENGİZ HAN zamanına kadar sürdürmüştür. (M.S.1236) Son parçası KAZAN HANLIĞI 1556’da Çarlık Rusyası tarafından yıkılmıştır. AT-UKUŞ BİL konfederasyonunun başkenti AT OĞI BOLIK’tır. Bu konfederasyonu oluşturan devletler ise şunlardı: - URALLAR’da ÖKÜGİMİN YIŞ Devleti, - KARADENİZ’in kuzeyinde OK-UŞUY Devleti (İSKİTLER) , - KIRIM’da ÖG-ÖDÜS Devleti, - HARZEM’de TATAR BİRİLE OK-AT Devleti - KAFKASLAR ve DOĞU ANADOLU’da ISUB URA BİL Devleti - AT OMİG İDUK BAŞ ÖKİ Devleti ((ARTARHAN Hanlığı) Federasyonun toprakları SELÂNİK KÖRFEZİ’nden başlayıp MAKEDONYA, BALKANLAR, TUNA KIYILARI, AVRASYA, ORTA ASYA, ÜST ASYA, MANÇURYA, KORE ve KUZEY ÇİN’i kapsıyordu.. DOĞU ANADOLU, HAZAR BÖLGESİ ve TİBET te federasyona dahildi. Bu kadar büyük bir sahada UÇ DEVLETLER de olsa, bir süre sonra yeni bir yapılanma ihtiyacı duyulmuş, ve TÜRÜK BİL FEDERASYONU doğmuştur. (M.Ö.879)
ORTA ASYA ANAU KÜLTÜRÜ ve BİR OY BİL FEDERASYONU Doğu Anadolu’da M.Ö. 15.000’den itibaren kaya resimleri, M.Ö.7000’den itibaren de yazıtlar görülür. Antalya-Beldibi yazıtları M.Ö.7000, İstanbul-Fikirtepe’de bulunan M.Ö.6000’e ait kaplardan ikisinin üzerinde OK ve OZ tamgaları vardır. R. PUMPELLY, “Exploration in Turkestan” adlı makalesinde (1908, Washington) , “AŞKABAT’ta M.Ö.9000’lere ait yerleşik bir kültür olduğu”ndan bahsetmektedir. Bu kültüre ANAU adı verilmiştir. Bu kültür, A. BELENITSKY’e (1965) göre M.Ö.5000, D. SCHMANDT-BESSERAT’a (1978) göre M.Ö.6000 yıllarına aittir. Ancak VADIM A. RANOV, '7 yerleşim bölgesinin incelendiğini, ve ilk merkezin M.Ö. 850.000 yıllarında kurulan AMUDERYA’nın kaynak kollarından birindeki KULDURA olduğunu' bildirmiştir. (Kendisi TACİKİSTAN Tarih, Arkeoloji ve Etnoloji Kurumu müdürüdür… Makalesi, “Her Şey Eski Taş Dönemi’nde Başlar” adıyla “Les Dossiers d’Archeologie” dergisinin 185. Sayısında, Eylül 1993 tarihinde yayınlanmıştır.) Bir diğer merkez SEL UNGUR’dur, M.Ö. 250.000’lere dayanır. Hatta İSLAMOV’a göre geçmişi M.Ö.500.000’e kadar gider. SEL UNGUR, KIRGIZİSTAN’daki FERGANA vadisinde, OK (şimdiki OŞ) kentinin batısındadır. İkisi de KARA TAU (Karadağ) adını taşıyan iki merkez daha vardır ki, bunlardan biri KULDURA gibi AMUDERYA üzerindedir. Diğeri ise, yine KIRGIZİSTAN’da TALAS vadisinin batısını oluşturan dağın adıdır. M.Ö. 100.000-M.Ö.35.000 arasını ilgilendiren 14 yer incelenmiştir. Bunlar arasında KUTURBULAK, KULBULAK, KAYRAKUM gibileri vardır. BULAK “göz, pınar” demek olduğuna göre, yüksek vadilerdeki su kaynaklarının başına yerleştikleri anlaşılır. Daha sonra OM-OĞ KÖL’ün kıyılarına inmişler, sahil yerleşim birimleri kurmuşlardır. KAPİK-KAĞAN (KAPAĞAN, SEMERKANT) da ilk yerleşim bölgeleri arasındadır. HİMAYALAR’dan ALATAU (Aladağ) ve ALTAYLAR’la BÜKLİ ÇÖL’e (Gobi) kadar uzanan bölgede 100 kadar yerleşim merkezi bulunmaktadır... En önemli yerlerden biri TEŞİK TAŞ MAĞARASI’dır. Mağara, SEMERKANT’ın güneyinde BAYSUN DAĞI’ndadır. Burada ilk defa taşın yapı malzemesi olarak kullanıldığı görülmüş, “üstün bir kudret”in varlığına inanıldığını gösteren deliller bulunmuştur... Bu hususu, başka bir yazıda derinlemesine ele alacağız. Bir değer yerleşim bölgesi TAMGALI SAYI’ndaki KAYA ÜSTÜ RESİMLER’i M.Ö. 30.000’lere aittir.... PİKTOGRAMLAR (sembolik resimler) M.Ö. 20.000’e, PETROGLİFLER (yazı elemanları içeren resimler) ise M.Ö. 15.000 tarihini taşır. ULU KEM ırmağı vadi ve steplerinde bulunan OT-OZ sintaşları yine aynı tarihlere aittir. (M.Ö. 15000) ORTA ASYA’da M.Ö. 9000’lerde ortaya çıkan BİR OY BİL konfederasyonu derin bir felsefeye sahip, büyük bir medeniyettir... İnsanın TANRI BELDESİ’nden (göklerden, manevî âlemden) OZ’laşıp (öz, mükemmel) şekil değiştirerek, OT (od, ateş, ışık, enerji) halinde yeryüzüne “döne döne indiği”ne inanırlardı. OT-OZ denilen bu insan TANRI’dan geldiği için “kutsal”dı. Herkes eşitti, ayırım yoktu. Bu yüzden kendilerini yönetecek olan BUĞ’u SEÇİM’le (kurultayda) belirlerlerdi. TÖRELER ile yönetilen bu insanlar kısa zamanda AŞİRET-KLAN düzeyinden MİLLET seviyesine ulaşmışlar, DEVLET kurmuşlardır. TÖRE’yi ÜYÜŞ-YIŞ seviyesine yükseltmişler, ANAYASA haline getirmişlerdir. Çok sağlam bir HUKUK anlayışları vardı. Bu insanlar IB-IS BOLIK’larda yaşamışlar, yeryüzü-gökyüzü ilişkilerini incelemişler, ASTRO-FİZİK bilimine ilk adımları atmışlardır. Soyutlama yetenekleri ve yaratıcılıkları ile konuştukları dili TAMGA denen SEMBOL-ŞEKİLLER’e dökmüşler, “taşa urmuşlar”, yani DUVARLAR’a, KAYALAR’a, TAŞLAR’a kazımışlardır. RESİM ve HEYKEL sanatının ilk örneklerini bu OT-OZ insanları vermişlerdir.
Bir kısmı BİR OY BİL konfederasyonuna bağlı UÇ DEVLETLER’de yaşamışlardır... Bu âdet, tâ SELÇUKLULAR’a kadar gelmiştir. ANADOLU’da pek çok UÇ BEYLİĞİ vardı. OSMANOĞULLARI BEYLİĞİ de bunlardan biri idi. Bu UÇ DEVLETLER’den biri de ON OYUL’dur. TAŞKENT-BUHARA, KUÇA-YARKENT arasında idi. AYIRIS (Çur) nehri ON OYUL ile BİR OY BİL arasında sınır idi… Bu AYIRIS(ayırma) kelimesi sonradan bozularak Grekçe’deki İRİOS şekline girdi. Bazı Batılı yazarlar İRİOS’u ARYAN-ÂRİ kelimesinin kaynağı sayar. (Igor H. Klopin, Les Dossiers d’Archeologie, No. 185, 1993) Bir diğer UÇ DEVLET, OK-ONIM OĞ idi. KUÇA-URUMÇİ’den ÇİN’in ortalarına kadar uzanıyordu. ISUB-URA BİL’in başkenti KAFKASYA’daki ÇUR şehri idi. KAFKASLAR ve DOĞU ANADOLU’da egemendi. MEZOPOTAMYA’yı da kültürel etkisi altına almıştır. ISUB-URA “yazıya geçmiş, kaydolmuş” demektir. Bu devletin BİR OY BİL federasyonuna kayıtlı, vasal devletlerden biri olduğunu gösterir. Bu üç UÇ-DEVLET’i yöneten kişinin ünvanı USUB URUŞ TURUK idi. Yani “yazıya vurulmuş, kayıtlı, bağlı, BUĞ’a tâbi” yönetici… Bu kişinin URUUA TURU yani “askere alma” yetkisi vardı. Bir devlet için çok önemli olan bu yetki, ASURLAR tarafından URUATRİ olarak telâffuz edilmiş, bundan da URARTU kelimesi doğmuş, bir devlet adı olarak kabul edilmiştir. Öte yandan ISUB-URA kelimesinin SUBAR-SABİR şekline dönüştüğü sanılmaktadır. R. GHIRSHMAN, SÜMER öncesinde (M.Ö. 4000) MEZOPOTAMYA’da SUBARLAR’ın yaşadığını kaydediyor. SÜMERLER’in şimdiki TÜRKLER’in atası, akrabası olduğunu biliyoruz… Ancak SÜMER yazasında 18 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunması, onların çok daha eski TÜRKLER’den geldiğini göstermektedir. ASUR devletinde dahi (M.Ö.2000) SUBARCA konuşuluyordu. ASUR başkentinin adı PROTO-TÜRKÇE’de ANT-UB UÇUĞ’dur, yani “yüce antlaşma liderliği”…
Kadim Türkçe’de kullanılan BİLİG kelimesi, 'halkın bilmesi için açıklanan bilgiler' anlamına gelir. Bugün biz karşılığını MÂLÛM (herkesce bilinen) olarak almaktayız. Bizce İLİM kavramı yine bugün kullanılan BİLİM’den farklıdır. BİLİM, laboratuvara sokulup üzerinde deney yapılabilen, ölçüye, hesaba gelen tesbitler için kullanılır. Yani BİLİM, asıl İLM’in ancak çok küçük, ispat edilebilen, düzenli eğitimi yapılabilen kısmıdır. İLİM ise kâinatın, hattâ mükevvenatın, yani görülen görülmeyen, maddî manevî bütün yaradılmışlarla ilgili, sadece laboratuvarlarda değil; sezgi, tecrübe, ilham gibi yollarla elde edilmiş her türlü bilgidir. Bunun da ancak bir kısmı halka açıklanır ki, bunu yukarda MÂLÛM kelimesiyle verdik. Büyük kısmı ise ancak belirli kişilerde mahfuzdur ki, onlara da ÂLİM denir. Eski Türkler ÂLİM’e BİLGE, BİLİGTE EREN veya BİLGE-EREN derlerdi. Zamanımızda ERMİŞ kelimesi işte bu herkesin bilmediği, bilemiyeceği bilhassa manevî bilgilere sahip olduğuna inandığımız kişiler için kullanılan ifadedir. Yine kadim Türkçe’de İLKEVSÜK kelimesi İLMÎ veya şimdilerde BİLİMSEL olarak kullanılan kelime karşılığıdır. Bunları bu kadar derinlemesine açıklamamızın sebebi, Türkler konusunda yıllardır kullanılan 'göçebe, kaba, savaşçı, talancı, işe yanamaz, gayrımedeni, kültürsüz, bilimle hiç ilgisi olmayan, kendi üretmeyip hep başkasından alan' gibi yakıştırmaları çürütecek bir çalışmayı, dikkatinize getirmek üzere oluşumuzdur. Bu bölüme ORTA ASYA İNSANI diye bilinen PROTO-TÜRKLER'in yaşadığı yerler ve GÖÇLER ile başlıyoruz. Dünyanın dört bir yanına yayılan TÜRK soy ve boylarını, arkalarında bıraktıkları MAĞARA DUVAR RESİMLERİ, DİKİLİ TAŞLAR ve TAMGALAR ile izleyecek, birer birer tesbit edeceğiz. Arkasından yine Kâzım Mirşan� ın PROTO-TÜRKÇE YAZITLAR adlı eserinden bölümler sunacağız. Bunda da sadece Mezopotamya ve Asya’daki değil; Avrupa’da ve duvar resimlerindeki Türk rumuz ve işaretlerini, tamgalarını ve GÖKTÜRK Alfabesi’nin ilk şekillerini bulacaksınız. Bundan sonraki ESKİ TÜRKLERDE İLİM başlıklı sayfalarda büyük araştırmacı, yüksek mühendis Kâzım Mirşan� ın ortaya çıkarıp yayınladığı ALTI YARIK TİGİN adlı çok eski bir TÜRK ilmi eserini özetliyerek dikkatinize sunacağız. Kitabın adını, muhtevasını da göz önünde tutarak bugünkü Türkçe� ye çevirirsek, ALTI IŞIK DOKTRİNİ olur. Üst seviyede bir Fizik, bir Astronomi kitabı, daha doğrusu kâinatın mekaniğini, hayatın fenomenlerini ve YARADILIŞ, İNSANOĞLU, ve KÂİNAT ilişkisini açıklayan bir kitabıdır. ALTI YARIK TİGİN'in MADDE BİLİMİ yönünün yanısıra, MANEVİ İLİM yönü de vardır. Bu açıdan bakınca ALTIN ÇİÇEK DOKTRİNİ anlamına gelir ki, bizde VAHDET'İN İLÂHÎ KANUNLARI demektir. Bunları öğrenen kişi AĞAR, yani TANRI'ya ulaşır. AKINIŞ ta aslında TANRI'YA ULAŞMA demektir. Neticede göreceksiniz ki, TÜRKLER sadece yazıyı bulan, Türk mantık ve düşünce tarzını kayalara, taşlara işleyen, silinmez bir tarzda damgasını vuran millet değil; dünya sahnesine çıktığı günden beri ilimle de uğraşmış bir millettir TÜRK olmak, Atatürk’ün dediği gibi, gerçekten övünülecek bir vasıftır! ..
BATI ANADOLU'NUN TÜRKLÜĞÜ Ülkemizin doğusuna kendini ârî sayan Kürtler ile Ermeniler, güneyine gene Kürtler, Ermeniler ve Sami olan Araplar ile Yahudiler; batısına da yine ârî olan Yunanlılar sahip çıkmaya kalkışıyorlar. Gerekçe olarak ta bizim Anadolu'ya 1071'de geldiğimizi gösteriyorlar! .. Batılılar ve onların etkisinde kalan Doğulular, bizim istilacı, sömürgeci olduğumuzu söylüyorlar! .. Ama tarih gösteriyor ki, ANADOLU'nun doğusu da batısı da ta NUH PEYGAMBER zamanından beri, hatta daha öncesinden TÜRKLER'le meskûn idi! .. Güneye de batıya da medeniyeti TÜRKLER götürdü! .. Zaten böyle olmasa, bugün bütün medeniyetler yıkılma noktasına sür'atle yuvarlanırken; TÜRKLER hem ASYA'da hem de AVRUPA'da toparlanma ve tekrar seslerini duyurma noktasına yükselebilirler miydi? .. Notlarımızın birinci kısmında Doğu Anadolu'nun Türklüğünü; SÜMERLER, ELÂMLER, GUTİLER, KASİTLER, URARLAR, SUBARLAR, KARLAR, MEDLER, PARTLAR'ı inceliyerek göstermiştik. Sonra CELALEDDİN HARZEMŞAH ile YAVUZ SULTAN SELİM'i ele alarak KÜRTLER'in TÜRK TARİHİ'ndeki yerini bulmuştuk. Bu ikinci bölümde BATI ANADOLU'nun Türklüğünü; PELASKLAR, İYONYALILAR, TİRHENLER, LİDYALILAR, ETRÜSKLER, İSKİTLER, ve MAKEDONLAR'ı inceliyerek göstermeye çalışacağız... Tezimizi dilbilim çalışmaları ile destekliyeceğiz... Arkasından Batı Medeniyeti denen karmaşanın nereye dayandığını göstereceğiz... Bütün bunlar Türklüğün nerelere kadar uzandığını ortaya çıkaracak. Dileğimiz odur ki, ARTIK AŞAĞILIK DUYGUSUNDAN KURTULALIM! .. 'Biz zaten herkesi kendimizden yaparız,' kompleksinden sıyrılalım... Biz yapsak ta, yapmasak ta ASYA VE AVRUPA'DA PEK ÇOK İNSAN KENDİNİ TÜRK SAYIYOR, GELECEĞİNİ TÜRKİYE'YE BAĞLIYOR! .. ARTIK BU GERÇEĞİ GÖRELİM! Şimdi bazı Batılı tarihçilerin kasıtlı yönlendirmelerinden kurtulma zamanıdır! .. Onların sakladıkları belgeleri, gözardı ettikleri kaynakları ortaya çıkarıp inceleme zamanıdır. Artık güneş balçıkla sıvanamaz! .. BİZ GERÇEKTEN DÜNYANIN EN ESKİ MİLLETLERİNDEN BİRİYİZ, ve TARİHİN İLK GÜNLERİNDEN BERİ HİÇ DEVLETSİZ KALMAMIŞIZ! .. BU ÖZELLİK BAŞKA HİÇ BİR MİLLETTE YOK! .. Günümüzde dahi başka hiç bir milletin aynı anda bu kadar çok devleti yok. TÜRKİYE, KUZEY KIBRIS, AZERBEYCAN, NAHCİVAN, KAZAKİSTAN, TÜRKMENİSTAN, KIRGIZISTAN, TACİKİSTAN, ÖZBEKİSTAN, AFGANİSTAN, MOĞOLİSTAN ve ESTONYA halen bağımsızlığına kavuşmuş TÜRK cumhuriyetleridir. Ama iş burada bitmez! .. Sırada daha kimler var! .. Dünyadaki etkimiz böyle artma temayülü gösterirken, pısırık liderlerimiz ve cahil aydınlarımız, GÜNEY ANADOLU'yu ve KIBRIS'ı bile gözden çıkaran bir tutum sergilemektedirler. Bunlar HALEP-MUSUL-ERBİL-KERKÜK'ün TÜRK DİYARI olduğunu, SURİYE ve IRAK'ta 3.000.000'dan fazla TÜRKMEN'in yaşadığını, İRAN'da 17.000.000 AZERİ'nin ilgi beklediğinden bile habersizdirler! .. Asya'ya heyet gönderirler de, yarı halkının dili UGURCA OLAN ESTONYA'yı akıllarına bile getirmezler! .. Halbuki ESTONYA kuyruğunda dolaştıkları Avrupa'nın en önemli noktasındadır. Devlet büyüklerimiz 'Komşusu açken tok yatan bizden değildir' İslami prensibini istismar ederek, AZERİLER'i kesen Ermeniler'e yardım gönderirler de, AFGANİSTAN'daki TÜRK gruplara yardım etmeyi düşünmezler bile! .. Üstelik BABÜR ŞAH'ın kurduğu HİNDİSTAN TÜRK DEVLETİ'nin bugüne yansıması olan, bünyesinde milyonlarca TÜRK barındıran, bu yüzden TÜRKİYE'nin en yakın dostu olan, dünyanın tek kendi yaptığı ATOM silahına sahip müslüman ülkesi PAKİSTAN ile ilişkilerimizi bozarlar! Zamanın akışına bu kadar ters davranan bu insanları, ve onları yönlendiren Batılıları uyarmak amacıyla, geçmişi bir kere daha gerçekçi bir anlayışla ele almak istiyoruz. Umarız zihinlerdeki paslar silinir, gerekli dersler alınır.
Türklerin Ana yurdu Türklerin Tarih sahnesine ilk çıktıkları bölge, yani Türklerin ana yurdu üzerine çeşitli görüşler vardır. Maddî kültür unsurları, dil hususiyetleri ya da tarihî realite bakımından konuyu değerlendiren bilim adamları, Orta Asya'daki çeşitli kültür çevrelerini Türklerin ana yurdu olarak kabul ederler. Esas itibariyle, bu yöndeki ilk çalışmalar batılı bilim adamları tarafından ortaya konmuştur. Gerçekte XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında başlatılan araştırmalarla, batı kendi tarihinin köklerini aramaya koyulmuş, fakat neticede, hiç hesaba katmadıkları bir milletin yani Türklerin, kendilerine has kültür ve medeniyetleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gerçek karşısında, batılı bilim adamları yoğun çalışmalarda bulunmuşlar ve Türklerin tarih sahnesine çıktıkları yer ve zaman hususunda çeşitli nazariyeler sunmuşlardır. J. Klaproth (1824) , J. Von Hammer (1832) , W. Schott (1836) , M.A. Castren (1856) , A. Vambery (1885) ve E. Oberhummer (1912) gibi ilk âlimler Altaylar ve çevresini Türklerin ana yurdu olarak gösterirken, W. Koppers (1937) , W. Radloff (1891) , G.J. Ramstedt (1928) , L.Ligeti (1940) ve K.H. Menges (1968) gibi dilci ve tarihçiler Altaylar'ın doğusu ve Kadırgan Dağlarına kadar olan bölgelerde Türk ana yurdunu aramışlardır ve bu görüşü ünlü Türkolog Barthold da desteklemektedir.
J. Strzygowsky (1935) , O. Menghin (1937) , İ. Zichy gibi sanat ve kültür tarihçileri ise Altaylardan Urallar'a kadar uzanan sahaya sıcak bakmışlardır1. Bu görüşleri değerlendirerek ana yurdun coğrafî sınırlarını tespit etmek mümkündür. Ancak araştırmalarda belirtilen ve arkeolojik bulguların yer aldığı daha belirli ve dar bir bölgeyi ana yurt olarak tespit etmek ve kabullenmek hem zor hem de sakıncalıdır. Çünkü dinamik ve hareketli bir kavim olan Türkler, en eski devirlerden itibaren geniş bir alana yayılmışlar ve kültürlerini buralara götürmüşlerdir. Atı ehlileştirerek âdeta onunla bütünleşen Türkler, konar-göçer yaşantılarını bozkır coğrafyasında hâkim kılmıştır. Bu sebeple daha geniş çerçevede düşünülecek olursa, Türklerin ana yurdu Orta Asya bozkırlarıdır, Orta Asya'nın sınırları doğuda Baykal gölünden Batıda Hazar ve Ural dağlarına; kuzeyde Sibirya bozkırlarından güneyde Tanrı dağları ve Gobi çölüne uzanmaktadır. Bu coğrafyanın, bütün dünya tarafından kabul edilmiş siyasî adı ise Türkistan'dır. Türkistan'da Konar göçer bozkır medeniyetinin M.Ö. devirlere giden pek çok kültür çevresi yer alır. Sovyet İmparatorluğu'nun dağılmasıyla istiklâllerini kazanan Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır. Dolayısıyla Türk ana yurdunu Orta Asya'da dar bir bölgeye sıkıştırmak hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler açısından doğru değildir. Nitekim aşağıda gösterilen Türk kültür çevrelerinin zenginliği de buna delâlet eder.
Ana yurtta yer alan ilk kültür çevreleri: Arkeolojik kazılar ve araştırmalar Orta Asya medeniyetininM.Ö. V. bine kadar uzandığını göstermektedir. Batı Türkistan'da, bugünkü Aşkabat çevresinde yapılan kazılarda, M.Ö.V. bine ulaşan yerleşme merkezleri bulunmuştur. Anav kültürü olarak bilinen bu medeniyetin kimlere ait olduğu kesinlik kazanmamış ise de Türklerin bu bölgedeki varlıklarının ilk izlerini yansıtabileceği düşünülen ipuçlarını vermesi açısından Anav önemli bir merkezdir.
Proto-Türklere ait olduğu hemen hemen aşikar olan ilk kültür çevresi Altay-Sayan dağlarının kuzey batısında yer almaktadır. M.Ö. III. bin başlarına ait bu eski kültüre Afanasyevo kültürü denilmektedir. Bu kültürün en büyük özelliği Türk sosyal hayatının ilk örneğini yansıtmasıdır. Bu kültürde atın ehlileştirildiği ve koyun beslendiği görülmektedir. Ayrıca toprak kaplar, bakır ve tunçtan yapılmış çeşitli silâh ve süs eşyaları da bulunmuştur.
Bu kültürün devamı olan Andronovo kültürü ise Altaylardan, Ural dağları-Aral gölü çevresine kadar yayılmıştır. (M.Ö.1700-1200) . Bu kültürde tunçtan ve altından eşya yapımının geliştiği bilinmektedir. Andronovo kültürü özelliklerini yansıtan diğer bir kültür ise Yenisey-İrtiş çevresinde yer alan Karasuk kültürüdür (M. Ö.1300-800) . Tuva ve Abakan bozkırları ile Baykal gölü havzasında bulunan hayvan figürlü kaplar ve silâhlar bu kültürlerde benzerlik gösterir.
Karasuk kültürünün en büyük özelliği demirin işlenip, silâh yapımında kullanıldığı ilk kültür olmasıdır. Bu kültür çevresinde insanlar keçe çadırlarda yaşayıp, tekerlekli arabalar kullanıyorlardı. Minusinsk ve Abakan bölgesinden Altaylara uzanan bölgede Tagar kültürü olarak bilinen ve M.Ö.700'e tarihlenen buluntularda demir işçiliğinin nadir örnekleri yer almaktaydı. Ayrıca M.Ö. 3.yüzyıla ait, Orhun ve Selenga boylarına değin uzanan Pazırık kültürü, binlerce yıllık Türk kültürünün Hun çağına nasıl ulaştığını gösterir. Bütün bu buluntular Türk coğrafyasının tabiî sınırlarını tespit etmek açısından da büyük bir öneme sahiptir.
Orta Asya'daki Türk kültür çevrelerinde, kurganlarda bulunan bazı eşyalar, Türklerin çok eski zamanlardan beri konar göçer hayata has bir kültür geliştirdiklerini aşikâr kılar. Av ve savaş aletleri, demir ve deriden çeşitli eşyalar ve at ile kurt ağırlıklı hayvan figürlü kaplar, bu yaşayışın temel hususiyetlerini bizlere gösterir. Nitekim Türklere ait menşe efsaneleri ve Ergenekon Destanı gibi mitolojik olaylarda da bu motifler ön plândadır. Dolayısıyla, maddî buluntular ve Türk mitolojisi, Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer ve zaman hususunda tamamen uygunluk arz etmektedir.
Türk Dil Kurumu TDK yabancı dillerde 10 binin üzerinde Türkçe sözcük olduğunu Türkçeden en fazla sözcüğün ise Ermeniler ile Sırpların aldığını belirledi.
TDK Başkanı Şükrü Haluk Akalın kurul üyesi Prof. Dr. Günay Karaağaçın yürüttüğü çalışmada bir kültür ve uygarlık dili olarak Türkçenin pek çok dile sözcük verdiğinin örnekleriyle ve kanıtlarıyla ortaya konulduğunu belirtti.
Akalın yabancı dillerde 10 binin üzerinde Türkçe sözcük olduğunu Türkçeden en fazla sözcüğün ise Ermeniler ile Sırpların aldığını belirlediklerini vurguladı. Türkçeden Ermeniceye verilen bu sözcüklerin yanı sıra Türkolojide Ermeni Kıpçakçası diye adlandırılan ve 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Karadenizin kuzeyinde kullanılan bu dilin tamamen Türkçeye dayandığını ifade eden Akalın şunları kaydetti:
Bugün Ermenicede gerek Türkiye Türkçesinden gerek Azerbaycan Türkçesinden alınma Türk dili kökenli yaklaşık 5 bin sözcük kullanılıyor. Elbette diller arasındaki bu etkileşim karşılıklıdır. Türkiye Türkçesi yazı dilinde de Ermenice kökenli bazı sözler var. Ama bunların sayısı yalnızca 16dır.
Akalın yazı dilimizdeki yaklaşık 400 alıntıya karşılık Yunancaya yaklaşık 3 bin Türkçe kökenli söz verildiğini vurgulayarak Macarcadan aldığımız 18 söze karşılık bu dilde yaklaşık 2 bin Türkçe alıntı var. Türkiye Türkçesinde Rusça alıntı 38 iken Rusçadaki Türkçe alıntılar yaklaşık 2500dür. Bütün bunlar Türkçenin komşu ulusları ve kültürleri büyük ölçüde etkilediğini gösteriyor diye konuştu.
Akalın Çincede 307 Farsçada yaklaşık 3 bin Urducada 227 Arapçada yaklaşık 2 bin Ukraynacada 747 Ermenicede 4 bin 262 Fincede 118 Rumencede yaklaşık 3 bin Bulgarcada yaklaşık 3 bin 500 Sırpçada 8 bin 742 Çekçede 248 İtalyancada 146 Arnavutçada yaklaşık 3 bin İngilizcede 470 Almancada 166 Türkçe kökenli sözcük olduğu ortaya konulduğunu anlattı.
Akanın Listeden anlaşılacağı gibi bir sözcüğümüzün birkaç dile geçtiğini göz önüne aldığımızda dünya dillerindeki Türkçe kökenli sözcüklerin sayısının 35-40 bin civarında olduğu görülür dedi.
TÜRKÇENİN ÇEKİM GÜCÜ
Dillerin başka dillere sözcükler vermesi ve başka dilleri etkileri altına almasının ancak bir çekim gücü haline gelmesiyle mümkün olduğunu ifade eden Akalın Bunun için de bilimde teknolojide kaydedeceğimiz gelişme ve ilerlemenin yanı sıra kültür değerlerimizi sanatımızı edebiyatımızı dünyaya tanıttığımız ölçüde Türkçenin çekim gücü olma özelliğini sürdürmesi sağlanacaktır dedi.
Akalın Türkçenin çeşitli dillere verdiği 10 binin üzerindeki sözcüğün hangi dillerde nasıl ve hangi anlamlarda kullanıldığının Türkçe Verintiler Sözlüğü adlı eserde yayımlanacağını kaydetti.
ÖRNEKLER
Akalın Türkçenin ad türünden kelimelerin yanı sıra diğer dillere fiil türünden kelimeler de verdiğini vurgulayarak şunları söyledi:
Türkçe başka dillerden sözcükler aldı ama alıntılarımız içerisinde kök fiiller son derece azdır. Oysa çakmak çatmak kapamak gibi pek çok kök fiil Türkçeden diğer dillere geçmiştir. Fiillerin yanı sıra ünlemlerin hatta deyimlerin ve atasözlerinin de Türkçeden diğer dillere geçen söz varlıkları arasında olduğunu biliyoruz. Akalın Açık ada bacanak bağlama çakal çanak damga dolma düğme gemi kapak kayık kazan ocak sağrı sayı sarma toka gibi kelimelerin Türkçenin bu dillere verdiği binlerce kelimeden yalnızca birkaçı olduğuna dikkati çekti.
dersim kelimesi farscadir,der kapi sim de gumus,yani farsca gumus kapi anlamina gelir Amed kelimesi farscadir,hos gelen anlamina gelir hatta azericede bile ``hosh amed`` i hos geldin demektir.hakkari kelimesi suryanice kokenlidir...ekkareden gelir, ekkare suryanice koylu demektir.......van,mus kelimeleri ermenicedir......anadolunun hic bir yerinde kurtce kokenli il adi yoktur
Ön Asya’da İlk Kürt Adının Kullanılması
M.S. 5. yy’la kadar Ortadoğu’da Kürt adına rastlanılmaması yukarıda anlatılan gerçeği doğrulamaktadır. Günümüzde Kürtler Sivas’tan Basra’ya kadar olan coğrafyada yaşayan bir halk olarak anlatılmaktadır. Bu bağlamda Ermeni, Gürcü, Arap, Süryani ve İran kaynaklarının bu bölge ve bölgede yaşayan halklar hakkında verdiği coğrafi ve tarihi kayıtları incelemek meselenin ortaya çıkarılmasında kuşkusuz faydalı olacaktır. Bu bölümde Kürdistan adı ve Kürt kelimesinin ne zaman kullanılmaya başlandığını irdeleyeceğiz.
Ortadoğu Kürtleriyle ilgili bilinen ilk kayıtlardan biri, 943 yılında Mürucü-z Zehab adlı eserini yazan Arap coğrafyacı Mesudi’nin verdiği bilgilerdir. Mesudi Kürt aşiretleri ve onların yaşadıkları bölgeler olarak şu yer isimlerini vermektedir:
Daynavar ve Hemedan’da (İran’da) Şuhcan Aşireti.
Kangavar’da Macurdan Aşireti.
Azerbaycan’da Hazbani ve Sarat aşiretleri.
Cibal bölgesinde, Şadancan, Lazba, Madacan, Mazdanakan, Barhükmen, Hali, Cabarki, Cavani, Mustakan.
Suriye’de, Babila.
Musul ve Cudi’de Hıristiyan Kürtler (Yakubiler ve Curkan/Gurugan) .
Aynı yazar Tanbih adlı eserinin 88-91. sayfalarında Bazincanları, Naşaviraleri, Büzikanları ve Kikanları da Kürt aşiretleri olarak saymaktadır. (Kikanların Kalaç kökenli olduğunu önceki sayfalarda anlatmıştık.)
Bununla beraber Kürtlerin yaşadıkları yerler olarak da;
-Fars
-Kirman
-Sicistan
-Horasan’ın Rumunlar bölgesindeki Asadabat nahiyesinde Kürt köyü
-İsfahan’da Bazencan kabilesinin bir kısmı ve Kurd isminde Bayındır Sir şehri
-Cibal bölgesinde Mah Küfa, Mah Basra, Mah Sabazan (Masabazan) ,İki Igar (Karaç Abi Dulaf ve Burc)
-Hemedan
-Şehrizur’a bağlı Daraband ve Şamghan (Zimkan)
-Azerbaycan ve Ermenistan’da Aras sahilinde Kürtlerin kerpiç ve taştan yapılmış evlerde oturduğu belirtilmektedir.
Aranda, Barda şehrinin kapılarından birinin adı Bab-al Akrad’dır. İbn Miskavayhi’nin iddiasına göre, Rusların 943’teki istilası sırasında valinin emrinde Kürtler bulunmaktadır.
Bab-al Abvad’da ve El Sugur’da Kürtler yaşamaktaydı. (Abbasiler, Müslüman olup Anadolu’ya gelen Türklere Sugur adını vermişlerdir.) Mesudi’nin anlattığı yerler içerisinde günümüz Türkiye’sinde var olan bir şehir ve bölge sayılmamıştır.
Mesudi eserini yazdığı zamanda Kürtlerin, Guz (Oğuzlar) ve Karluk Türkleriyle birlikte yaşadıklarını belirtmektedir. Bu Türkler göçebe Türkler olan Guzlar ve Karluklar, Kirmanşah, Garş, Sicistan, Bust, Bestam, Kofs, Beluc, Cet’te yaşamışlardır.
Paris Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Messoud Fany, la Nation Kurde et Son Evolution Sociale adlı eserinde, “Bazı haritalara baktığımızda Kürdistan terimi tahrif edilerek, özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir Kürt yurdu meydana getirmek hedeflenmektedir. Hâlbuki Kürdistan kelimesi 10 asır evvel Ardelan, Kirmanşah, Hemedan ve Luristan bölgelerini belirtmek gayesiyle kullanılmıştır. Tüm eserlerde Kürtlerden ve Kürdistan’dan söz edildiği zaman, bugün İran toprakları üzerinde bulunan bu Kürt bölgelerinden haber verilmekteydi” şeklinde bir tespitte bulunmuştur. Bu tespit, aslında ortaya konmaya çalışılan hayali Kürdistan’ı ortaya çıkarmaktadır.
Minorsky’ye göre, Selçuklular zamanına kadar Araplarda Kürdistan adına rastlanılmamıştır. İlk Kürdistan tabiri 12. yy.’da hüküm süren son büyük Selçuklu Sultanı Sencer zamanında telaffuz edilmiştir.12. yy.’daki Selçuklu kayıtlarında o zamanki söylenişiyle “Kurdistan”, bugünkü söylemle “Kürdistan” adına rastlıyoruz. Sultan Sencer tarafından kurulan ve merkezi İran’ın Hemadan şehrinin kuzey batısındaki Bahar Kalesi olan Kürdistan eyaleti, günümüz İran toprakları içerisinde kalan, Zağros sıradağlarının doğusunda Hemedan, Dinavar ve Kermanşah vilayetleri arasını ve batısında ise Şehrizor (Süleymaniye) ve Sincar vilayetlerini kapsıyordu. 12. yüzyıla kadar bu bölge sadece “Cibalül Cezire” adı altında tanınıyordu. Dolayısıyla Sencer İran'daki Hemedan şehrinin batısındaki Bahar Kalesini merkez alan eyalete Kürdistan adını vermiştir.
Diğer kaynaklarda ise Kürdistan adından ilk defa bahseden Hamdullah Mustafa Kazvini olup, onun ifadelerindeki Kürdistan coğrafyası; Irak-ı Acem, Irak-ı Arap ve Kuzistan ile sınırlı olup, Nüzhet'ül Külub adlı eserinde (14.yy) Kürdistan'ı 16 kasaba olarak şöyle sıralamıştır;
1-Alani: Aynı adı taşıyan önemli bir şehre sahip olan bölgenin iklimi güzel ve avı boldur.
2-Alişter: Vaktiyle burada Aruhş veya Ardehş adı verilen bir Ateşgede (Zerdüşt tapınağı) vardı.
3-Bahar: Yukarıda zikredilen kale.
4-Kuftiyan: Zap kıyısında bulunan ve civarında birkaç kasabası olan kale.
5-Derbend-i Taç Hatun: Küçük bir şehir.
6-Derbend-i Zengi: İklimi güzel ancak halkının tamamı hayduttur.
7-Dezbil:
8-Dinever: Üzümü ile ünlü büyük bir şehir.
9-Sultan Abad-ı Cemcemal: Bisütün dağı eteğinde, Muhammed Hüdabende Olcaytu (14.yy) tarafından kurulmuştur.
10-Şehrizor: Tarihçi Yakuta göre Zurben-Zohhak adlı birisi tarafından kurulmuştur.
11-Kirmanşah: Önceleri Karmisin adını taşıyordu.
12-Krend ve Hoşan adlı iki köy (Sincan’da Hotan adlı bir yer vardır National Geographic, Temmuz, 2002 sayısı) .
13-Kengüver: Kars’ül Lesus yani Haydutlar kalesi denilen şehir.
14-Mahideşt veya Maideşt: Elli yerleşim birimi birimini ihtiva etmektedir.
15-Hersim: Müstahkem bir kale.
16-Vestam: Büyük bir köy.
Burada da açıkça görüldüğü gibi 14. yüzyılda Kürdistan adı sadece İran topraklarındaki bir bölgeyi ifade etmekte kullanılmaktadır. Bütün tarihi ve coğrafi kaynaklarda, Kuzey Irak’ın batısı, Suriye ve Anadolu’da yaşayan Kürt varlığından ve Kürt halkından söz edilmemektedir. Yine önemli Ermeni kaynaklarından olan ve Urfa’da yaşayıp, İran-Irak ve Doğu ile Güneydoğu Anadolu Bölgesinin 952–1162 yılları arasındaki tarihini yazan Urfalı Meteos’un Vakayiname’sinde, Anadolu’da Kürtlerin varlığından kesinlikle bahsedilmemekle birlikte, Semerkant civarında Sultan Alparslan’ı, 1073 yılında öldüren kişinin bir Kürt olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla o zamanda Semerkant’ta Kürtler bir millet olarak anlatılırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürtlerden bahsedilmemiştir. Tarihi kayıtların tamamında Ortadoğu’daki Kürt yurdu olarak İran ülkesi gösterilmiştir.
(Nahçivan haritası)
İstahri, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyayı, “Kürtler, Fars (İran) ’ta; Kirman, Horasan, İsfahan, Asadabad, Cibal Kufe, Basra, Sabadhan, Hemadan, Şiraz, Azerbaycan’da; Ermenistan’da; Arran’da; Suriye’de; Cezirede ve Çukurova’da otururlar” şeklinde sıralamıştır. Burada çizilen coğrafyada Türkiye toprakları içerisinde sadece Çukurova (Adana-Kilis) tarafları vardır.
İbn Haldun da, Fırat ile Dicle arasındaki toprakları Musul Ceziresi (Mezopotamya) olarak adlandırır ve Huzistan’ın doğusunda Ekrad (Kürtler) dağlarının bulunduğunu ve bu kısmın İsfahan’a kadar uzandığını, Kürtlerin barındıkları ve göçebelik ederek dönüp dolaştıkları yerlerin buralar olduğunu ve bu dağların Fars ülkesi kısmındaki parçanın Resum (Zemum) adını taşıdığını ifade etmektedir.
İranlı Nizamüddin Şami, 15. asırda Türk hükümdarı Timur’un seferlerine katılarak o günün tarihini yazmıştır. Bu eser o dönemdeki Türkistan, Irak, İran ve Anadolu’nun tarihini bilmemizde bize ışık tutmaktadır. Günümüzden 600 yıl önce yazılmış bu eserdeki kayıtlar Kürdistan coğrafyasını ortaya koymamız açısından önemli bilgiler içermektedir. Eserde, “…Timur’un askerlerinin Tebriz’e gelmekte olduğunu işiten Sultan Ahmet (Celayirli sultanı) bir haftadan fazla durmayarak Nahcivan güneyinden Kürdistan yolundan Bağdat’a kaçtı…” denmektedir.
Nahcivan, bugün küçük bir bölge olarak gösterilmişse de İran Azerbaycan’ındaki Azeri topraklarına verilen addır. Haritada görüldüğü gibi Nahcivan-Bağdat arasında İran toprakları var olup, Kürdistan denilen bölgede İran’daki bir coğrafya olarak zikredilmiştir.
Kitabın devamında ise, “…emir Timur göç ederek Hoy ve Salmas tarafına geldi. Emir, Kürdistan vilayetini Melik İzzettin’e verdi” denilmektedir. Hoy ve Salmas şehirleri günümüz İran topraklarında olup, Urmiye gölü çevresinde bulunmaktadır.
Nizamettin Şami, Emir Timur’un Bağdat eyaletini veliaht Emirzade Ebubekir’e tevdi ederken, “Oranın mülhakatı olan Kürdistan, Diyarbekir ve Mardin’den Vasıt, Basra ve Uyrat’a kadar olan yerler onun idaresine bırakıldı,” demektedir. Şerefettin Ali Yezdi de aynı hadiseden bahsederken, Mirza Ebubekir’in Bağdat’ı imar ettiğini ve Irak-ı Arap’tan Vasıt’a, Basra’ya, Kürdistan’a, Mardin’e, Diyarbekir’e ve Uyrat İli’ne (Musul’dan Bağdat’a kadar olan yerler) kadar olan yerlerin ona bağlı olduğunu, Kara Yusuf (Karakoyunlu Türkmenlerinden) ve Diyarbekir bölgesinin ise ona muhalefet ettiğini yazmaktadır. Burada da görüldüğü gibi Mardin ve Diyarbakır Kürdistan’dan ayrı bir yer olarak anlatılmıştır. Yine Diyarbakır ve Mardin arasında yerleşen ikinci bir Moğol Uyrat bölgesi var olup Uyrat İli adıyla anılmıştır.
Yine başta Selçuklulara bağlı Türk topluluklarının Anadolu’ya gelmelerinin öncesinde ve sonrasındaki Ermeni kaynaklarını incelediğimizde hiçbir Ermeni tarih ve coğrafya kitabında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt adında bir topluluğa rastlanılmamaktadır. Mitolojik çağdan 1071 yılına kadar olan zaman diliminde Ermeni tarihini anlatan ve 1947 yılında René Grousset tarafından kaleme alınan eserde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt varlığından bahsedilmemekte olup, Ermeni tarihinde Kürt adına ancak 868 tarihinde rastlamaktayız. Ermeni kaynaklarında, Kürtlerin yaşadıkları alanlar olarak Urmiye gölünün güneydoğusu gösterilmiştir. Ermeni kayıtları, tıpkı Selçuklu, Gürcü ve Arap kayıtları gibi Kürtleri Irak ve Anadolu’da değil de İran’da ve K.Irak’ın doğusunda yaşayan bir topluluk olarak ifade etmiştir.
Nikitin’e göre, Moğol istilası sırasında ise Kurdistan dağlık Zağros bölgesini kapsıyordu. Kurdistan’ın merkezi olan Bahar bu zamanda önemini kaybetmiş ve yerini Sultan Abad-ı Cemcemal almıştır.15. yy.’da ise Safevilerin tahta çıkması ile Kurdistan eyaleti küçülmüş ve Hemadan ve Luristan bu eyaletten ayrılmıştır. Bu dönemden sonra Kurdistan merkezi Senneh (Senandac) olan Ardelan bölgesine verilmiştir ki burası yukarıda dediğimiz gibi Ardelan, İran Azerbaycan’ının güneyi ile günümüz Bağdat’ının doğusundaki Kermanşah arasındaki bölgeyi kapsamıştır. Burada Kürdistan bölgesinin daralmasındaki ana neden Safevi devleti ile birlikte Türkistan’dan ve özellikle de Anadolu’dan Türkmen ve diğer Türk unsurların İran’a, başta Hemadan, Kermenşah ve Azerbaycan’a yerleşmeleridir. Bu zamanda Türkmen boyları akın akın Kurdistan denilen bölgeye yerleştirilmiş ve Kürt bölgelerini ellerine geçirmişlerdir. Böylece bölgede çoğunluk olan Kürtler, Türkmen, Oğuz, Kalaç, Avşar v.b. Türk gruplarının gelişiyle azınlığa düşmüşlerdir.
Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde; Karakoyunluların Azerbaycan,
Irak-ı Arap, Kazvin, Hemadan sınırına kadar olan bölge, Diyarbakır, Erzincan, Tercan, İspir, Giresun Şebinkarahisar’a kadar olan yerler, Kürdistan, Mardin, Mezrin, Musul, Sincar, Siirt ve 32 Kale, Süleymani ve Zikri Kürtlerinin oturduğu Bitlis’in Hizan bölgelerinde hüküm sürdüklerini, Akkoyunluların ise ilk etapta Kemah, Ergani, Diyarbakır’da beylik yönettiklerini aktarmıştır. Dolayısıyla Kürdistan terimi günümüz Türkiye’sinin dışında İran’da bir alan olarak sıralanmıştır. Türkiye’de ise sadece Bitlis ilinde bir zümre Kürt’ün yaşadığı anlatılmıştır.
Carsten Niebuhr “Arabistan ve Komşusu Ülkelere Yolculuk” isimli eserinde Kürdistan’dan bahsederek, Kala-Tehelon şehrinin Osmanlı sultanına bağlı Kürdistan’ın en büyük ili olduğunu, Kürdistan’da yaşayanlara Soran dendiğini, Soranların ise Böbbelerin bir uzantısı olduğunu belirtmiştir. Günümüzde ise Soranlar Kuzey Irak ile İran sınırında ve Celal Talabani’ye bağlı olan bir alandır. Halkına da Soranlar denir. Niebuhr, Kürtleri Soran olarak anmış ve yaşam alanlarını da K. Irak olarak göstermiştir.
Ebu Bekr-i Tihrani’nin Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde, “1452 yılında Timurlu Devletinin Sultanı Şahruh Mirza, Karakoyunlular üzerine hareket edince Karakoyunlu Cihanşah Mirza Şiraz’dan İsfahan’a gelmiştir. Sultanın öncü birliklerinin kendisini takip ettiğini gören Cihanşah İsfahan’dan batıya, Kürdistan’a geçmiştir” şeklinde kayıt bulunmaktadır. İsfahan’ın batısına bakıldığında ise bahse konu bölgede Hemadan şehrinin olduğu görülmektedir. Dolayısıyla tarihte Kürdistan olarak zikredilen bölgenin burası olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine aynı eserde Şahruh Mirza ölünce yerine oğlu Muhammed Mirza’nın geçtiği yeni sultanın Kürdistan’dan Kum şehrine geçtiği belirtilmektedir. Kum şehri İran’da olup Kürdistan’ın sınırı Hemadan şehrinin 200 km doğusundadır. Ebu Bekr-i Tihrani’nin eserinde Rum sultanı Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni diyarına hareket ettiği anlatılmaktadır. Burada anlatılan yer Sivas’tan başlayıp Diyarbakır’ı içine alan Kuzey Doğu Anadolu’dur. 1464 yılında Suriye Memlüklülerinin kalelerinden Gerger, buraya göç eden Bazkiye Kürtlerce ele geçirilmiştir. Bu durum Memlüklülerin tepkisini çekince Kürtler sayıca çok az olduklarından ve kaleyi savunmaya güçleri yetmediğinden, kaleyi Akkoyunlu Uzun Hasan’a devretmişlerdir. Türkmenler Gerger’i ellerine geçirmiş ve Kürtleri bu memleketten uzaklaştırmışlardır.
1468 yılında Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan başkenti Diyarbakır’dan çevre ülkelere mektuplar ve elçiler göndermiştir. Elçilerin gittikleri yerlerden birisi de Kürdistan’dır. 15. yy’da Diyarbakır’da Kürt varlığından söz edilmemektedir.
Daha öncede andığımız gibi Bitlis’in güneyinde Kürtlerin varlığından bahsedilmektedir. Bu Kürtlerin Reisi Hasan Ali adında birisidir. O tarihte Kürtler Bitlis bölgesinde iki aşiret olarak yaşamakta olup, sonradan Türkmenlerle karışık yaşamaya başlamışlardır.
1468 Karakoyunlulardan Ebu Yusuf Mirza tahta geçince Karakoyunlu emirleri Hemadan’a hareket etmiştir, buraya geldiklerinde Lur-i Kuçek şehri hâkimi Şah Hüseyinin Hemadan’a hücum ederek Baharlu ulusuna saldırmış ve onları yağmaladıklarını görmüşlerdir. Bu nedenle emirler, Şah Hüseyin’e saldırıp 500 adamını öldürmüşler ve Şah Hüseyin de kaçmak zorunda kalmıştır. Hemadan, tarihte Kürdistan’ın başkenti olarak zikredilmiştir. Ama burada da görüldüğü gibi bu şehrin halkının daha sonra Baharlu Türklerince de yurt olarak sahiplenildiği ortaya çıkmaktadır.
1518 tarihinde oluşturulan eyalet sisteminde Diyarbakır eyaletine bağlı iller ise; Amid, Mardin, Sincar, Birecik, Urfa, Siverek, Çermik, Ergani, Harput, Arapkir, Kığı ve Çemişgezek illeridir.1526 tarihinde ise Musul, Hana, Hir, Deyr ve Rahbe de bu eyaletin sınırları içerisine alınmıştır. 1518 tarihinde Musul, Ana, Hit, Dyr, Rahbe, Hasankeyf ve Siirt’in de bu eyalete bağlı olması gerekmektedir. Lakin elimizde bu yönlü bir kayıt yoktur. Kürdistan ise bu eyaletin dışında, İran’ın bir bölgesi olarak zikredilmiştir.
Osmanlı döneminde Kürdistan adı verilerek yazılan fermanlar sayesinde bu coğrafya ile açıklanan yerlerin neresi olduğunu anlayabiliriz. Kanuni Sultan Süleyman’a ait 18.10.1525 tarihli fermanda; ”Akdeniz’in ve Karadeniz’in Rum-Elinin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’în ve Mısır’ın…”denilmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 01.08.1553 tarihli başka bir fermanında şu ifadeler yer alır: “Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şam ve Halep ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilayet-i Zülkadriye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Van’ın ve Budin ve Tamışvar vilayetlerinin…”
Sultan I.Ahmet’e ait 20.05.1604 tarihli fermandaysa şunları görürüz: “…Haremeyn-i şerifeyn hadimi ve Kuds-i mübarekin hami ve hâkimi ve Rumeli ve Tamışvar ve Vilayet-i Bosna ve zigetvar ve vilayet-i Anadolu ve Karaman ve eyaleti İmadiye (Hakkâri’nin güneyi) ve diyar-ı Arabistan ve umumen Kurdistan ve Kars ve Gürcistan ve Demirkapı… Zülkadriye ve Şehr-i Zor (Süleymaniye) ve Diyarbekir ve Halep ve Rum ve Çaldır ve Erzurum ve Şam...” Bu fermanlarda Kürdistan denilen yer; Şam’ın, Diyarbakır’ın, Azerbaycan’ın, Van’ın, Kars’ın, Erzurum’un, Süleymaniye’nin, Hakkâri’nin güneyindeki İmadiye’nin dışında olan bir yerdir. Burada da görüldüğü üzere bu dönemde Kürdistan olarak yine Irak ve İran sınırındaki Zap’ın doğusu ve İran topraklarının kuzey batısındaki Urmiye gölünün güneyi tarif edilmektedir.
1609 tarihinde Şah Abbas, Silsüpür Türkmenlerinden Halil Beyi sultanlık unvanı vererek onu Kürdistana göndermiştir. Bu sultan Urmiye’ye yakın Dumdum kalesinin fethine iştirak etmiştir. Bu arada Kürdistan denilen yer Türkiye’den hiçbir alanı kapsamamaktadır.
18. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Maraş, Diyarbakır, Sivas, Erzurum, Kars, Van, Rakka eyaletleri mevcut olup daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi Kürdistan adlı idari ve coğrafi bir bölüm söz konusu değildir.
Osmanlılar Irak’ı aldıklarında Musul, Erbil ve Kerkük şehirleri de Osmanlıların eline geçmiştir. Bu dönemin eserlerinde Kuzey Irak’ta Türkmen ve Türk nüfusu çoğunlukta bulunurken, Arapların ve Kürtlerin sayıca az oldukları vurgulanmıştır.
Şemsettin Sami, 1802 yılında yazmış olduğu Kamusu’l A’lam adlı eserinde (el-Cezire, s-3) Musul eyaletini şöyle anlatmaktadır. “…hemen hemen her tarafı nehirle çevrilmiş olan bölge doğuda Kürdistan, güneyde Irakı Arap, batıda Şam çölü yani Halep, kuzeyde Anadolu ve Van bölgeleri ile sınırlıdır.” Bu ifadeye göre günümüzden 100 yıl önce dahi Musul, Van ve Güney Doğu Anadolu Kürdistan toprakları içerisinde değildir.
Nikitin Kürtlerin 18. yy.’da Kerkük, Erbil, Köysancak, Karaçolan, Revanduz ve Harir’de yaşadığını söylemektedir. Bu bölgelerin adının Türkçe oluşu ve Irak ile İran ülkesinde bulunmaları da Kürt yöresini bizlere anlatmaktadır.
Kürdistan konusunda en enteresan bilgi, yine Nikitin’in Kürtler adlı eserinde mevcuttur. Nikitin’e göre Kürtlerin anayurtları Botan ve Zağroslar’dır. Nikitin Sivas’a kadar, şimdiki söylemiyle Kürdistan topraklarının varlığını açıklayamadığından, Hoybun örgütünün bir bildirisine dayanarak kendince bir tez ileri sürmüştür. Nikitin’e göre Kürtler İran’da yaşarlarken, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin içerisinde kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleştirilmişlerdir. Bu cümle Anadolu’da Kürdistan diye ülke oluşturma niyetinde olanların gayretlerini göstermektedir. Hiçbir tarihi vesika böyle bir göç olayını anlatmamaktadır. Dahası 80 yıl önce olacak böyle büyük bir hadisenin hiçbir devletin arşivinde olmamasıdır.
Anadolu’ya hiçbir zaman Kürdistan denilmemesine karşın 1842 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın hazırladığı ve yabancı danışmaların yönlendirdiği yeni idari düzenlemeler Türk siyasi hayatına yeni idari terimler getirmiştir. Bunlar arsında 1847 yılında Kürdistan vilayeti ile 1850 yılında Lazistan Sancağının kurulmasını vurgulayabiliriz.
Özoğlu’da, “Kürdistan terimi coğrafi bir alandan ziyade Osmanlıda ve öncesinde idari bir alanı tarif etmek amacıyla kullanılmıştır. Selçukluda da bu böyledir” diyerek gerçeği itiraf etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1847 yılında yabancı baskılarla kurulan Kurdistan eyaletine, ertesi yıl Van, Muş ve Bitlis illeri Kürdistan’ın alt vilayetleri olarak dahil edilmiş, 1849 yılında ise bu illere Hakkâri-Dersim ve Diyarbakır eklenmiştir. Görülüyor ki bu eklemeler baskılarla olmuş, yabancıların baskıları Osmanlıyı 150 yıldır devam edecek zor bir sürece sokmuştur.
Kürdistan coğrafyası ile ilgili olarak Avrupa’daki haritaların yetersiz olduğunu belirten M. Fany, batılı yazarların Kürdistan’ı değişik adlarla zikrettiklerini, Kürdistan terimini tahrif ederek (bozarak) , özellikle Türkiye’nin doğu vilayetlerinde bir “Kürt yurdu” meydana getirmeyi amaçladıklarını vurgulamaktadır.
Avrupalı seyyahlar, dini misyonerler ve bilim adamları Kürtleri ve Ermenileri Türklere karşı tahrik etmek için yıllarca uğraşmışlardır. Bu gaye ile hayali Ermenistan ve Kürdistan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisine yerleştirilmeye çalışılmıştır. Şimdiye kadar Rusların sınırları içerisinde bulunan ananevi Ermenistan diyarının büyük bir kısmını ve İran’da bulunan gerçek Kürdistan’ı talep etmedikleri gibi, sürekli Türkiye topraklarına hedeflemişlerdir. Bu durum dahi amacın Kürdistan oluşturmaktan ziyade, yüzyıllarca dünyaya adaleti öğretip, Ortadoğu’nun koruyuculuğunu yapan Türkleri etkisizleştirmektir.
İyilikten maraz doğar demiş atalarımız. Tarihin hiçbir döneminde yurt edinmemiş ordan oraya sürülenlere acı getir yurt edinmelerini sağla 300-500 sene sonra seni kovmaya kalksın. Kürtler beraber yaşadıkları tüm milletlere ihanet etmişler İranlılara, ıraklılara, Türklere eminim bu karakter başka kimsede yoktur Kürdistan varmış. Kürtler devlet kurmak köklerini araştırmak tarihten izler bulmak istiyorsa gitsin oralarda arasınlar. Kimse kimseye avanta toprak falan vermez. Bu böyle biline.
TÜRÜK BİL KONFEDERASYONU
TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun yapılanması, yeni hükümdar İÇUUM APAM BUUMİN İSTEMİ’nin M.Ö. 879 yılında başkenti İDİL-URALLAR’daki UÇUŞ BAŞI’na nakletmesiyle başlar... İL ETİRİŞ KAĞAN, başkenti M.Ö.779’da URKUN BOLIK’a (ORHUN) taşır. TÜRÜK BİL konfederasyonu’nu oluşturan devletler ise
şunlardır:
- ÖTÜKİN YIŞ (ana devlet) ,
- ES-TABİGAÇ (orta çin Hanlığı, ÖTÜKİN YIŞ’a dahil)
- ALTUN YIŞ (ALTAY devleti) ,
- YİR BUYURGU YİR (Kuzey kabileleri)
- UCUĞUY YIŞ (IÇKI TÜRKİSTAN devleti) ,
- ÖKÜGİMİN YIŞ (URAL devleti) ,
- BU TÜRÜK BİL (BERİ TÜRKİSTAN devleti)
- OK-UDURİKİN YIŞ (KORE ve MANÇURYA’daki devlet, başkenti UŞUNTİN BOLIK,
daha sonra HAN BALIK olmuştur, şimdiki PEKİN)
- UŞUNTİNG UYUZ (GÜNEY ÇİN Federasyonu, (uy-maktan UYUZ..)
- TÜRGİŞ
- ÖK-İRİGUN US-OK UŞUN (MESSAGET krallığı, bir İSKİT kolu)
O dönemde esas ÇİNLİLER, TABGAÇ BUDUN (barbar kavim) olarak güneybatıda yaşamaktadırlar. ÇİN’de yazı C. HOPKINS’e göre M.Ö. 3000’lerde, T. DE LACOUPERIE göre M.Ö. 2300’de bulunmuştur. Son tesbitlere göre M.Ö.1700’lerdedir... E. EKREM Hacettepe Üniversitesi için hazırladığı doktora tezinde “TÜRK kavimlerinin M.Ö.2600-M.S.318 tarihleri arasında ÇİN’de bulunduklarını” yazar.,, Bu bilgiler ÇİN ALFABESİ’nde neden 41 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunduğunu açıklamaktadır.
TÜRÜK BİL Konfederasyonu’nun 1400 yıllık egemenliği süresince 5 AT-OĞ (hanedan) hüküm sürmüştür. KAĞAN adlarından bazıları şunlardır:
- İÇUUM APAM BUUMİN KAGAN İSTEMİ (M.Ö.. 879-822)
- İNİŞİ KAĞAN
- OĞLİ KAĞAN
İKİNT AT-OĞ (2. Hanedan)
- KANİM İL-ETİRİŞ (M.Ö.565-538)
- KANGİM KÜL BİLGE KAĞAN (M.Ö.536-525)
- ÖKÜL TİGİN (M.Ö.524-514)
- 2. KANGİM TÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.512-494)
- 2. EÇİM KAĞAN (M.Ö.488-?)
ÜÇÜNC AT-OĞ (3. Hanedan)
- 3. TENGRİTİĞ TENRİDE BOLMİŞTÜRÜK BİLGE KAĞAN (M.Ö.356-?)
- BENGİGÜ KAĞAN
TÖRTİNÇ AT-OĞ (4. Hanedan)
- TENRİDE KUT BULMUŞ ALP BİLGETENRİ UYUĞUR KAĞAN (? -M.S.318)
- 4. EÇİM KAĞAN
- 4. KANİM KAĞAN
BEŞİNÇ AT-OĞ (5. Hanedan)
- 5. KANİM KAĞAN (? -M.S.536)
- KÜL TİGİN (M.S.544-575)
- NİNÇU APA OYURİĞİN TURGAN (M.S.576-?)
NİNÇU APA OYİRİĞİN TURGAN’ın KAĞAN olması ile Konfederasyon AT-OY BİL dönemindeki gücüne ulaştı. M.S. 641’de HAZAR ve OK-UŞUY (İSKİT) TÜRKLERİ’nin birleşmesi ile OZUM ON-OK (Federe HAZAR) devleti kuruldu. Devletin başkenti İDİL idi. Bu devletin egemenlik alanı KAFKASLAR, KUZEY KARADENİZ, TURLA OGİZ (Dinyester) ile OZU ÖGÜZ (Dinyeper) arasından İTİL ırmağına, KİEV’den MOSKOVA’nın güneyine kadar idi.
Bu devletin halkı 7. Asırdan itibaren MUSEVÎ oldu. 1016’da devletin yıkılmasıyla bu TÜRK MUSEVİLERİ bütün AVRASYA’ya yayıldılar. KARAYİM ve KARAİT TÜRKLERİ’ni oluşturdular.
675 yılında VOLGA bölgesinde yaşıyan BUY-URUKLAR’ın (Bulgar) bir kolu TUNA’yı aşarak şimdiki BULGARİSTAN bölgesine yerleştiler.
840 yılında ilk TÜRK-MÜSLÜMAN devlet olan KARAHANLILAR (İLEK HANLAR) devleti kuruldu. Çinliler bu boyun T’UÇÜE AŞİNA dedikleri KARLUKLAR’dan geldiğini yazarlar. Devleti kuran BUĞRA KARA HAKAN ünvanlı BİLGE KÜL KADİR HAN idi.
KARLUKLAR ise 744-840 arasında UYGUR federasyonuna girmişler ve TÜRKMEN adını almışlardı. UYGUR TÜRKLERİ liderliğindeki Federasyon zayıflayınca, KARLUK YAGBUSU kendini “bozkırların hâkimi” ilan etti. Ve “Büyük Hakan” anlamında KARA HAKAN ünvanını aldı. Hatırlatalım ki, KARA kelimesi “siyah” anlamında değildir, OK-ARA’dan gelmektedir. Yani yaradılıştan beri varolan OK TÜRKLERİ ARASINDA demektir. Böylece KARLUK YAGBUSU, “bütün TÜRKLER’in Hakanı” olduğunu ilân etmiş oluyordu! .. ALTAY TÖRESİ’ne göre devlet ikiye ayrıldı. Doğu bölgesinin hâkimi ARSLAN KARA HAKAN diye anılıyordu. Başkenti KARAORDU idi. Batı bölgesinin hâkimi ise BUĞRA KARA HAN diye anılıyordu. İşte bu Batının ilk hakanı BİLGE KÜL KADİR HAN, ilk Müslüman TÜRK devletinin kurucusu oldu.
879’da NORMANLAR’dan RURİK’in YANGA KAL’A (Ninji Novgorod) şehrinde bir prenslik kurması ile şimdiki Rusya’nın temeli atılmış oldu... Bu devlet önce bölge TÜRKLER’ine, sonra da OSMANLI DEVLETİ’ne rakip olarak büyüdü, gelişti. Aynı tarihlerde İSKANDİNAV asıllı ASKOLD da KİEV’de bir prenslik kurmuştu. RUS-BEYAZ RUS ayırımı buradan gelir.
RUSLAR’ın hükümdarları için kullandıkları ÇAR kelimesi, aslında PROTO-TÜRKÇE’de kral anlamına gelen ÇUR’dan gelir. Bu kelime İSKİTLER aracılığıyla (CAERE-ÇERE) İTALYA’ya gitmiş, ROMA İMPARATORLUĞU’nda CEASAR (Sezar) olarak kullanılmış, ve RUSLAR tarafından TZAR kelimesine dönüştürülmüştür.
900’lerde ASYA’daki BOY-URUKLAR (Orak Bulgarları) Konfederasyon yönetimine hâkim oldular. 976 yılında UÇUŞ BAŞI’da para bastırdılar.
1236’da OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL’den oluşan DEŞT-İ KIPÇAK devleti, CENGİZ HAN ordularına yenildi. 1237’de ÖKÜGİMİN YIŞ (Oral Bulgarları’nın devleti): yine 1237’de ON-UYUĞUR YIŞ (Kazan Tatarları’nın devleti) 1238’de OĞUZLAR (KASİM ve OKA TATARLARI) yenildi. Aynı yıl ALTIN-UR (That ili, ALTINORDU diye bilinen devlet) ÖTÜGİN YIŞ’a (geçerli anayasa) göre kuruldu... Bu devlette TÜRK-MOĞOL soyundan 25 HAN hüküm sürdü. Rusların baskısı ile zayıfladı ve 1505’de silindi gitti.
1395’de DEŞT-İ KIPÇAK (OK-UŞUY ve ISUB-URA BİL) , yine bir TÜRK HAKANI olan TİMUR’a yenildi ve yıkıldı.
1436’da ALTIN-UR devletinin hakanı ULUĞ MUHAMMED HAN, mevcut anayasanın (ÖTÜGİN YIŞ) yürümediğini görerek, BİR OY BİL Konfederasyonu’nu yeniden canlandırmak için KAZAN HANLIĞI’nı kurdu. HAN armasında binlerce yıl öncesine ait UŞ(HAN) tamgası vardı! ..
Ne yazık ki, binlerce yıllık TÜRK TARİHİ’nin belgelerini muhafaza eden KAZAN KÜTÜPHANESİ, 1552 yılında RUS ÇARI KORKUNÇ İVAN tarafından yakıldı! ..
YIŞ kelimesi “anayasa” demektir. UYUŞ’tan gelir ki, “uyuşturan, birliği sağlayan kurallar” anlamındadır...
Bazı TÜRK devletlerinin adında kullanılmasının sebebi, TÜRK TÖRESİ’ne göre kurulduğunu, “ileri seviyede bir organizasyon” olduğunu belirtmek içindir.
YIŞ kelimesi “ağaç” olarak alınmış, ve ORHUN KİTABELERİ'ndeki ÖTÜGİN YIŞ ifadesi, “ Ötügen Ormanları” şeklinde tercüme edilmiştir ki, son derece yanlıştır. Bir milletin darda kalınca ormana kaçması düşünülebilir mi? .. Orada kastedilen 'darda kalınca ANA DEVLET'e, TÜRK TÖRESİ'ne sığın' anlamındadır! . Kaldı ki, kitâbelerde sefer yapıldığında sık sık başka 'yış'lara girilir. Bunların hepsinin orman olması mümkün değildir. Diğer TÜRK devletleri kastedilmektedir.
1449’da GİRAY HAN, KIRIM HANLIĞI’nı kurdu. KIRIM HANLIĞI bir süre sonra OSMANLI DEVLETİ’ne bağlandı. 1800'lerde Ruslar'ın eline geçti.
ASYA’da kurulan diğer HANLIKLAR, 1800’lerde RUS yayılmacılığı sonucu birer birer yıkıldı.
AT-UKUŞ BİL FEDERASYONU
BİR OY BİL federasyonu, M.Ö.1517’de AT-UKUŞ BİL adıyla yeniden yapılandı. Bir adı da AT OY BİL’dir... Yeni federasyon varlığını M.Ö.879 yılına kadar sürdürdü. Bu dönemde de ISUB-URA BİL adında ve yapısında da değişiklikler oldu. Önce AT UKUS YÜZ oldu, sonra ISUB URUŞU TUTUK, OK-OGİS AT UÇUK ve nihayet ISUB URA UÇ oldu. Daha sonra da bir başka TÜRK boyu olan İSKİTLER tarafından yıkıldı. (M.Ö.516)
İSKİTLER, KARADENİZ’in kuzeyinde (UKRAYNA) OK-UŞUY adında bir devlet kurmuş, oralardan aşağıya inmişlerdi.
Bu bilgiler bir asker ve “tarih yazarı” olan ÖNRE-BİNBAŞI’nın taşa vurdurtmuş olduğu ISUB-URA BİLGE ÖKÜLÜ ÇUR EB-EDİZİ başlıklı BİTİG TAŞ’tan (taşa yazılmış belge) alınmadır. Yazının başlığı “ISUB-URA BİL’in ÇUR’unun (hükümdarının) Başarıları” demektir.
Bu BİTİG TAŞ, MOĞOLİSTAN’da İKİ-HUŞOT’da bulunmuş ve KOTWICZ tarafından 1928’de yayınlanmıştır.
İSKİTLER’e yenilen ISUB-URALILAR, daha sonra KAFKASLAR’a çekilmişler, İSKİT ana devletiyle DEŞT-İ KIPÇAK konfederasyonunu oluşturmuşlardır. Bu konfederasyon çeşitli şekillerde varlığını CENGİZ HAN zamanına kadar sürdürmüştür. (M.S.1236) Son parçası KAZAN HANLIĞI 1556’da Çarlık Rusyası tarafından yıkılmıştır.
AT-UKUŞ BİL konfederasyonunun başkenti AT OĞI BOLIK’tır. Bu konfederasyonu oluşturan devletler
ise şunlardı:
- URALLAR’da ÖKÜGİMİN YIŞ Devleti,
- KARADENİZ’in kuzeyinde OK-UŞUY Devleti (İSKİTLER) ,
- KIRIM’da ÖG-ÖDÜS Devleti,
- HARZEM’de TATAR BİRİLE OK-AT Devleti
- KAFKASLAR ve DOĞU ANADOLU’da ISUB URA BİL Devleti
- AT OMİG İDUK BAŞ ÖKİ Devleti ((ARTARHAN Hanlığı)
Federasyonun toprakları SELÂNİK KÖRFEZİ’nden başlayıp MAKEDONYA, BALKANLAR, TUNA KIYILARI, AVRASYA, ORTA ASYA, ÜST ASYA, MANÇURYA, KORE ve KUZEY ÇİN’i kapsıyordu.. DOĞU ANADOLU, HAZAR BÖLGESİ ve TİBET te federasyona dahildi.
Bu kadar büyük bir sahada UÇ DEVLETLER de olsa, bir süre sonra yeni bir yapılanma ihtiyacı duyulmuş, ve TÜRÜK BİL FEDERASYONU doğmuştur. (M.Ö.879)
ORTA ASYA ANAU KÜLTÜRÜ ve BİR OY BİL FEDERASYONU
Doğu Anadolu’da M.Ö. 15.000’den itibaren kaya resimleri, M.Ö.7000’den itibaren de yazıtlar görülür. Antalya-Beldibi yazıtları M.Ö.7000, İstanbul-Fikirtepe’de bulunan M.Ö.6000’e ait kaplardan ikisinin üzerinde OK ve OZ tamgaları vardır.
R. PUMPELLY, “Exploration in Turkestan” adlı makalesinde (1908, Washington) , “AŞKABAT’ta M.Ö.9000’lere ait yerleşik bir kültür olduğu”ndan bahsetmektedir. Bu kültüre ANAU adı verilmiştir. Bu kültür, A. BELENITSKY’e (1965) göre M.Ö.5000, D. SCHMANDT-BESSERAT’a (1978) göre M.Ö.6000 yıllarına aittir.
Ancak VADIM A. RANOV, '7 yerleşim bölgesinin incelendiğini, ve ilk merkezin M.Ö. 850.000 yıllarında kurulan AMUDERYA’nın kaynak kollarından birindeki KULDURA olduğunu' bildirmiştir. (Kendisi TACİKİSTAN Tarih, Arkeoloji ve Etnoloji Kurumu müdürüdür… Makalesi, “Her Şey Eski Taş Dönemi’nde Başlar” adıyla “Les Dossiers d’Archeologie” dergisinin 185. Sayısında, Eylül 1993 tarihinde yayınlanmıştır.)
Bir diğer merkez SEL UNGUR’dur, M.Ö. 250.000’lere dayanır. Hatta İSLAMOV’a göre geçmişi M.Ö.500.000’e kadar gider. SEL UNGUR, KIRGIZİSTAN’daki FERGANA vadisinde, OK (şimdiki OŞ) kentinin batısındadır. İkisi de KARA TAU (Karadağ) adını taşıyan iki merkez daha vardır ki, bunlardan biri KULDURA gibi AMUDERYA üzerindedir. Diğeri ise, yine KIRGIZİSTAN’da TALAS vadisinin batısını oluşturan dağın adıdır.
M.Ö. 100.000-M.Ö.35.000 arasını ilgilendiren 14 yer incelenmiştir. Bunlar arasında KUTURBULAK, KULBULAK, KAYRAKUM gibileri vardır. BULAK “göz, pınar” demek olduğuna göre, yüksek vadilerdeki su kaynaklarının başına yerleştikleri anlaşılır. Daha sonra OM-OĞ KÖL’ün kıyılarına inmişler, sahil yerleşim birimleri kurmuşlardır. KAPİK-KAĞAN (KAPAĞAN, SEMERKANT) da ilk yerleşim bölgeleri arasındadır.
HİMAYALAR’dan ALATAU (Aladağ) ve ALTAYLAR’la BÜKLİ ÇÖL’e (Gobi) kadar uzanan bölgede 100 kadar yerleşim merkezi bulunmaktadır... En önemli yerlerden biri TEŞİK TAŞ MAĞARASI’dır. Mağara, SEMERKANT’ın güneyinde BAYSUN DAĞI’ndadır. Burada ilk defa taşın yapı malzemesi olarak kullanıldığı görülmüş, “üstün bir kudret”in varlığına inanıldığını gösteren deliller bulunmuştur... Bu hususu, başka bir yazıda derinlemesine ele alacağız.
Bir değer yerleşim bölgesi TAMGALI SAYI’ndaki KAYA ÜSTÜ RESİMLER’i M.Ö. 30.000’lere aittir....
PİKTOGRAMLAR (sembolik resimler) M.Ö. 20.000’e, PETROGLİFLER (yazı elemanları içeren resimler) ise M.Ö. 15.000 tarihini taşır. ULU KEM ırmağı vadi ve steplerinde bulunan OT-OZ sintaşları yine aynı tarihlere aittir. (M.Ö. 15000)
ORTA ASYA’da M.Ö. 9000’lerde ortaya çıkan BİR OY BİL konfederasyonu derin bir felsefeye sahip, büyük bir medeniyettir... İnsanın TANRI BELDESİ’nden (göklerden, manevî âlemden) OZ’laşıp (öz, mükemmel) şekil değiştirerek, OT (od, ateş, ışık, enerji) halinde yeryüzüne “döne döne indiği”ne inanırlardı.
OT-OZ denilen bu insan TANRI’dan geldiği için “kutsal”dı. Herkes eşitti, ayırım yoktu. Bu yüzden kendilerini yönetecek olan BUĞ’u SEÇİM’le (kurultayda) belirlerlerdi.
TÖRELER ile yönetilen bu insanlar kısa zamanda AŞİRET-KLAN düzeyinden MİLLET seviyesine ulaşmışlar, DEVLET kurmuşlardır. TÖRE’yi ÜYÜŞ-YIŞ seviyesine yükseltmişler, ANAYASA haline getirmişlerdir. Çok sağlam bir HUKUK anlayışları vardı.
Bu insanlar IB-IS BOLIK’larda yaşamışlar, yeryüzü-gökyüzü ilişkilerini incelemişler, ASTRO-FİZİK bilimine ilk adımları atmışlardır. Soyutlama yetenekleri ve yaratıcılıkları ile konuştukları dili TAMGA denen SEMBOL-ŞEKİLLER’e dökmüşler, “taşa urmuşlar”, yani DUVARLAR’a, KAYALAR’a, TAŞLAR’a kazımışlardır. RESİM ve HEYKEL sanatının ilk örneklerini bu OT-OZ insanları vermişlerdir.
Bir kısmı BİR OY BİL konfederasyonuna bağlı UÇ DEVLETLER’de yaşamışlardır... Bu âdet, tâ SELÇUKLULAR’a kadar gelmiştir. ANADOLU’da pek çok UÇ BEYLİĞİ vardı. OSMANOĞULLARI
BEYLİĞİ de bunlardan biri idi.
Bu UÇ DEVLETLER’den biri de ON OYUL’dur. TAŞKENT-BUHARA, KUÇA-YARKENT arasında idi. AYIRIS (Çur) nehri ON OYUL ile BİR OY BİL arasında sınır idi… Bu AYIRIS(ayırma) kelimesi sonradan bozularak Grekçe’deki İRİOS şekline girdi. Bazı Batılı yazarlar İRİOS’u ARYAN-ÂRİ kelimesinin kaynağı sayar. (Igor H. Klopin, Les Dossiers d’Archeologie, No. 185, 1993)
Bir diğer UÇ DEVLET, OK-ONIM OĞ idi. KUÇA-URUMÇİ’den ÇİN’in ortalarına kadar uzanıyordu.
ISUB-URA BİL’in başkenti KAFKASYA’daki ÇUR şehri idi. KAFKASLAR ve DOĞU ANADOLU’da egemendi. MEZOPOTAMYA’yı da kültürel etkisi altına almıştır. ISUB-URA “yazıya geçmiş, kaydolmuş” demektir. Bu devletin BİR OY BİL federasyonuna kayıtlı, vasal devletlerden biri olduğunu gösterir.
Bu üç UÇ-DEVLET’i yöneten kişinin ünvanı USUB URUŞ TURUK idi. Yani “yazıya vurulmuş, kayıtlı, bağlı, BUĞ’a tâbi” yönetici… Bu kişinin URUUA TURU yani “askere alma” yetkisi vardı. Bir devlet için çok önemli olan bu yetki, ASURLAR tarafından URUATRİ olarak telâffuz edilmiş, bundan da URARTU kelimesi doğmuş, bir devlet adı olarak kabul edilmiştir.
Öte yandan ISUB-URA kelimesinin SUBAR-SABİR şekline dönüştüğü sanılmaktadır. R. GHIRSHMAN, SÜMER öncesinde (M.Ö. 4000) MEZOPOTAMYA’da SUBARLAR’ın yaşadığını kaydediyor. SÜMERLER’in şimdiki TÜRKLER’in atası, akrabası olduğunu biliyoruz… Ancak SÜMER yazasında 18 adet PROTO-TÜRKÇE tamga bulunması, onların çok daha eski TÜRKLER’den geldiğini göstermektedir.
ASUR devletinde dahi (M.Ö.2000) SUBARCA konuşuluyordu. ASUR başkentinin adı PROTO-TÜRKÇE’de ANT-UB UÇUĞ’dur, yani “yüce antlaşma liderliği”…
Kadim Türkçe’de kullanılan BİLİG kelimesi, 'halkın bilmesi için açıklanan bilgiler' anlamına gelir. Bugün biz karşılığını MÂLÛM (herkesce bilinen) olarak almaktayız.
Bizce İLİM kavramı yine bugün kullanılan BİLİM’den farklıdır. BİLİM, laboratuvara sokulup üzerinde deney yapılabilen, ölçüye, hesaba gelen tesbitler için kullanılır. Yani BİLİM, asıl İLM’in ancak çok küçük, ispat edilebilen, düzenli eğitimi yapılabilen kısmıdır.
İLİM ise kâinatın, hattâ mükevvenatın, yani görülen görülmeyen, maddî manevî bütün yaradılmışlarla ilgili, sadece laboratuvarlarda değil; sezgi, tecrübe, ilham gibi yollarla elde edilmiş her türlü bilgidir. Bunun da ancak bir kısmı halka açıklanır ki, bunu yukarda MÂLÛM kelimesiyle verdik. Büyük kısmı ise ancak belirli kişilerde mahfuzdur ki, onlara da ÂLİM denir.
Eski Türkler ÂLİM’e BİLGE, BİLİGTE EREN veya BİLGE-EREN derlerdi. Zamanımızda ERMİŞ kelimesi işte bu herkesin bilmediği, bilemiyeceği bilhassa manevî bilgilere sahip olduğuna inandığımız kişiler için kullanılan ifadedir.
Yine kadim Türkçe’de İLKEVSÜK kelimesi İLMÎ veya şimdilerde BİLİMSEL olarak kullanılan kelime karşılığıdır.
Bunları bu kadar derinlemesine açıklamamızın sebebi, Türkler konusunda yıllardır kullanılan 'göçebe, kaba, savaşçı, talancı, işe yanamaz, gayrımedeni, kültürsüz, bilimle hiç ilgisi olmayan, kendi üretmeyip hep başkasından alan' gibi yakıştırmaları çürütecek bir çalışmayı, dikkatinize getirmek üzere oluşumuzdur.
Bu bölüme ORTA ASYA İNSANI diye bilinen PROTO-TÜRKLER'in yaşadığı yerler ve GÖÇLER ile başlıyoruz. Dünyanın dört bir yanına yayılan TÜRK soy ve boylarını, arkalarında bıraktıkları MAĞARA DUVAR RESİMLERİ, DİKİLİ TAŞLAR ve TAMGALAR ile izleyecek, birer birer tesbit edeceğiz.
Arkasından yine Kâzım Mirşan� ın PROTO-TÜRKÇE YAZITLAR adlı eserinden bölümler sunacağız. Bunda da sadece Mezopotamya ve Asya’daki değil; Avrupa’da ve duvar resimlerindeki Türk rumuz ve işaretlerini, tamgalarını ve GÖKTÜRK Alfabesi’nin ilk şekillerini bulacaksınız.
Bundan sonraki ESKİ TÜRKLERDE İLİM başlıklı sayfalarda büyük araştırmacı, yüksek mühendis Kâzım Mirşan� ın ortaya çıkarıp yayınladığı ALTI YARIK TİGİN adlı çok eski bir TÜRK ilmi eserini özetliyerek dikkatinize sunacağız.
Kitabın adını, muhtevasını da göz önünde tutarak bugünkü Türkçe� ye çevirirsek, ALTI IŞIK DOKTRİNİ olur. Üst seviyede bir Fizik, bir Astronomi kitabı, daha doğrusu kâinatın mekaniğini, hayatın fenomenlerini ve YARADILIŞ, İNSANOĞLU, ve KÂİNAT ilişkisini açıklayan bir kitabıdır.
ALTI YARIK TİGİN'in MADDE BİLİMİ yönünün yanısıra, MANEVİ İLİM yönü de vardır. Bu açıdan bakınca ALTIN ÇİÇEK DOKTRİNİ anlamına gelir ki, bizde VAHDET'İN İLÂHÎ KANUNLARI demektir. Bunları öğrenen kişi AĞAR, yani TANRI'ya ulaşır. AKINIŞ ta aslında TANRI'YA ULAŞMA demektir.
Neticede göreceksiniz ki, TÜRKLER sadece yazıyı bulan, Türk mantık ve düşünce tarzını kayalara, taşlara işleyen, silinmez bir tarzda damgasını vuran millet değil; dünya sahnesine çıktığı günden beri ilimle de uğraşmış bir millettir
TÜRK olmak, Atatürk’ün dediği gibi, gerçekten övünülecek bir vasıftır! ..
BATI ANADOLU'NUN TÜRKLÜĞÜ
Ülkemizin doğusuna kendini ârî sayan Kürtler ile Ermeniler, güneyine gene Kürtler, Ermeniler ve Sami olan Araplar ile Yahudiler; batısına da yine ârî olan Yunanlılar sahip çıkmaya kalkışıyorlar.
Gerekçe olarak ta bizim Anadolu'ya 1071'de geldiğimizi gösteriyorlar! .. Batılılar ve onların etkisinde kalan Doğulular, bizim istilacı, sömürgeci olduğumuzu söylüyorlar! ..
Ama tarih gösteriyor ki, ANADOLU'nun doğusu da batısı da ta NUH PEYGAMBER zamanından beri, hatta daha öncesinden TÜRKLER'le meskûn idi! .. Güneye de batıya da medeniyeti TÜRKLER götürdü! ..
Zaten böyle olmasa, bugün bütün medeniyetler yıkılma noktasına sür'atle yuvarlanırken; TÜRKLER hem ASYA'da hem de AVRUPA'da toparlanma ve tekrar seslerini duyurma noktasına yükselebilirler miydi? ..
Notlarımızın birinci kısmında Doğu Anadolu'nun Türklüğünü; SÜMERLER, ELÂMLER, GUTİLER, KASİTLER, URARLAR, SUBARLAR, KARLAR, MEDLER, PARTLAR'ı inceliyerek göstermiştik.
Sonra CELALEDDİN HARZEMŞAH ile YAVUZ SULTAN SELİM'i ele alarak KÜRTLER'in TÜRK TARİHİ'ndeki yerini bulmuştuk.
Bu ikinci bölümde BATI ANADOLU'nun Türklüğünü; PELASKLAR, İYONYALILAR, TİRHENLER, LİDYALILAR, ETRÜSKLER, İSKİTLER, ve MAKEDONLAR'ı inceliyerek göstermeye çalışacağız... Tezimizi dilbilim çalışmaları ile destekliyeceğiz... Arkasından Batı Medeniyeti denen karmaşanın nereye dayandığını göstereceğiz... Bütün bunlar Türklüğün nerelere kadar uzandığını ortaya çıkaracak.
Dileğimiz odur ki, ARTIK AŞAĞILIK DUYGUSUNDAN KURTULALIM! .. 'Biz zaten herkesi kendimizden yaparız,' kompleksinden sıyrılalım... Biz yapsak ta, yapmasak ta ASYA VE AVRUPA'DA PEK ÇOK İNSAN KENDİNİ TÜRK SAYIYOR, GELECEĞİNİ TÜRKİYE'YE BAĞLIYOR! .. ARTIK BU GERÇEĞİ GÖRELİM!
Şimdi bazı Batılı tarihçilerin kasıtlı yönlendirmelerinden kurtulma zamanıdır! .. Onların sakladıkları belgeleri, gözardı ettikleri kaynakları ortaya çıkarıp inceleme zamanıdır. Artık güneş balçıkla sıvanamaz! ..
BİZ GERÇEKTEN DÜNYANIN EN ESKİ MİLLETLERİNDEN BİRİYİZ, ve TARİHİN İLK GÜNLERİNDEN BERİ HİÇ DEVLETSİZ KALMAMIŞIZ! .. BU ÖZELLİK BAŞKA HİÇ BİR MİLLETTE YOK! ..
Günümüzde dahi başka hiç bir milletin aynı anda bu kadar çok devleti yok. TÜRKİYE, KUZEY KIBRIS, AZERBEYCAN, NAHCİVAN, KAZAKİSTAN, TÜRKMENİSTAN, KIRGIZISTAN, TACİKİSTAN, ÖZBEKİSTAN, AFGANİSTAN, MOĞOLİSTAN ve ESTONYA halen bağımsızlığına kavuşmuş TÜRK cumhuriyetleridir.
Ama iş burada bitmez! .. Sırada daha kimler var! ..
Dünyadaki etkimiz böyle artma temayülü gösterirken, pısırık liderlerimiz ve cahil aydınlarımız, GÜNEY ANADOLU'yu ve KIBRIS'ı bile gözden çıkaran bir tutum sergilemektedirler.
Bunlar HALEP-MUSUL-ERBİL-KERKÜK'ün TÜRK DİYARI olduğunu, SURİYE ve IRAK'ta 3.000.000'dan fazla TÜRKMEN'in yaşadığını, İRAN'da 17.000.000 AZERİ'nin ilgi beklediğinden bile habersizdirler! .. Asya'ya heyet gönderirler de, yarı halkının dili UGURCA OLAN ESTONYA'yı akıllarına bile getirmezler! .. Halbuki ESTONYA kuyruğunda dolaştıkları Avrupa'nın en önemli noktasındadır.
Devlet büyüklerimiz 'Komşusu açken tok yatan bizden değildir' İslami prensibini istismar ederek, AZERİLER'i kesen Ermeniler'e yardım gönderirler de, AFGANİSTAN'daki TÜRK gruplara yardım etmeyi düşünmezler bile! ..
Üstelik BABÜR ŞAH'ın kurduğu HİNDİSTAN TÜRK DEVLETİ'nin bugüne yansıması olan, bünyesinde milyonlarca TÜRK barındıran, bu yüzden TÜRKİYE'nin en yakın dostu olan, dünyanın tek kendi yaptığı ATOM silahına sahip müslüman ülkesi PAKİSTAN ile ilişkilerimizi bozarlar!
Zamanın akışına bu kadar ters davranan bu insanları, ve onları yönlendiren Batılıları uyarmak amacıyla, geçmişi bir kere daha gerçekçi bir anlayışla ele almak istiyoruz.
Umarız zihinlerdeki paslar silinir, gerekli dersler alınır.
Türklerin Ana yurdu
Türklerin Tarih sahnesine ilk çıktıkları bölge, yani Türklerin ana yurdu üzerine çeşitli görüşler vardır. Maddî kültür unsurları, dil hususiyetleri ya da tarihî realite bakımından konuyu değerlendiren bilim adamları, Orta Asya'daki çeşitli kültür çevrelerini Türklerin ana yurdu olarak kabul ederler. Esas itibariyle, bu yöndeki ilk çalışmalar batılı bilim adamları tarafından ortaya konmuştur. Gerçekte XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında başlatılan araştırmalarla, batı kendi tarihinin köklerini aramaya koyulmuş, fakat neticede, hiç hesaba katmadıkları bir milletin yani Türklerin, kendilerine has kültür ve medeniyetleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gerçek karşısında, batılı bilim adamları yoğun çalışmalarda bulunmuşlar ve Türklerin tarih sahnesine çıktıkları yer ve zaman hususunda çeşitli nazariyeler sunmuşlardır. J. Klaproth (1824) , J. Von Hammer (1832) , W. Schott (1836) , M.A. Castren (1856) , A. Vambery (1885) ve E. Oberhummer (1912) gibi ilk âlimler Altaylar ve çevresini Türklerin ana yurdu olarak gösterirken, W. Koppers (1937) , W. Radloff (1891) , G.J. Ramstedt (1928) , L.Ligeti (1940) ve K.H. Menges (1968) gibi dilci ve tarihçiler Altaylar'ın doğusu ve Kadırgan Dağlarına kadar olan bölgelerde Türk ana yurdunu aramışlardır ve bu görüşü ünlü Türkolog Barthold da desteklemektedir.
J. Strzygowsky (1935) , O. Menghin (1937) , İ. Zichy gibi sanat ve kültür tarihçileri ise Altaylardan Urallar'a kadar uzanan sahaya sıcak bakmışlardır1. Bu görüşleri değerlendirerek ana yurdun coğrafî sınırlarını tespit etmek mümkündür. Ancak araştırmalarda belirtilen ve arkeolojik bulguların yer aldığı daha belirli ve dar bir bölgeyi ana yurt olarak tespit etmek ve kabullenmek hem zor hem de sakıncalıdır. Çünkü dinamik ve hareketli bir kavim olan Türkler, en eski devirlerden itibaren geniş bir alana yayılmışlar ve kültürlerini buralara götürmüşlerdir. Atı ehlileştirerek âdeta onunla bütünleşen Türkler, konar-göçer yaşantılarını bozkır coğrafyasında hâkim kılmıştır. Bu sebeple daha geniş çerçevede düşünülecek olursa, Türklerin ana yurdu Orta Asya bozkırlarıdır, Orta Asya'nın sınırları doğuda Baykal gölünden Batıda Hazar ve Ural dağlarına; kuzeyde Sibirya bozkırlarından güneyde Tanrı dağları ve Gobi çölüne uzanmaktadır. Bu coğrafyanın, bütün dünya tarafından kabul edilmiş siyasî adı ise Türkistan'dır. Türkistan'da Konar göçer bozkır medeniyetinin M.Ö. devirlere giden pek çok kültür çevresi yer alır. Sovyet İmparatorluğu'nun dağılmasıyla istiklâllerini kazanan Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır. Dolayısıyla Türk ana yurdunu Orta Asya'da dar bir bölgeye sıkıştırmak hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler açısından doğru değildir. Nitekim aşağıda gösterilen Türk kültür çevrelerinin zenginliği de buna delâlet eder.
Ana yurtta yer alan ilk kültür çevreleri: Arkeolojik kazılar ve araştırmalar Orta Asya medeniyetininM.Ö. V. bine kadar uzandığını göstermektedir. Batı Türkistan'da, bugünkü Aşkabat çevresinde yapılan kazılarda, M.Ö.V. bine ulaşan yerleşme merkezleri bulunmuştur. Anav kültürü olarak bilinen bu medeniyetin kimlere ait olduğu kesinlik kazanmamış ise de Türklerin bu bölgedeki varlıklarının ilk izlerini yansıtabileceği düşünülen ipuçlarını vermesi açısından Anav önemli bir merkezdir.
Proto-Türklere ait olduğu hemen hemen aşikar olan ilk kültür çevresi Altay-Sayan dağlarının kuzey batısında yer almaktadır. M.Ö. III. bin başlarına ait bu eski kültüre Afanasyevo kültürü denilmektedir. Bu kültürün en büyük özelliği Türk sosyal hayatının ilk örneğini yansıtmasıdır. Bu kültürde atın ehlileştirildiği ve koyun beslendiği görülmektedir. Ayrıca toprak kaplar, bakır ve tunçtan yapılmış çeşitli silâh ve süs eşyaları da bulunmuştur.
Bu kültürün devamı olan Andronovo kültürü ise Altaylardan, Ural dağları-Aral gölü çevresine kadar yayılmıştır. (M.Ö.1700-1200) . Bu kültürde tunçtan ve altından eşya yapımının geliştiği bilinmektedir. Andronovo kültürü özelliklerini yansıtan diğer bir kültür ise Yenisey-İrtiş çevresinde yer alan Karasuk kültürüdür (M. Ö.1300-800) . Tuva ve Abakan bozkırları ile Baykal gölü havzasında bulunan hayvan figürlü kaplar ve silâhlar bu kültürlerde benzerlik gösterir.
Karasuk kültürünün en büyük özelliği demirin işlenip, silâh yapımında kullanıldığı ilk kültür olmasıdır. Bu kültür çevresinde insanlar keçe çadırlarda yaşayıp, tekerlekli arabalar kullanıyorlardı. Minusinsk ve Abakan bölgesinden Altaylara uzanan bölgede Tagar kültürü olarak bilinen ve M.Ö.700'e tarihlenen buluntularda demir işçiliğinin nadir örnekleri yer almaktaydı. Ayrıca M.Ö. 3.yüzyıla ait, Orhun ve Selenga boylarına değin uzanan Pazırık kültürü, binlerce yıllık Türk kültürünün Hun çağına nasıl ulaştığını gösterir. Bütün bu buluntular Türk coğrafyasının tabiî sınırlarını tespit etmek açısından da büyük bir öneme sahiptir.
Orta Asya'daki Türk kültür çevrelerinde, kurganlarda bulunan bazı eşyalar, Türklerin çok eski zamanlardan beri konar göçer hayata has bir kültür geliştirdiklerini aşikâr kılar. Av ve savaş aletleri, demir ve deriden çeşitli eşyalar ve at ile kurt ağırlıklı hayvan figürlü kaplar, bu yaşayışın temel hususiyetlerini bizlere gösterir. Nitekim Türklere ait menşe efsaneleri ve Ergenekon Destanı gibi mitolojik olaylarda da bu motifler ön plândadır. Dolayısıyla, maddî buluntular ve Türk mitolojisi, Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer ve zaman hususunda tamamen uygunluk arz etmektedir.
Türk Dil Kurumu TDK yabancı dillerde 10 binin üzerinde Türkçe sözcük olduğunu Türkçeden en fazla sözcüğün ise Ermeniler ile Sırpların aldığını belirledi.
TDK Başkanı Şükrü Haluk Akalın kurul üyesi Prof. Dr. Günay Karaağaçın yürüttüğü çalışmada bir kültür ve uygarlık dili olarak Türkçenin pek çok dile sözcük verdiğinin örnekleriyle ve kanıtlarıyla ortaya konulduğunu belirtti.
Akalın yabancı dillerde 10 binin üzerinde Türkçe sözcük olduğunu Türkçeden en fazla sözcüğün ise Ermeniler ile Sırpların aldığını belirlediklerini vurguladı. Türkçeden Ermeniceye verilen bu sözcüklerin yanı sıra Türkolojide Ermeni Kıpçakçası diye adlandırılan ve 13. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Karadenizin kuzeyinde kullanılan bu dilin tamamen Türkçeye dayandığını ifade eden Akalın şunları kaydetti:
Bugün Ermenicede gerek Türkiye Türkçesinden gerek Azerbaycan Türkçesinden alınma Türk dili kökenli yaklaşık 5 bin sözcük kullanılıyor. Elbette diller arasındaki bu etkileşim karşılıklıdır. Türkiye Türkçesi yazı dilinde de Ermenice kökenli bazı sözler var. Ama bunların sayısı yalnızca 16dır.
Akalın yazı dilimizdeki yaklaşık 400 alıntıya karşılık Yunancaya yaklaşık 3 bin Türkçe kökenli söz verildiğini vurgulayarak Macarcadan aldığımız 18 söze karşılık bu dilde yaklaşık 2 bin Türkçe alıntı var. Türkiye Türkçesinde Rusça alıntı 38 iken Rusçadaki Türkçe alıntılar yaklaşık 2500dür. Bütün bunlar Türkçenin komşu ulusları ve kültürleri büyük ölçüde etkilediğini gösteriyor diye konuştu.
Akalın Çincede 307 Farsçada yaklaşık 3 bin Urducada 227 Arapçada yaklaşık 2 bin Ukraynacada 747 Ermenicede 4 bin 262 Fincede 118 Rumencede yaklaşık 3 bin Bulgarcada yaklaşık 3 bin 500 Sırpçada 8 bin 742 Çekçede 248 İtalyancada 146 Arnavutçada yaklaşık 3 bin İngilizcede 470 Almancada 166 Türkçe kökenli sözcük olduğu ortaya konulduğunu anlattı.
Akanın Listeden anlaşılacağı gibi bir sözcüğümüzün birkaç dile geçtiğini göz önüne aldığımızda dünya dillerindeki Türkçe kökenli sözcüklerin sayısının 35-40 bin civarında olduğu görülür dedi.
TÜRKÇENİN ÇEKİM GÜCÜ
Dillerin başka dillere sözcükler vermesi ve başka dilleri etkileri altına almasının ancak bir çekim gücü haline gelmesiyle mümkün olduğunu ifade eden Akalın Bunun için de bilimde teknolojide kaydedeceğimiz gelişme ve ilerlemenin yanı sıra kültür değerlerimizi sanatımızı edebiyatımızı dünyaya tanıttığımız ölçüde Türkçenin çekim gücü olma özelliğini sürdürmesi sağlanacaktır dedi.
Akalın Türkçenin çeşitli dillere verdiği 10 binin üzerindeki sözcüğün hangi dillerde nasıl ve hangi anlamlarda kullanıldığının Türkçe Verintiler Sözlüğü adlı eserde yayımlanacağını kaydetti.
ÖRNEKLER
Akalın Türkçenin ad türünden kelimelerin yanı sıra diğer dillere fiil türünden kelimeler de verdiğini vurgulayarak şunları söyledi:
Türkçe başka dillerden sözcükler aldı ama alıntılarımız içerisinde kök fiiller son derece azdır. Oysa çakmak çatmak kapamak gibi pek çok kök fiil Türkçeden diğer dillere geçmiştir. Fiillerin yanı sıra ünlemlerin hatta deyimlerin ve atasözlerinin de Türkçeden diğer dillere geçen söz varlıkları arasında olduğunu biliyoruz. Akalın Açık ada bacanak bağlama çakal çanak damga dolma düğme gemi kapak kayık kazan ocak sağrı sayı sarma toka gibi kelimelerin Türkçenin bu dillere verdiği binlerce kelimeden yalnızca birkaçı olduğuna dikkati çekti.