Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Uğur Özakıncı sizce ne demek, Uğur Özakıncı size neyi çağrıştırıyor?

Uğur Özakıncı terimi Banu Cklr tarafından tarihinde eklendi

  • Mahmut Asiltürk
    Mahmut Asiltürk

    analarınızın memelerine süt bile yürümemişti daha
    bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle
    yani şimdiki sizin yaşınızda ben
    yani deve tellal pire berber iken
    diyalektik ve tarihsel materyalizm diye birşeyler vardı
    sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık
    şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz
    faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm
    kükürt di oksit civa flüminat molotof kokteyller

    öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken
    dizlerim tirtir titriyordu ama hiç belli etmiyordum
    en illegal cümleleri kurdum ben anlamazsınız
    mayınsa bastım sınırsa geçtim ateşse yaktım
    ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek
    ne zaman doğurdum kendimi ne zaman öldürdüm
    ne zaman gözdüm ne zaman gözyaşı

    3
    benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız
    mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere
    büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere
    ve iki kere ikinin asla dört etmediğine
    başka yollardan giderdim varacağım yerlere
    en çok aşksız sevişmelerinize yanardım
    ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere
    kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum
    kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız
    anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız
    amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği
    çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı
    marks engels lenin stalin
    mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca
    yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin
    bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı
    kaşla göz arasında anasını satayım
    benim avuçlarımdan güvercinler uçardı

    4
    bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle
    oysa ben her gece yüreğimi jiletlerdim yaşadığımı unutmayayım diye
    yani ölmek gibi yaşardım ölmek gibi yaşanır mı anlamazsınız
    avuçlarım neden sıcak gözlerim neden kanlı ellerim neden uzun
    alnım neden açık sesim neden kısık anlamazsınız
    bilmezsiniz mesela fünye dişlemeyi dinamit yoğurmayı
    sevişirken dimdik bir meme ucunu dişlemeye benzemez fünye dişlemek
    dinamit hamuru gözlerini yaşartır adamın kükürtdendir
    siz kükürtü sanayi bacalarının dumanlarında kokladınız gözleriniz yaşardı genziniz yandı küfürler ettiniz

    5
    babalarınız hatırlar on dokuz otuz ana haber bültenlerinden
    güvenlik kuvvetlerinin bir hücre evine yaptığı baskın sonucu
    yasadışı bir örgütün altı militanı
    yasaklanmış yayınlar dinamit lokumları çok sayıda patlayıcı madde
    ve ispanyol yapısı astralarla kirletirdi ekranlarınızı
    siz biyoloji sınavınıza hazırlanırdınız ben ertesi günkü eyleme
    siz üniversite sınavlarına hazırlanırdınız ben o üniversiteyi işgale
    bir gül gibi taşırdım anamın o son öpücüğünü ellerimde
    nasıl da şaşırmıştım anasını satayım
    o cani bakışlarımı bir günlük gazetenin
    baş sayfasında gördüğümde

    yani şeytan daha rüyalarıma bile girmeden
    yastığımın altında yasak kitaplarla uyurdum ben
    serin ırmaklar geçerdi düşlerimin içinden bütün kirlerimi yıkardı
    benim kirlerim sizin kirlerinize benzemezdi anlamazsınız
    ve her ölüm haberinde cayır cayır yanardım
    ilk o zaman öğrendim kamboçyayı vietnamı çini
    siz lise sıralarında inek gibi hafızlarken istanbulun fethini
    ben yeraltlarında devrim nikahları kıyardım gayri resmi ve gayri sevgi
    hesap vermiştim karşı cinse zaafları olmayan birine
    bir sarhoşluk kadar anasını satayım
    bir sarhoşluk kadar ömrüm olsaydı keşke

    7
    yani bir gece vaktiydi yani dolunaydı yani kaçıyordum
    önüm arkam sağım solum denizdi anlamazsınız
    kaçarken çocukluğumu hatırlıyordum allah kahretsindi
    mermiyi namluya sürmeyi unutmuştum allah kahretsindi
    vınlaya vınlaya parçaladı çocukluğumu o mermi çekirdeği
    allah kahretsindi anasını satayım
    nasıl da mıhlayamadım oracıkta o kahpeyi

    8
    ben anlamazmış gibi yapmazdım okyanusların derinliğini ölçerdim
    yeni lehçeler öğrenirdim batık kentler keşfederdim
    sözcüklere yeni anlamlar yüklerdim mesela şarkı söylerdim
    kuşlarla konuşurdum yada yoğurt kaplarına çiçekler ekerdim
    gecelerin en ürkek yarılarında anasını satayım
    pencerelerinizi tıklatıp kaçan varya
    işte o bendim

    9
    diyalektik ve tarihsel materyalizm diye bir şeyler vardı
    hani o ukraynalı pos bıyıklı çelik bakışlı adamın yazdığı
    hani o sonradan acımasız bir katile çıkmıştı ya adı
    kompartıman kompartıman ölüme göndermiş ya eski yoldaşlarını
    annem namaz kılıyordu oturma odası ile yatak odasının arasındaki salondaydı
    ben masadaydım gözlerimde o adamın yazdığı kitabın son sayfası
    hatırlamıyorum şimdi avuçlarımı nasıl iki yumruk yaptığımı
    allah yok diye bağırdığımı biliyorum bir tek avaz avaz
    bir de annemin bir mitralyöz gibi yanağımda patlayan tokatlarını
    sonra araya yağmur girmişti de kurtarmıştım kulaklarımı
    bir kavganın arasına yağmur nasıl girer anlamazsınız
    nicel birikimin nitel patlamaya dönüştüğü bir andı sizin anlayacağınız
    siz yağmurdan genellikle kaçarsınız ya da kara kara şemsiyeler açarsınız
    ben yağmurda ağlardım görmesinler diye gözyaşlarımı
    ne çok olmuş anasını satayım
    ne cok olmus serçelerle konuşmayalı

    10
    sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık
    hepimizin avuçlarında aynı karanlık aynı korkaklık
    aynı sokakbaşlarında aynı yalnızlıktı inanmazsınız
    aynı saatlerde aynı örgüt evlerinde
    uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermiler hazırlardık
    uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermileri siz anlamazsınız
    toplu iğne başı gibi görünür girdiği yerler
    çıktığı yerlere mideniz kaldırmaz bakamazsınız
    mesela nisandı
    perşembeyi cumaya bağlayan mübarek bir akşamdı
    kahveye girmeden önce göğe bakmıştım la ilahe illallah
    belimde kıpır kıpır ondörtlü ceplerimde iki yedek şarjör
    camilerde yatsı namazları ve bir ay ki hilal mi hilal
    baktığım köşeden çıktı ismail eşhedü en la ilahe illallah
    son yudumunu masada bırakmıştım çayımın ya allah bismillah
    tam kırk kurşunla vurdum ismaili dokuz kalibrelik kırk besmeleyle
    boşalttığım üçüncü şarjörde ellerime sıçradı hüznü
    kırkbirinciyle çöpçüyü devirdim ezberledi diye yüzümü
    sonra bir yerlere kapanıp ağladım ay nasıl ağlarsa öyle
    ay nasıl ağlarsa öyle ağladım anasını satayım
    çingenenin beygirini de vurduğum için
    sırf bana melül melül baktı diye

    11
    şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz
    ülkücüydüm ben turancıydım ben devrimciydim ben komünisttim bilmezsiniz
    karadenizdim ben karadenizin fırtınalarındaki rengiydim
    bağlama çalardım bağlama dinlerdim gül ekerdim toprağıma ölüm biçerdim
    gökyüzünden yıldız çalardım kimseye çaktırmadan
    kağıttan gemiler yapardım kaşla göz arasında
    eylemden kırıp lunaparklara gittiğim bile olurdu
    mesela denizde taş sektirdiğim şiir yazdığım dilek tuttuğum
    mesela günübirlik aşık olduğum dut yemiş bülbüller gibi sustuğum
    mesela dilencilere acıdığım da olurdu ağladığım da
    uyak olsun diye söylüyorsam namerdim anasını satayım
    bir tek iyiliğimi bile yazmadılar zabıtlara

    12
    faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm
    çok tanrılı bir dinin bütün sapmaları yani anlamazsınız
    anlamazsınız yani sınıf arkadaşınızı vurdunuz mu hiç
    delik deşik ettiniz mi bir parkayı okul çıkışında
    ağır çekim izlediğiniz oldumu hiç bir fizik kitabını havada savrulurken
    yada hayatınızda iki yüz yirmi voltluk çığlıklar attınızmı
    mesela tekme tokat giriştiğiniz oldumu hiç tarih derslerinde tarihe
    mesela kaç kere öldünüz nihavent makamında bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide

    13
    hangi sokak başı hatırlar sizi hangi miting hangi korsan gösteri
    bir tek polis amca bile görmemiştir gözbebeklerinizi
    kıl kadar yalanım varsa namerdim anasını satayım
    yarından tezi yok siz de unutacaksınız bu şiiri

    14
    türkiye cumhuriyeti anayasasını tağgir tebdil ve ilga
    yani türk ceza kanununun yüz kırk altıya birinci maddesi uyarınca
    iplere çekilirdi çocukluğum siz ip atlarken rüyalarınızda
    annemin gözyaşı toprağa düşmeden kırılmış olurdu boynum
    boynumun sesi çıtırdak bir çerezin ağzınızda yankılanan sesiydi
    akciğerlerimi bir ana rahmihi parçalar gibi parçalardı soluğum
    soluğumla bütün şafakları havaya uçururdum
    ertesi günkü gazetelerde siz bunları okumazdınız
    okusanız bile siz bunları hiç böyle anlamazdınız
    mesela mendilinize ihtiyaç duyardım bazen çağırırdım sizi duymazdınız
    görmezdiniz çünkü bilmezdiniz çünkü duymazdınız çünkü sağırdınız
    yürüdüğüm yollar boyunca omuzlarımda taşıdım sizi
    omuzlarımda taşıdım anasını satayım
    ne kadar da ağırdınız

    dış kaynaklı müzik gibi dış kaynaklı bir şey miydi ölmek
    kulağımda anti - emperyalist marşların nakaratları
    elimde amerikan malı bir kerpetenle
    milyon parçaya ayrılırken ana avrat dümdüz gitmek
    ölmek bu muydu ulan
    ölmek ardımda bir uçurum gibi bırakıp gitmek miydi hayatı
    cenazeme bin kişi katılmış neye yarar
    en yakın arkadaşım taşımış siyah beyaz bir resmimi
    ne zaman içim dolsa olan bitene
    ayıp olur yakışmaz diye ağlamazdım
    ağlamak bana ne kadar da yakışırmış anlamazdım

    16
    yürüdüğünüz yollar uzadı siz küçüldünüz
    küçüldükçe dünyayı benim dudaklarımla öptünüz
    mesela her polis sorgusunda çorap söküğü gibi çözüldünüz
    her şey iyi güzel hoş da beni niye öldürdünüz
    oysa miş li geçmiş zamanlardan alıp taşımıştım sizi torunlarınıza
    ortaçağdan alıp kuantum fiziğine götürmüştüm sizi
    kuantum fiziğini belki anlamazsınız diye şiirler bile yazmıştım
    ölümü bile göze almıştım allah belamı versin
    kükürt di oksit yani anlamazsınız
    pos bıyıklarım vardı üç numara saçlarım ve rooswelt postallarım
    parkamın ceplerinde ellerimi ısıtırdı arnavutluk emek partisi
    necip fazıl kısakürek ya da nazım hikmet pek farketmezdi
    hepsi aynı bokun soyuydu anasını satayım
    hepsi bir parça adrenalindi

    17
    mesela ellerim yankılanırdı çektiğim her tetikte anlamazsınız
    çektiğim her pimde birileri çentik atardı bir yerlere
    robot resmini çizerlerdi yüreğimin sokak sokak aranırdım
    genellikle kaçardım yada dilinizin altında saklanırdım
    bir gün tükürürsünüz diye birilerinin yüzüne ağzınızda dolanırdım
    anlamazdınız iki bardak rakıyla sarhoş olurdunuz
    ağlamazdınız anasını satayım
    durmadan yutkunurdunuz

    18
    hesap soracaktık kahrolsundu kanı yerde kalmayacaktı
    yepyeni güneş sistemleri kuracaktık mesela denizler ırmaklara akacaktı
    acayip düşlerim vardı anlatsam inanmazsınız
    mesela titreyip kendimize dönecektik tarih kitapları bile utanacaktı
    aşkı aşk gibi yaşayacaktık ölümü ölüm gibi anlamazsınız
    yani tahrip gücü yüksek güneşler gibi patlayacaktık
    milyonlarca şiir doğacaktı can çekişmelerimizden
    mesela annem bir daha ağlamayacaktı
    en serseri sevinçlerimizle bir poyraza uzatıp alnımızı
    ellerimizi kollarımızı sallaya sallaya dolaşacaktık bütün meydanları
    meydanlarda çocuk bahçeleri meydanlarda panayırlar
    ve uğruna sokak sokak öldüğüm bütün şafaklar
    çingeneler kucağımda düğün alayları kurulacaktı
    yerde kaldı anasını satayım
    hepimizin kanı yerde kaldı

    19
    ben namlu temizlerdim gece yarılarında siz kulağınızı
    siz apışaralarında çoğalırdınız ben teksir makinalarında
    ben vur emirlerini dinlerdim siz iş emirlerini
    sustalı bir bıçak gibi kanatırdım gözlerinizi
    ağlardım
    ne zaman ağlasam kalbimle dalga geçerdiniz
    ve hiç biriniz anasını satayım hiçbiriniz
    hiçbiriniz benim kadar ölmediniz

    20
    yani sizin şarkı sözleri yazdığınız o duvarlara ben
    öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken
    kod adımı bir dağ çiçeğinin adından çalmıştım
    soyadımı bir kundağa sarıp cami avlusuna bırakmıştım
    annemi rüyamda gördüğüm en son akşamdı
    rüzgar bir yalnızlık gibi dağıtıyordu saçlarımı
    ilk gördüğüm silah tüccarına anasını satayım
    takas ettim bütün yarınlarımı

    21
    kendi sesimi kalbimde nasıl boğardım anlamazsınız
    ilk o zaman öğrendim dilimde kor demirler söndürmeyi
    ve söndürdüğüm her demirde bir bıçak olup bilenmeyi
    öncem yoktu anasını satayım
    sonram let it be... let it be

    22
    ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek
    ne zaman ezberledim hüznü heceleyerek
    hangi sokağında yürüsem bu kentin
    hangi sokağında anasını satayım
    adımlarımı kimseye uyduramıyorum

    23
    gözlerimin içine her baktığınızda göz bebeklerinizdeki yalancının
    suratına tükürdüm utanmadınız
    bir gece vakti dur ihtarına uymadığım için vuruldum
    siz kimseleri ihtar etmediniz
    ekmek mayasıyla üzüm sularından küflü şaraplar yaptım
    bir kez olsun tatmadınız
    tırnaklarımın kirleri karıştı gecelerin kirine
    kirlerimi kirlerinizde arıtmadınız
    bütün denizlerde boğuldum
    bütün ateşlerde yandım
    bütün akıl hastanelerinde uyuşturduğunuz her beyin
    benim beynimdi anlamazsınız

    24
    gecen sonbahardan kalma bir şeyler kıpırdanıyor içimde
    avuçlarımda eşkiya günlerimden kalma mermi kovanları
    ve mayın tarlalarında saklambaç oynadığım çocukluğumla
    işte geldim size saklayın beni
    kendimden çıkıp size kaçarken sırtımdan vuruldum
    üçüncü sınıf bir aranıyor afişinden bakıyorum dünyaya
    her sabah endişelerinizle gözgöze geliyor suretim
    geçtiğim bütün yollar mayınlı
    bütün hudut kapıları tutulmuş
    ve yazdığım bütün şiirlerde anasını satayım
    taammüd unsuru bulunmuş

    25
    hatırlamıyorum anasını satayım
    ben mi sizi doğurmuştum yoksa
    siz mi terketmiştiniz bir dağın eteklerine beni
    hangimiz gayri meşru bir ilişkinin piçiydik unuttum
    iyi molotof kokteyller hazırlardım aklımda kalan bu
    emekli maaşlarınızı alamadığınız bankalarda patlardı
    benim ellerim sizin kalbinizdi anlamazsınız
    kalbiniz avuçlarımda bir güneş gibi patlardı
    işte geldim size ya saklayın beni artık
    ya da öldürün beni
    şah damarını anasını satayım
    şah damarını kestiğiniz
    bütün şiirlerim gibi

    26
    ne zaman unuttum ağlamayı
    ağlamak çoğu zaman varolmaktı
    sizden ılık bir güneydoğu akşamının
    maviliğindeki derinliği istemiştim
    sizden yaralı bir kurt gibi
    acıyla uluduğum yangınların ortalarında
    beni kalbinizin en derin yerlerinde saklamanızı istemiştim
    sizden ellerinizi istemiştim
    avuçlarınızın içinde size bakarken bütün insanlığa bakmayı
    sizden sözcükleri toplayıp çıkararak anlatamadığım herşeyi
    kalbimin atışlarından anlamanızı
    sizden gözyaşlarınızı istemiştim
    gözyaşlarınızda yüzme bilmeyen bir çocuk gibi boğulmayı
    hep bir başka hayata ertelediniz anasını satayım
    oysa bu benim son hayatımdı

  • Mahmut Asiltürk
    Mahmut Asiltürk

    en çok istanbula benzeyen gözlerini sevdim
    gözlerinde devrik cümleler gibi bakan kederi
    esirgeyen bağışlayan aşkın adıyla başladım sana
    erkekliğim bedeninde kimbilir kaç kez hatim indirdi
    kimbilir kaç kez yazdım kendimi arka sayfalarına hayatının
    faili meçhul bir cinayet haberi gibi

    kırlangıç fırtınalarına benzeyen yüzünü sevdim
    jilet yansıması gibi yüzüme çarpan yüzünü
    yüzünün avuçlarımdaki yasa dışı hüznünü
    hani geceyarıları gökgürültülerine kulak kabartır gibi
    hani bir ırmağın kendini denize dökmesi gibi
    hani iki arada bir derede telaşlı sevişmeler gibi
    hani anlarsın ya suçüstü bir aşk gibi
    bulup bulup yitirmeyi sevdim seni

    ustura suskunluğuna benzeyen ellerini
    bana olmadık şeyler düşündüren ellerini
    beni içimin gizlisinden alıp her karartma gecesi
    en argo şiirlere rehin bırakan ellerini sevdim
    bana bu kenti bu ülkeyi ve bu dünyayı
    bana bu en ahlaksız çağını zamanın
    bana güneydoğudaki çocuk ağlamalarını unutturan
    dokunduğun heryerinde bedenimin
    sigara yanığı tırnak çiziği yaralar açan
    bana kendi uçurumlarında çığlıklar yakıştıran
    ellerini sevdim

    aruz veznine benzeyen yalnızlığını sevdim
    ben senin kendi yalnızlığında
    iş çıkışlarındaki caddeler gibi çoğalmanı
    cuma akşamları beyoğlunun çalgılı sokakları gibi
    bir korsan gösteriye dört koldan katılmak gibi
    içimde kalabalıklaşmanı sevdim
    çocukluğuma benzeyen yalanlarını
    yalanlarında yakaladığım gerçeklerini
    gerçekler ki zaten saatli maarif takvim yapraklarının
    arkalarındaki maniler gibidir bu ülkede
    ülkelerini sevdim her gidişinin ardındaki mide kanamalarımı
    nöbetçi eczanelerin uykusuz kalfalarıyla korkuttum
    korkularını da sevdim
    düşmemek için bir elinle sımsıkı tuttuğun
    merdiven korkuluklarına benzeyen korkularını
    mutedil dalgalı denizlere benzeyen sevişmelerini
    sevişmelerindeki acemi dilsiz alfabesini
    patladı patlayacak bir fırtınanın tam ortasında
    kendini ölüme bu kadar genç hissetmeni
    senin gecikmelerini sevdim

    tebdil-i kıyafet beni sevmeni sevdim
    dudaklarında bir karanfil gibi ısırdığın fahişe gülüşünü
    komisyon vermemek için bir otobüs durağında
    tam on altı yerinden bıçaklayıp kaçarak pezevengini
    sadece kendin için sattığın gülüşünü sevdim
    bir şiire benzeyen uzaklıklarını sevdim
    yalnız denizlerde kürek çektiıim uzaklıklarını
    bir mülteci gibi bana hep ülkemi özlete
    kendimden kaçtıkça seni bulduğum
    sana gittikçe kendime vardığım uzaklıklarını
    imkansızlığını sevdim

    ben seni arkamda bırakacağım en son sözcük gibi
    ben seni bir intihar gibi sevdim
    2

    ben senin gözlerini daha önce de gördüm
    hani ter kokulu bir belediye otobüsünde
    cüzdanını çarptığım kadından kaçarken
    sırtımdan vurulup da ellerine düşmüştüm ya
    hani bileklerimi jiletlediğim bir akşam
    başucumda oturup saçlarıma dokunmuştun
    aramızdan imkansız şarkılar geçiyordu
    çocuk bahçeleri gibi umutsuzdun

    ben senin gözlerini daha önce de gördüm
    hani ıssız bir sokağın yankılanması gibi
    hani son dizesi henüz yazılmamış bir şiir gibi
    dudaklarımdan uzak okyanusların bütün mavisini
    dudaklarımdan söyleyemediğim bütün sözcükleri
    bir öpüşte çekip almıştın ya hani

    ben senin gözlerini daha önce de gördüm
    hani birinci şube kapısında dipçiklendiğim akşam
    hani bir paket sigara için yeni pabuçlarımı sattığım akşam
    hani bir gülüşüne gül olduğum akşam
    hani bir damlasına gözyaşının la ilahe illallah
    bin dolunayı kurban ettiğim akşam
    hani yaklaştıkça kendine doğru kaçan bir ufuk
    dokundukça kendine kapanan bir kapı
    uçurumlarında sesimi yitirdiğim bir çığlık
    ve suskunluğunda burnumun direğini sızlatan
    zifiri karanlığında kendimi aradığım bir çocuk

    ben senin gözlerini daha önce de gördüm
    ben senin gözlerinde daha önce de öldüm
    3
    bu şehri benzetebildiğim kadar sana benzettim
    en sensiz gecelerimde rum batakhanelerinde girit rakısı içtiğim
    sabahlara kadar sokaklarında ana avrat dümdüz gittiğim
    denizlerine kustuğum caddelerinde yittiğim bu şehre
    meydanlarında on bin ağızdan on bin lanet ettiğim
    köprülerinde ateşler yakıp aşka boyun eğdiğim
    çingene rengi şiirler söyledim diye polislerine rüşvet verdiğim
    karakollarında körkütük kan işediğim bu şehre
    gündoğumlarında salya sümük ağlayıp kendime geldiğim
    kalbimi varoşlarına sığdıramadığım bu şehre benziyorsun
    sen çaresizliğimin jilet yarası
    annemin konfeksiyon atölyelerindeki hüznünü öğüten
    şehir hatları vapurlarında çocukluğumu sattığım
    iki yakasını biraraya getiremediğim bu şehre benziyorsun en çok
    uğruna bileklerimi kestiğim orospulara benziyorsun
    imkansızlığın anlamı kadar imkansızsın artık
    kalbime dinamitler döşüyorsun
    4

    geçmiş bir zamandı kalabalıktık
    gelincik tarlalarında bahar çağrıları gibiydi yüzün
    hayra yorulmayacak düşler gibiydin
    bir ayeti ezberler gibi ezberliyordum yüzünü
    sen susuyordun
    kuşatılmış bir kent nasıl susarsa öyle
    elimi kolumu sallaya sallaya dolaştım senin o ıssız caddelerinde
    dilimde dinamitler patladı öyle doluydum ki
    uzatsam ellerim göğe değecekti sanki

    gökyüzüme dokunsan ağlayacatın
    mavinin kaç tonu var bulutlardan öte
    ağladığın zaman anlayacaktın

    çığlık çığlığa sevişmeler gibiydin
    dağ koyaklarında eşkiya ateşleri gibi gizli
    ve namlu yatağında sabırsız bir mermi kadar gerçektin
    sendin
    senin ellerindi akdenizdi
    senin gözlerindi bir balıkçı teknesi gibi heyamollarla geçip gitti
    sendin
    hiçliğimin ilk gecesiydin

    olmadık şarkılar dinliyorum şimdi
    en ölümcül intiharlar besteliyorum uykulardan uyanıp
    zaman zaman mavi yüzlü çocuklar adıyorum tarihe
    sonra susuyorum
    sonra mutlaka bir şiirle bağırıyorum seni

    bütün umutsuzluğumu
    bir mayın patlaması gibi gibi bin parçaya ayır
    yarın olsun
    sen ol
    gözlerin olsun
    ve hep olsun
    aşkın hiçliğimin önüne barikatlar kursun
    ne dersin
    yolundan dönebilir mi bu kurşun
    5

    işte yine gittin
    ortalığı toplamadım
    karnımı doyurmadım yağmura bile aldırmadım
    örneğin darmadağın ettiğin alnım
    yaktığın ateşin koru
    yatağıma bıraktığın deniz kokusu
    ve kalbimden silmeyi unuttuğun parmak izlerin
    öylece duruyor cinayet delilleri olarak
    kanıtlasın diye yokluğunu aklında bir yerlerde yüzde hesapları
    ondalık kesirler ve enflasyon oranları
    toplanıp çıkarılamayacak
    bölünüp çarpılamayacak kadar karmaşık
    hiç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için
    sözlüye kalktım
    aşkın kare kökünü aldım sen çıktın
    ezbere anlattım bütün intihar yöntemlerini
    ve bütün matematik kuramlarında
    sıfırın kendine bölünemediğini

    herşey bir hesap hatasıydı
    yani oradan bakınca vardın
    buradan bakınca yoksun
    alnımdan güvercinler havalanıyor görmüyorsun
    dudaklarım ne zaman bir sözcüğe dursa
    kalbim iki rekat aşk için kıblene dönüyor bilmiyorsun
    zamanı bin parçaya bölüyorum her sabah
    her parçaya bin gül ekiyorum koklamıyorsun
    avuçlarımda ormanlarını biriktiriyorum
    dağlarına çıkıyorum yağmurlarını yağıyorum
    ırmaklarını döküyorum okyanuslarıma duymuyorsun
    bütün fiil çekimlerimi senin öznene
    bütün aylarımı senin gecelerine
    bütün sabahlarımı senin alnına
    ve bütün sancılarımı seni doğurmaya adıyorum
    katlime ferman çıkarıyor gözlerin
    şiirler tutukluyor ellerimi anlamıyorsun
    kendimi sırtlayıp apansız giriyorum hudutlarına
    mayın tarlalarında acemi bir asker gibi
    nasıl bir telaş içinde kalbim
    nasıl firar ediyorum kendimden yakalamıyorsun
    seni hep büyük harflerle düşünüyorum parantez içinde
    ve hep adını tanrının adıyla yazıyorum okumuyorsun
    bir denklemin en bilinmez noktasına koyuyorum seni yakışıyorsun
    kılıçtan geçirilmiş bir ordunun son neferi gibiyim
    yorgun ve terli suskun ve aç mahçup ve yenik
    bir sabah ezanı gibi dolaşıyorum sokaklarda
    - abonman vay bilet vay
    yüreğim dolunay
    6

    sırtımda iki bıçak yarası
    birbirini bulamayan iki ırmak yatağı
    ve yağmurun camlarda bıraktığı
    jilet kesiği su yolları gibiyim şimdi
    bir cinayet dolaşıyor ki parmaklarımda öyle kalleş
    ne zaman yokluğuna açsam gözlerimi
    ellerim şairliğimi ispiyonluyor kağıtlara
    sabıka kayıtlarımın arasında unutulmuı bir kadın
    bulut yüzlü gök yüzlü yağmur yüzlü
    yazsam hiçbir şiire sığmaz
    yazmasam ellerimde kalır hüznü

    7

    avuçlarını bir yokluğa benzetirdim
    ve ne zaman avuçlarına sığınsam
    aşka ve hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma

    hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
    aklıma gelen başıma gelirdi
    sen giderdin
    sen gidince ben de giderdim
    biterdim

    ben bütün başka kadınlarda seninle sevişmiştim
    seviştiğim bütün kadınlarda seni sevmiştim

    gün ortalarında ateş böcekleri kadar yalnız ve sahipsizim
    artık gitme
    yokluğuna uzamasın ellerim

    8

    bir göçmen türküsü gibi sevdim seni
    bir vatan nasıl özlenirse öyle özledim
    çingene kızların ceyizleri kadar rengarenk
    bıçkın delikanlıların yürekleri kadar yalansız
    ve anamın ak sütü gibi helaldim sana
    şimdi terkedilecekse bir sehir
    senin gibi terkedilmeli
    bir yaranın kabugunu kanatır gibi
    bir martı havalanır mı dudaklarımın arasından
    maviye keser mi hüznüm
    bırak bu dalgalar kırılsın dilimde
    kan tadında bir bakış olsun yüzüm
    9

    rezil rusva oldum şiirlerime uykusuzluktan
    beynim kalbime yaylım ateşler açıyor şimdi
    öyle yoksun öyle yoksun ki
    içimde bir vatansız gibi dolaşıyorsun
    şakaklarıma dayadığım bir revolverin
    son kurşunu gibi saklıyorum seni
    ben burada dudaklarımı ısırıyorum
    sen orada kanıyorsun
    sen kanadıkça bana benziyorsun
    ben kimselere anlatamadıkça ellerini
    sen bile ben olduğunu bilmiyorsun

    10

    bir hiçliğe demir atmıştık seninle
    ışıklarımız sönüktü pusulamız bozuk
    bir kere bir olalım demiştim eşittir birdi
    kendine bölünemeyen tek sayıydı o unutmuştuk
    beyoğlunun arka sokaklarındaydık
    belki de beyoğlu bizim arka sokaklarımızdaydı bilinmez
    nefeslerimizde nasıl bir anason kokusu
    ve gülücüklerimizin arkasında nihavent makamında kanayan
    nasıl fitil işlemez bir şiş yarasıydı hüzün
    yağmur arabesk bir şeydi bu saatlerde içimize işliyordu
    sen siyanür buharı gibi dolaşıyordun içimde
    yasaklanmış afişler gibiydi yüzün
    yüzünde bir serçe kendine uyandı bir tek ben gördüm
    bu yüzden benim bile umurumda değildi artık
    bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
    bu sokaklarda kaç kez öldüğüm

    11

    ben sana bir uzun yol şöförü gibi geldim
    gözlerimden şerit şerit akıyor hala serseriliğim
    üç kağıtçılara uykumu kaptırdım yankesicilere şarkılarımı
    şarkılarım ah çocukluğumun allı güllü şarkıları
    güldüm mü bu yüzden bir çocuk gibi gülerim
    ve kimseler görmez benim dışıma ağladığımı
    (artık suskunluğu kendinden menkul bir aşkız
    aşkın hiçliğe vardığı noktadayız)
    ben senden bir uzun yol şöförü gibi gidiyorum
    cantamı topladım artık arkama bile bakmıyorum
    hangi kapı daha yakındır bana bilinmez
    hangi deniz daha uzak
    kalsam
    gözlerin beni sırtımdan vuracak

    12

    yağmur yağıyordu
    bütün aşk siirleri böyle başlar biliyorum
    ama yalanım yok yağmur yağıyordu
    bir tek ben ıslanıyordum
    (bir ateşi beraber koruduk rüzgardan
    avuçlarımızda bir yerlerlerdeydi aşk
    bir sigara içimlik zaman kadar yakın
    aramızdaki masa kadar uzak)
    dokuz kalibrelik iki mermi çekirdeği gibi
    ceplerimi ısıtıyorsun şimdi
    yastığımın altında ruhsatsız bir silahsın sen
    bütün aramalardan saklıyorum seni
    13

    kalabalık bir sokağında yürüyorduk zamanın
    omuzlarımız çarpıştı bakıştık
    ben gözlerindeki yalazı çaldım kimse görmeden
    sonra arkama bile bakmadan kaçtım

    senin arka sokaklarında arıyorlar beni
    kalbim sabıkalı
    adım komiserlerin uyurken bile aklında
    sen gözlerindeki yalazı çaldırmış bir mağdursun artık
    ihbar ediyorsun beni karakollara

    iki şişe şaraba satacağım seni
    biri rüşvet olsun polis amcalara

    14

    ben orospu kasıklarda uyumuşum dokuz ay on gün
    hangi genelevin hangi odasında hangi uykusuz şöför
    çarpıştıysa anamın dölyolunda bilinmez
    dna testlerinden dna testlerine koşmuş kadın
    ille de bir babam olsun diye
    her ne kadar kimyasal yapıları birbirine benzese de gözyaşlarımızın
    benimkiler biraz daha piçtir sevgilim
    gerisi inleyen nağmeler
    gerisi uzun hikaye

    kafa kağıdımdaki baba adım beyoğludur
    bana sorarsan tüm istanbul geçmiş kadının üstünden ya neyse
    gözlerim üçüncü sınıf muhallebici dükkanlarının
    sinekli vitrinlerinden yansıyorsa sevgilim
    ceplerim gönlüm kadar zengin olmadı benim
    gerisi zil zurna sosyalizm
    gerisi uzun hikaye

    sana viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini anlatmış mıydım
    ucuz viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini
    anam konsomasyona giderdi üç kuruş beş paraya
    assolistler gerdan kırar göbek oynatır
    ben bally koklardım hayat bilgisi niyetine
    sana bally kokusunu anlatmış mıydım sevgilim
    gerçi gerisi halusinasyon
    gerisi uzun hikaye

    bana bu çatal dil babalarımdan mı kalma
    muhtemelen aşıktı onlar da yattıkları her orospuya
    belki de bu yüzden bir denizim olmadı hiç
    süslü püslü yelkenliler düşünemedim hiç
    oysa ben ölmeyi böyle anlamıştım
    oysa ben bu martıları senin için ağlamıştım
    senin için hazırlamıştım dölyollarımda hayatı
    mesela sular gibi çocuklar doğuralım diye
    mesela suları maviye boyayalım diye
    susalım diye be sevgilim anlarsın işte
    en kurak yerlerimizde birbirimize susayalım diye
    kendimi senin mecburi istikametlerinde mi yitirdim
    işte gerçek bu sevgilim
    gerisi uzun hikaye

    15

    gözlerindeki istanbulu gördün mü nina
    ben gördüm
    istanbul ya bu
    sokar böyle her şarkıya burnunu
    yürek desem artık modası geçmiş bir laf
    kalp desem mayın tarlası
    alkol acemisi bir yeni yetme gibi içimin
    en olmadık yerlerine anason kusuyorum nina
    bütün sözcükleri jiletliyorum bu akşam aç parantez
    elma dersem cık armut dersem çıkma

    istanbul ya bu
    hani o en orospu halini bilirsin ya istanbulun
    hani arkadan vuracakmış gibi bakar ya adama
    parantezi kapat nina
    gözleri istanbulun en kalleş haliydi
    benim ellerim kaburgalarımın arasında
    ve iş işten çoktan geçmişti

    bu dilde bir şiir yazmamıştım hiç
    ağzımda kükürt gibi çiğnememiştim sözcükleri
    kıl kadar yalanım varsa namerdim nina
    ne me quitte pas... ne me quitte pas
    16

    yarın çok geç olabilir sevgilim
    mesela yarın ben ölebilirim
    ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi
    kıyısız bir denize açılabilirim
    artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana
    ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi
    yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara
    yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim

    yarın çok geç olabilir sevgilim
    yarın çocuklarımız bile olamayabilir
    gülüşlerini şimdiden sana benzettiğim
    gülüşlerini şimdiden dudaklarına armağan ettiğim
    denizlere gebe kalamayabilirim

    yarın çok geç olabilir sevgilim
    bir kılıç kınından sıyrılıp boynumu vurabilir
    bir kent bütün sokaklarımla beni alıp götürebilir
    yarın çok geç olabilir sevgilim
    bilirsin tahammüle kısıtlıdır serseriliğim
    öyle deli sevişmeler adadım ki ben sana
    yarın çok geç olabilir

    17

    sana bütün insanlığımla gelmiştim
    kavgalarım yenilgilerim ve bütün varoluşlarımla
    dilimde artık unutulmuş eski bir denizci lehçesi
    yüzümde hep vedalaşır gibi bakan gözlerimle
    yalansız riyasız ve dolambaçsızdım
    sana bir dağ getirmiştim küçük bir dağ
    henüz doruklarına çıkılmamış
    sana bir ülke öyle bir ülke ki
    sokaklarında çarpışıp
    ölmeyi deneyeceğim şimdi

    en terbiyesiz şiirlerle seviştim her gelişinde
    her gidişinde intiharlar özledim
    bekleyişlerinde eskiyen yüzüm
    yağmurlar biriktirdi her mevsimden
    uzun upuzun bir köprü oldum önünde
    geç beni yürü beni bul beni diye

    yenildim
    dünyanın bu en aşifte yüzünü
    asil bir duruş gibi yüzüme yakıştırmayı
    yalanları yalanlarla dölleyip sahte cümleler kurmayı
    ve plastik aşklar yaşamayı beceremedim
    ucundan kenarından tutmaktansa
    bir kez dokunup yanacağım seni
    doğmamış bir çocuğu yetim bırakıp
    ölmeyi deneyeceğim şimdi

    .......

  • Mahmut Asiltürk
    Mahmut Asiltürk

    kendileri reklamcı olarak bilinsede aslında bir kiralık katildir...

    boyle baslıyordu ben bir kiralık katilim kitabı...

    kitaplarının yanı sıra siirleri de harkuladedir

    soylemek yetmez yazmak lazım...
    bi kac siirlerini vereyimde tam olsun

  • Arsen Lepen
    Arsen Lepen

    ilk kez bugün okudum ve tarzı çok hoşuma gitti
    aradığımı buldum galiba gerçektende etkileyici

  • Esra Işık
    Esra Işık

    ikinci şiir / Uğur Özakıncı

    son tren gardan çıkıp kenti baştan başa böldü. içimde bir lunapark ışıklarını yaktı. bir düğüm kendini çözdü. saat o saatti işte masamın üzerinde ay damlaları. hangi sözcüğün ırzına geçsem cümleler biraz daha piçti. ve koskoca bir hiçti kütüphanelerdeki mantık kitapları.

    aşk dediğin mayın gibi patlar öğret bunu çocuklarına. böyle şarapnel şarapnel kanatır adamı hesapsız her yürek. mesela sen en uslu uykularda filizlerken kendini oralarda. bir anarşist öldürülebilir buralarda sırtından sözcüklenerek.

    hangi sözcüğü çıkarsam artık kınından. nişangahında gez göz arpacıksın. açtırırsan kurumuş su yollarımda birkaç çiçeği artık sen açtırırsın. iki dudak arasında her an okunacak bir idam fermanı, cenaze namazlarında yazılmış bir yakın tarih kitabının son sayfası, panzer tekerleklerine sıkışmış bir ayakkabının hüzne çözülmüş bağcığı, gibi çözülmüş, gibi kırılmış, gibi acıtılmışız. doğarsa en serin şafaklarda doğar bizim kızlarımız. ve artık biz ağlarsak bir tek aşka ağlarız.

    belediye zabıtalarının sokak köpeklerini itlaf ettiği saatlerde ben, aşkı böyle hep siyah mürekkeplerle yazdım. bütün harflerini tükettim anadilimin bir tek sözcük için. soldan sağa yukardan aşağı üç harfli bir bulmaca için, bin harfli bulmacalarını çözdüm gözlerinin. senin kıblene dönükse bütün seccadelerim artık, yazanlar küçük harflerle yazmışlar demektir bizi bir kez. ve hiçbir satırbaşı artık bizi böyle kabul etmez.

  • Esra Işık
    Esra Işık

    birinci kapı / Uğur Özakıncı

    beni, iki buçuk yıl boyunca sürgün cezamı çekeceğim güneydoğu’nun en uç kasabasına götüren otobüs, bir benzin istasyonunda mola vermişti. yaklaşık dört saattir otobüsün arka sıralarından birindeki koltuğumda, zaman zaman elimdeki kitapla, zaman zaman da otobüs penceresinden akıp giden dış dünyayla oyalanıyordum.

    beş buçuk yıllık bir hapishane hayatından sonra bedenim oldukça yorgun düşmüş ve iyice dayanıksızlaşmıştı. onca saat bir koltuğa çakılı olarak yolculuk yapmaktan, bütün kaslarım uyuşmuştu.

    otobüsün şoförü koltuğundan inerken, muavin “ on beş dakika buradayız sayın yolcularımız. çay ve ihtiyaç molası diye bağırınca, sırt çantamı alıp benzin istasyonunun harap tuvaletine yöneldim. elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmek, bir şeyler içip biraz dinlenmek istiyordum.

    tuvaletin bulunduğu döküntü barakanın tek bir kapısı vardı. içeriye girmek için kapıyı ne kadar ittimse de açamadım. aralık olmasına rağmen içerdeki bir şeyin, kapının açılmasını engellediğini fark ettim. dışarı çıkıp tuvalet camının altındaki varilin üzerine sıçrayarak içeriye baktığımda ürktüm. geniş bir kan birikintisinin ortasında yüzükoyun bir adam yatıyordu. dönüp kapıyı iyice zorlayarak açmayı başardım. gözüme ilk çarpan şey, adamın sağ elindeki jiletin parlaması oldu.

    çantasının üzerine devrilmiş öbür eliyle bir kağıt parçası tutuyordu. kağıdı dikkatle aldım. düzgün bir el yazısıyla yazılmış ve “hiç kimseye...” diye başlayan bir mektuptu.

    adamın üzerinde benimkine çok benzeyen siyah, deri bir ceket vardı. yer yer beyazlaşmış saçlarından ve yatarken bile belli olan yıkık omuzlarından, kırklı yaşlarında olduğu ortadaydı.

    bileğinden sızan ve incecik bir yol çizerek tuvalet deliğine akan kan iyice pıhtılaşmış, koyu ve kirli bir renge dönüşmüştü. keskin sidik kokusuna karışan kan kokusu içimi bulandırmaya başlamıştı. ürkeklik ve kararsızlık arasında eğilip, adamın yüzünü kendime çevirdim. şehirli bir yüzü vardı. kırışık teni buz gibi soğuk, yeşil ve donuk gözleri korkunç bir şey görmüş gibi açıktı.

    tuvaletten çıkıp muslukların olduğu köşeye yaslandım, adamın elinden aldığım buruşuk kağıdı açtım. daha ilk satırdaki “hiç kimseye” sözcüğü beni heyecanlandırdı:

    “...kendimi hiçbir yere, hiçbir vatana ve hiçbir bayrağa ait hissetmiyorum artık. bir yere varmak değil, sadece gitmek duygusu çekiyor beni. ana avrat dümdüz çekip gitmek bu öldürgen hayattan...”

    ilk kez gerçek bir intihar mektubu okuyor olmamın heyecanıyla titredim. sıradan bir mektup değildi. bir hesaplaşmanın, suçlamanın ve iç kırılganlığının bu ağırlaşmış sözcüklerini okudukça kalbim acıyordu. sanki direnebildiği kadar direnmiş, sonunda yenilmiş, işgal edilmiş, yağmalanmış ve onuru kırılmış bir ülkenin sokakları konuşuyordu satırlarda:

    “...buz üstüne yazılar yazdım. camların buğusuna, denizin kumsalına, alnımı yalayan rüzgara. buz eriyecek, cam silinecek, kumsal yıkanacak ve rüzgar duracak da olsa; buzun ömrü, buğunun direnci, kumsalın büyüsü ve rüzgarın hızı kadar yaşayabilmek içindi. bu yüzden her söze esirgeyen ve bağışlayan aşkın adıyla başladım. belki de bu yüzden hiçbir kadın bağışlamadı beni. hiçbir çocuk babalığımı, hiçbir baba çocukluğumu kabul etmedi.

    kendi kendimin kadını, erkeği, çocuğu ve babası olmayı; kendi kendimi doğurup her sabah, ruhumu en yüksek uçurumlardan atmayı öğrendim. kendi ateşimle ısıtmayı kalbimi ve cinayetler gibi susmayı...”

    ben mektuba dalmışken, tuvalete gelen başkaları manzarayı görüp ortalığı çoktan velveleye vermişti. benzin istasyonunun pompacılarından biri diğerine, adamı sanki daha önce görmüş gibi hissettiğini anlatıyordu. benzin istasyonunun kahvehanesinde çaycılık yaptığını sonradan öğrendiğim kıvırcık saçlı ve yüzünü kızıl ergenlik sivilceleri kaplamış olan genç çocuk donakalmıştı. bir süre sonra “o bir şairdi” dedi, fısıldayarak. “şair miydi” diye şaşkınlıkla sordu kısa boylu pompacı. “evet şairdi....” diye onayladı çaycı genç. “..bir saat önce burada mola veren otobüsün yolcusuydu. birkaç bardak çay içti. bana birkaç şiirini vermişti. çok kısa bir zamanda sohbet bile etmiştik. güzel ama umutsuz konuşuyordu hep. otobüs muavini moladan sonra bir yolcu eksik diye çok aradı onu. bulamayınca gazladılar.”

    adamın yüzükoyun uzanmış cesedine bakan herkesin yüzünde farklı bir ifade vardı. kimileri acıyan, kimileri sorgulayan, kimileri anlamaz gözlerle bakıyordu. ama ortak duygu şaşkınlıktı.

    yıllar önce “her intiharın arkasında mutlaka bir soru kalır” demişti çok eski bir arkadaşım. oysa bu intiharın arkasında sadece cevap vardı. ve o cevabın bütün harfleri, elimde tuttuğum mektubun satırlarında sözcük sözcük yürüyordu.:

    “...kimliksiz dolaşmanın bedelini her şekilde ödedim. hiçbir kimlik kontrolünden geçemedim. oysa benim bedenimden dokuz kalibrelik mermiler geçti. benim ruhumdan yangınlar geçti. aklımdan sorular, sesimden sesler, sözümden sözler geçti. yüzünü yüzümde unuttu hüzün.

    rüyalarımda, elleri sopalı bir yığın adam, neresi olduğunu bilmediğim bir şehir meydanında, serçeleri döverdi hep ve acırdı ağzım her ölü kuşa bir isim koymaktan.

    belki de bu yüzden ben bütün uykularımdan hep nihavent makamında uyanırdım.

    selvi ağaçları gibi yaşlanmaktan bıktım. bir mezarlıktan bir başka mezarlığa taşıdım hayatı ve toprak, yaşamak istediği için linç edilenlerin sesini çürütüyordu.

    bütün denizlerde boğuldum. bütün ateşlerde yandım. bütün akıl hastanelerinde yattım. dur durak bilmeyen bir kaşif gibi, uzun yollar boyunca yorgun ve terli, suskun ve bilge, aykırı ve sıradan, ölümcül ve doğurgan; aşkla tutkuyu, sadakatle ihaneti, hayatla ölümü, alçaklıkla erdemi, namusla namussuzluğu, yalanla doğruyu hep bir arada gördüm. işte bu yüzden, ne zaman sevişmek gelse aklıma, içime kan parçaları tükürdüm ve sonunda kendimi çaldım tanrıdan.

    çakmak taşları gibi sözcükleri çarpa çarpa, belki yakacağım bu mektubu da...

    hangi aynaya baksam, en usta aynacıların döktüğü bütün sırları deliyor suretim ve artık hiçbir şiire inanmıyorum. hiçbir yerden geliyorum ben ve hiçbir yere gidiyorum...”

    sarsılmış ve öylece kalakalmıştım. iyice çürümekte olan kan kokusu, önce tuvaletteki her kokuya karışıyor, sonra dalga dalga burun deliklerimden girip genzimi yakıyordu.

    jandarmalarla gelen hükümet tabibi cesedi uzun uzun inceledi. çantasından çıkardığı basılı formların nokta nokta bırakılmış boşluklarını elde ettiği verilerle dikkatlice doldurdu.

    benden başka hiç kimsenin bilmediği mektubu çantama attım. ceset, bir kamyonetin arkasına yüklenip kasabaya yollanırken, adamın yüzüne bir kez daha baktım. ne kadar da bana benziyordu.

    jandarma minibüsüne doldurarak, ifade vermek üzere hepimizi jandarma karakoluna getirdiler. aklım fikrim adamın çantasındaydı. ortalık karışmadan önce, mektup gibi çantayı da apartabilirdim. bunu yapmadığım için kendime çok kızdım.

    karakolun koridorunda kendimi en sonlara attım. böylece gözden uzak olabilir, en azından sıra bana geldiğinde, jandarma astsubayına çantayla ilgili bir şeyler sorabilir ve belki çantanın içinde neler olduğunu bile görebilirdim.

    diğerlerinin ifade verdiği odadaki daktilo aralıksız şakırdıyordu. onun hemen yanındaki odanın kapısı aralıktı ve o aralıktan görebildiğim kadarıyla, jandarma astsubayı bir telefon görüşmesi yapıyordu.

    astsubayın oturduğu masada adamın eskimiş kahverengi çantası öylece duruyordu. astsubay telefon ahizesini yerine koyar koymaz fırlayıp odaya daldım. astsubayın şaşkın gözlerine yumuşak bir ifadeyle bakıp “adamın çantasını merak ediyorum...” dedim “...kimmiş, neciymiş, neden öldürmüş kendini. bir ipucu bulabildiniz mi.” astsubay meraklılığımdan endişelenmiş bir sesle “bu artık adli bir mesele, bir şey söylemek gereksiz” dedi. en ikna edici ses tonumu takınıp “ama onu ben buldum. bu kadar merak etmeye hakkım olsun artık” dedim gülümseyerek.

    astsubayı da gülümsetmeyi başarmıştım. göğsüne yasladığı çantanın kopçalarını açmaya çalışırken “kimliği hakkında merkezden bilgi aldım biraz önce...” dedi “...bir şair olduğu sanılıyor. siyasi nedenlerle sabıkalıymış. bazı yazıları nedeniyle beş buçuk yıl tutuklu kalmış. tahliye olduktan birkaç gün sonra sürgün cezasını çekmek üzere yola çıkmış. bindiği otobüs o benzin istasyonunda mola verdiğinde umutsuzluğa kapılmış olacak ki, tuvalette bileğini kesmiş. ailesi yok. yarın bir tutanakla kimsesizler mezarlığına defnedilir ve bu konuda kapanır.”

    bir jandarma eri içeriye iki bardak çay bıraktı. topuk selamı verip çıktı. astsubay çantayı açıp ters çevirdi, masaya doğru silkeledi. çantadan masaya birkaç tane sarı saman kağıdı, bir kurşunkalem ve bir paket de jilet düştü.

    masaya yaklaştım. astsubayla birlikte, üzerleri yazısız olan kağıtlara baktık. masada duran jilet paketine astsubayla aynı anda uzandık. ama o, paketi benden önce kaptı. “herhalde bunlardan birini kullanmış olmalı” dedi.

    jilet paketini astsubayın elinden aldım. “bende kalabilir mi “ dedim, heyecanla. “bu imkansız...” dedi “bunların zabıtlara geçirilip teslim edilmesi gerek. hem alt tarafı bir jilet paketi, neden istiyorsunuz.”

    birkaç saat önce alelacele açılıp, içindeki jiletlerden biri, şairin damarlarındaki kanı fışkırtan paketi teklifsizce cebime attım ve “çünkü ben de şairim” dedim. astsubay küçük bir kahkaha atıp “peki ama...” dedi “...onları tıraş olmak dışında başka bir amaçla kullanmayın lütfen.”

    içtiğim birkaç bardak çay ve sigaradan sonra, diğerleri gibi benim de ifadem alındı. adım, soyadım, ana adım, baba adım, doğum tarihim, doğum yerim, dinim, tabiyetim, ikamet adresim, mesleğim ve medeni halim; sordukları her soru varlığımı kanıtlamaya yarayan birer ipucu gibi, daktilonun şakırdamaları arasında, anlamlı birer cümle olarak kağıda geçiyor ve her şey bir belge halini alıyordu.

    ifademi alan esmer ve yüzü sivilceli jandarma çavuşu yüzüme bile bakmadan, nereden geldiğimi ve nereye gideceğimi sordu.

    “hiçbir yerden geliyorum...” dedim, cebimdeki jilet paketini avuçlayarak “...ve hiçbir yere gidiyorum.”

  • Esra Işık
    Esra Işık

    Canısı bilmiyorlar Uğur abimizi diyordun görmüyorlar...
    An'lamak isimli kitabı dün bitirdim, oradan aldığım bir yazıyı da ekleyeyim dedim.
    ‘İdare et be abi…’

    Kaderimde göçebelik olsa gerek. Göçmen bir aileden geliyorum, her yıl mutlaka bir evden bir eve taşınmak zorunda kalıyorum, bir yere yerleşmeyi, orada kök salmayı, anlarla büyümeyi, balkonlarımı yaşı yaşıma yakın çiçeklerle donatmayı hiç beceremiyorum. Hem bu yüzden, hem de mülksüzlüğe inandığımdan, benim çok fazla eşyam olmamıştır hiç. Taşındığım her evde ilk uykuma ‘acaba bu evden başka bir eve ne zaman taşınacağım’ düşüncesiyle dalarım. Çok yuvarlanırım, yosun tutamam bir türlü…
    Kaderde böyle göçerlik olunca, nakliyecilerin, su tesisatçılarının, marangozların, boyacıların, temizlikçilerin gediklisi oluyor insan. Kiraladığım her eve taşınır taşınmaz, su tesisatçılarına ilişkin sorunlar ilk tepe binen sorunlar olmuştur hep. Artık kendi tamiratlarımı kendim yapacak kadar zaman oluşturamadığım için de hemen bir usta çağırmak işin en kolay yoludur benim için. Bakarım kartvizit defterime, üzerinde ‘itinalı fenni tesisat yapılır.’ yazan, artık iyice eprimiş bir kartviziti çıkarıp ararım ustayı. ‘Ne o abi, yine mi taşındın yahu? ’ der ilk söz olarak usta. Sonra atlar gelir yeni adresime…
    İşte o andan itibaren, her şey yıllardır nasıl oluyorsa öyle olur. Mesela bir şofben takacaktır usta, ve alt tarafı genel olarak da tesisatı şöyle bir elden geçirecektir. Çantasını açar, takım taklavatını çıkarır, eldivenlerini takar; kenevirini, teflonunu hazır eder ve hışımla koyulur işine. Ben çalışma odamda kitaplarımı yerleştirirken, banyodan mutfaktan gelen takır tukurlarla birkaç saat katlanmak zorunda kalırım. Çıkan gürültüler bazen beni endişelendirir ve gözucuyla bizlerim ustayı, o ‘itinalı fenni tesisat’ çalışmasına bakarım.Ustanın elinde plan falan yoktur. Tesisat nereden nereye ve nasıl döşenmiş bilmemektedir, borular kaç yıllık, dirsekler nerelerde çürümüş merak bile etmez. Tesisatta bir sorunla karşılaşmışsa sorunun olduğu noktadan geriye, Yaradan’a sığınıp duvarları kıra kıra ilerler sorunun nedenine doğru. Elbette ki bulamaz. Benim şimdiye dek tanıdığım hiçbir ‘itinalı fenni tesisatçı’ bu yöntemin dışına çıkmadı. Evime gelen her ‘itinalı fenni tesisatçı’ tesisatı genellikle duman edip bıraktı. Sorunu çözmek yerine, sorunu asla çözülemez hale getirmekle yetindi. Bunlardan bir tanesi taşındığım evlerden birindeki toplam dört adet musluğun üçüne kör tıpa yaparak gitmiş, giderken de ‘bekar adamsın abi, bir musluk, adam olana çok bile’ demişti. O ustanın kör tıpalarını açtırmak ve tesisatı tekrar kullanabilir bir hale getirmek için, onun ardından iki ayrı ustayı daha çağırıp iki ayrı yevmiye daha vermek zorunda kalmıştım…
    Bir defasında, şofbenimi bağlayan bir ustaya ‘Tamamdır abi, gel bak…’ diye beni banyoya çağırdığında gördüğüm manzara karşısında dilim tutulmuştu. Çünkü şofben, duvarla arasında 45 derecelik bir açıyla banyonun tavanına doğru bakıyordu. ‘Bu ne yahu? Post-modern tesisat mı bu? ’ dediğimdeyse, usta ‘İdare et be abi, spiral boru kalmamış elimde.’ Demişti pişkin pişkin. Ve elbetteki parasını alıp gitmişti. Sonra ben bir başka ustayı çağırmıştım, onu düzeltsin diye…
    Tamam sevgili okuyucu, kısa kesiyorum, ‘Bize ne kardeşim senin ‘itinalı fenni tesisatçı’larından..’ dediğini duyar gibi oluyorum. Peki ama biz bu ‘İdare et abi…’ lafını hayatımızın her alanında duymuyor muyuz aslında? Mesela oy verdiğimiz, seçtiğimiz, milletvekili, bakan, hatta başbakan yaptığımız politikacılar; Anakara’ya taşınmalarından itibaren, seçim vaatlerinin zerresini gerçekleştiremeyince ‘İdare et be abi…’ demiyorlar mı bize? Tıpkı ‘İtinalı fenni tesisatçılar’ gibi, birinin duman ettiğini düzeltsin diye bir başkasını çağırmıyor muyuz? Onlar ortalama olarak her dört yılda bir yevmiyelerin cukkalayıp gidiyorlar. Olan bizim ‘tesisatlara olmuyor mu? Kör musluklar çakılmıyor mu ekonomi musluklarımıza? Sonra onları tekrar (en azından) eski haline getirsin diye bir başkasını aramıyor muyuz? Ustalarımızın kartvizitlerinde de ‘İtinalı fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazmıyor mu aslında? Bize kendilerini öyle tanıtmıyorlar mı? ..
    ‘ İtina, fen ve tesisat’
    Benim şimdiye kadar tanıdığım ve kartvizitinde ‘İtinalı fenni tesisat yapılır.’ Yazan hiçbir su tesisatçısı, ‘itina’, ‘fen’ ve ‘tesisat’ sözcüklerinin anlamını bilmiyordu. Bir keresinde tepemi attıran birini karışma alıp ‘Bak kardeşim! ..’ demiştim ‘Bak kardeşim, ‘itina’ yaptığın işe sevgi duymanı, ‘fen’ yaptığın işi bilgiyle yapmanı, ‘tesisat’ ise yaptığın işin bir sistemi olduğunu vurgular.’ Dediğimde adam ‘Abi çok biliyorsan niye çağırdın ki şimdi beni yani? ’ deyip duvarları ha babam de babam kırmaya devam etmişti; ta ki, yan dairenin borusunu patlatıp, beni komşumla gırtlak gırtlağa getirene kadar…
    Çok ileri gitmiş olmak istemem; ama ben şimdiye dek, televizyonlarda, seçim meydanlarında, kıraathanelerde dönenip duran ve kartvizitlerinde ‘İtinalı fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazan hiçbir politikacının da gözlerinde ‘itina’, kafasında ‘fen’ ve icraatlarında ‘tesisat’a ne yazık ki rastlayamadım…
    Şimdi önümde, üzerinde ‘İtinalı Fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazan bir yığın kartvizit var.Kiminin çantasında ‘Amerikan lokma anahtarı’ kiminin çantasında ‘İngiliz anahtarı’ telefon başında bekleşiyorlar. Ama biliyorum ki, hangisini çağırırsam çağırayım, gelecek olan, komşumun borusunu patlatıp beni onunla gırtlak gırtlağa getirecek. Sonra da pişkin pişkin yüzüme bakıp ‘İdare et be abi..’ lafını, giderayak AB’ye de söylediler. Ama AB ülkelerinin dilinde böyle bir deyim yoktu…
    Yavaş yavaş iş başa düşüyor galiba sevgili okuyucu; tulumları giymenin, kolları sıvamanın ve bir takım çantası edinmenin vaktidir…

  • Banu Cklr
    Banu Cklr

    TAŞ' OLMAK...


    ‘Dünle beraber gitti cancağzım,ne kadar söz varsa düne ait.Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.’
    Demiş ya Mevlana; şimdi yeni şeyler söylemek lazım cancağzım.Ya da susmak lazım böyle,sözün bittiği yerde,tepeden tırnağa taş keserek…

    Sözün bittiği yerde bir kara kadın.Otuzunda var ya da yok.Ağzı burnu cerahatli yaralar içinde.Sineklerin biri kalkmadan ağzının kenarından,biri konuyor Afrikalı kirpiklerine.Kolum kadar kalmış bedeninin üzerinde koskocaman bir kafa,koskocaman,fal taşı gibi iki kara göz,yüz karası bir açlık ve dipsiz bir karanlık içinde bakıyor gözlerimin içine.İki taşın arasında titreye titreye çeltik elleri,bir yaralı kedi gibi kıvrılıp,bırakıyor son nefesini.Utanıyorum kaşık tutan ellerimden.Dalga dalga gelip gırtlağımda düğüm oluyor bütün insanlığım.Yutkunamıyorum.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…

    Sözün bittiği yerde bir ölü çocuk.Altısında var ya da yok.Onun başlatmadığı bir savaşın ortasında,füzelerin harap ettiği bir enkazdan çıkarılıyor paramparça bedeni.Filistin gözlerinde kirli bir ay yansıması.Öylece bakıyor ölü gözleriyle kalbime.Kardeşinin dişleri sımsıkı kenetli.Ertesi gün için taş dolduruyor ceplerine.Babasının gözleri iki koca buz dağı,babasının elleri Tanrı’nın elleri.Kucaklayıp koyuyor bebeğini lekesiz bir çarşafa.Utanıyorum bu atan kalbimden.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…

    Sözün bittiği yerde bir delikanlı.Yirmi üçünde var ya da yok.İstemiyor dünyanın iliğine kadar sömürülmesini.Az gelişmiş ülkenin insanları derin bir uykudayken,o ‘Az gelişmiş ülkelerin borçları silinsin! ’ diye bağırıyor sosyete ülkelerin başkanlarına.’Silahlanmaya ayrılan bütçeler eğitim için kullanılsın! ’ diye bağırıyor.’Nükleer atıklar çevreyi kirletiyor! ’ diye bağırıyor.’Afrika’daki aç çocuklar doyurulsun! ’diye bağırıyor.Sesinden ve kaldırım taşlarından başka silahı yok.Sesi sesime kavuşmadan,Genovalı beyninde patlıyor bir Carrabinier mermisi.Oracıkta duruyor dünya,oracıkta duruyor zaman.Kanın da sesi vardır şairlerden başkası bilmez; cayır cayır yakıyor kulaklarımı şakaklarından süzülen kan.O mu ölüyor oracıkta,yoksa ben mi ölüyorum burada meçhul.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…

    Sözün bittiği yerde öğrenci bir kız.On üçünde var ya da yok.Koltuğunun altında okul çantası,başörtüsünün altına saklanmış saçları ve ana sütü kadar temiz,bembeyaz alnıyla; penceremin önünden geçiyor her sabah gibi yine gülümseyerek.ardı sıra güneşler,ardı sıra yelkovan kuşları,ardı sıra üç el silah sesi.Fırlayıp bütün mahalle koşuyoruz caddeye.’Namusumuzu temizledim! ’ diye haykırıyor başında karayağız bir delikanlı.’Buraya kadarmış ağalar…’ diyor.’…tutturdu okuyacağım diye.İnat etmeyip evlenseydi Kürşat emmimin oğluyla,ben de vurmazdım bacımı…’Sonra tutup kaldırım taşına vura vura parçalıyor tabancasını.Uzanıp Doğulu ellerini tutmak istiyorum kızın.Öyle bir su gibi bakıyor ki katiline,nefesimi nefesine,ruhumu ruhuna akıtmak istiyorum gitmesin,göçmesin diye.’Bırak abi…’ diyor berberin kalfası’…Öldü galiba…’Dişlerimi dişlerimden ayıramıyorum.Sadece susuyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…

    Sözün bittiği yerde bir şair.Yetmiş birinde var ya da yok.Artık iyice ağırlaşmış bedenini,bir huzurevinden bir başka huzurevine,ruhunda bir kambur gibi taşıyor.Tıpkı şiirleri gibi ‘hain hain ‘bakıyor gözleri fotoğraflardan.Kavga etmediği adam kalmamış ömründe,kimin adını söylesem ‘Çek kuyruğundan…’ diyor.Kimseyi sevmiyor,kendisini bile.O iflah olmaz hırçınlığını,muhalifliğini kendime benzetiyorum biraz,ya da kendimi ona.Geceleri ayın en gizli olduğu saatlerde,kalkıp küçük küçük taşlar atıyor karanlığa.’Deliyim ben …’ diyor içinden’…Deliyim ben…’Yolunun sonuna geldiğini hissediyorum.’Ölecek bu adam yakında…’ diyorum kendi kendime’…Ölecek bu adam yakında ve kimsenin umurunda değil bu…’İyi bir fotoğraf makinesi satın alıyorum,iyi bir ses kayıt cihazı satın alıyorum.Kalkacağım gideceğim ona,yanımda kavgalı olduğu başka şairlerle,fotoğraflarını çekeceğim,sesini kaydedeceğim,kavgalarına tanık olacağım.Hiç anlatmadığı kadar anlatacağım o Datçalı ihtiyarı diğer insanlara.Ama ha bugün,ha yarın erteliyorum.Bir gece rüyama giriyor bütün hırçınlığıyla ‘Nerede kaldın ulan…’ diye yürüyor üstüme rüyamda’…Hani gelecektin,hani söz vermiştin? ..’Ter içinde fırlıyorum yataktan.Saat sabahın üçü.Bir sigara yakıyorum.Ayın en gizli olduğu saat.Bomboş gözlerle baktığım bahçemin karanlığına bir taş düşüyor.Bir ses ‘Deliyim ben…’ diye fısıldıyor odamın içinde! ...Deliyim ben…’ Sabah olur olmaz koşuyorum gazete bayilerine.Aldığım ilk gazetede kibrit kutusu kadar bir alanda okuyorum öldüğü haberini.Eve dönüp fotoğraf makineme film takıyorum.Ses kayıt cihazını çalıştırıyorum.Ve sadece susabiliyorum…

    Dünya soğudu cancağzım.Kalpler soğudu.Dudaklar soğudu.Dört yanımızdan dört nala bir karanlık koşuyor üstümüze.Öyle ağır ve öyle koyu bir karanlık ki,ustura bile kesmez.Bütün ışıkları yaksak bile,her bizimiz birer ışık olmadıkça kar etmez…

    Söyle şimdi cancağzım,böyle susup taş kemsek mi daha onurludur,yoksa bir taş olup,Afrika’da aç bir kara kadının ellerinde çeltik ufalamak mı? ! Filistin’de kardeşi füzelerle vurulmuş bir çocuğun sapanında,İsrail mevzilerine atılmak mı? ! Genova’da dünya sömürüsüne direnenlerin avuçlarında,ceplerinde taşınmak mı? ! İstanbul’da,bacısını vuran bir delikanlının tabancasını parçalamak mı? ! Ve yalnızlıktan delirmiş bir şairin,öfkeli elleriyle fırlatılmak mı karanlığa? ! ...
    Söyle şimdi cancağzım artık susma…!

    Uğur Özakıncı

  • Banu Cklr
    Banu Cklr

    BENİM ADIM 'SU'
    Ben güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup çağıldardım günbatımına doğru.
    Eflatun şafaklar yakamozlanırdı üzerimde.Titrerdim…
    Her renkten bin renk doğurup yansıtırdım yine size.
    Sabahları gecelere,geceleri sabahlara kavuşturup,şarkılar taşırdım dört dilde dört bir yanıma; hani o dudaklarınıza takılan,düğünlerde söylediğiniz…

    Ben,geçtiğim her yerinizi,dokunduğum her toprağınızı,ıslattığım her yüreğinizi bereketimle kutsardım.
    Her yaştan,her dinden,her renkten çocuğunuz benimle yıkanmadı mı yüzyıllardır?
    Ağularınız ıbende arıtmadınız mı,günahlarınızı bende temizlemediniz mi? ..

    Siz batıya giden yolları benden sorardınız.Yıldızlarınız saçlarını benim şarkımda tarar,hayatın ilk damlasını bende tadardı göbeği yeni kesilmiş kızlarınız.
    Bilgeleriniz kıyılarıma oturup kıyısızlığı konuşurlardı sabahlara kadar.Nice çaresizin gözyaşı karıştı tuzuma,ve kellesine ferman çıkarılmış nice yiğidin kanı…

    Ben,önüme örülen her duvarı yerle yeksan eder,yönümü değiştirmeye yeltenen her gafili denize dökerdim.
    Ben,çatlamış dudaklar için akardım; kurumuş yürekler ve tomurcuğa durmuş tohumlar için…

    Benim adımın geçmediği tek bir tarih kitabı bulamazsınız.Çünkü bir kıyımda ölülerinizi yıkardınız,öbür kıyımda kılıçlarınızı; bir kıyımda köleliğinizi ağlardınız,öbür kıyımda isyanlarınızı; bir kıyımda hayatı döllerdiniz,öbür kıyımda ölümü…

    Bütün sırlarını bana kusardı yüreği alazlanmış genç kızlarınız; ve cepheden bir mektup bekleyen analarınız,gelip bana yanardı hasretlerini.
    Ben,tepeden tırnağa susku kesilip dinlerdim…

    Benimde ağladığım olmuştur elbet.Ama ben,kimseler görmesin diye,yağmurlarda ağlardım hep.Vakur ve onurluydum.Yağmurlarda yıkanır dolar dolar boşalırdım.Nasıl da armağanlar taşırdım size.Nasıl da hoş görürdüm sizi,bir uçtan bir uca kıpkızıl kan kesilmişken bile…

    Zengindim.Çeşit çeşit kayalıklar,en cilvelisinden yosunlar,birbirinden parlak taşlar,ve artık asla göremeyeceğiniz bin çiçekli kökler büyütürdüm içimde.Rengarenk balıklarım vardı.
    Her biri ayrı huylu,her biri ayrı dilden,her biri ayrı güzel.
    İçimdeki her bir mercanın kıblesi bir diğerinden farklıydı.Ama hepsi benim içimde,hepsi birbiriyle barışık,hepsi birbirine dosttu.Çünkü onlar için benim dışımda hayat yoktu…

    Dört yön,yedi iklim,on altı rüzgar; ne zamanki konuşur oldu bu zenginliğimi,işte o zaman herkes gibi siz de içime baktınız,içimdeki bütün bu zenginliğin en ücra köşelerine kadar baktınız…

    Ve bir gün,bütün ağlarını alıp,bütün zıpkınlarınızı getirip,bütün zehirlerinizi buharlayarak geldiniz kıyılarıma.Baktınız.İçime baktınız.Aylarca baktınız.Yıllarca,yüzyıllarca…

    Sonra öle bir daldınız ki içime,zıpkınlarınızla öyle bir daldınız ki içime,allak bullak ettiniz beni.Nereye akacağımı,nasıl akacağımı şaşırdım…

    Çığlık çığlığa karıştı bütün balıklarım.Ayaklarınıza dolanan yosunlarımı kılıçlarınızla böldünüz.Peşine düştüğünüz balıklarımın ardından gerip gerip boşalttığınız zıpkınlarınız mercan kayalıklarımda kırıldı.Ama tek bir damla kanamadım…

    Sonra tekrar geldiniz.Bu kez sadece oltalarınızla geldiniz,ve hiç gitmediniz…

    Zıpkınlarınızın nişanlayamadığı,ağlarınızın dolayamadığı,kılıçlarınızın kesemediği her bir zenginliğimi,oltalarınızla tek tek avladınız…

    Oysa bir su,sadece ıslak bir şey olmasının ötesindedir.Bu yüzden hep içi merak edilir ya; dibi,kaya aralıkları,yosunlarının arkası,ve en ücra karanlıkları…

    Avlayabildiğiniz her balığımın ardından diğerleri birbirine düştü.Öyle ki; renklerinin,yüzgeçlerinin,gözlerinin farklı olması bile birbirlerini kızdırmaya yetti.Oysa sizden önce onlar,bütün bu farklılıklarıyla inanılmaz bir zenginlik yarattıklarını biliyorlardı.Sizin avlamayı başaramadıklarınız zaten birbirlerini yedi.Her gün biraz daha fakirleştim.Her sabah biraz daha çaresizleştim.Yalnızlaştım.Duruldum…

    Tek bir damla kalana kadar kuruttunuz beni…ama benim adım su! ...

    Yorgunum.Güneşin ve yıldızların pek de parlatmadığı bir kayanın dibinde,artık tek bir damlayım.Yağmurları bekliyorum,yeniden birikmek için,kırılmış ve yaralanmış bir toprağı yeniden çiçeklendirmek için,yeniden çağıldayabilmek için,güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup günbatımına doğru…

    Uğur Özakıncı

  • Banu Cklr
    Banu Cklr

    “Telebiyat”

    Edebiyat bir ülkeyi terk ederse, yalnızlık başlar. Suskunluk başlar. Can sıkıntısı başlar. Koy bu cümleleri cebine sevgili okuyucu...
    Ben, haftada en az üç gün, internette kitap satışı yapan sitelere göz atarım. Bunların başında da “ideefixe.com” geliyor. Geçenlerde bu sitede bir “banner” dikkatimi çekti. Bu “banner”da, Perihan Mağden’in afili bir fotoğrafının yanında “Başucumda eskiyen kitaplar” başlığı yanıp sönüyordu. “Tık”ladım. Meğer o “banner” Perihan Mağden gibi, Buket Uzuner’den Haşmet Babaoğlu’na, zaman zaman burada sayfa arkadaşlığı yaptığımız Elif Şafak’tan Turgay Fişekçi’ye kadar başka birçok yazarın okuyucuya önerdiği “başucu kitapları”nı içeren bir bölüme çıkıyormuş. Bölümü inceledim. Her yazarı bir kez “tık”ladım. Her yazar kendisine ayrılmış olan bölümde on tane “başucu” kitabı öneriyordu okuyucuya. Önerdikleri kitapları siz de görseniz, siz de benim gibi “vaaay beeee” derdiniz...
    Mesela, sitede, (Kendi kaleminden çıktığı aşikar cümlelerle) “İki Genç Kızın Romanı, içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri oldu.” biçiminde tanıtılan “canımız ciğerimiz” Perihan ablamız, Dostoyevski’den Nabokov’a kadar onda on yabancı kitapları önermiş okura. “Yahu kardeşim, bir roman yazarı, kendi romanını bana ‘başucu kitabı’ olarak öner(e) miyorsa nasıl oluyor da o roman çok satıyor yani? ..” diye sormayın, bunun cevabı yok...
    Mesela Osman Akınhay, Milan Kundera’dan Vedat Türkali’ye, onda yedi yabancı kitapları önermiş “başucu kitabı” olarak. Üstelik bu zat–ı muhterem bir yayınevinin başefendisidir...
    Mesela, tanıtım yazısında “şu anda çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” şeklinde sırça bir cümleyle tanıtılan Elif Şafak, G. Deleuze – F. Guattari’den Tanpınar’a kadar onda yedi yabancı kitapları önermiş. Bu listenin içinde Elif Şafak’ın “Pinhan”ı, “Bit Palas”ı ya da “Mahrem”i yok. Demek kendisi bile inanmıyor kendi yazdığı o kitaplarının okur için birer “başucu kitabı” olabileceğine...
    Mesela, Aziz Nesin’in cümleleriyle “hikmet söyleyen bilge şair” olarak tanıtılan Turgay Fişekçi ise Homeros’tan Yaşar Kemal’e kadar onda yedi yabancı kitap önermiş. Ama listesinde kendisine ait tek bir “hikmet söyleyen bilge” kitabı yok...
    Ben böyle, ha babam de babam, tıkır da tıkır heyecanla inceledim bu “cool” bu “meşhur” yazarların önerdikleri kitapları. Gördüm ki hiçbiri, kendi yazdığı tek bir kitabı bile “başucu kitabı” olarak öner(e) memiş okura. Söz konusu sitede, kendi bölümlerinde en süslü cümlelerle tanıtılan, “hikmet söyleyen bilge şair”ler ya da “şu anda çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” olan romancılar, ya da “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan “çok değerli” ve “çok meşhur” ve “en bi” yazar abiler, yazar ablalar, okura “başucu kitabı” olarak önerecek kadar inanmıyorlarsa kendi kitaplarına, ben neden inanayım onlara? ..
    Mesela “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan “canımız” Perihan ablamızın on isimlik “başucu kitabı” listesine (kendisi dahil) tek bir Türk yazar bile girememiş her ne hikmetse. (Onun deyimiyle “dumur oldum” yani) Eh be Elif Şafak, eh be “çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” sen bile okura tek bir kitabını öner(e) memişsin “başucu kitabı” olarak; ey “hikmet söyleyen bilge şair” senin tek bir “bilge” kitabın yok mu bana “başucu kitabı olarak önereceğin, haybeye mi yazıyorsun a benim “çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” romancım, a benim “hikmet söyleyen bilge şair”im, a benim “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan Perihan ablam? ..
    Bu “meşhur” bu “hikmet söyleyen” bu “gözbebeği” yazarlarımızın hepsi, yabancı yazarları okura gönül rahatlığıyla önermiş de; iş Türk yazarlara gelince, ne şiş yansın ne kebap misali, listeye ömürlerini tamamlamış, çoktan mevta olmuş, herkes tarafından zaten kabul görecek klasik isimler üzerinde uzlaşılmış sanki...
    Bu “meşhur” bu “gözbebeği” yazarların bu davranış biçimi bana televole’leri hatırlatıyor. Televole’lerde falanca “meşhur” şarkıcıya, en beğendiği başka şarkıcıyı sorduklarında, o falanca “meşhur” şarkıcı hep çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş isimleri zikreder ya (!) kendi çağdaşı, kendi “rakibi” hiç yokmuş gibi davranır ya (!) çağdaşlarını onurlandırmayı, “rakip”lerini takdir etmeyi, onları kutsamayı, taçlandırmayı ve yüreklendirmeyi aklının ucundan bile geçirmez ya (!)
    Çünkü “biz” “başarı”yı başkalarının “başarısızlığı” üzerinde göstermeyi severiz. “Fener” elensin de “Cim Bom” başarılı gözüksün, “Kartal” bu hafta yenilsin de, “Cim Bom” lider kalsın gibi...
    İşte bu yüzden, o “çağdaş Türk edebiyatının gözbebek”leriyle, o “hikmet söyleyen bilge şair”lerle, o “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan, o “kadınları çorap söküğü gibi söken” o “Batı’nın bize bakamadığı kadar oryantalist” o “çok değerli” ve o “çok meşhur” ve o “en bi” yazar abilerle, ve o “en bi” yazar ablalarla, Türk edebiyatı gittikçe “telebiyat”laşıyor...
    Bu yüzden her yazarımız, çok yakında, onda on yabancı yazarları önerecek “başucu kitabı” olarak okurlara. Çünkü edebiyat, “telebiyat”ın girdiği kapıda öldürür kendi ruhunu...
    Çıkar şimdi cebindeki cümleleri sevgili okuyucu...

    Uğur Özakıncı

  • Banu Cklr
    Banu Cklr

    İsmet Özel okumayı sevenlerin,edebiyatçı yazar Uğur Özakıncı'yı da okumayı seveceklerini düşünüyorum.
    Ölmeden önce zaman gazetesinde yazıları yayınlanıyormuş.
    Özgün bir anlatımı var ve oldukça ironik...

    An'lamak
    Aşkın Z'si, Siyah/Hiçliğin ve Mülkiyetsizliğin Öyküleri
    Ben Bir Kiralık Katilim
    Yarın Çok Geç Olabilir Sevgilim adlı kitapları varmış.

    An'lamak,Uğur Özakıncının zaman gazetesindeki yazılarını biraraya getiren bir kitapmış.
    Ayna Tutan Çocuk isimli bir senaryo ile sinemaya yönelmiş.

    12 eylül döneminde 6 yıl cezaevinde kalmış.

    Reklam sekteründe çalışıyormuş...2004 mayısında, bağırsak kanserinden 44 yaşında ölmüş:(

    İşte sizlere U. Özakıncı şiirlerinden bir kaç alıntı...


    Oysa Bu Benim Son Hayatımdı

    benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız
    mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere
    büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere
    ve iki kere ikinin asla dört etmediğine
    başka yollardan giderdim varacağım yerlere
    en çok aşksız sevişmelerinize yanardım
    ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere
    kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum
    kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız
    anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız
    amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği
    çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı
    marks engels lenin stalin
    mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca
    yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin
    bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı
    kaşla göz arasında anasını satayım
    benim avuçlarımdan güvercinler uçardı
    .......................................
    ...........................

    Yarın Çok Geç Olabilir Sevgilim

    yarın çok geç olabilir sevgilim
    mesela yarın ben ölebilirim
    ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi
    kıyısız bir denize açılabilirim
    artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana
    ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi
    yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara
    yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim
    ............................................
    ...............................

    Uğur Özakıncı