analarınızın memelerine süt bile yürümemişti daha bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle yani şimdiki sizin yaşınızda ben yani deve tellal pire berber iken diyalektik ve tarihsel materyalizm diye birşeyler vardı sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm kükürt di oksit civa flüminat molotof kokteyller
öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken dizlerim tirtir titriyordu ama hiç belli etmiyordum en illegal cümleleri kurdum ben anlamazsınız mayınsa bastım sınırsa geçtim ateşse yaktım ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek ne zaman doğurdum kendimi ne zaman öldürdüm ne zaman gözdüm ne zaman gözyaşı
3 benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere ve iki kere ikinin asla dört etmediğine başka yollardan giderdim varacağım yerlere en çok aşksız sevişmelerinize yanardım ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı marks engels lenin stalin mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı kaşla göz arasında anasını satayım benim avuçlarımdan güvercinler uçardı
4 bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle oysa ben her gece yüreğimi jiletlerdim yaşadığımı unutmayayım diye yani ölmek gibi yaşardım ölmek gibi yaşanır mı anlamazsınız avuçlarım neden sıcak gözlerim neden kanlı ellerim neden uzun alnım neden açık sesim neden kısık anlamazsınız bilmezsiniz mesela fünye dişlemeyi dinamit yoğurmayı sevişirken dimdik bir meme ucunu dişlemeye benzemez fünye dişlemek dinamit hamuru gözlerini yaşartır adamın kükürtdendir siz kükürtü sanayi bacalarının dumanlarında kokladınız gözleriniz yaşardı genziniz yandı küfürler ettiniz
5 babalarınız hatırlar on dokuz otuz ana haber bültenlerinden güvenlik kuvvetlerinin bir hücre evine yaptığı baskın sonucu yasadışı bir örgütün altı militanı yasaklanmış yayınlar dinamit lokumları çok sayıda patlayıcı madde ve ispanyol yapısı astralarla kirletirdi ekranlarınızı siz biyoloji sınavınıza hazırlanırdınız ben ertesi günkü eyleme siz üniversite sınavlarına hazırlanırdınız ben o üniversiteyi işgale bir gül gibi taşırdım anamın o son öpücüğünü ellerimde nasıl da şaşırmıştım anasını satayım o cani bakışlarımı bir günlük gazetenin baş sayfasında gördüğümde
yani şeytan daha rüyalarıma bile girmeden yastığımın altında yasak kitaplarla uyurdum ben serin ırmaklar geçerdi düşlerimin içinden bütün kirlerimi yıkardı benim kirlerim sizin kirlerinize benzemezdi anlamazsınız ve her ölüm haberinde cayır cayır yanardım ilk o zaman öğrendim kamboçyayı vietnamı çini siz lise sıralarında inek gibi hafızlarken istanbulun fethini ben yeraltlarında devrim nikahları kıyardım gayri resmi ve gayri sevgi hesap vermiştim karşı cinse zaafları olmayan birine bir sarhoşluk kadar anasını satayım bir sarhoşluk kadar ömrüm olsaydı keşke
7 yani bir gece vaktiydi yani dolunaydı yani kaçıyordum önüm arkam sağım solum denizdi anlamazsınız kaçarken çocukluğumu hatırlıyordum allah kahretsindi mermiyi namluya sürmeyi unutmuştum allah kahretsindi vınlaya vınlaya parçaladı çocukluğumu o mermi çekirdeği allah kahretsindi anasını satayım nasıl da mıhlayamadım oracıkta o kahpeyi
8 ben anlamazmış gibi yapmazdım okyanusların derinliğini ölçerdim yeni lehçeler öğrenirdim batık kentler keşfederdim sözcüklere yeni anlamlar yüklerdim mesela şarkı söylerdim kuşlarla konuşurdum yada yoğurt kaplarına çiçekler ekerdim gecelerin en ürkek yarılarında anasını satayım pencerelerinizi tıklatıp kaçan varya işte o bendim
9 diyalektik ve tarihsel materyalizm diye bir şeyler vardı hani o ukraynalı pos bıyıklı çelik bakışlı adamın yazdığı hani o sonradan acımasız bir katile çıkmıştı ya adı kompartıman kompartıman ölüme göndermiş ya eski yoldaşlarını annem namaz kılıyordu oturma odası ile yatak odasının arasındaki salondaydı ben masadaydım gözlerimde o adamın yazdığı kitabın son sayfası hatırlamıyorum şimdi avuçlarımı nasıl iki yumruk yaptığımı allah yok diye bağırdığımı biliyorum bir tek avaz avaz bir de annemin bir mitralyöz gibi yanağımda patlayan tokatlarını sonra araya yağmur girmişti de kurtarmıştım kulaklarımı bir kavganın arasına yağmur nasıl girer anlamazsınız nicel birikimin nitel patlamaya dönüştüğü bir andı sizin anlayacağınız siz yağmurdan genellikle kaçarsınız ya da kara kara şemsiyeler açarsınız ben yağmurda ağlardım görmesinler diye gözyaşlarımı ne çok olmuş anasını satayım ne cok olmus serçelerle konuşmayalı
10 sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık hepimizin avuçlarında aynı karanlık aynı korkaklık aynı sokakbaşlarında aynı yalnızlıktı inanmazsınız aynı saatlerde aynı örgüt evlerinde uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermiler hazırlardık uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermileri siz anlamazsınız toplu iğne başı gibi görünür girdiği yerler çıktığı yerlere mideniz kaldırmaz bakamazsınız mesela nisandı perşembeyi cumaya bağlayan mübarek bir akşamdı kahveye girmeden önce göğe bakmıştım la ilahe illallah belimde kıpır kıpır ondörtlü ceplerimde iki yedek şarjör camilerde yatsı namazları ve bir ay ki hilal mi hilal baktığım köşeden çıktı ismail eşhedü en la ilahe illallah son yudumunu masada bırakmıştım çayımın ya allah bismillah tam kırk kurşunla vurdum ismaili dokuz kalibrelik kırk besmeleyle boşalttığım üçüncü şarjörde ellerime sıçradı hüznü kırkbirinciyle çöpçüyü devirdim ezberledi diye yüzümü sonra bir yerlere kapanıp ağladım ay nasıl ağlarsa öyle ay nasıl ağlarsa öyle ağladım anasını satayım çingenenin beygirini de vurduğum için sırf bana melül melül baktı diye
11 şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz ülkücüydüm ben turancıydım ben devrimciydim ben komünisttim bilmezsiniz karadenizdim ben karadenizin fırtınalarındaki rengiydim bağlama çalardım bağlama dinlerdim gül ekerdim toprağıma ölüm biçerdim gökyüzünden yıldız çalardım kimseye çaktırmadan kağıttan gemiler yapardım kaşla göz arasında eylemden kırıp lunaparklara gittiğim bile olurdu mesela denizde taş sektirdiğim şiir yazdığım dilek tuttuğum mesela günübirlik aşık olduğum dut yemiş bülbüller gibi sustuğum mesela dilencilere acıdığım da olurdu ağladığım da uyak olsun diye söylüyorsam namerdim anasını satayım bir tek iyiliğimi bile yazmadılar zabıtlara
12 faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm çok tanrılı bir dinin bütün sapmaları yani anlamazsınız anlamazsınız yani sınıf arkadaşınızı vurdunuz mu hiç delik deşik ettiniz mi bir parkayı okul çıkışında ağır çekim izlediğiniz oldumu hiç bir fizik kitabını havada savrulurken yada hayatınızda iki yüz yirmi voltluk çığlıklar attınızmı mesela tekme tokat giriştiğiniz oldumu hiç tarih derslerinde tarihe mesela kaç kere öldünüz nihavent makamında bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
13 hangi sokak başı hatırlar sizi hangi miting hangi korsan gösteri bir tek polis amca bile görmemiştir gözbebeklerinizi kıl kadar yalanım varsa namerdim anasını satayım yarından tezi yok siz de unutacaksınız bu şiiri
14 türkiye cumhuriyeti anayasasını tağgir tebdil ve ilga yani türk ceza kanununun yüz kırk altıya birinci maddesi uyarınca iplere çekilirdi çocukluğum siz ip atlarken rüyalarınızda annemin gözyaşı toprağa düşmeden kırılmış olurdu boynum boynumun sesi çıtırdak bir çerezin ağzınızda yankılanan sesiydi akciğerlerimi bir ana rahmihi parçalar gibi parçalardı soluğum soluğumla bütün şafakları havaya uçururdum ertesi günkü gazetelerde siz bunları okumazdınız okusanız bile siz bunları hiç böyle anlamazdınız mesela mendilinize ihtiyaç duyardım bazen çağırırdım sizi duymazdınız görmezdiniz çünkü bilmezdiniz çünkü duymazdınız çünkü sağırdınız yürüdüğüm yollar boyunca omuzlarımda taşıdım sizi omuzlarımda taşıdım anasını satayım ne kadar da ağırdınız
dış kaynaklı müzik gibi dış kaynaklı bir şey miydi ölmek kulağımda anti - emperyalist marşların nakaratları elimde amerikan malı bir kerpetenle milyon parçaya ayrılırken ana avrat dümdüz gitmek ölmek bu muydu ulan ölmek ardımda bir uçurum gibi bırakıp gitmek miydi hayatı cenazeme bin kişi katılmış neye yarar en yakın arkadaşım taşımış siyah beyaz bir resmimi ne zaman içim dolsa olan bitene ayıp olur yakışmaz diye ağlamazdım ağlamak bana ne kadar da yakışırmış anlamazdım
16 yürüdüğünüz yollar uzadı siz küçüldünüz küçüldükçe dünyayı benim dudaklarımla öptünüz mesela her polis sorgusunda çorap söküğü gibi çözüldünüz her şey iyi güzel hoş da beni niye öldürdünüz oysa miş li geçmiş zamanlardan alıp taşımıştım sizi torunlarınıza ortaçağdan alıp kuantum fiziğine götürmüştüm sizi kuantum fiziğini belki anlamazsınız diye şiirler bile yazmıştım ölümü bile göze almıştım allah belamı versin kükürt di oksit yani anlamazsınız pos bıyıklarım vardı üç numara saçlarım ve rooswelt postallarım parkamın ceplerinde ellerimi ısıtırdı arnavutluk emek partisi necip fazıl kısakürek ya da nazım hikmet pek farketmezdi hepsi aynı bokun soyuydu anasını satayım hepsi bir parça adrenalindi
17 mesela ellerim yankılanırdı çektiğim her tetikte anlamazsınız çektiğim her pimde birileri çentik atardı bir yerlere robot resmini çizerlerdi yüreğimin sokak sokak aranırdım genellikle kaçardım yada dilinizin altında saklanırdım bir gün tükürürsünüz diye birilerinin yüzüne ağzınızda dolanırdım anlamazdınız iki bardak rakıyla sarhoş olurdunuz ağlamazdınız anasını satayım durmadan yutkunurdunuz
18 hesap soracaktık kahrolsundu kanı yerde kalmayacaktı yepyeni güneş sistemleri kuracaktık mesela denizler ırmaklara akacaktı acayip düşlerim vardı anlatsam inanmazsınız mesela titreyip kendimize dönecektik tarih kitapları bile utanacaktı aşkı aşk gibi yaşayacaktık ölümü ölüm gibi anlamazsınız yani tahrip gücü yüksek güneşler gibi patlayacaktık milyonlarca şiir doğacaktı can çekişmelerimizden mesela annem bir daha ağlamayacaktı en serseri sevinçlerimizle bir poyraza uzatıp alnımızı ellerimizi kollarımızı sallaya sallaya dolaşacaktık bütün meydanları meydanlarda çocuk bahçeleri meydanlarda panayırlar ve uğruna sokak sokak öldüğüm bütün şafaklar çingeneler kucağımda düğün alayları kurulacaktı yerde kaldı anasını satayım hepimizin kanı yerde kaldı
19 ben namlu temizlerdim gece yarılarında siz kulağınızı siz apışaralarında çoğalırdınız ben teksir makinalarında ben vur emirlerini dinlerdim siz iş emirlerini sustalı bir bıçak gibi kanatırdım gözlerinizi ağlardım ne zaman ağlasam kalbimle dalga geçerdiniz ve hiç biriniz anasını satayım hiçbiriniz hiçbiriniz benim kadar ölmediniz
20 yani sizin şarkı sözleri yazdığınız o duvarlara ben öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken kod adımı bir dağ çiçeğinin adından çalmıştım soyadımı bir kundağa sarıp cami avlusuna bırakmıştım annemi rüyamda gördüğüm en son akşamdı rüzgar bir yalnızlık gibi dağıtıyordu saçlarımı ilk gördüğüm silah tüccarına anasını satayım takas ettim bütün yarınlarımı
21 kendi sesimi kalbimde nasıl boğardım anlamazsınız ilk o zaman öğrendim dilimde kor demirler söndürmeyi ve söndürdüğüm her demirde bir bıçak olup bilenmeyi öncem yoktu anasını satayım sonram let it be... let it be
22 ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek ne zaman ezberledim hüznü heceleyerek hangi sokağında yürüsem bu kentin hangi sokağında anasını satayım adımlarımı kimseye uyduramıyorum
23 gözlerimin içine her baktığınızda göz bebeklerinizdeki yalancının suratına tükürdüm utanmadınız bir gece vakti dur ihtarına uymadığım için vuruldum siz kimseleri ihtar etmediniz ekmek mayasıyla üzüm sularından küflü şaraplar yaptım bir kez olsun tatmadınız tırnaklarımın kirleri karıştı gecelerin kirine kirlerimi kirlerinizde arıtmadınız bütün denizlerde boğuldum bütün ateşlerde yandım bütün akıl hastanelerinde uyuşturduğunuz her beyin benim beynimdi anlamazsınız
24 gecen sonbahardan kalma bir şeyler kıpırdanıyor içimde avuçlarımda eşkiya günlerimden kalma mermi kovanları ve mayın tarlalarında saklambaç oynadığım çocukluğumla işte geldim size saklayın beni kendimden çıkıp size kaçarken sırtımdan vuruldum üçüncü sınıf bir aranıyor afişinden bakıyorum dünyaya her sabah endişelerinizle gözgöze geliyor suretim geçtiğim bütün yollar mayınlı bütün hudut kapıları tutulmuş ve yazdığım bütün şiirlerde anasını satayım taammüd unsuru bulunmuş
25 hatırlamıyorum anasını satayım ben mi sizi doğurmuştum yoksa siz mi terketmiştiniz bir dağın eteklerine beni hangimiz gayri meşru bir ilişkinin piçiydik unuttum iyi molotof kokteyller hazırlardım aklımda kalan bu emekli maaşlarınızı alamadığınız bankalarda patlardı benim ellerim sizin kalbinizdi anlamazsınız kalbiniz avuçlarımda bir güneş gibi patlardı işte geldim size ya saklayın beni artık ya da öldürün beni şah damarını anasını satayım şah damarını kestiğiniz bütün şiirlerim gibi
26 ne zaman unuttum ağlamayı ağlamak çoğu zaman varolmaktı sizden ılık bir güneydoğu akşamının maviliğindeki derinliği istemiştim sizden yaralı bir kurt gibi acıyla uluduğum yangınların ortalarında beni kalbinizin en derin yerlerinde saklamanızı istemiştim sizden ellerinizi istemiştim avuçlarınızın içinde size bakarken bütün insanlığa bakmayı sizden sözcükleri toplayıp çıkararak anlatamadığım herşeyi kalbimin atışlarından anlamanızı sizden gözyaşlarınızı istemiştim gözyaşlarınızda yüzme bilmeyen bir çocuk gibi boğulmayı hep bir başka hayata ertelediniz anasını satayım oysa bu benim son hayatımdı
en çok istanbula benzeyen gözlerini sevdim gözlerinde devrik cümleler gibi bakan kederi esirgeyen bağışlayan aşkın adıyla başladım sana erkekliğim bedeninde kimbilir kaç kez hatim indirdi kimbilir kaç kez yazdım kendimi arka sayfalarına hayatının faili meçhul bir cinayet haberi gibi
kırlangıç fırtınalarına benzeyen yüzünü sevdim jilet yansıması gibi yüzüme çarpan yüzünü yüzünün avuçlarımdaki yasa dışı hüznünü hani geceyarıları gökgürültülerine kulak kabartır gibi hani bir ırmağın kendini denize dökmesi gibi hani iki arada bir derede telaşlı sevişmeler gibi hani anlarsın ya suçüstü bir aşk gibi bulup bulup yitirmeyi sevdim seni
ustura suskunluğuna benzeyen ellerini bana olmadık şeyler düşündüren ellerini beni içimin gizlisinden alıp her karartma gecesi en argo şiirlere rehin bırakan ellerini sevdim bana bu kenti bu ülkeyi ve bu dünyayı bana bu en ahlaksız çağını zamanın bana güneydoğudaki çocuk ağlamalarını unutturan dokunduğun heryerinde bedenimin sigara yanığı tırnak çiziği yaralar açan bana kendi uçurumlarında çığlıklar yakıştıran ellerini sevdim
aruz veznine benzeyen yalnızlığını sevdim ben senin kendi yalnızlığında iş çıkışlarındaki caddeler gibi çoğalmanı cuma akşamları beyoğlunun çalgılı sokakları gibi bir korsan gösteriye dört koldan katılmak gibi içimde kalabalıklaşmanı sevdim çocukluğuma benzeyen yalanlarını yalanlarında yakaladığım gerçeklerini gerçekler ki zaten saatli maarif takvim yapraklarının arkalarındaki maniler gibidir bu ülkede ülkelerini sevdim her gidişinin ardındaki mide kanamalarımı nöbetçi eczanelerin uykusuz kalfalarıyla korkuttum korkularını da sevdim düşmemek için bir elinle sımsıkı tuttuğun merdiven korkuluklarına benzeyen korkularını mutedil dalgalı denizlere benzeyen sevişmelerini sevişmelerindeki acemi dilsiz alfabesini patladı patlayacak bir fırtınanın tam ortasında kendini ölüme bu kadar genç hissetmeni senin gecikmelerini sevdim
tebdil-i kıyafet beni sevmeni sevdim dudaklarında bir karanfil gibi ısırdığın fahişe gülüşünü komisyon vermemek için bir otobüs durağında tam on altı yerinden bıçaklayıp kaçarak pezevengini sadece kendin için sattığın gülüşünü sevdim bir şiire benzeyen uzaklıklarını sevdim yalnız denizlerde kürek çektiıim uzaklıklarını bir mülteci gibi bana hep ülkemi özlete kendimden kaçtıkça seni bulduğum sana gittikçe kendime vardığım uzaklıklarını imkansızlığını sevdim
ben seni arkamda bırakacağım en son sözcük gibi ben seni bir intihar gibi sevdim 2
ben senin gözlerini daha önce de gördüm hani ter kokulu bir belediye otobüsünde cüzdanını çarptığım kadından kaçarken sırtımdan vurulup da ellerine düşmüştüm ya hani bileklerimi jiletlediğim bir akşam başucumda oturup saçlarıma dokunmuştun aramızdan imkansız şarkılar geçiyordu çocuk bahçeleri gibi umutsuzdun
ben senin gözlerini daha önce de gördüm hani ıssız bir sokağın yankılanması gibi hani son dizesi henüz yazılmamış bir şiir gibi dudaklarımdan uzak okyanusların bütün mavisini dudaklarımdan söyleyemediğim bütün sözcükleri bir öpüşte çekip almıştın ya hani
ben senin gözlerini daha önce de gördüm hani birinci şube kapısında dipçiklendiğim akşam hani bir paket sigara için yeni pabuçlarımı sattığım akşam hani bir gülüşüne gül olduğum akşam hani bir damlasına gözyaşının la ilahe illallah bin dolunayı kurban ettiğim akşam hani yaklaştıkça kendine doğru kaçan bir ufuk dokundukça kendine kapanan bir kapı uçurumlarında sesimi yitirdiğim bir çığlık ve suskunluğunda burnumun direğini sızlatan zifiri karanlığında kendimi aradığım bir çocuk
ben senin gözlerini daha önce de gördüm ben senin gözlerinde daha önce de öldüm 3 bu şehri benzetebildiğim kadar sana benzettim en sensiz gecelerimde rum batakhanelerinde girit rakısı içtiğim sabahlara kadar sokaklarında ana avrat dümdüz gittiğim denizlerine kustuğum caddelerinde yittiğim bu şehre meydanlarında on bin ağızdan on bin lanet ettiğim köprülerinde ateşler yakıp aşka boyun eğdiğim çingene rengi şiirler söyledim diye polislerine rüşvet verdiğim karakollarında körkütük kan işediğim bu şehre gündoğumlarında salya sümük ağlayıp kendime geldiğim kalbimi varoşlarına sığdıramadığım bu şehre benziyorsun sen çaresizliğimin jilet yarası annemin konfeksiyon atölyelerindeki hüznünü öğüten şehir hatları vapurlarında çocukluğumu sattığım iki yakasını biraraya getiremediğim bu şehre benziyorsun en çok uğruna bileklerimi kestiğim orospulara benziyorsun imkansızlığın anlamı kadar imkansızsın artık kalbime dinamitler döşüyorsun 4
geçmiş bir zamandı kalabalıktık gelincik tarlalarında bahar çağrıları gibiydi yüzün hayra yorulmayacak düşler gibiydin bir ayeti ezberler gibi ezberliyordum yüzünü sen susuyordun kuşatılmış bir kent nasıl susarsa öyle elimi kolumu sallaya sallaya dolaştım senin o ıssız caddelerinde dilimde dinamitler patladı öyle doluydum ki uzatsam ellerim göğe değecekti sanki
gökyüzüme dokunsan ağlayacatın mavinin kaç tonu var bulutlardan öte ağladığın zaman anlayacaktın
çığlık çığlığa sevişmeler gibiydin dağ koyaklarında eşkiya ateşleri gibi gizli ve namlu yatağında sabırsız bir mermi kadar gerçektin sendin senin ellerindi akdenizdi senin gözlerindi bir balıkçı teknesi gibi heyamollarla geçip gitti sendin hiçliğimin ilk gecesiydin
olmadık şarkılar dinliyorum şimdi en ölümcül intiharlar besteliyorum uykulardan uyanıp zaman zaman mavi yüzlü çocuklar adıyorum tarihe sonra susuyorum sonra mutlaka bir şiirle bağırıyorum seni
bütün umutsuzluğumu bir mayın patlaması gibi gibi bin parçaya ayır yarın olsun sen ol gözlerin olsun ve hep olsun aşkın hiçliğimin önüne barikatlar kursun ne dersin yolundan dönebilir mi bu kurşun 5
işte yine gittin ortalığı toplamadım karnımı doyurmadım yağmura bile aldırmadım örneğin darmadağın ettiğin alnım yaktığın ateşin koru yatağıma bıraktığın deniz kokusu ve kalbimden silmeyi unuttuğun parmak izlerin öylece duruyor cinayet delilleri olarak kanıtlasın diye yokluğunu aklında bir yerlerde yüzde hesapları ondalık kesirler ve enflasyon oranları toplanıp çıkarılamayacak bölünüp çarpılamayacak kadar karmaşık hiç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için sözlüye kalktım aşkın kare kökünü aldım sen çıktın ezbere anlattım bütün intihar yöntemlerini ve bütün matematik kuramlarında sıfırın kendine bölünemediğini
herşey bir hesap hatasıydı yani oradan bakınca vardın buradan bakınca yoksun alnımdan güvercinler havalanıyor görmüyorsun dudaklarım ne zaman bir sözcüğe dursa kalbim iki rekat aşk için kıblene dönüyor bilmiyorsun zamanı bin parçaya bölüyorum her sabah her parçaya bin gül ekiyorum koklamıyorsun avuçlarımda ormanlarını biriktiriyorum dağlarına çıkıyorum yağmurlarını yağıyorum ırmaklarını döküyorum okyanuslarıma duymuyorsun bütün fiil çekimlerimi senin öznene bütün aylarımı senin gecelerine bütün sabahlarımı senin alnına ve bütün sancılarımı seni doğurmaya adıyorum katlime ferman çıkarıyor gözlerin şiirler tutukluyor ellerimi anlamıyorsun kendimi sırtlayıp apansız giriyorum hudutlarına mayın tarlalarında acemi bir asker gibi nasıl bir telaş içinde kalbim nasıl firar ediyorum kendimden yakalamıyorsun seni hep büyük harflerle düşünüyorum parantez içinde ve hep adını tanrının adıyla yazıyorum okumuyorsun bir denklemin en bilinmez noktasına koyuyorum seni yakışıyorsun kılıçtan geçirilmiş bir ordunun son neferi gibiyim yorgun ve terli suskun ve aç mahçup ve yenik bir sabah ezanı gibi dolaşıyorum sokaklarda - abonman vay bilet vay yüreğim dolunay 6
sırtımda iki bıçak yarası birbirini bulamayan iki ırmak yatağı ve yağmurun camlarda bıraktığı jilet kesiği su yolları gibiyim şimdi bir cinayet dolaşıyor ki parmaklarımda öyle kalleş ne zaman yokluğuna açsam gözlerimi ellerim şairliğimi ispiyonluyor kağıtlara sabıka kayıtlarımın arasında unutulmuı bir kadın bulut yüzlü gök yüzlü yağmur yüzlü yazsam hiçbir şiire sığmaz yazmasam ellerimde kalır hüznü
7
avuçlarını bir yokluğa benzetirdim ve ne zaman avuçlarına sığınsam aşka ve hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma aklıma gelen başıma gelirdi sen giderdin sen gidince ben de giderdim biterdim
ben bütün başka kadınlarda seninle sevişmiştim seviştiğim bütün kadınlarda seni sevmiştim
gün ortalarında ateş böcekleri kadar yalnız ve sahipsizim artık gitme yokluğuna uzamasın ellerim
8
bir göçmen türküsü gibi sevdim seni bir vatan nasıl özlenirse öyle özledim çingene kızların ceyizleri kadar rengarenk bıçkın delikanlıların yürekleri kadar yalansız ve anamın ak sütü gibi helaldim sana şimdi terkedilecekse bir sehir senin gibi terkedilmeli bir yaranın kabugunu kanatır gibi bir martı havalanır mı dudaklarımın arasından maviye keser mi hüznüm bırak bu dalgalar kırılsın dilimde kan tadında bir bakış olsun yüzüm 9
rezil rusva oldum şiirlerime uykusuzluktan beynim kalbime yaylım ateşler açıyor şimdi öyle yoksun öyle yoksun ki içimde bir vatansız gibi dolaşıyorsun şakaklarıma dayadığım bir revolverin son kurşunu gibi saklıyorum seni ben burada dudaklarımı ısırıyorum sen orada kanıyorsun sen kanadıkça bana benziyorsun ben kimselere anlatamadıkça ellerini sen bile ben olduğunu bilmiyorsun
10
bir hiçliğe demir atmıştık seninle ışıklarımız sönüktü pusulamız bozuk bir kere bir olalım demiştim eşittir birdi kendine bölünemeyen tek sayıydı o unutmuştuk beyoğlunun arka sokaklarındaydık belki de beyoğlu bizim arka sokaklarımızdaydı bilinmez nefeslerimizde nasıl bir anason kokusu ve gülücüklerimizin arkasında nihavent makamında kanayan nasıl fitil işlemez bir şiş yarasıydı hüzün yağmur arabesk bir şeydi bu saatlerde içimize işliyordu sen siyanür buharı gibi dolaşıyordun içimde yasaklanmış afişler gibiydi yüzün yüzünde bir serçe kendine uyandı bir tek ben gördüm bu yüzden benim bile umurumda değildi artık bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide bu sokaklarda kaç kez öldüğüm
11
ben sana bir uzun yol şöförü gibi geldim gözlerimden şerit şerit akıyor hala serseriliğim üç kağıtçılara uykumu kaptırdım yankesicilere şarkılarımı şarkılarım ah çocukluğumun allı güllü şarkıları güldüm mü bu yüzden bir çocuk gibi gülerim ve kimseler görmez benim dışıma ağladığımı (artık suskunluğu kendinden menkul bir aşkız aşkın hiçliğe vardığı noktadayız) ben senden bir uzun yol şöförü gibi gidiyorum cantamı topladım artık arkama bile bakmıyorum hangi kapı daha yakındır bana bilinmez hangi deniz daha uzak kalsam gözlerin beni sırtımdan vuracak
12
yağmur yağıyordu bütün aşk siirleri böyle başlar biliyorum ama yalanım yok yağmur yağıyordu bir tek ben ıslanıyordum (bir ateşi beraber koruduk rüzgardan avuçlarımızda bir yerlerlerdeydi aşk bir sigara içimlik zaman kadar yakın aramızdaki masa kadar uzak) dokuz kalibrelik iki mermi çekirdeği gibi ceplerimi ısıtıyorsun şimdi yastığımın altında ruhsatsız bir silahsın sen bütün aramalardan saklıyorum seni 13
kalabalık bir sokağında yürüyorduk zamanın omuzlarımız çarpıştı bakıştık ben gözlerindeki yalazı çaldım kimse görmeden sonra arkama bile bakmadan kaçtım
senin arka sokaklarında arıyorlar beni kalbim sabıkalı adım komiserlerin uyurken bile aklında sen gözlerindeki yalazı çaldırmış bir mağdursun artık ihbar ediyorsun beni karakollara
iki şişe şaraba satacağım seni biri rüşvet olsun polis amcalara
14
ben orospu kasıklarda uyumuşum dokuz ay on gün hangi genelevin hangi odasında hangi uykusuz şöför çarpıştıysa anamın dölyolunda bilinmez dna testlerinden dna testlerine koşmuş kadın ille de bir babam olsun diye her ne kadar kimyasal yapıları birbirine benzese de gözyaşlarımızın benimkiler biraz daha piçtir sevgilim gerisi inleyen nağmeler gerisi uzun hikaye
kafa kağıdımdaki baba adım beyoğludur bana sorarsan tüm istanbul geçmiş kadının üstünden ya neyse gözlerim üçüncü sınıf muhallebici dükkanlarının sinekli vitrinlerinden yansıyorsa sevgilim ceplerim gönlüm kadar zengin olmadı benim gerisi zil zurna sosyalizm gerisi uzun hikaye
sana viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini anlatmış mıydım ucuz viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini anam konsomasyona giderdi üç kuruş beş paraya assolistler gerdan kırar göbek oynatır ben bally koklardım hayat bilgisi niyetine sana bally kokusunu anlatmış mıydım sevgilim gerçi gerisi halusinasyon gerisi uzun hikaye
bana bu çatal dil babalarımdan mı kalma muhtemelen aşıktı onlar da yattıkları her orospuya belki de bu yüzden bir denizim olmadı hiç süslü püslü yelkenliler düşünemedim hiç oysa ben ölmeyi böyle anlamıştım oysa ben bu martıları senin için ağlamıştım senin için hazırlamıştım dölyollarımda hayatı mesela sular gibi çocuklar doğuralım diye mesela suları maviye boyayalım diye susalım diye be sevgilim anlarsın işte en kurak yerlerimizde birbirimize susayalım diye kendimi senin mecburi istikametlerinde mi yitirdim işte gerçek bu sevgilim gerisi uzun hikaye
15
gözlerindeki istanbulu gördün mü nina ben gördüm istanbul ya bu sokar böyle her şarkıya burnunu yürek desem artık modası geçmiş bir laf kalp desem mayın tarlası alkol acemisi bir yeni yetme gibi içimin en olmadık yerlerine anason kusuyorum nina bütün sözcükleri jiletliyorum bu akşam aç parantez elma dersem cık armut dersem çıkma
istanbul ya bu hani o en orospu halini bilirsin ya istanbulun hani arkadan vuracakmış gibi bakar ya adama parantezi kapat nina gözleri istanbulun en kalleş haliydi benim ellerim kaburgalarımın arasında ve iş işten çoktan geçmişti
bu dilde bir şiir yazmamıştım hiç ağzımda kükürt gibi çiğnememiştim sözcükleri kıl kadar yalanım varsa namerdim nina ne me quitte pas... ne me quitte pas 16
yarın çok geç olabilir sevgilim mesela yarın ben ölebilirim ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi kıyısız bir denize açılabilirim artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim yarın çocuklarımız bile olamayabilir gülüşlerini şimdiden sana benzettiğim gülüşlerini şimdiden dudaklarına armağan ettiğim denizlere gebe kalamayabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim bir kılıç kınından sıyrılıp boynumu vurabilir bir kent bütün sokaklarımla beni alıp götürebilir yarın çok geç olabilir sevgilim bilirsin tahammüle kısıtlıdır serseriliğim öyle deli sevişmeler adadım ki ben sana yarın çok geç olabilir
17
sana bütün insanlığımla gelmiştim kavgalarım yenilgilerim ve bütün varoluşlarımla dilimde artık unutulmuş eski bir denizci lehçesi yüzümde hep vedalaşır gibi bakan gözlerimle yalansız riyasız ve dolambaçsızdım sana bir dağ getirmiştim küçük bir dağ henüz doruklarına çıkılmamış sana bir ülke öyle bir ülke ki sokaklarında çarpışıp ölmeyi deneyeceğim şimdi
en terbiyesiz şiirlerle seviştim her gelişinde her gidişinde intiharlar özledim bekleyişlerinde eskiyen yüzüm yağmurlar biriktirdi her mevsimden uzun upuzun bir köprü oldum önünde geç beni yürü beni bul beni diye
yenildim dünyanın bu en aşifte yüzünü asil bir duruş gibi yüzüme yakıştırmayı yalanları yalanlarla dölleyip sahte cümleler kurmayı ve plastik aşklar yaşamayı beceremedim ucundan kenarından tutmaktansa bir kez dokunup yanacağım seni doğmamış bir çocuğu yetim bırakıp ölmeyi deneyeceğim şimdi
son tren gardan çıkıp kenti baştan başa böldü. içimde bir lunapark ışıklarını yaktı. bir düğüm kendini çözdü. saat o saatti işte masamın üzerinde ay damlaları. hangi sözcüğün ırzına geçsem cümleler biraz daha piçti. ve koskoca bir hiçti kütüphanelerdeki mantık kitapları.
aşk dediğin mayın gibi patlar öğret bunu çocuklarına. böyle şarapnel şarapnel kanatır adamı hesapsız her yürek. mesela sen en uslu uykularda filizlerken kendini oralarda. bir anarşist öldürülebilir buralarda sırtından sözcüklenerek.
hangi sözcüğü çıkarsam artık kınından. nişangahında gez göz arpacıksın. açtırırsan kurumuş su yollarımda birkaç çiçeği artık sen açtırırsın. iki dudak arasında her an okunacak bir idam fermanı, cenaze namazlarında yazılmış bir yakın tarih kitabının son sayfası, panzer tekerleklerine sıkışmış bir ayakkabının hüzne çözülmüş bağcığı, gibi çözülmüş, gibi kırılmış, gibi acıtılmışız. doğarsa en serin şafaklarda doğar bizim kızlarımız. ve artık biz ağlarsak bir tek aşka ağlarız.
belediye zabıtalarının sokak köpeklerini itlaf ettiği saatlerde ben, aşkı böyle hep siyah mürekkeplerle yazdım. bütün harflerini tükettim anadilimin bir tek sözcük için. soldan sağa yukardan aşağı üç harfli bir bulmaca için, bin harfli bulmacalarını çözdüm gözlerinin. senin kıblene dönükse bütün seccadelerim artık, yazanlar küçük harflerle yazmışlar demektir bizi bir kez. ve hiçbir satırbaşı artık bizi böyle kabul etmez.
beni, iki buçuk yıl boyunca sürgün cezamı çekeceğim güneydoğu’nun en uç kasabasına götüren otobüs, bir benzin istasyonunda mola vermişti. yaklaşık dört saattir otobüsün arka sıralarından birindeki koltuğumda, zaman zaman elimdeki kitapla, zaman zaman da otobüs penceresinden akıp giden dış dünyayla oyalanıyordum.
beş buçuk yıllık bir hapishane hayatından sonra bedenim oldukça yorgun düşmüş ve iyice dayanıksızlaşmıştı. onca saat bir koltuğa çakılı olarak yolculuk yapmaktan, bütün kaslarım uyuşmuştu.
otobüsün şoförü koltuğundan inerken, muavin “ on beş dakika buradayız sayın yolcularımız. çay ve ihtiyaç molası diye bağırınca, sırt çantamı alıp benzin istasyonunun harap tuvaletine yöneldim. elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmek, bir şeyler içip biraz dinlenmek istiyordum.
tuvaletin bulunduğu döküntü barakanın tek bir kapısı vardı. içeriye girmek için kapıyı ne kadar ittimse de açamadım. aralık olmasına rağmen içerdeki bir şeyin, kapının açılmasını engellediğini fark ettim. dışarı çıkıp tuvalet camının altındaki varilin üzerine sıçrayarak içeriye baktığımda ürktüm. geniş bir kan birikintisinin ortasında yüzükoyun bir adam yatıyordu. dönüp kapıyı iyice zorlayarak açmayı başardım. gözüme ilk çarpan şey, adamın sağ elindeki jiletin parlaması oldu.
çantasının üzerine devrilmiş öbür eliyle bir kağıt parçası tutuyordu. kağıdı dikkatle aldım. düzgün bir el yazısıyla yazılmış ve “hiç kimseye...” diye başlayan bir mektuptu.
adamın üzerinde benimkine çok benzeyen siyah, deri bir ceket vardı. yer yer beyazlaşmış saçlarından ve yatarken bile belli olan yıkık omuzlarından, kırklı yaşlarında olduğu ortadaydı.
bileğinden sızan ve incecik bir yol çizerek tuvalet deliğine akan kan iyice pıhtılaşmış, koyu ve kirli bir renge dönüşmüştü. keskin sidik kokusuna karışan kan kokusu içimi bulandırmaya başlamıştı. ürkeklik ve kararsızlık arasında eğilip, adamın yüzünü kendime çevirdim. şehirli bir yüzü vardı. kırışık teni buz gibi soğuk, yeşil ve donuk gözleri korkunç bir şey görmüş gibi açıktı.
tuvaletten çıkıp muslukların olduğu köşeye yaslandım, adamın elinden aldığım buruşuk kağıdı açtım. daha ilk satırdaki “hiç kimseye” sözcüğü beni heyecanlandırdı:
“...kendimi hiçbir yere, hiçbir vatana ve hiçbir bayrağa ait hissetmiyorum artık. bir yere varmak değil, sadece gitmek duygusu çekiyor beni. ana avrat dümdüz çekip gitmek bu öldürgen hayattan...”
ilk kez gerçek bir intihar mektubu okuyor olmamın heyecanıyla titredim. sıradan bir mektup değildi. bir hesaplaşmanın, suçlamanın ve iç kırılganlığının bu ağırlaşmış sözcüklerini okudukça kalbim acıyordu. sanki direnebildiği kadar direnmiş, sonunda yenilmiş, işgal edilmiş, yağmalanmış ve onuru kırılmış bir ülkenin sokakları konuşuyordu satırlarda:
“...buz üstüne yazılar yazdım. camların buğusuna, denizin kumsalına, alnımı yalayan rüzgara. buz eriyecek, cam silinecek, kumsal yıkanacak ve rüzgar duracak da olsa; buzun ömrü, buğunun direnci, kumsalın büyüsü ve rüzgarın hızı kadar yaşayabilmek içindi. bu yüzden her söze esirgeyen ve bağışlayan aşkın adıyla başladım. belki de bu yüzden hiçbir kadın bağışlamadı beni. hiçbir çocuk babalığımı, hiçbir baba çocukluğumu kabul etmedi.
kendi kendimin kadını, erkeği, çocuğu ve babası olmayı; kendi kendimi doğurup her sabah, ruhumu en yüksek uçurumlardan atmayı öğrendim. kendi ateşimle ısıtmayı kalbimi ve cinayetler gibi susmayı...”
ben mektuba dalmışken, tuvalete gelen başkaları manzarayı görüp ortalığı çoktan velveleye vermişti. benzin istasyonunun pompacılarından biri diğerine, adamı sanki daha önce görmüş gibi hissettiğini anlatıyordu. benzin istasyonunun kahvehanesinde çaycılık yaptığını sonradan öğrendiğim kıvırcık saçlı ve yüzünü kızıl ergenlik sivilceleri kaplamış olan genç çocuk donakalmıştı. bir süre sonra “o bir şairdi” dedi, fısıldayarak. “şair miydi” diye şaşkınlıkla sordu kısa boylu pompacı. “evet şairdi....” diye onayladı çaycı genç. “..bir saat önce burada mola veren otobüsün yolcusuydu. birkaç bardak çay içti. bana birkaç şiirini vermişti. çok kısa bir zamanda sohbet bile etmiştik. güzel ama umutsuz konuşuyordu hep. otobüs muavini moladan sonra bir yolcu eksik diye çok aradı onu. bulamayınca gazladılar.”
adamın yüzükoyun uzanmış cesedine bakan herkesin yüzünde farklı bir ifade vardı. kimileri acıyan, kimileri sorgulayan, kimileri anlamaz gözlerle bakıyordu. ama ortak duygu şaşkınlıktı.
yıllar önce “her intiharın arkasında mutlaka bir soru kalır” demişti çok eski bir arkadaşım. oysa bu intiharın arkasında sadece cevap vardı. ve o cevabın bütün harfleri, elimde tuttuğum mektubun satırlarında sözcük sözcük yürüyordu.:
“...kimliksiz dolaşmanın bedelini her şekilde ödedim. hiçbir kimlik kontrolünden geçemedim. oysa benim bedenimden dokuz kalibrelik mermiler geçti. benim ruhumdan yangınlar geçti. aklımdan sorular, sesimden sesler, sözümden sözler geçti. yüzünü yüzümde unuttu hüzün.
rüyalarımda, elleri sopalı bir yığın adam, neresi olduğunu bilmediğim bir şehir meydanında, serçeleri döverdi hep ve acırdı ağzım her ölü kuşa bir isim koymaktan.
belki de bu yüzden ben bütün uykularımdan hep nihavent makamında uyanırdım.
selvi ağaçları gibi yaşlanmaktan bıktım. bir mezarlıktan bir başka mezarlığa taşıdım hayatı ve toprak, yaşamak istediği için linç edilenlerin sesini çürütüyordu.
bütün denizlerde boğuldum. bütün ateşlerde yandım. bütün akıl hastanelerinde yattım. dur durak bilmeyen bir kaşif gibi, uzun yollar boyunca yorgun ve terli, suskun ve bilge, aykırı ve sıradan, ölümcül ve doğurgan; aşkla tutkuyu, sadakatle ihaneti, hayatla ölümü, alçaklıkla erdemi, namusla namussuzluğu, yalanla doğruyu hep bir arada gördüm. işte bu yüzden, ne zaman sevişmek gelse aklıma, içime kan parçaları tükürdüm ve sonunda kendimi çaldım tanrıdan.
çakmak taşları gibi sözcükleri çarpa çarpa, belki yakacağım bu mektubu da...
hangi aynaya baksam, en usta aynacıların döktüğü bütün sırları deliyor suretim ve artık hiçbir şiire inanmıyorum. hiçbir yerden geliyorum ben ve hiçbir yere gidiyorum...”
sarsılmış ve öylece kalakalmıştım. iyice çürümekte olan kan kokusu, önce tuvaletteki her kokuya karışıyor, sonra dalga dalga burun deliklerimden girip genzimi yakıyordu.
jandarmalarla gelen hükümet tabibi cesedi uzun uzun inceledi. çantasından çıkardığı basılı formların nokta nokta bırakılmış boşluklarını elde ettiği verilerle dikkatlice doldurdu.
benden başka hiç kimsenin bilmediği mektubu çantama attım. ceset, bir kamyonetin arkasına yüklenip kasabaya yollanırken, adamın yüzüne bir kez daha baktım. ne kadar da bana benziyordu.
jandarma minibüsüne doldurarak, ifade vermek üzere hepimizi jandarma karakoluna getirdiler. aklım fikrim adamın çantasındaydı. ortalık karışmadan önce, mektup gibi çantayı da apartabilirdim. bunu yapmadığım için kendime çok kızdım.
karakolun koridorunda kendimi en sonlara attım. böylece gözden uzak olabilir, en azından sıra bana geldiğinde, jandarma astsubayına çantayla ilgili bir şeyler sorabilir ve belki çantanın içinde neler olduğunu bile görebilirdim.
diğerlerinin ifade verdiği odadaki daktilo aralıksız şakırdıyordu. onun hemen yanındaki odanın kapısı aralıktı ve o aralıktan görebildiğim kadarıyla, jandarma astsubayı bir telefon görüşmesi yapıyordu.
astsubayın oturduğu masada adamın eskimiş kahverengi çantası öylece duruyordu. astsubay telefon ahizesini yerine koyar koymaz fırlayıp odaya daldım. astsubayın şaşkın gözlerine yumuşak bir ifadeyle bakıp “adamın çantasını merak ediyorum...” dedim “...kimmiş, neciymiş, neden öldürmüş kendini. bir ipucu bulabildiniz mi.” astsubay meraklılığımdan endişelenmiş bir sesle “bu artık adli bir mesele, bir şey söylemek gereksiz” dedi. en ikna edici ses tonumu takınıp “ama onu ben buldum. bu kadar merak etmeye hakkım olsun artık” dedim gülümseyerek.
astsubayı da gülümsetmeyi başarmıştım. göğsüne yasladığı çantanın kopçalarını açmaya çalışırken “kimliği hakkında merkezden bilgi aldım biraz önce...” dedi “...bir şair olduğu sanılıyor. siyasi nedenlerle sabıkalıymış. bazı yazıları nedeniyle beş buçuk yıl tutuklu kalmış. tahliye olduktan birkaç gün sonra sürgün cezasını çekmek üzere yola çıkmış. bindiği otobüs o benzin istasyonunda mola verdiğinde umutsuzluğa kapılmış olacak ki, tuvalette bileğini kesmiş. ailesi yok. yarın bir tutanakla kimsesizler mezarlığına defnedilir ve bu konuda kapanır.”
bir jandarma eri içeriye iki bardak çay bıraktı. topuk selamı verip çıktı. astsubay çantayı açıp ters çevirdi, masaya doğru silkeledi. çantadan masaya birkaç tane sarı saman kağıdı, bir kurşunkalem ve bir paket de jilet düştü.
masaya yaklaştım. astsubayla birlikte, üzerleri yazısız olan kağıtlara baktık. masada duran jilet paketine astsubayla aynı anda uzandık. ama o, paketi benden önce kaptı. “herhalde bunlardan birini kullanmış olmalı” dedi.
jilet paketini astsubayın elinden aldım. “bende kalabilir mi “ dedim, heyecanla. “bu imkansız...” dedi “bunların zabıtlara geçirilip teslim edilmesi gerek. hem alt tarafı bir jilet paketi, neden istiyorsunuz.”
birkaç saat önce alelacele açılıp, içindeki jiletlerden biri, şairin damarlarındaki kanı fışkırtan paketi teklifsizce cebime attım ve “çünkü ben de şairim” dedim. astsubay küçük bir kahkaha atıp “peki ama...” dedi “...onları tıraş olmak dışında başka bir amaçla kullanmayın lütfen.”
içtiğim birkaç bardak çay ve sigaradan sonra, diğerleri gibi benim de ifadem alındı. adım, soyadım, ana adım, baba adım, doğum tarihim, doğum yerim, dinim, tabiyetim, ikamet adresim, mesleğim ve medeni halim; sordukları her soru varlığımı kanıtlamaya yarayan birer ipucu gibi, daktilonun şakırdamaları arasında, anlamlı birer cümle olarak kağıda geçiyor ve her şey bir belge halini alıyordu.
ifademi alan esmer ve yüzü sivilceli jandarma çavuşu yüzüme bile bakmadan, nereden geldiğimi ve nereye gideceğimi sordu.
“hiçbir yerden geliyorum...” dedim, cebimdeki jilet paketini avuçlayarak “...ve hiçbir yere gidiyorum.”
Canısı bilmiyorlar Uğur abimizi diyordun görmüyorlar... An'lamak isimli kitabı dün bitirdim, oradan aldığım bir yazıyı da ekleyeyim dedim. ‘İdare et be abi…’
Kaderimde göçebelik olsa gerek. Göçmen bir aileden geliyorum, her yıl mutlaka bir evden bir eve taşınmak zorunda kalıyorum, bir yere yerleşmeyi, orada kök salmayı, anlarla büyümeyi, balkonlarımı yaşı yaşıma yakın çiçeklerle donatmayı hiç beceremiyorum. Hem bu yüzden, hem de mülksüzlüğe inandığımdan, benim çok fazla eşyam olmamıştır hiç. Taşındığım her evde ilk uykuma ‘acaba bu evden başka bir eve ne zaman taşınacağım’ düşüncesiyle dalarım. Çok yuvarlanırım, yosun tutamam bir türlü… Kaderde böyle göçerlik olunca, nakliyecilerin, su tesisatçılarının, marangozların, boyacıların, temizlikçilerin gediklisi oluyor insan. Kiraladığım her eve taşınır taşınmaz, su tesisatçılarına ilişkin sorunlar ilk tepe binen sorunlar olmuştur hep. Artık kendi tamiratlarımı kendim yapacak kadar zaman oluşturamadığım için de hemen bir usta çağırmak işin en kolay yoludur benim için. Bakarım kartvizit defterime, üzerinde ‘itinalı fenni tesisat yapılır.’ yazan, artık iyice eprimiş bir kartviziti çıkarıp ararım ustayı. ‘Ne o abi, yine mi taşındın yahu? ’ der ilk söz olarak usta. Sonra atlar gelir yeni adresime… İşte o andan itibaren, her şey yıllardır nasıl oluyorsa öyle olur. Mesela bir şofben takacaktır usta, ve alt tarafı genel olarak da tesisatı şöyle bir elden geçirecektir. Çantasını açar, takım taklavatını çıkarır, eldivenlerini takar; kenevirini, teflonunu hazır eder ve hışımla koyulur işine. Ben çalışma odamda kitaplarımı yerleştirirken, banyodan mutfaktan gelen takır tukurlarla birkaç saat katlanmak zorunda kalırım. Çıkan gürültüler bazen beni endişelendirir ve gözucuyla bizlerim ustayı, o ‘itinalı fenni tesisat’ çalışmasına bakarım.Ustanın elinde plan falan yoktur. Tesisat nereden nereye ve nasıl döşenmiş bilmemektedir, borular kaç yıllık, dirsekler nerelerde çürümüş merak bile etmez. Tesisatta bir sorunla karşılaşmışsa sorunun olduğu noktadan geriye, Yaradan’a sığınıp duvarları kıra kıra ilerler sorunun nedenine doğru. Elbette ki bulamaz. Benim şimdiye dek tanıdığım hiçbir ‘itinalı fenni tesisatçı’ bu yöntemin dışına çıkmadı. Evime gelen her ‘itinalı fenni tesisatçı’ tesisatı genellikle duman edip bıraktı. Sorunu çözmek yerine, sorunu asla çözülemez hale getirmekle yetindi. Bunlardan bir tanesi taşındığım evlerden birindeki toplam dört adet musluğun üçüne kör tıpa yaparak gitmiş, giderken de ‘bekar adamsın abi, bir musluk, adam olana çok bile’ demişti. O ustanın kör tıpalarını açtırmak ve tesisatı tekrar kullanabilir bir hale getirmek için, onun ardından iki ayrı ustayı daha çağırıp iki ayrı yevmiye daha vermek zorunda kalmıştım… Bir defasında, şofbenimi bağlayan bir ustaya ‘Tamamdır abi, gel bak…’ diye beni banyoya çağırdığında gördüğüm manzara karşısında dilim tutulmuştu. Çünkü şofben, duvarla arasında 45 derecelik bir açıyla banyonun tavanına doğru bakıyordu. ‘Bu ne yahu? Post-modern tesisat mı bu? ’ dediğimdeyse, usta ‘İdare et be abi, spiral boru kalmamış elimde.’ Demişti pişkin pişkin. Ve elbetteki parasını alıp gitmişti. Sonra ben bir başka ustayı çağırmıştım, onu düzeltsin diye… Tamam sevgili okuyucu, kısa kesiyorum, ‘Bize ne kardeşim senin ‘itinalı fenni tesisatçı’larından..’ dediğini duyar gibi oluyorum. Peki ama biz bu ‘İdare et abi…’ lafını hayatımızın her alanında duymuyor muyuz aslında? Mesela oy verdiğimiz, seçtiğimiz, milletvekili, bakan, hatta başbakan yaptığımız politikacılar; Anakara’ya taşınmalarından itibaren, seçim vaatlerinin zerresini gerçekleştiremeyince ‘İdare et be abi…’ demiyorlar mı bize? Tıpkı ‘İtinalı fenni tesisatçılar’ gibi, birinin duman ettiğini düzeltsin diye bir başkasını çağırmıyor muyuz? Onlar ortalama olarak her dört yılda bir yevmiyelerin cukkalayıp gidiyorlar. Olan bizim ‘tesisatlara olmuyor mu? Kör musluklar çakılmıyor mu ekonomi musluklarımıza? Sonra onları tekrar (en azından) eski haline getirsin diye bir başkasını aramıyor muyuz? Ustalarımızın kartvizitlerinde de ‘İtinalı fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazmıyor mu aslında? Bize kendilerini öyle tanıtmıyorlar mı? .. ‘ İtina, fen ve tesisat’ Benim şimdiye kadar tanıdığım ve kartvizitinde ‘İtinalı fenni tesisat yapılır.’ Yazan hiçbir su tesisatçısı, ‘itina’, ‘fen’ ve ‘tesisat’ sözcüklerinin anlamını bilmiyordu. Bir keresinde tepemi attıran birini karışma alıp ‘Bak kardeşim! ..’ demiştim ‘Bak kardeşim, ‘itina’ yaptığın işe sevgi duymanı, ‘fen’ yaptığın işi bilgiyle yapmanı, ‘tesisat’ ise yaptığın işin bir sistemi olduğunu vurgular.’ Dediğimde adam ‘Abi çok biliyorsan niye çağırdın ki şimdi beni yani? ’ deyip duvarları ha babam de babam kırmaya devam etmişti; ta ki, yan dairenin borusunu patlatıp, beni komşumla gırtlak gırtlağa getirene kadar… Çok ileri gitmiş olmak istemem; ama ben şimdiye dek, televizyonlarda, seçim meydanlarında, kıraathanelerde dönenip duran ve kartvizitlerinde ‘İtinalı fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazan hiçbir politikacının da gözlerinde ‘itina’, kafasında ‘fen’ ve icraatlarında ‘tesisat’a ne yazık ki rastlayamadım… Şimdi önümde, üzerinde ‘İtinalı Fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazan bir yığın kartvizit var.Kiminin çantasında ‘Amerikan lokma anahtarı’ kiminin çantasında ‘İngiliz anahtarı’ telefon başında bekleşiyorlar. Ama biliyorum ki, hangisini çağırırsam çağırayım, gelecek olan, komşumun borusunu patlatıp beni onunla gırtlak gırtlağa getirecek. Sonra da pişkin pişkin yüzüme bakıp ‘İdare et be abi..’ lafını, giderayak AB’ye de söylediler. Ama AB ülkelerinin dilinde böyle bir deyim yoktu… Yavaş yavaş iş başa düşüyor galiba sevgili okuyucu; tulumları giymenin, kolları sıvamanın ve bir takım çantası edinmenin vaktidir…
‘Dünle beraber gitti cancağzım,ne kadar söz varsa düne ait.Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.’ Demiş ya Mevlana; şimdi yeni şeyler söylemek lazım cancağzım.Ya da susmak lazım böyle,sözün bittiği yerde,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir kara kadın.Otuzunda var ya da yok.Ağzı burnu cerahatli yaralar içinde.Sineklerin biri kalkmadan ağzının kenarından,biri konuyor Afrikalı kirpiklerine.Kolum kadar kalmış bedeninin üzerinde koskocaman bir kafa,koskocaman,fal taşı gibi iki kara göz,yüz karası bir açlık ve dipsiz bir karanlık içinde bakıyor gözlerimin içine.İki taşın arasında titreye titreye çeltik elleri,bir yaralı kedi gibi kıvrılıp,bırakıyor son nefesini.Utanıyorum kaşık tutan ellerimden.Dalga dalga gelip gırtlağımda düğüm oluyor bütün insanlığım.Yutkunamıyorum.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir ölü çocuk.Altısında var ya da yok.Onun başlatmadığı bir savaşın ortasında,füzelerin harap ettiği bir enkazdan çıkarılıyor paramparça bedeni.Filistin gözlerinde kirli bir ay yansıması.Öylece bakıyor ölü gözleriyle kalbime.Kardeşinin dişleri sımsıkı kenetli.Ertesi gün için taş dolduruyor ceplerine.Babasının gözleri iki koca buz dağı,babasının elleri Tanrı’nın elleri.Kucaklayıp koyuyor bebeğini lekesiz bir çarşafa.Utanıyorum bu atan kalbimden.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir delikanlı.Yirmi üçünde var ya da yok.İstemiyor dünyanın iliğine kadar sömürülmesini.Az gelişmiş ülkenin insanları derin bir uykudayken,o ‘Az gelişmiş ülkelerin borçları silinsin! ’ diye bağırıyor sosyete ülkelerin başkanlarına.’Silahlanmaya ayrılan bütçeler eğitim için kullanılsın! ’ diye bağırıyor.’Nükleer atıklar çevreyi kirletiyor! ’ diye bağırıyor.’Afrika’daki aç çocuklar doyurulsun! ’diye bağırıyor.Sesinden ve kaldırım taşlarından başka silahı yok.Sesi sesime kavuşmadan,Genovalı beyninde patlıyor bir Carrabinier mermisi.Oracıkta duruyor dünya,oracıkta duruyor zaman.Kanın da sesi vardır şairlerden başkası bilmez; cayır cayır yakıyor kulaklarımı şakaklarından süzülen kan.O mu ölüyor oracıkta,yoksa ben mi ölüyorum burada meçhul.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde öğrenci bir kız.On üçünde var ya da yok.Koltuğunun altında okul çantası,başörtüsünün altına saklanmış saçları ve ana sütü kadar temiz,bembeyaz alnıyla; penceremin önünden geçiyor her sabah gibi yine gülümseyerek.ardı sıra güneşler,ardı sıra yelkovan kuşları,ardı sıra üç el silah sesi.Fırlayıp bütün mahalle koşuyoruz caddeye.’Namusumuzu temizledim! ’ diye haykırıyor başında karayağız bir delikanlı.’Buraya kadarmış ağalar…’ diyor.’…tutturdu okuyacağım diye.İnat etmeyip evlenseydi Kürşat emmimin oğluyla,ben de vurmazdım bacımı…’Sonra tutup kaldırım taşına vura vura parçalıyor tabancasını.Uzanıp Doğulu ellerini tutmak istiyorum kızın.Öyle bir su gibi bakıyor ki katiline,nefesimi nefesine,ruhumu ruhuna akıtmak istiyorum gitmesin,göçmesin diye.’Bırak abi…’ diyor berberin kalfası’…Öldü galiba…’Dişlerimi dişlerimden ayıramıyorum.Sadece susuyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir şair.Yetmiş birinde var ya da yok.Artık iyice ağırlaşmış bedenini,bir huzurevinden bir başka huzurevine,ruhunda bir kambur gibi taşıyor.Tıpkı şiirleri gibi ‘hain hain ‘bakıyor gözleri fotoğraflardan.Kavga etmediği adam kalmamış ömründe,kimin adını söylesem ‘Çek kuyruğundan…’ diyor.Kimseyi sevmiyor,kendisini bile.O iflah olmaz hırçınlığını,muhalifliğini kendime benzetiyorum biraz,ya da kendimi ona.Geceleri ayın en gizli olduğu saatlerde,kalkıp küçük küçük taşlar atıyor karanlığa.’Deliyim ben …’ diyor içinden’…Deliyim ben…’Yolunun sonuna geldiğini hissediyorum.’Ölecek bu adam yakında…’ diyorum kendi kendime’…Ölecek bu adam yakında ve kimsenin umurunda değil bu…’İyi bir fotoğraf makinesi satın alıyorum,iyi bir ses kayıt cihazı satın alıyorum.Kalkacağım gideceğim ona,yanımda kavgalı olduğu başka şairlerle,fotoğraflarını çekeceğim,sesini kaydedeceğim,kavgalarına tanık olacağım.Hiç anlatmadığı kadar anlatacağım o Datçalı ihtiyarı diğer insanlara.Ama ha bugün,ha yarın erteliyorum.Bir gece rüyama giriyor bütün hırçınlığıyla ‘Nerede kaldın ulan…’ diye yürüyor üstüme rüyamda’…Hani gelecektin,hani söz vermiştin? ..’Ter içinde fırlıyorum yataktan.Saat sabahın üçü.Bir sigara yakıyorum.Ayın en gizli olduğu saat.Bomboş gözlerle baktığım bahçemin karanlığına bir taş düşüyor.Bir ses ‘Deliyim ben…’ diye fısıldıyor odamın içinde! ...Deliyim ben…’ Sabah olur olmaz koşuyorum gazete bayilerine.Aldığım ilk gazetede kibrit kutusu kadar bir alanda okuyorum öldüğü haberini.Eve dönüp fotoğraf makineme film takıyorum.Ses kayıt cihazını çalıştırıyorum.Ve sadece susabiliyorum…
Dünya soğudu cancağzım.Kalpler soğudu.Dudaklar soğudu.Dört yanımızdan dört nala bir karanlık koşuyor üstümüze.Öyle ağır ve öyle koyu bir karanlık ki,ustura bile kesmez.Bütün ışıkları yaksak bile,her bizimiz birer ışık olmadıkça kar etmez…
Söyle şimdi cancağzım,böyle susup taş kemsek mi daha onurludur,yoksa bir taş olup,Afrika’da aç bir kara kadının ellerinde çeltik ufalamak mı? ! Filistin’de kardeşi füzelerle vurulmuş bir çocuğun sapanında,İsrail mevzilerine atılmak mı? ! Genova’da dünya sömürüsüne direnenlerin avuçlarında,ceplerinde taşınmak mı? ! İstanbul’da,bacısını vuran bir delikanlının tabancasını parçalamak mı? ! Ve yalnızlıktan delirmiş bir şairin,öfkeli elleriyle fırlatılmak mı karanlığa? ! ... Söyle şimdi cancağzım artık susma…!
BENİM ADIM 'SU' Ben güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup çağıldardım günbatımına doğru. Eflatun şafaklar yakamozlanırdı üzerimde.Titrerdim… Her renkten bin renk doğurup yansıtırdım yine size. Sabahları gecelere,geceleri sabahlara kavuşturup,şarkılar taşırdım dört dilde dört bir yanıma; hani o dudaklarınıza takılan,düğünlerde söylediğiniz…
Ben,geçtiğim her yerinizi,dokunduğum her toprağınızı,ıslattığım her yüreğinizi bereketimle kutsardım. Her yaştan,her dinden,her renkten çocuğunuz benimle yıkanmadı mı yüzyıllardır? Ağularınız ıbende arıtmadınız mı,günahlarınızı bende temizlemediniz mi? ..
Siz batıya giden yolları benden sorardınız.Yıldızlarınız saçlarını benim şarkımda tarar,hayatın ilk damlasını bende tadardı göbeği yeni kesilmiş kızlarınız. Bilgeleriniz kıyılarıma oturup kıyısızlığı konuşurlardı sabahlara kadar.Nice çaresizin gözyaşı karıştı tuzuma,ve kellesine ferman çıkarılmış nice yiğidin kanı…
Ben,önüme örülen her duvarı yerle yeksan eder,yönümü değiştirmeye yeltenen her gafili denize dökerdim. Ben,çatlamış dudaklar için akardım; kurumuş yürekler ve tomurcuğa durmuş tohumlar için…
Benim adımın geçmediği tek bir tarih kitabı bulamazsınız.Çünkü bir kıyımda ölülerinizi yıkardınız,öbür kıyımda kılıçlarınızı; bir kıyımda köleliğinizi ağlardınız,öbür kıyımda isyanlarınızı; bir kıyımda hayatı döllerdiniz,öbür kıyımda ölümü…
Bütün sırlarını bana kusardı yüreği alazlanmış genç kızlarınız; ve cepheden bir mektup bekleyen analarınız,gelip bana yanardı hasretlerini. Ben,tepeden tırnağa susku kesilip dinlerdim…
Benimde ağladığım olmuştur elbet.Ama ben,kimseler görmesin diye,yağmurlarda ağlardım hep.Vakur ve onurluydum.Yağmurlarda yıkanır dolar dolar boşalırdım.Nasıl da armağanlar taşırdım size.Nasıl da hoş görürdüm sizi,bir uçtan bir uca kıpkızıl kan kesilmişken bile…
Zengindim.Çeşit çeşit kayalıklar,en cilvelisinden yosunlar,birbirinden parlak taşlar,ve artık asla göremeyeceğiniz bin çiçekli kökler büyütürdüm içimde.Rengarenk balıklarım vardı. Her biri ayrı huylu,her biri ayrı dilden,her biri ayrı güzel. İçimdeki her bir mercanın kıblesi bir diğerinden farklıydı.Ama hepsi benim içimde,hepsi birbiriyle barışık,hepsi birbirine dosttu.Çünkü onlar için benim dışımda hayat yoktu…
Dört yön,yedi iklim,on altı rüzgar; ne zamanki konuşur oldu bu zenginliğimi,işte o zaman herkes gibi siz de içime baktınız,içimdeki bütün bu zenginliğin en ücra köşelerine kadar baktınız…
Ve bir gün,bütün ağlarını alıp,bütün zıpkınlarınızı getirip,bütün zehirlerinizi buharlayarak geldiniz kıyılarıma.Baktınız.İçime baktınız.Aylarca baktınız.Yıllarca,yüzyıllarca…
Sonra öle bir daldınız ki içime,zıpkınlarınızla öyle bir daldınız ki içime,allak bullak ettiniz beni.Nereye akacağımı,nasıl akacağımı şaşırdım…
Çığlık çığlığa karıştı bütün balıklarım.Ayaklarınıza dolanan yosunlarımı kılıçlarınızla böldünüz.Peşine düştüğünüz balıklarımın ardından gerip gerip boşalttığınız zıpkınlarınız mercan kayalıklarımda kırıldı.Ama tek bir damla kanamadım…
Sonra tekrar geldiniz.Bu kez sadece oltalarınızla geldiniz,ve hiç gitmediniz…
Zıpkınlarınızın nişanlayamadığı,ağlarınızın dolayamadığı,kılıçlarınızın kesemediği her bir zenginliğimi,oltalarınızla tek tek avladınız…
Oysa bir su,sadece ıslak bir şey olmasının ötesindedir.Bu yüzden hep içi merak edilir ya; dibi,kaya aralıkları,yosunlarının arkası,ve en ücra karanlıkları…
Avlayabildiğiniz her balığımın ardından diğerleri birbirine düştü.Öyle ki; renklerinin,yüzgeçlerinin,gözlerinin farklı olması bile birbirlerini kızdırmaya yetti.Oysa sizden önce onlar,bütün bu farklılıklarıyla inanılmaz bir zenginlik yarattıklarını biliyorlardı.Sizin avlamayı başaramadıklarınız zaten birbirlerini yedi.Her gün biraz daha fakirleştim.Her sabah biraz daha çaresizleştim.Yalnızlaştım.Duruldum…
Tek bir damla kalana kadar kuruttunuz beni…ama benim adım su! ...
Yorgunum.Güneşin ve yıldızların pek de parlatmadığı bir kayanın dibinde,artık tek bir damlayım.Yağmurları bekliyorum,yeniden birikmek için,kırılmış ve yaralanmış bir toprağı yeniden çiçeklendirmek için,yeniden çağıldayabilmek için,güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup günbatımına doğru…
Edebiyat bir ülkeyi terk ederse, yalnızlık başlar. Suskunluk başlar. Can sıkıntısı başlar. Koy bu cümleleri cebine sevgili okuyucu... Ben, haftada en az üç gün, internette kitap satışı yapan sitelere göz atarım. Bunların başında da “ideefixe.com” geliyor. Geçenlerde bu sitede bir “banner” dikkatimi çekti. Bu “banner”da, Perihan Mağden’in afili bir fotoğrafının yanında “Başucumda eskiyen kitaplar” başlığı yanıp sönüyordu. “Tık”ladım. Meğer o “banner” Perihan Mağden gibi, Buket Uzuner’den Haşmet Babaoğlu’na, zaman zaman burada sayfa arkadaşlığı yaptığımız Elif Şafak’tan Turgay Fişekçi’ye kadar başka birçok yazarın okuyucuya önerdiği “başucu kitapları”nı içeren bir bölüme çıkıyormuş. Bölümü inceledim. Her yazarı bir kez “tık”ladım. Her yazar kendisine ayrılmış olan bölümde on tane “başucu” kitabı öneriyordu okuyucuya. Önerdikleri kitapları siz de görseniz, siz de benim gibi “vaaay beeee” derdiniz... Mesela, sitede, (Kendi kaleminden çıktığı aşikar cümlelerle) “İki Genç Kızın Romanı, içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri oldu.” biçiminde tanıtılan “canımız ciğerimiz” Perihan ablamız, Dostoyevski’den Nabokov’a kadar onda on yabancı kitapları önermiş okura. “Yahu kardeşim, bir roman yazarı, kendi romanını bana ‘başucu kitabı’ olarak öner(e) miyorsa nasıl oluyor da o roman çok satıyor yani? ..” diye sormayın, bunun cevabı yok... Mesela Osman Akınhay, Milan Kundera’dan Vedat Türkali’ye, onda yedi yabancı kitapları önermiş “başucu kitabı” olarak. Üstelik bu zat–ı muhterem bir yayınevinin başefendisidir... Mesela, tanıtım yazısında “şu anda çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” şeklinde sırça bir cümleyle tanıtılan Elif Şafak, G. Deleuze – F. Guattari’den Tanpınar’a kadar onda yedi yabancı kitapları önermiş. Bu listenin içinde Elif Şafak’ın “Pinhan”ı, “Bit Palas”ı ya da “Mahrem”i yok. Demek kendisi bile inanmıyor kendi yazdığı o kitaplarının okur için birer “başucu kitabı” olabileceğine... Mesela, Aziz Nesin’in cümleleriyle “hikmet söyleyen bilge şair” olarak tanıtılan Turgay Fişekçi ise Homeros’tan Yaşar Kemal’e kadar onda yedi yabancı kitap önermiş. Ama listesinde kendisine ait tek bir “hikmet söyleyen bilge” kitabı yok... Ben böyle, ha babam de babam, tıkır da tıkır heyecanla inceledim bu “cool” bu “meşhur” yazarların önerdikleri kitapları. Gördüm ki hiçbiri, kendi yazdığı tek bir kitabı bile “başucu kitabı” olarak öner(e) memiş okura. Söz konusu sitede, kendi bölümlerinde en süslü cümlelerle tanıtılan, “hikmet söyleyen bilge şair”ler ya da “şu anda çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” olan romancılar, ya da “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan “çok değerli” ve “çok meşhur” ve “en bi” yazar abiler, yazar ablalar, okura “başucu kitabı” olarak önerecek kadar inanmıyorlarsa kendi kitaplarına, ben neden inanayım onlara? .. Mesela “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan “canımız” Perihan ablamızın on isimlik “başucu kitabı” listesine (kendisi dahil) tek bir Türk yazar bile girememiş her ne hikmetse. (Onun deyimiyle “dumur oldum” yani) Eh be Elif Şafak, eh be “çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” sen bile okura tek bir kitabını öner(e) memişsin “başucu kitabı” olarak; ey “hikmet söyleyen bilge şair” senin tek bir “bilge” kitabın yok mu bana “başucu kitabı olarak önereceğin, haybeye mi yazıyorsun a benim “çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” romancım, a benim “hikmet söyleyen bilge şair”im, a benim “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan Perihan ablam? .. Bu “meşhur” bu “hikmet söyleyen” bu “gözbebeği” yazarlarımızın hepsi, yabancı yazarları okura gönül rahatlığıyla önermiş de; iş Türk yazarlara gelince, ne şiş yansın ne kebap misali, listeye ömürlerini tamamlamış, çoktan mevta olmuş, herkes tarafından zaten kabul görecek klasik isimler üzerinde uzlaşılmış sanki... Bu “meşhur” bu “gözbebeği” yazarların bu davranış biçimi bana televole’leri hatırlatıyor. Televole’lerde falanca “meşhur” şarkıcıya, en beğendiği başka şarkıcıyı sorduklarında, o falanca “meşhur” şarkıcı hep çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş isimleri zikreder ya (!) kendi çağdaşı, kendi “rakibi” hiç yokmuş gibi davranır ya (!) çağdaşlarını onurlandırmayı, “rakip”lerini takdir etmeyi, onları kutsamayı, taçlandırmayı ve yüreklendirmeyi aklının ucundan bile geçirmez ya (!) Çünkü “biz” “başarı”yı başkalarının “başarısızlığı” üzerinde göstermeyi severiz. “Fener” elensin de “Cim Bom” başarılı gözüksün, “Kartal” bu hafta yenilsin de, “Cim Bom” lider kalsın gibi... İşte bu yüzden, o “çağdaş Türk edebiyatının gözbebek”leriyle, o “hikmet söyleyen bilge şair”lerle, o “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan, o “kadınları çorap söküğü gibi söken” o “Batı’nın bize bakamadığı kadar oryantalist” o “çok değerli” ve o “çok meşhur” ve o “en bi” yazar abilerle, ve o “en bi” yazar ablalarla, Türk edebiyatı gittikçe “telebiyat”laşıyor... Bu yüzden her yazarımız, çok yakında, onda on yabancı yazarları önerecek “başucu kitabı” olarak okurlara. Çünkü edebiyat, “telebiyat”ın girdiği kapıda öldürür kendi ruhunu... Çıkar şimdi cebindeki cümleleri sevgili okuyucu...
İsmet Özel okumayı sevenlerin,edebiyatçı yazar Uğur Özakıncı'yı da okumayı seveceklerini düşünüyorum. Ölmeden önce zaman gazetesinde yazıları yayınlanıyormuş. Özgün bir anlatımı var ve oldukça ironik...
An'lamak Aşkın Z'si, Siyah/Hiçliğin ve Mülkiyetsizliğin Öyküleri Ben Bir Kiralık Katilim Yarın Çok Geç Olabilir Sevgilim adlı kitapları varmış.
An'lamak,Uğur Özakıncının zaman gazetesindeki yazılarını biraraya getiren bir kitapmış. Ayna Tutan Çocuk isimli bir senaryo ile sinemaya yönelmiş.
12 eylül döneminde 6 yıl cezaevinde kalmış.
Reklam sekteründe çalışıyormuş...2004 mayısında, bağırsak kanserinden 44 yaşında ölmüş:(
İşte sizlere U. Özakıncı şiirlerinden bir kaç alıntı...
Oysa Bu Benim Son Hayatımdı
benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere ve iki kere ikinin asla dört etmediğine başka yollardan giderdim varacağım yerlere en çok aşksız sevişmelerinize yanardım ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı marks engels lenin stalin mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı kaşla göz arasında anasını satayım benim avuçlarımdan güvercinler uçardı ....................................... ...........................
Yarın Çok Geç Olabilir Sevgilim
yarın çok geç olabilir sevgilim mesela yarın ben ölebilirim ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi kıyısız bir denize açılabilirim artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim ............................................ ...............................
analarınızın memelerine süt bile yürümemişti daha
bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle
yani şimdiki sizin yaşınızda ben
yani deve tellal pire berber iken
diyalektik ve tarihsel materyalizm diye birşeyler vardı
sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık
şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz
faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm
kükürt di oksit civa flüminat molotof kokteyller
öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken
dizlerim tirtir titriyordu ama hiç belli etmiyordum
en illegal cümleleri kurdum ben anlamazsınız
mayınsa bastım sınırsa geçtim ateşse yaktım
ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek
ne zaman doğurdum kendimi ne zaman öldürdüm
ne zaman gözdüm ne zaman gözyaşı
3
benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız
mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere
büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere
ve iki kere ikinin asla dört etmediğine
başka yollardan giderdim varacağım yerlere
en çok aşksız sevişmelerinize yanardım
ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere
kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum
kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız
anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız
amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği
çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı
marks engels lenin stalin
mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca
yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin
bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı
kaşla göz arasında anasını satayım
benim avuçlarımdan güvercinler uçardı
4
bir kez olsun gizli gizli traş olmamıştınız babanızın jiletiyle
oysa ben her gece yüreğimi jiletlerdim yaşadığımı unutmayayım diye
yani ölmek gibi yaşardım ölmek gibi yaşanır mı anlamazsınız
avuçlarım neden sıcak gözlerim neden kanlı ellerim neden uzun
alnım neden açık sesim neden kısık anlamazsınız
bilmezsiniz mesela fünye dişlemeyi dinamit yoğurmayı
sevişirken dimdik bir meme ucunu dişlemeye benzemez fünye dişlemek
dinamit hamuru gözlerini yaşartır adamın kükürtdendir
siz kükürtü sanayi bacalarının dumanlarında kokladınız gözleriniz yaşardı genziniz yandı küfürler ettiniz
5
babalarınız hatırlar on dokuz otuz ana haber bültenlerinden
güvenlik kuvvetlerinin bir hücre evine yaptığı baskın sonucu
yasadışı bir örgütün altı militanı
yasaklanmış yayınlar dinamit lokumları çok sayıda patlayıcı madde
ve ispanyol yapısı astralarla kirletirdi ekranlarınızı
siz biyoloji sınavınıza hazırlanırdınız ben ertesi günkü eyleme
siz üniversite sınavlarına hazırlanırdınız ben o üniversiteyi işgale
bir gül gibi taşırdım anamın o son öpücüğünü ellerimde
nasıl da şaşırmıştım anasını satayım
o cani bakışlarımı bir günlük gazetenin
baş sayfasında gördüğümde
yani şeytan daha rüyalarıma bile girmeden
yastığımın altında yasak kitaplarla uyurdum ben
serin ırmaklar geçerdi düşlerimin içinden bütün kirlerimi yıkardı
benim kirlerim sizin kirlerinize benzemezdi anlamazsınız
ve her ölüm haberinde cayır cayır yanardım
ilk o zaman öğrendim kamboçyayı vietnamı çini
siz lise sıralarında inek gibi hafızlarken istanbulun fethini
ben yeraltlarında devrim nikahları kıyardım gayri resmi ve gayri sevgi
hesap vermiştim karşı cinse zaafları olmayan birine
bir sarhoşluk kadar anasını satayım
bir sarhoşluk kadar ömrüm olsaydı keşke
7
yani bir gece vaktiydi yani dolunaydı yani kaçıyordum
önüm arkam sağım solum denizdi anlamazsınız
kaçarken çocukluğumu hatırlıyordum allah kahretsindi
mermiyi namluya sürmeyi unutmuştum allah kahretsindi
vınlaya vınlaya parçaladı çocukluğumu o mermi çekirdeği
allah kahretsindi anasını satayım
nasıl da mıhlayamadım oracıkta o kahpeyi
8
ben anlamazmış gibi yapmazdım okyanusların derinliğini ölçerdim
yeni lehçeler öğrenirdim batık kentler keşfederdim
sözcüklere yeni anlamlar yüklerdim mesela şarkı söylerdim
kuşlarla konuşurdum yada yoğurt kaplarına çiçekler ekerdim
gecelerin en ürkek yarılarında anasını satayım
pencerelerinizi tıklatıp kaçan varya
işte o bendim
9
diyalektik ve tarihsel materyalizm diye bir şeyler vardı
hani o ukraynalı pos bıyıklı çelik bakışlı adamın yazdığı
hani o sonradan acımasız bir katile çıkmıştı ya adı
kompartıman kompartıman ölüme göndermiş ya eski yoldaşlarını
annem namaz kılıyordu oturma odası ile yatak odasının arasındaki salondaydı
ben masadaydım gözlerimde o adamın yazdığı kitabın son sayfası
hatırlamıyorum şimdi avuçlarımı nasıl iki yumruk yaptığımı
allah yok diye bağırdığımı biliyorum bir tek avaz avaz
bir de annemin bir mitralyöz gibi yanağımda patlayan tokatlarını
sonra araya yağmur girmişti de kurtarmıştım kulaklarımı
bir kavganın arasına yağmur nasıl girer anlamazsınız
nicel birikimin nitel patlamaya dönüştüğü bir andı sizin anlayacağınız
siz yağmurdan genellikle kaçarsınız ya da kara kara şemsiyeler açarsınız
ben yağmurda ağlardım görmesinler diye gözyaşlarımı
ne çok olmuş anasını satayım
ne cok olmus serçelerle konuşmayalı
10
sol komünizm bir çocukluk hastalığı dokuz ışık
hepimizin avuçlarında aynı karanlık aynı korkaklık
aynı sokakbaşlarında aynı yalnızlıktı inanmazsınız
aynı saatlerde aynı örgüt evlerinde
uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermiler hazırlardık
uçları kıl testereleriyle çaprazlanmış mermileri siz anlamazsınız
toplu iğne başı gibi görünür girdiği yerler
çıktığı yerlere mideniz kaldırmaz bakamazsınız
mesela nisandı
perşembeyi cumaya bağlayan mübarek bir akşamdı
kahveye girmeden önce göğe bakmıştım la ilahe illallah
belimde kıpır kıpır ondörtlü ceplerimde iki yedek şarjör
camilerde yatsı namazları ve bir ay ki hilal mi hilal
baktığım köşeden çıktı ismail eşhedü en la ilahe illallah
son yudumunu masada bırakmıştım çayımın ya allah bismillah
tam kırk kurşunla vurdum ismaili dokuz kalibrelik kırk besmeleyle
boşalttığım üçüncü şarjörde ellerime sıçradı hüznü
kırkbirinciyle çöpçüyü devirdim ezberledi diye yüzümü
sonra bir yerlere kapanıp ağladım ay nasıl ağlarsa öyle
ay nasıl ağlarsa öyle ağladım anasını satayım
çingenenin beygirini de vurduğum için
sırf bana melül melül baktı diye
11
şarkılarda türkülerde meydanlarda çırpınırdı karadeniz
ülkücüydüm ben turancıydım ben devrimciydim ben komünisttim bilmezsiniz
karadenizdim ben karadenizin fırtınalarındaki rengiydim
bağlama çalardım bağlama dinlerdim gül ekerdim toprağıma ölüm biçerdim
gökyüzünden yıldız çalardım kimseye çaktırmadan
kağıttan gemiler yapardım kaşla göz arasında
eylemden kırıp lunaparklara gittiğim bile olurdu
mesela denizde taş sektirdiğim şiir yazdığım dilek tuttuğum
mesela günübirlik aşık olduğum dut yemiş bülbüller gibi sustuğum
mesela dilencilere acıdığım da olurdu ağladığım da
uyak olsun diye söylüyorsam namerdim anasını satayım
bir tek iyiliğimi bile yazmadılar zabıtlara
12
faşizm sosyal - faşizm oportünizm revizyonizm
çok tanrılı bir dinin bütün sapmaları yani anlamazsınız
anlamazsınız yani sınıf arkadaşınızı vurdunuz mu hiç
delik deşik ettiniz mi bir parkayı okul çıkışında
ağır çekim izlediğiniz oldumu hiç bir fizik kitabını havada savrulurken
yada hayatınızda iki yüz yirmi voltluk çığlıklar attınızmı
mesela tekme tokat giriştiğiniz oldumu hiç tarih derslerinde tarihe
mesela kaç kere öldünüz nihavent makamında bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
13
hangi sokak başı hatırlar sizi hangi miting hangi korsan gösteri
bir tek polis amca bile görmemiştir gözbebeklerinizi
kıl kadar yalanım varsa namerdim anasını satayım
yarından tezi yok siz de unutacaksınız bu şiiri
14
türkiye cumhuriyeti anayasasını tağgir tebdil ve ilga
yani türk ceza kanununun yüz kırk altıya birinci maddesi uyarınca
iplere çekilirdi çocukluğum siz ip atlarken rüyalarınızda
annemin gözyaşı toprağa düşmeden kırılmış olurdu boynum
boynumun sesi çıtırdak bir çerezin ağzınızda yankılanan sesiydi
akciğerlerimi bir ana rahmihi parçalar gibi parçalardı soluğum
soluğumla bütün şafakları havaya uçururdum
ertesi günkü gazetelerde siz bunları okumazdınız
okusanız bile siz bunları hiç böyle anlamazdınız
mesela mendilinize ihtiyaç duyardım bazen çağırırdım sizi duymazdınız
görmezdiniz çünkü bilmezdiniz çünkü duymazdınız çünkü sağırdınız
yürüdüğüm yollar boyunca omuzlarımda taşıdım sizi
omuzlarımda taşıdım anasını satayım
ne kadar da ağırdınız
dış kaynaklı müzik gibi dış kaynaklı bir şey miydi ölmek
kulağımda anti - emperyalist marşların nakaratları
elimde amerikan malı bir kerpetenle
milyon parçaya ayrılırken ana avrat dümdüz gitmek
ölmek bu muydu ulan
ölmek ardımda bir uçurum gibi bırakıp gitmek miydi hayatı
cenazeme bin kişi katılmış neye yarar
en yakın arkadaşım taşımış siyah beyaz bir resmimi
ne zaman içim dolsa olan bitene
ayıp olur yakışmaz diye ağlamazdım
ağlamak bana ne kadar da yakışırmış anlamazdım
16
yürüdüğünüz yollar uzadı siz küçüldünüz
küçüldükçe dünyayı benim dudaklarımla öptünüz
mesela her polis sorgusunda çorap söküğü gibi çözüldünüz
her şey iyi güzel hoş da beni niye öldürdünüz
oysa miş li geçmiş zamanlardan alıp taşımıştım sizi torunlarınıza
ortaçağdan alıp kuantum fiziğine götürmüştüm sizi
kuantum fiziğini belki anlamazsınız diye şiirler bile yazmıştım
ölümü bile göze almıştım allah belamı versin
kükürt di oksit yani anlamazsınız
pos bıyıklarım vardı üç numara saçlarım ve rooswelt postallarım
parkamın ceplerinde ellerimi ısıtırdı arnavutluk emek partisi
necip fazıl kısakürek ya da nazım hikmet pek farketmezdi
hepsi aynı bokun soyuydu anasını satayım
hepsi bir parça adrenalindi
17
mesela ellerim yankılanırdı çektiğim her tetikte anlamazsınız
çektiğim her pimde birileri çentik atardı bir yerlere
robot resmini çizerlerdi yüreğimin sokak sokak aranırdım
genellikle kaçardım yada dilinizin altında saklanırdım
bir gün tükürürsünüz diye birilerinin yüzüne ağzınızda dolanırdım
anlamazdınız iki bardak rakıyla sarhoş olurdunuz
ağlamazdınız anasını satayım
durmadan yutkunurdunuz
18
hesap soracaktık kahrolsundu kanı yerde kalmayacaktı
yepyeni güneş sistemleri kuracaktık mesela denizler ırmaklara akacaktı
acayip düşlerim vardı anlatsam inanmazsınız
mesela titreyip kendimize dönecektik tarih kitapları bile utanacaktı
aşkı aşk gibi yaşayacaktık ölümü ölüm gibi anlamazsınız
yani tahrip gücü yüksek güneşler gibi patlayacaktık
milyonlarca şiir doğacaktı can çekişmelerimizden
mesela annem bir daha ağlamayacaktı
en serseri sevinçlerimizle bir poyraza uzatıp alnımızı
ellerimizi kollarımızı sallaya sallaya dolaşacaktık bütün meydanları
meydanlarda çocuk bahçeleri meydanlarda panayırlar
ve uğruna sokak sokak öldüğüm bütün şafaklar
çingeneler kucağımda düğün alayları kurulacaktı
yerde kaldı anasını satayım
hepimizin kanı yerde kaldı
19
ben namlu temizlerdim gece yarılarında siz kulağınızı
siz apışaralarında çoğalırdınız ben teksir makinalarında
ben vur emirlerini dinlerdim siz iş emirlerini
sustalı bir bıçak gibi kanatırdım gözlerinizi
ağlardım
ne zaman ağlasam kalbimle dalga geçerdiniz
ve hiç biriniz anasını satayım hiçbiriniz
hiçbiriniz benim kadar ölmediniz
20
yani sizin şarkı sözleri yazdığınız o duvarlara ben
öfkeler yazmıştım ellerim yüreğimde yüreğim silahımdayken
kod adımı bir dağ çiçeğinin adından çalmıştım
soyadımı bir kundağa sarıp cami avlusuna bırakmıştım
annemi rüyamda gördüğüm en son akşamdı
rüzgar bir yalnızlık gibi dağıtıyordu saçlarımı
ilk gördüğüm silah tüccarına anasını satayım
takas ettim bütün yarınlarımı
21
kendi sesimi kalbimde nasıl boğardım anlamazsınız
ilk o zaman öğrendim dilimde kor demirler söndürmeyi
ve söndürdüğüm her demirde bir bıçak olup bilenmeyi
öncem yoktu anasını satayım
sonram let it be... let it be
22
ne zaman kozaydım unuttum ne zaman kelebek
ne zaman ezberledim hüznü heceleyerek
hangi sokağında yürüsem bu kentin
hangi sokağında anasını satayım
adımlarımı kimseye uyduramıyorum
23
gözlerimin içine her baktığınızda göz bebeklerinizdeki yalancının
suratına tükürdüm utanmadınız
bir gece vakti dur ihtarına uymadığım için vuruldum
siz kimseleri ihtar etmediniz
ekmek mayasıyla üzüm sularından küflü şaraplar yaptım
bir kez olsun tatmadınız
tırnaklarımın kirleri karıştı gecelerin kirine
kirlerimi kirlerinizde arıtmadınız
bütün denizlerde boğuldum
bütün ateşlerde yandım
bütün akıl hastanelerinde uyuşturduğunuz her beyin
benim beynimdi anlamazsınız
24
gecen sonbahardan kalma bir şeyler kıpırdanıyor içimde
avuçlarımda eşkiya günlerimden kalma mermi kovanları
ve mayın tarlalarında saklambaç oynadığım çocukluğumla
işte geldim size saklayın beni
kendimden çıkıp size kaçarken sırtımdan vuruldum
üçüncü sınıf bir aranıyor afişinden bakıyorum dünyaya
her sabah endişelerinizle gözgöze geliyor suretim
geçtiğim bütün yollar mayınlı
bütün hudut kapıları tutulmuş
ve yazdığım bütün şiirlerde anasını satayım
taammüd unsuru bulunmuş
25
hatırlamıyorum anasını satayım
ben mi sizi doğurmuştum yoksa
siz mi terketmiştiniz bir dağın eteklerine beni
hangimiz gayri meşru bir ilişkinin piçiydik unuttum
iyi molotof kokteyller hazırlardım aklımda kalan bu
emekli maaşlarınızı alamadığınız bankalarda patlardı
benim ellerim sizin kalbinizdi anlamazsınız
kalbiniz avuçlarımda bir güneş gibi patlardı
işte geldim size ya saklayın beni artık
ya da öldürün beni
şah damarını anasını satayım
şah damarını kestiğiniz
bütün şiirlerim gibi
26
ne zaman unuttum ağlamayı
ağlamak çoğu zaman varolmaktı
sizden ılık bir güneydoğu akşamının
maviliğindeki derinliği istemiştim
sizden yaralı bir kurt gibi
acıyla uluduğum yangınların ortalarında
beni kalbinizin en derin yerlerinde saklamanızı istemiştim
sizden ellerinizi istemiştim
avuçlarınızın içinde size bakarken bütün insanlığa bakmayı
sizden sözcükleri toplayıp çıkararak anlatamadığım herşeyi
kalbimin atışlarından anlamanızı
sizden gözyaşlarınızı istemiştim
gözyaşlarınızda yüzme bilmeyen bir çocuk gibi boğulmayı
hep bir başka hayata ertelediniz anasını satayım
oysa bu benim son hayatımdı
en çok istanbula benzeyen gözlerini sevdim
gözlerinde devrik cümleler gibi bakan kederi
esirgeyen bağışlayan aşkın adıyla başladım sana
erkekliğim bedeninde kimbilir kaç kez hatim indirdi
kimbilir kaç kez yazdım kendimi arka sayfalarına hayatının
faili meçhul bir cinayet haberi gibi
kırlangıç fırtınalarına benzeyen yüzünü sevdim
jilet yansıması gibi yüzüme çarpan yüzünü
yüzünün avuçlarımdaki yasa dışı hüznünü
hani geceyarıları gökgürültülerine kulak kabartır gibi
hani bir ırmağın kendini denize dökmesi gibi
hani iki arada bir derede telaşlı sevişmeler gibi
hani anlarsın ya suçüstü bir aşk gibi
bulup bulup yitirmeyi sevdim seni
ustura suskunluğuna benzeyen ellerini
bana olmadık şeyler düşündüren ellerini
beni içimin gizlisinden alıp her karartma gecesi
en argo şiirlere rehin bırakan ellerini sevdim
bana bu kenti bu ülkeyi ve bu dünyayı
bana bu en ahlaksız çağını zamanın
bana güneydoğudaki çocuk ağlamalarını unutturan
dokunduğun heryerinde bedenimin
sigara yanığı tırnak çiziği yaralar açan
bana kendi uçurumlarında çığlıklar yakıştıran
ellerini sevdim
aruz veznine benzeyen yalnızlığını sevdim
ben senin kendi yalnızlığında
iş çıkışlarındaki caddeler gibi çoğalmanı
cuma akşamları beyoğlunun çalgılı sokakları gibi
bir korsan gösteriye dört koldan katılmak gibi
içimde kalabalıklaşmanı sevdim
çocukluğuma benzeyen yalanlarını
yalanlarında yakaladığım gerçeklerini
gerçekler ki zaten saatli maarif takvim yapraklarının
arkalarındaki maniler gibidir bu ülkede
ülkelerini sevdim her gidişinin ardındaki mide kanamalarımı
nöbetçi eczanelerin uykusuz kalfalarıyla korkuttum
korkularını da sevdim
düşmemek için bir elinle sımsıkı tuttuğun
merdiven korkuluklarına benzeyen korkularını
mutedil dalgalı denizlere benzeyen sevişmelerini
sevişmelerindeki acemi dilsiz alfabesini
patladı patlayacak bir fırtınanın tam ortasında
kendini ölüme bu kadar genç hissetmeni
senin gecikmelerini sevdim
tebdil-i kıyafet beni sevmeni sevdim
dudaklarında bir karanfil gibi ısırdığın fahişe gülüşünü
komisyon vermemek için bir otobüs durağında
tam on altı yerinden bıçaklayıp kaçarak pezevengini
sadece kendin için sattığın gülüşünü sevdim
bir şiire benzeyen uzaklıklarını sevdim
yalnız denizlerde kürek çektiıim uzaklıklarını
bir mülteci gibi bana hep ülkemi özlete
kendimden kaçtıkça seni bulduğum
sana gittikçe kendime vardığım uzaklıklarını
imkansızlığını sevdim
ben seni arkamda bırakacağım en son sözcük gibi
ben seni bir intihar gibi sevdim
2
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani ter kokulu bir belediye otobüsünde
cüzdanını çarptığım kadından kaçarken
sırtımdan vurulup da ellerine düşmüştüm ya
hani bileklerimi jiletlediğim bir akşam
başucumda oturup saçlarıma dokunmuştun
aramızdan imkansız şarkılar geçiyordu
çocuk bahçeleri gibi umutsuzdun
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani ıssız bir sokağın yankılanması gibi
hani son dizesi henüz yazılmamış bir şiir gibi
dudaklarımdan uzak okyanusların bütün mavisini
dudaklarımdan söyleyemediğim bütün sözcükleri
bir öpüşte çekip almıştın ya hani
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
hani birinci şube kapısında dipçiklendiğim akşam
hani bir paket sigara için yeni pabuçlarımı sattığım akşam
hani bir gülüşüne gül olduğum akşam
hani bir damlasına gözyaşının la ilahe illallah
bin dolunayı kurban ettiğim akşam
hani yaklaştıkça kendine doğru kaçan bir ufuk
dokundukça kendine kapanan bir kapı
uçurumlarında sesimi yitirdiğim bir çığlık
ve suskunluğunda burnumun direğini sızlatan
zifiri karanlığında kendimi aradığım bir çocuk
ben senin gözlerini daha önce de gördüm
ben senin gözlerinde daha önce de öldüm
3
bu şehri benzetebildiğim kadar sana benzettim
en sensiz gecelerimde rum batakhanelerinde girit rakısı içtiğim
sabahlara kadar sokaklarında ana avrat dümdüz gittiğim
denizlerine kustuğum caddelerinde yittiğim bu şehre
meydanlarında on bin ağızdan on bin lanet ettiğim
köprülerinde ateşler yakıp aşka boyun eğdiğim
çingene rengi şiirler söyledim diye polislerine rüşvet verdiğim
karakollarında körkütük kan işediğim bu şehre
gündoğumlarında salya sümük ağlayıp kendime geldiğim
kalbimi varoşlarına sığdıramadığım bu şehre benziyorsun
sen çaresizliğimin jilet yarası
annemin konfeksiyon atölyelerindeki hüznünü öğüten
şehir hatları vapurlarında çocukluğumu sattığım
iki yakasını biraraya getiremediğim bu şehre benziyorsun en çok
uğruna bileklerimi kestiğim orospulara benziyorsun
imkansızlığın anlamı kadar imkansızsın artık
kalbime dinamitler döşüyorsun
4
geçmiş bir zamandı kalabalıktık
gelincik tarlalarında bahar çağrıları gibiydi yüzün
hayra yorulmayacak düşler gibiydin
bir ayeti ezberler gibi ezberliyordum yüzünü
sen susuyordun
kuşatılmış bir kent nasıl susarsa öyle
elimi kolumu sallaya sallaya dolaştım senin o ıssız caddelerinde
dilimde dinamitler patladı öyle doluydum ki
uzatsam ellerim göğe değecekti sanki
gökyüzüme dokunsan ağlayacatın
mavinin kaç tonu var bulutlardan öte
ağladığın zaman anlayacaktın
çığlık çığlığa sevişmeler gibiydin
dağ koyaklarında eşkiya ateşleri gibi gizli
ve namlu yatağında sabırsız bir mermi kadar gerçektin
sendin
senin ellerindi akdenizdi
senin gözlerindi bir balıkçı teknesi gibi heyamollarla geçip gitti
sendin
hiçliğimin ilk gecesiydin
olmadık şarkılar dinliyorum şimdi
en ölümcül intiharlar besteliyorum uykulardan uyanıp
zaman zaman mavi yüzlü çocuklar adıyorum tarihe
sonra susuyorum
sonra mutlaka bir şiirle bağırıyorum seni
bütün umutsuzluğumu
bir mayın patlaması gibi gibi bin parçaya ayır
yarın olsun
sen ol
gözlerin olsun
ve hep olsun
aşkın hiçliğimin önüne barikatlar kursun
ne dersin
yolundan dönebilir mi bu kurşun
5
işte yine gittin
ortalığı toplamadım
karnımı doyurmadım yağmura bile aldırmadım
örneğin darmadağın ettiğin alnım
yaktığın ateşin koru
yatağıma bıraktığın deniz kokusu
ve kalbimden silmeyi unuttuğun parmak izlerin
öylece duruyor cinayet delilleri olarak
kanıtlasın diye yokluğunu aklında bir yerlerde yüzde hesapları
ondalık kesirler ve enflasyon oranları
toplanıp çıkarılamayacak
bölünüp çarpılamayacak kadar karmaşık
hiç bilinmeyenli bir denklemi çözmek için
sözlüye kalktım
aşkın kare kökünü aldım sen çıktın
ezbere anlattım bütün intihar yöntemlerini
ve bütün matematik kuramlarında
sıfırın kendine bölünemediğini
herşey bir hesap hatasıydı
yani oradan bakınca vardın
buradan bakınca yoksun
alnımdan güvercinler havalanıyor görmüyorsun
dudaklarım ne zaman bir sözcüğe dursa
kalbim iki rekat aşk için kıblene dönüyor bilmiyorsun
zamanı bin parçaya bölüyorum her sabah
her parçaya bin gül ekiyorum koklamıyorsun
avuçlarımda ormanlarını biriktiriyorum
dağlarına çıkıyorum yağmurlarını yağıyorum
ırmaklarını döküyorum okyanuslarıma duymuyorsun
bütün fiil çekimlerimi senin öznene
bütün aylarımı senin gecelerine
bütün sabahlarımı senin alnına
ve bütün sancılarımı seni doğurmaya adıyorum
katlime ferman çıkarıyor gözlerin
şiirler tutukluyor ellerimi anlamıyorsun
kendimi sırtlayıp apansız giriyorum hudutlarına
mayın tarlalarında acemi bir asker gibi
nasıl bir telaş içinde kalbim
nasıl firar ediyorum kendimden yakalamıyorsun
seni hep büyük harflerle düşünüyorum parantez içinde
ve hep adını tanrının adıyla yazıyorum okumuyorsun
bir denklemin en bilinmez noktasına koyuyorum seni yakışıyorsun
kılıçtan geçirilmiş bir ordunun son neferi gibiyim
yorgun ve terli suskun ve aç mahçup ve yenik
bir sabah ezanı gibi dolaşıyorum sokaklarda
- abonman vay bilet vay
yüreğim dolunay
6
sırtımda iki bıçak yarası
birbirini bulamayan iki ırmak yatağı
ve yağmurun camlarda bıraktığı
jilet kesiği su yolları gibiyim şimdi
bir cinayet dolaşıyor ki parmaklarımda öyle kalleş
ne zaman yokluğuna açsam gözlerimi
ellerim şairliğimi ispiyonluyor kağıtlara
sabıka kayıtlarımın arasında unutulmuı bir kadın
bulut yüzlü gök yüzlü yağmur yüzlü
yazsam hiçbir şiire sığmaz
yazmasam ellerimde kalır hüznü
7
avuçlarını bir yokluğa benzetirdim
ve ne zaman avuçlarına sığınsam
aşka ve hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
hiçliğe dair kederler gelirdi aklıma
aklıma gelen başıma gelirdi
sen giderdin
sen gidince ben de giderdim
biterdim
ben bütün başka kadınlarda seninle sevişmiştim
seviştiğim bütün kadınlarda seni sevmiştim
gün ortalarında ateş böcekleri kadar yalnız ve sahipsizim
artık gitme
yokluğuna uzamasın ellerim
8
bir göçmen türküsü gibi sevdim seni
bir vatan nasıl özlenirse öyle özledim
çingene kızların ceyizleri kadar rengarenk
bıçkın delikanlıların yürekleri kadar yalansız
ve anamın ak sütü gibi helaldim sana
şimdi terkedilecekse bir sehir
senin gibi terkedilmeli
bir yaranın kabugunu kanatır gibi
bir martı havalanır mı dudaklarımın arasından
maviye keser mi hüznüm
bırak bu dalgalar kırılsın dilimde
kan tadında bir bakış olsun yüzüm
9
rezil rusva oldum şiirlerime uykusuzluktan
beynim kalbime yaylım ateşler açıyor şimdi
öyle yoksun öyle yoksun ki
içimde bir vatansız gibi dolaşıyorsun
şakaklarıma dayadığım bir revolverin
son kurşunu gibi saklıyorum seni
ben burada dudaklarımı ısırıyorum
sen orada kanıyorsun
sen kanadıkça bana benziyorsun
ben kimselere anlatamadıkça ellerini
sen bile ben olduğunu bilmiyorsun
10
bir hiçliğe demir atmıştık seninle
ışıklarımız sönüktü pusulamız bozuk
bir kere bir olalım demiştim eşittir birdi
kendine bölünemeyen tek sayıydı o unutmuştuk
beyoğlunun arka sokaklarındaydık
belki de beyoğlu bizim arka sokaklarımızdaydı bilinmez
nefeslerimizde nasıl bir anason kokusu
ve gülücüklerimizin arkasında nihavent makamında kanayan
nasıl fitil işlemez bir şiş yarasıydı hüzün
yağmur arabesk bir şeydi bu saatlerde içimize işliyordu
sen siyanür buharı gibi dolaşıyordun içimde
yasaklanmış afişler gibiydi yüzün
yüzünde bir serçe kendine uyandı bir tek ben gördüm
bu yüzden benim bile umurumda değildi artık
bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedide
bu sokaklarda kaç kez öldüğüm
11
ben sana bir uzun yol şöförü gibi geldim
gözlerimden şerit şerit akıyor hala serseriliğim
üç kağıtçılara uykumu kaptırdım yankesicilere şarkılarımı
şarkılarım ah çocukluğumun allı güllü şarkıları
güldüm mü bu yüzden bir çocuk gibi gülerim
ve kimseler görmez benim dışıma ağladığımı
(artık suskunluğu kendinden menkul bir aşkız
aşkın hiçliğe vardığı noktadayız)
ben senden bir uzun yol şöförü gibi gidiyorum
cantamı topladım artık arkama bile bakmıyorum
hangi kapı daha yakındır bana bilinmez
hangi deniz daha uzak
kalsam
gözlerin beni sırtımdan vuracak
12
yağmur yağıyordu
bütün aşk siirleri böyle başlar biliyorum
ama yalanım yok yağmur yağıyordu
bir tek ben ıslanıyordum
(bir ateşi beraber koruduk rüzgardan
avuçlarımızda bir yerlerlerdeydi aşk
bir sigara içimlik zaman kadar yakın
aramızdaki masa kadar uzak)
dokuz kalibrelik iki mermi çekirdeği gibi
ceplerimi ısıtıyorsun şimdi
yastığımın altında ruhsatsız bir silahsın sen
bütün aramalardan saklıyorum seni
13
kalabalık bir sokağında yürüyorduk zamanın
omuzlarımız çarpıştı bakıştık
ben gözlerindeki yalazı çaldım kimse görmeden
sonra arkama bile bakmadan kaçtım
senin arka sokaklarında arıyorlar beni
kalbim sabıkalı
adım komiserlerin uyurken bile aklında
sen gözlerindeki yalazı çaldırmış bir mağdursun artık
ihbar ediyorsun beni karakollara
iki şişe şaraba satacağım seni
biri rüşvet olsun polis amcalara
14
ben orospu kasıklarda uyumuşum dokuz ay on gün
hangi genelevin hangi odasında hangi uykusuz şöför
çarpıştıysa anamın dölyolunda bilinmez
dna testlerinden dna testlerine koşmuş kadın
ille de bir babam olsun diye
her ne kadar kimyasal yapıları birbirine benzese de gözyaşlarımızın
benimkiler biraz daha piçtir sevgilim
gerisi inleyen nağmeler
gerisi uzun hikaye
kafa kağıdımdaki baba adım beyoğludur
bana sorarsan tüm istanbul geçmiş kadının üstünden ya neyse
gözlerim üçüncü sınıf muhallebici dükkanlarının
sinekli vitrinlerinden yansıyorsa sevgilim
ceplerim gönlüm kadar zengin olmadı benim
gerisi zil zurna sosyalizm
gerisi uzun hikaye
sana viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini anlatmış mıydım
ucuz viski bardaklarının üzerindeki parmak izlerini
anam konsomasyona giderdi üç kuruş beş paraya
assolistler gerdan kırar göbek oynatır
ben bally koklardım hayat bilgisi niyetine
sana bally kokusunu anlatmış mıydım sevgilim
gerçi gerisi halusinasyon
gerisi uzun hikaye
bana bu çatal dil babalarımdan mı kalma
muhtemelen aşıktı onlar da yattıkları her orospuya
belki de bu yüzden bir denizim olmadı hiç
süslü püslü yelkenliler düşünemedim hiç
oysa ben ölmeyi böyle anlamıştım
oysa ben bu martıları senin için ağlamıştım
senin için hazırlamıştım dölyollarımda hayatı
mesela sular gibi çocuklar doğuralım diye
mesela suları maviye boyayalım diye
susalım diye be sevgilim anlarsın işte
en kurak yerlerimizde birbirimize susayalım diye
kendimi senin mecburi istikametlerinde mi yitirdim
işte gerçek bu sevgilim
gerisi uzun hikaye
15
gözlerindeki istanbulu gördün mü nina
ben gördüm
istanbul ya bu
sokar böyle her şarkıya burnunu
yürek desem artık modası geçmiş bir laf
kalp desem mayın tarlası
alkol acemisi bir yeni yetme gibi içimin
en olmadık yerlerine anason kusuyorum nina
bütün sözcükleri jiletliyorum bu akşam aç parantez
elma dersem cık armut dersem çıkma
istanbul ya bu
hani o en orospu halini bilirsin ya istanbulun
hani arkadan vuracakmış gibi bakar ya adama
parantezi kapat nina
gözleri istanbulun en kalleş haliydi
benim ellerim kaburgalarımın arasında
ve iş işten çoktan geçmişti
bu dilde bir şiir yazmamıştım hiç
ağzımda kükürt gibi çiğnememiştim sözcükleri
kıl kadar yalanım varsa namerdim nina
ne me quitte pas... ne me quitte pas
16
yarın çok geç olabilir sevgilim
mesela yarın ben ölebilirim
ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi
kıyısız bir denize açılabilirim
artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana
ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi
yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara
yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim
yarın çocuklarımız bile olamayabilir
gülüşlerini şimdiden sana benzettiğim
gülüşlerini şimdiden dudaklarına armağan ettiğim
denizlere gebe kalamayabilirim
yarın çok geç olabilir sevgilim
bir kılıç kınından sıyrılıp boynumu vurabilir
bir kent bütün sokaklarımla beni alıp götürebilir
yarın çok geç olabilir sevgilim
bilirsin tahammüle kısıtlıdır serseriliğim
öyle deli sevişmeler adadım ki ben sana
yarın çok geç olabilir
17
sana bütün insanlığımla gelmiştim
kavgalarım yenilgilerim ve bütün varoluşlarımla
dilimde artık unutulmuş eski bir denizci lehçesi
yüzümde hep vedalaşır gibi bakan gözlerimle
yalansız riyasız ve dolambaçsızdım
sana bir dağ getirmiştim küçük bir dağ
henüz doruklarına çıkılmamış
sana bir ülke öyle bir ülke ki
sokaklarında çarpışıp
ölmeyi deneyeceğim şimdi
en terbiyesiz şiirlerle seviştim her gelişinde
her gidişinde intiharlar özledim
bekleyişlerinde eskiyen yüzüm
yağmurlar biriktirdi her mevsimden
uzun upuzun bir köprü oldum önünde
geç beni yürü beni bul beni diye
yenildim
dünyanın bu en aşifte yüzünü
asil bir duruş gibi yüzüme yakıştırmayı
yalanları yalanlarla dölleyip sahte cümleler kurmayı
ve plastik aşklar yaşamayı beceremedim
ucundan kenarından tutmaktansa
bir kez dokunup yanacağım seni
doğmamış bir çocuğu yetim bırakıp
ölmeyi deneyeceğim şimdi
.......
kendileri reklamcı olarak bilinsede aslında bir kiralık katildir...
boyle baslıyordu ben bir kiralık katilim kitabı...
kitaplarının yanı sıra siirleri de harkuladedir
soylemek yetmez yazmak lazım...
bi kac siirlerini vereyimde tam olsun
ilk kez bugün okudum ve tarzı çok hoşuma gitti
aradığımı buldum galiba gerçektende etkileyici
ikinci şiir / Uğur Özakıncı
son tren gardan çıkıp kenti baştan başa böldü. içimde bir lunapark ışıklarını yaktı. bir düğüm kendini çözdü. saat o saatti işte masamın üzerinde ay damlaları. hangi sözcüğün ırzına geçsem cümleler biraz daha piçti. ve koskoca bir hiçti kütüphanelerdeki mantık kitapları.
aşk dediğin mayın gibi patlar öğret bunu çocuklarına. böyle şarapnel şarapnel kanatır adamı hesapsız her yürek. mesela sen en uslu uykularda filizlerken kendini oralarda. bir anarşist öldürülebilir buralarda sırtından sözcüklenerek.
hangi sözcüğü çıkarsam artık kınından. nişangahında gez göz arpacıksın. açtırırsan kurumuş su yollarımda birkaç çiçeği artık sen açtırırsın. iki dudak arasında her an okunacak bir idam fermanı, cenaze namazlarında yazılmış bir yakın tarih kitabının son sayfası, panzer tekerleklerine sıkışmış bir ayakkabının hüzne çözülmüş bağcığı, gibi çözülmüş, gibi kırılmış, gibi acıtılmışız. doğarsa en serin şafaklarda doğar bizim kızlarımız. ve artık biz ağlarsak bir tek aşka ağlarız.
belediye zabıtalarının sokak köpeklerini itlaf ettiği saatlerde ben, aşkı böyle hep siyah mürekkeplerle yazdım. bütün harflerini tükettim anadilimin bir tek sözcük için. soldan sağa yukardan aşağı üç harfli bir bulmaca için, bin harfli bulmacalarını çözdüm gözlerinin. senin kıblene dönükse bütün seccadelerim artık, yazanlar küçük harflerle yazmışlar demektir bizi bir kez. ve hiçbir satırbaşı artık bizi böyle kabul etmez.
birinci kapı / Uğur Özakıncı
beni, iki buçuk yıl boyunca sürgün cezamı çekeceğim güneydoğu’nun en uç kasabasına götüren otobüs, bir benzin istasyonunda mola vermişti. yaklaşık dört saattir otobüsün arka sıralarından birindeki koltuğumda, zaman zaman elimdeki kitapla, zaman zaman da otobüs penceresinden akıp giden dış dünyayla oyalanıyordum.
beş buçuk yıllık bir hapishane hayatından sonra bedenim oldukça yorgun düşmüş ve iyice dayanıksızlaşmıştı. onca saat bir koltuğa çakılı olarak yolculuk yapmaktan, bütün kaslarım uyuşmuştu.
otobüsün şoförü koltuğundan inerken, muavin “ on beş dakika buradayız sayın yolcularımız. çay ve ihtiyaç molası diye bağırınca, sırt çantamı alıp benzin istasyonunun harap tuvaletine yöneldim. elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmek, bir şeyler içip biraz dinlenmek istiyordum.
tuvaletin bulunduğu döküntü barakanın tek bir kapısı vardı. içeriye girmek için kapıyı ne kadar ittimse de açamadım. aralık olmasına rağmen içerdeki bir şeyin, kapının açılmasını engellediğini fark ettim. dışarı çıkıp tuvalet camının altındaki varilin üzerine sıçrayarak içeriye baktığımda ürktüm. geniş bir kan birikintisinin ortasında yüzükoyun bir adam yatıyordu. dönüp kapıyı iyice zorlayarak açmayı başardım. gözüme ilk çarpan şey, adamın sağ elindeki jiletin parlaması oldu.
çantasının üzerine devrilmiş öbür eliyle bir kağıt parçası tutuyordu. kağıdı dikkatle aldım. düzgün bir el yazısıyla yazılmış ve “hiç kimseye...” diye başlayan bir mektuptu.
adamın üzerinde benimkine çok benzeyen siyah, deri bir ceket vardı. yer yer beyazlaşmış saçlarından ve yatarken bile belli olan yıkık omuzlarından, kırklı yaşlarında olduğu ortadaydı.
bileğinden sızan ve incecik bir yol çizerek tuvalet deliğine akan kan iyice pıhtılaşmış, koyu ve kirli bir renge dönüşmüştü. keskin sidik kokusuna karışan kan kokusu içimi bulandırmaya başlamıştı. ürkeklik ve kararsızlık arasında eğilip, adamın yüzünü kendime çevirdim. şehirli bir yüzü vardı. kırışık teni buz gibi soğuk, yeşil ve donuk gözleri korkunç bir şey görmüş gibi açıktı.
tuvaletten çıkıp muslukların olduğu köşeye yaslandım, adamın elinden aldığım buruşuk kağıdı açtım. daha ilk satırdaki “hiç kimseye” sözcüğü beni heyecanlandırdı:
“...kendimi hiçbir yere, hiçbir vatana ve hiçbir bayrağa ait hissetmiyorum artık. bir yere varmak değil, sadece gitmek duygusu çekiyor beni. ana avrat dümdüz çekip gitmek bu öldürgen hayattan...”
ilk kez gerçek bir intihar mektubu okuyor olmamın heyecanıyla titredim. sıradan bir mektup değildi. bir hesaplaşmanın, suçlamanın ve iç kırılganlığının bu ağırlaşmış sözcüklerini okudukça kalbim acıyordu. sanki direnebildiği kadar direnmiş, sonunda yenilmiş, işgal edilmiş, yağmalanmış ve onuru kırılmış bir ülkenin sokakları konuşuyordu satırlarda:
“...buz üstüne yazılar yazdım. camların buğusuna, denizin kumsalına, alnımı yalayan rüzgara. buz eriyecek, cam silinecek, kumsal yıkanacak ve rüzgar duracak da olsa; buzun ömrü, buğunun direnci, kumsalın büyüsü ve rüzgarın hızı kadar yaşayabilmek içindi. bu yüzden her söze esirgeyen ve bağışlayan aşkın adıyla başladım. belki de bu yüzden hiçbir kadın bağışlamadı beni. hiçbir çocuk babalığımı, hiçbir baba çocukluğumu kabul etmedi.
kendi kendimin kadını, erkeği, çocuğu ve babası olmayı; kendi kendimi doğurup her sabah, ruhumu en yüksek uçurumlardan atmayı öğrendim. kendi ateşimle ısıtmayı kalbimi ve cinayetler gibi susmayı...”
ben mektuba dalmışken, tuvalete gelen başkaları manzarayı görüp ortalığı çoktan velveleye vermişti. benzin istasyonunun pompacılarından biri diğerine, adamı sanki daha önce görmüş gibi hissettiğini anlatıyordu. benzin istasyonunun kahvehanesinde çaycılık yaptığını sonradan öğrendiğim kıvırcık saçlı ve yüzünü kızıl ergenlik sivilceleri kaplamış olan genç çocuk donakalmıştı. bir süre sonra “o bir şairdi” dedi, fısıldayarak. “şair miydi” diye şaşkınlıkla sordu kısa boylu pompacı. “evet şairdi....” diye onayladı çaycı genç. “..bir saat önce burada mola veren otobüsün yolcusuydu. birkaç bardak çay içti. bana birkaç şiirini vermişti. çok kısa bir zamanda sohbet bile etmiştik. güzel ama umutsuz konuşuyordu hep. otobüs muavini moladan sonra bir yolcu eksik diye çok aradı onu. bulamayınca gazladılar.”
adamın yüzükoyun uzanmış cesedine bakan herkesin yüzünde farklı bir ifade vardı. kimileri acıyan, kimileri sorgulayan, kimileri anlamaz gözlerle bakıyordu. ama ortak duygu şaşkınlıktı.
yıllar önce “her intiharın arkasında mutlaka bir soru kalır” demişti çok eski bir arkadaşım. oysa bu intiharın arkasında sadece cevap vardı. ve o cevabın bütün harfleri, elimde tuttuğum mektubun satırlarında sözcük sözcük yürüyordu.:
“...kimliksiz dolaşmanın bedelini her şekilde ödedim. hiçbir kimlik kontrolünden geçemedim. oysa benim bedenimden dokuz kalibrelik mermiler geçti. benim ruhumdan yangınlar geçti. aklımdan sorular, sesimden sesler, sözümden sözler geçti. yüzünü yüzümde unuttu hüzün.
rüyalarımda, elleri sopalı bir yığın adam, neresi olduğunu bilmediğim bir şehir meydanında, serçeleri döverdi hep ve acırdı ağzım her ölü kuşa bir isim koymaktan.
belki de bu yüzden ben bütün uykularımdan hep nihavent makamında uyanırdım.
selvi ağaçları gibi yaşlanmaktan bıktım. bir mezarlıktan bir başka mezarlığa taşıdım hayatı ve toprak, yaşamak istediği için linç edilenlerin sesini çürütüyordu.
bütün denizlerde boğuldum. bütün ateşlerde yandım. bütün akıl hastanelerinde yattım. dur durak bilmeyen bir kaşif gibi, uzun yollar boyunca yorgun ve terli, suskun ve bilge, aykırı ve sıradan, ölümcül ve doğurgan; aşkla tutkuyu, sadakatle ihaneti, hayatla ölümü, alçaklıkla erdemi, namusla namussuzluğu, yalanla doğruyu hep bir arada gördüm. işte bu yüzden, ne zaman sevişmek gelse aklıma, içime kan parçaları tükürdüm ve sonunda kendimi çaldım tanrıdan.
çakmak taşları gibi sözcükleri çarpa çarpa, belki yakacağım bu mektubu da...
hangi aynaya baksam, en usta aynacıların döktüğü bütün sırları deliyor suretim ve artık hiçbir şiire inanmıyorum. hiçbir yerden geliyorum ben ve hiçbir yere gidiyorum...”
sarsılmış ve öylece kalakalmıştım. iyice çürümekte olan kan kokusu, önce tuvaletteki her kokuya karışıyor, sonra dalga dalga burun deliklerimden girip genzimi yakıyordu.
jandarmalarla gelen hükümet tabibi cesedi uzun uzun inceledi. çantasından çıkardığı basılı formların nokta nokta bırakılmış boşluklarını elde ettiği verilerle dikkatlice doldurdu.
benden başka hiç kimsenin bilmediği mektubu çantama attım. ceset, bir kamyonetin arkasına yüklenip kasabaya yollanırken, adamın yüzüne bir kez daha baktım. ne kadar da bana benziyordu.
jandarma minibüsüne doldurarak, ifade vermek üzere hepimizi jandarma karakoluna getirdiler. aklım fikrim adamın çantasındaydı. ortalık karışmadan önce, mektup gibi çantayı da apartabilirdim. bunu yapmadığım için kendime çok kızdım.
karakolun koridorunda kendimi en sonlara attım. böylece gözden uzak olabilir, en azından sıra bana geldiğinde, jandarma astsubayına çantayla ilgili bir şeyler sorabilir ve belki çantanın içinde neler olduğunu bile görebilirdim.
diğerlerinin ifade verdiği odadaki daktilo aralıksız şakırdıyordu. onun hemen yanındaki odanın kapısı aralıktı ve o aralıktan görebildiğim kadarıyla, jandarma astsubayı bir telefon görüşmesi yapıyordu.
astsubayın oturduğu masada adamın eskimiş kahverengi çantası öylece duruyordu. astsubay telefon ahizesini yerine koyar koymaz fırlayıp odaya daldım. astsubayın şaşkın gözlerine yumuşak bir ifadeyle bakıp “adamın çantasını merak ediyorum...” dedim “...kimmiş, neciymiş, neden öldürmüş kendini. bir ipucu bulabildiniz mi.” astsubay meraklılığımdan endişelenmiş bir sesle “bu artık adli bir mesele, bir şey söylemek gereksiz” dedi. en ikna edici ses tonumu takınıp “ama onu ben buldum. bu kadar merak etmeye hakkım olsun artık” dedim gülümseyerek.
astsubayı da gülümsetmeyi başarmıştım. göğsüne yasladığı çantanın kopçalarını açmaya çalışırken “kimliği hakkında merkezden bilgi aldım biraz önce...” dedi “...bir şair olduğu sanılıyor. siyasi nedenlerle sabıkalıymış. bazı yazıları nedeniyle beş buçuk yıl tutuklu kalmış. tahliye olduktan birkaç gün sonra sürgün cezasını çekmek üzere yola çıkmış. bindiği otobüs o benzin istasyonunda mola verdiğinde umutsuzluğa kapılmış olacak ki, tuvalette bileğini kesmiş. ailesi yok. yarın bir tutanakla kimsesizler mezarlığına defnedilir ve bu konuda kapanır.”
bir jandarma eri içeriye iki bardak çay bıraktı. topuk selamı verip çıktı. astsubay çantayı açıp ters çevirdi, masaya doğru silkeledi. çantadan masaya birkaç tane sarı saman kağıdı, bir kurşunkalem ve bir paket de jilet düştü.
masaya yaklaştım. astsubayla birlikte, üzerleri yazısız olan kağıtlara baktık. masada duran jilet paketine astsubayla aynı anda uzandık. ama o, paketi benden önce kaptı. “herhalde bunlardan birini kullanmış olmalı” dedi.
jilet paketini astsubayın elinden aldım. “bende kalabilir mi “ dedim, heyecanla. “bu imkansız...” dedi “bunların zabıtlara geçirilip teslim edilmesi gerek. hem alt tarafı bir jilet paketi, neden istiyorsunuz.”
birkaç saat önce alelacele açılıp, içindeki jiletlerden biri, şairin damarlarındaki kanı fışkırtan paketi teklifsizce cebime attım ve “çünkü ben de şairim” dedim. astsubay küçük bir kahkaha atıp “peki ama...” dedi “...onları tıraş olmak dışında başka bir amaçla kullanmayın lütfen.”
içtiğim birkaç bardak çay ve sigaradan sonra, diğerleri gibi benim de ifadem alındı. adım, soyadım, ana adım, baba adım, doğum tarihim, doğum yerim, dinim, tabiyetim, ikamet adresim, mesleğim ve medeni halim; sordukları her soru varlığımı kanıtlamaya yarayan birer ipucu gibi, daktilonun şakırdamaları arasında, anlamlı birer cümle olarak kağıda geçiyor ve her şey bir belge halini alıyordu.
ifademi alan esmer ve yüzü sivilceli jandarma çavuşu yüzüme bile bakmadan, nereden geldiğimi ve nereye gideceğimi sordu.
“hiçbir yerden geliyorum...” dedim, cebimdeki jilet paketini avuçlayarak “...ve hiçbir yere gidiyorum.”
Canısı bilmiyorlar Uğur abimizi diyordun görmüyorlar...
An'lamak isimli kitabı dün bitirdim, oradan aldığım bir yazıyı da ekleyeyim dedim.
‘İdare et be abi…’
Kaderimde göçebelik olsa gerek. Göçmen bir aileden geliyorum, her yıl mutlaka bir evden bir eve taşınmak zorunda kalıyorum, bir yere yerleşmeyi, orada kök salmayı, anlarla büyümeyi, balkonlarımı yaşı yaşıma yakın çiçeklerle donatmayı hiç beceremiyorum. Hem bu yüzden, hem de mülksüzlüğe inandığımdan, benim çok fazla eşyam olmamıştır hiç. Taşındığım her evde ilk uykuma ‘acaba bu evden başka bir eve ne zaman taşınacağım’ düşüncesiyle dalarım. Çok yuvarlanırım, yosun tutamam bir türlü…
Kaderde böyle göçerlik olunca, nakliyecilerin, su tesisatçılarının, marangozların, boyacıların, temizlikçilerin gediklisi oluyor insan. Kiraladığım her eve taşınır taşınmaz, su tesisatçılarına ilişkin sorunlar ilk tepe binen sorunlar olmuştur hep. Artık kendi tamiratlarımı kendim yapacak kadar zaman oluşturamadığım için de hemen bir usta çağırmak işin en kolay yoludur benim için. Bakarım kartvizit defterime, üzerinde ‘itinalı fenni tesisat yapılır.’ yazan, artık iyice eprimiş bir kartviziti çıkarıp ararım ustayı. ‘Ne o abi, yine mi taşındın yahu? ’ der ilk söz olarak usta. Sonra atlar gelir yeni adresime…
İşte o andan itibaren, her şey yıllardır nasıl oluyorsa öyle olur. Mesela bir şofben takacaktır usta, ve alt tarafı genel olarak da tesisatı şöyle bir elden geçirecektir. Çantasını açar, takım taklavatını çıkarır, eldivenlerini takar; kenevirini, teflonunu hazır eder ve hışımla koyulur işine. Ben çalışma odamda kitaplarımı yerleştirirken, banyodan mutfaktan gelen takır tukurlarla birkaç saat katlanmak zorunda kalırım. Çıkan gürültüler bazen beni endişelendirir ve gözucuyla bizlerim ustayı, o ‘itinalı fenni tesisat’ çalışmasına bakarım.Ustanın elinde plan falan yoktur. Tesisat nereden nereye ve nasıl döşenmiş bilmemektedir, borular kaç yıllık, dirsekler nerelerde çürümüş merak bile etmez. Tesisatta bir sorunla karşılaşmışsa sorunun olduğu noktadan geriye, Yaradan’a sığınıp duvarları kıra kıra ilerler sorunun nedenine doğru. Elbette ki bulamaz. Benim şimdiye dek tanıdığım hiçbir ‘itinalı fenni tesisatçı’ bu yöntemin dışına çıkmadı. Evime gelen her ‘itinalı fenni tesisatçı’ tesisatı genellikle duman edip bıraktı. Sorunu çözmek yerine, sorunu asla çözülemez hale getirmekle yetindi. Bunlardan bir tanesi taşındığım evlerden birindeki toplam dört adet musluğun üçüne kör tıpa yaparak gitmiş, giderken de ‘bekar adamsın abi, bir musluk, adam olana çok bile’ demişti. O ustanın kör tıpalarını açtırmak ve tesisatı tekrar kullanabilir bir hale getirmek için, onun ardından iki ayrı ustayı daha çağırıp iki ayrı yevmiye daha vermek zorunda kalmıştım…
Bir defasında, şofbenimi bağlayan bir ustaya ‘Tamamdır abi, gel bak…’ diye beni banyoya çağırdığında gördüğüm manzara karşısında dilim tutulmuştu. Çünkü şofben, duvarla arasında 45 derecelik bir açıyla banyonun tavanına doğru bakıyordu. ‘Bu ne yahu? Post-modern tesisat mı bu? ’ dediğimdeyse, usta ‘İdare et be abi, spiral boru kalmamış elimde.’ Demişti pişkin pişkin. Ve elbetteki parasını alıp gitmişti. Sonra ben bir başka ustayı çağırmıştım, onu düzeltsin diye…
Tamam sevgili okuyucu, kısa kesiyorum, ‘Bize ne kardeşim senin ‘itinalı fenni tesisatçı’larından..’ dediğini duyar gibi oluyorum. Peki ama biz bu ‘İdare et abi…’ lafını hayatımızın her alanında duymuyor muyuz aslında? Mesela oy verdiğimiz, seçtiğimiz, milletvekili, bakan, hatta başbakan yaptığımız politikacılar; Anakara’ya taşınmalarından itibaren, seçim vaatlerinin zerresini gerçekleştiremeyince ‘İdare et be abi…’ demiyorlar mı bize? Tıpkı ‘İtinalı fenni tesisatçılar’ gibi, birinin duman ettiğini düzeltsin diye bir başkasını çağırmıyor muyuz? Onlar ortalama olarak her dört yılda bir yevmiyelerin cukkalayıp gidiyorlar. Olan bizim ‘tesisatlara olmuyor mu? Kör musluklar çakılmıyor mu ekonomi musluklarımıza? Sonra onları tekrar (en azından) eski haline getirsin diye bir başkasını aramıyor muyuz? Ustalarımızın kartvizitlerinde de ‘İtinalı fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazmıyor mu aslında? Bize kendilerini öyle tanıtmıyorlar mı? ..
‘ İtina, fen ve tesisat’
Benim şimdiye kadar tanıdığım ve kartvizitinde ‘İtinalı fenni tesisat yapılır.’ Yazan hiçbir su tesisatçısı, ‘itina’, ‘fen’ ve ‘tesisat’ sözcüklerinin anlamını bilmiyordu. Bir keresinde tepemi attıran birini karışma alıp ‘Bak kardeşim! ..’ demiştim ‘Bak kardeşim, ‘itina’ yaptığın işe sevgi duymanı, ‘fen’ yaptığın işi bilgiyle yapmanı, ‘tesisat’ ise yaptığın işin bir sistemi olduğunu vurgular.’ Dediğimde adam ‘Abi çok biliyorsan niye çağırdın ki şimdi beni yani? ’ deyip duvarları ha babam de babam kırmaya devam etmişti; ta ki, yan dairenin borusunu patlatıp, beni komşumla gırtlak gırtlağa getirene kadar…
Çok ileri gitmiş olmak istemem; ama ben şimdiye dek, televizyonlarda, seçim meydanlarında, kıraathanelerde dönenip duran ve kartvizitlerinde ‘İtinalı fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazan hiçbir politikacının da gözlerinde ‘itina’, kafasında ‘fen’ ve icraatlarında ‘tesisat’a ne yazık ki rastlayamadım…
Şimdi önümde, üzerinde ‘İtinalı Fenni iç ve dış siyaset yapılır.’ Yazan bir yığın kartvizit var.Kiminin çantasında ‘Amerikan lokma anahtarı’ kiminin çantasında ‘İngiliz anahtarı’ telefon başında bekleşiyorlar. Ama biliyorum ki, hangisini çağırırsam çağırayım, gelecek olan, komşumun borusunu patlatıp beni onunla gırtlak gırtlağa getirecek. Sonra da pişkin pişkin yüzüme bakıp ‘İdare et be abi..’ lafını, giderayak AB’ye de söylediler. Ama AB ülkelerinin dilinde böyle bir deyim yoktu…
Yavaş yavaş iş başa düşüyor galiba sevgili okuyucu; tulumları giymenin, kolları sıvamanın ve bir takım çantası edinmenin vaktidir…
TAŞ' OLMAK...
‘Dünle beraber gitti cancağzım,ne kadar söz varsa düne ait.Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.’
Demiş ya Mevlana; şimdi yeni şeyler söylemek lazım cancağzım.Ya da susmak lazım böyle,sözün bittiği yerde,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir kara kadın.Otuzunda var ya da yok.Ağzı burnu cerahatli yaralar içinde.Sineklerin biri kalkmadan ağzının kenarından,biri konuyor Afrikalı kirpiklerine.Kolum kadar kalmış bedeninin üzerinde koskocaman bir kafa,koskocaman,fal taşı gibi iki kara göz,yüz karası bir açlık ve dipsiz bir karanlık içinde bakıyor gözlerimin içine.İki taşın arasında titreye titreye çeltik elleri,bir yaralı kedi gibi kıvrılıp,bırakıyor son nefesini.Utanıyorum kaşık tutan ellerimden.Dalga dalga gelip gırtlağımda düğüm oluyor bütün insanlığım.Yutkunamıyorum.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir ölü çocuk.Altısında var ya da yok.Onun başlatmadığı bir savaşın ortasında,füzelerin harap ettiği bir enkazdan çıkarılıyor paramparça bedeni.Filistin gözlerinde kirli bir ay yansıması.Öylece bakıyor ölü gözleriyle kalbime.Kardeşinin dişleri sımsıkı kenetli.Ertesi gün için taş dolduruyor ceplerine.Babasının gözleri iki koca buz dağı,babasının elleri Tanrı’nın elleri.Kucaklayıp koyuyor bebeğini lekesiz bir çarşafa.Utanıyorum bu atan kalbimden.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir delikanlı.Yirmi üçünde var ya da yok.İstemiyor dünyanın iliğine kadar sömürülmesini.Az gelişmiş ülkenin insanları derin bir uykudayken,o ‘Az gelişmiş ülkelerin borçları silinsin! ’ diye bağırıyor sosyete ülkelerin başkanlarına.’Silahlanmaya ayrılan bütçeler eğitim için kullanılsın! ’ diye bağırıyor.’Nükleer atıklar çevreyi kirletiyor! ’ diye bağırıyor.’Afrika’daki aç çocuklar doyurulsun! ’diye bağırıyor.Sesinden ve kaldırım taşlarından başka silahı yok.Sesi sesime kavuşmadan,Genovalı beyninde patlıyor bir Carrabinier mermisi.Oracıkta duruyor dünya,oracıkta duruyor zaman.Kanın da sesi vardır şairlerden başkası bilmez; cayır cayır yakıyor kulaklarımı şakaklarından süzülen kan.O mu ölüyor oracıkta,yoksa ben mi ölüyorum burada meçhul.Sadece susabiliyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde öğrenci bir kız.On üçünde var ya da yok.Koltuğunun altında okul çantası,başörtüsünün altına saklanmış saçları ve ana sütü kadar temiz,bembeyaz alnıyla; penceremin önünden geçiyor her sabah gibi yine gülümseyerek.ardı sıra güneşler,ardı sıra yelkovan kuşları,ardı sıra üç el silah sesi.Fırlayıp bütün mahalle koşuyoruz caddeye.’Namusumuzu temizledim! ’ diye haykırıyor başında karayağız bir delikanlı.’Buraya kadarmış ağalar…’ diyor.’…tutturdu okuyacağım diye.İnat etmeyip evlenseydi Kürşat emmimin oğluyla,ben de vurmazdım bacımı…’Sonra tutup kaldırım taşına vura vura parçalıyor tabancasını.Uzanıp Doğulu ellerini tutmak istiyorum kızın.Öyle bir su gibi bakıyor ki katiline,nefesimi nefesine,ruhumu ruhuna akıtmak istiyorum gitmesin,göçmesin diye.’Bırak abi…’ diyor berberin kalfası’…Öldü galiba…’Dişlerimi dişlerimden ayıramıyorum.Sadece susuyorum işte cancağzım,tepeden tırnağa taş keserek…
Sözün bittiği yerde bir şair.Yetmiş birinde var ya da yok.Artık iyice ağırlaşmış bedenini,bir huzurevinden bir başka huzurevine,ruhunda bir kambur gibi taşıyor.Tıpkı şiirleri gibi ‘hain hain ‘bakıyor gözleri fotoğraflardan.Kavga etmediği adam kalmamış ömründe,kimin adını söylesem ‘Çek kuyruğundan…’ diyor.Kimseyi sevmiyor,kendisini bile.O iflah olmaz hırçınlığını,muhalifliğini kendime benzetiyorum biraz,ya da kendimi ona.Geceleri ayın en gizli olduğu saatlerde,kalkıp küçük küçük taşlar atıyor karanlığa.’Deliyim ben …’ diyor içinden’…Deliyim ben…’Yolunun sonuna geldiğini hissediyorum.’Ölecek bu adam yakında…’ diyorum kendi kendime’…Ölecek bu adam yakında ve kimsenin umurunda değil bu…’İyi bir fotoğraf makinesi satın alıyorum,iyi bir ses kayıt cihazı satın alıyorum.Kalkacağım gideceğim ona,yanımda kavgalı olduğu başka şairlerle,fotoğraflarını çekeceğim,sesini kaydedeceğim,kavgalarına tanık olacağım.Hiç anlatmadığı kadar anlatacağım o Datçalı ihtiyarı diğer insanlara.Ama ha bugün,ha yarın erteliyorum.Bir gece rüyama giriyor bütün hırçınlığıyla ‘Nerede kaldın ulan…’ diye yürüyor üstüme rüyamda’…Hani gelecektin,hani söz vermiştin? ..’Ter içinde fırlıyorum yataktan.Saat sabahın üçü.Bir sigara yakıyorum.Ayın en gizli olduğu saat.Bomboş gözlerle baktığım bahçemin karanlığına bir taş düşüyor.Bir ses ‘Deliyim ben…’ diye fısıldıyor odamın içinde! ...Deliyim ben…’ Sabah olur olmaz koşuyorum gazete bayilerine.Aldığım ilk gazetede kibrit kutusu kadar bir alanda okuyorum öldüğü haberini.Eve dönüp fotoğraf makineme film takıyorum.Ses kayıt cihazını çalıştırıyorum.Ve sadece susabiliyorum…
Dünya soğudu cancağzım.Kalpler soğudu.Dudaklar soğudu.Dört yanımızdan dört nala bir karanlık koşuyor üstümüze.Öyle ağır ve öyle koyu bir karanlık ki,ustura bile kesmez.Bütün ışıkları yaksak bile,her bizimiz birer ışık olmadıkça kar etmez…
Söyle şimdi cancağzım,böyle susup taş kemsek mi daha onurludur,yoksa bir taş olup,Afrika’da aç bir kara kadının ellerinde çeltik ufalamak mı? ! Filistin’de kardeşi füzelerle vurulmuş bir çocuğun sapanında,İsrail mevzilerine atılmak mı? ! Genova’da dünya sömürüsüne direnenlerin avuçlarında,ceplerinde taşınmak mı? ! İstanbul’da,bacısını vuran bir delikanlının tabancasını parçalamak mı? ! Ve yalnızlıktan delirmiş bir şairin,öfkeli elleriyle fırlatılmak mı karanlığa? ! ...
Söyle şimdi cancağzım artık susma…!
Uğur Özakıncı
BENİM ADIM 'SU'
Ben güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup çağıldardım günbatımına doğru.
Eflatun şafaklar yakamozlanırdı üzerimde.Titrerdim…
Her renkten bin renk doğurup yansıtırdım yine size.
Sabahları gecelere,geceleri sabahlara kavuşturup,şarkılar taşırdım dört dilde dört bir yanıma; hani o dudaklarınıza takılan,düğünlerde söylediğiniz…
Ben,geçtiğim her yerinizi,dokunduğum her toprağınızı,ıslattığım her yüreğinizi bereketimle kutsardım.
Her yaştan,her dinden,her renkten çocuğunuz benimle yıkanmadı mı yüzyıllardır?
Ağularınız ıbende arıtmadınız mı,günahlarınızı bende temizlemediniz mi? ..
Siz batıya giden yolları benden sorardınız.Yıldızlarınız saçlarını benim şarkımda tarar,hayatın ilk damlasını bende tadardı göbeği yeni kesilmiş kızlarınız.
Bilgeleriniz kıyılarıma oturup kıyısızlığı konuşurlardı sabahlara kadar.Nice çaresizin gözyaşı karıştı tuzuma,ve kellesine ferman çıkarılmış nice yiğidin kanı…
Ben,önüme örülen her duvarı yerle yeksan eder,yönümü değiştirmeye yeltenen her gafili denize dökerdim.
Ben,çatlamış dudaklar için akardım; kurumuş yürekler ve tomurcuğa durmuş tohumlar için…
Benim adımın geçmediği tek bir tarih kitabı bulamazsınız.Çünkü bir kıyımda ölülerinizi yıkardınız,öbür kıyımda kılıçlarınızı; bir kıyımda köleliğinizi ağlardınız,öbür kıyımda isyanlarınızı; bir kıyımda hayatı döllerdiniz,öbür kıyımda ölümü…
Bütün sırlarını bana kusardı yüreği alazlanmış genç kızlarınız; ve cepheden bir mektup bekleyen analarınız,gelip bana yanardı hasretlerini.
Ben,tepeden tırnağa susku kesilip dinlerdim…
Benimde ağladığım olmuştur elbet.Ama ben,kimseler görmesin diye,yağmurlarda ağlardım hep.Vakur ve onurluydum.Yağmurlarda yıkanır dolar dolar boşalırdım.Nasıl da armağanlar taşırdım size.Nasıl da hoş görürdüm sizi,bir uçtan bir uca kıpkızıl kan kesilmişken bile…
Zengindim.Çeşit çeşit kayalıklar,en cilvelisinden yosunlar,birbirinden parlak taşlar,ve artık asla göremeyeceğiniz bin çiçekli kökler büyütürdüm içimde.Rengarenk balıklarım vardı.
Her biri ayrı huylu,her biri ayrı dilden,her biri ayrı güzel.
İçimdeki her bir mercanın kıblesi bir diğerinden farklıydı.Ama hepsi benim içimde,hepsi birbiriyle barışık,hepsi birbirine dosttu.Çünkü onlar için benim dışımda hayat yoktu…
Dört yön,yedi iklim,on altı rüzgar; ne zamanki konuşur oldu bu zenginliğimi,işte o zaman herkes gibi siz de içime baktınız,içimdeki bütün bu zenginliğin en ücra köşelerine kadar baktınız…
Ve bir gün,bütün ağlarını alıp,bütün zıpkınlarınızı getirip,bütün zehirlerinizi buharlayarak geldiniz kıyılarıma.Baktınız.İçime baktınız.Aylarca baktınız.Yıllarca,yüzyıllarca…
Sonra öle bir daldınız ki içime,zıpkınlarınızla öyle bir daldınız ki içime,allak bullak ettiniz beni.Nereye akacağımı,nasıl akacağımı şaşırdım…
Çığlık çığlığa karıştı bütün balıklarım.Ayaklarınıza dolanan yosunlarımı kılıçlarınızla böldünüz.Peşine düştüğünüz balıklarımın ardından gerip gerip boşalttığınız zıpkınlarınız mercan kayalıklarımda kırıldı.Ama tek bir damla kanamadım…
Sonra tekrar geldiniz.Bu kez sadece oltalarınızla geldiniz,ve hiç gitmediniz…
Zıpkınlarınızın nişanlayamadığı,ağlarınızın dolayamadığı,kılıçlarınızın kesemediği her bir zenginliğimi,oltalarınızla tek tek avladınız…
Oysa bir su,sadece ıslak bir şey olmasının ötesindedir.Bu yüzden hep içi merak edilir ya; dibi,kaya aralıkları,yosunlarının arkası,ve en ücra karanlıkları…
Avlayabildiğiniz her balığımın ardından diğerleri birbirine düştü.Öyle ki; renklerinin,yüzgeçlerinin,gözlerinin farklı olması bile birbirlerini kızdırmaya yetti.Oysa sizden önce onlar,bütün bu farklılıklarıyla inanılmaz bir zenginlik yarattıklarını biliyorlardı.Sizin avlamayı başaramadıklarınız zaten birbirlerini yedi.Her gün biraz daha fakirleştim.Her sabah biraz daha çaresizleştim.Yalnızlaştım.Duruldum…
Tek bir damla kalana kadar kuruttunuz beni…ama benim adım su! ...
Yorgunum.Güneşin ve yıldızların pek de parlatmadığı bir kayanın dibinde,artık tek bir damlayım.Yağmurları bekliyorum,yeniden birikmek için,kırılmış ve yaralanmış bir toprağı yeniden çiçeklendirmek için,yeniden çağıldayabilmek için,güneşin doğduğu yerlerin en serin dağlarından kopup günbatımına doğru…
Uğur Özakıncı
“Telebiyat”
Edebiyat bir ülkeyi terk ederse, yalnızlık başlar. Suskunluk başlar. Can sıkıntısı başlar. Koy bu cümleleri cebine sevgili okuyucu...
Ben, haftada en az üç gün, internette kitap satışı yapan sitelere göz atarım. Bunların başında da “ideefixe.com” geliyor. Geçenlerde bu sitede bir “banner” dikkatimi çekti. Bu “banner”da, Perihan Mağden’in afili bir fotoğrafının yanında “Başucumda eskiyen kitaplar” başlığı yanıp sönüyordu. “Tık”ladım. Meğer o “banner” Perihan Mağden gibi, Buket Uzuner’den Haşmet Babaoğlu’na, zaman zaman burada sayfa arkadaşlığı yaptığımız Elif Şafak’tan Turgay Fişekçi’ye kadar başka birçok yazarın okuyucuya önerdiği “başucu kitapları”nı içeren bir bölüme çıkıyormuş. Bölümü inceledim. Her yazarı bir kez “tık”ladım. Her yazar kendisine ayrılmış olan bölümde on tane “başucu” kitabı öneriyordu okuyucuya. Önerdikleri kitapları siz de görseniz, siz de benim gibi “vaaay beeee” derdiniz...
Mesela, sitede, (Kendi kaleminden çıktığı aşikar cümlelerle) “İki Genç Kızın Romanı, içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri oldu.” biçiminde tanıtılan “canımız ciğerimiz” Perihan ablamız, Dostoyevski’den Nabokov’a kadar onda on yabancı kitapları önermiş okura. “Yahu kardeşim, bir roman yazarı, kendi romanını bana ‘başucu kitabı’ olarak öner(e) miyorsa nasıl oluyor da o roman çok satıyor yani? ..” diye sormayın, bunun cevabı yok...
Mesela Osman Akınhay, Milan Kundera’dan Vedat Türkali’ye, onda yedi yabancı kitapları önermiş “başucu kitabı” olarak. Üstelik bu zat–ı muhterem bir yayınevinin başefendisidir...
Mesela, tanıtım yazısında “şu anda çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” şeklinde sırça bir cümleyle tanıtılan Elif Şafak, G. Deleuze – F. Guattari’den Tanpınar’a kadar onda yedi yabancı kitapları önermiş. Bu listenin içinde Elif Şafak’ın “Pinhan”ı, “Bit Palas”ı ya da “Mahrem”i yok. Demek kendisi bile inanmıyor kendi yazdığı o kitaplarının okur için birer “başucu kitabı” olabileceğine...
Mesela, Aziz Nesin’in cümleleriyle “hikmet söyleyen bilge şair” olarak tanıtılan Turgay Fişekçi ise Homeros’tan Yaşar Kemal’e kadar onda yedi yabancı kitap önermiş. Ama listesinde kendisine ait tek bir “hikmet söyleyen bilge” kitabı yok...
Ben böyle, ha babam de babam, tıkır da tıkır heyecanla inceledim bu “cool” bu “meşhur” yazarların önerdikleri kitapları. Gördüm ki hiçbiri, kendi yazdığı tek bir kitabı bile “başucu kitabı” olarak öner(e) memiş okura. Söz konusu sitede, kendi bölümlerinde en süslü cümlelerle tanıtılan, “hikmet söyleyen bilge şair”ler ya da “şu anda çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” olan romancılar, ya da “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan “çok değerli” ve “çok meşhur” ve “en bi” yazar abiler, yazar ablalar, okura “başucu kitabı” olarak önerecek kadar inanmıyorlarsa kendi kitaplarına, ben neden inanayım onlara? ..
Mesela “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan “canımız” Perihan ablamızın on isimlik “başucu kitabı” listesine (kendisi dahil) tek bir Türk yazar bile girememiş her ne hikmetse. (Onun deyimiyle “dumur oldum” yani) Eh be Elif Şafak, eh be “çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” sen bile okura tek bir kitabını öner(e) memişsin “başucu kitabı” olarak; ey “hikmet söyleyen bilge şair” senin tek bir “bilge” kitabın yok mu bana “başucu kitabı olarak önereceğin, haybeye mi yazıyorsun a benim “çağdaş Türk edebiyatının gözbebeği” romancım, a benim “hikmet söyleyen bilge şair”im, a benim “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan Perihan ablam? ..
Bu “meşhur” bu “hikmet söyleyen” bu “gözbebeği” yazarlarımızın hepsi, yabancı yazarları okura gönül rahatlığıyla önermiş de; iş Türk yazarlara gelince, ne şiş yansın ne kebap misali, listeye ömürlerini tamamlamış, çoktan mevta olmuş, herkes tarafından zaten kabul görecek klasik isimler üzerinde uzlaşılmış sanki...
Bu “meşhur” bu “gözbebeği” yazarların bu davranış biçimi bana televole’leri hatırlatıyor. Televole’lerde falanca “meşhur” şarkıcıya, en beğendiği başka şarkıcıyı sorduklarında, o falanca “meşhur” şarkıcı hep çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş isimleri zikreder ya (!) kendi çağdaşı, kendi “rakibi” hiç yokmuş gibi davranır ya (!) çağdaşlarını onurlandırmayı, “rakip”lerini takdir etmeyi, onları kutsamayı, taçlandırmayı ve yüreklendirmeyi aklının ucundan bile geçirmez ya (!)
Çünkü “biz” “başarı”yı başkalarının “başarısızlığı” üzerinde göstermeyi severiz. “Fener” elensin de “Cim Bom” başarılı gözüksün, “Kartal” bu hafta yenilsin de, “Cim Bom” lider kalsın gibi...
İşte bu yüzden, o “çağdaş Türk edebiyatının gözbebek”leriyle, o “hikmet söyleyen bilge şair”lerle, o “içinde bulunduğumuz yılın en çok konuşulan ve tabii satan romanlarından biri”ni yazan, o “kadınları çorap söküğü gibi söken” o “Batı’nın bize bakamadığı kadar oryantalist” o “çok değerli” ve o “çok meşhur” ve o “en bi” yazar abilerle, ve o “en bi” yazar ablalarla, Türk edebiyatı gittikçe “telebiyat”laşıyor...
Bu yüzden her yazarımız, çok yakında, onda on yabancı yazarları önerecek “başucu kitabı” olarak okurlara. Çünkü edebiyat, “telebiyat”ın girdiği kapıda öldürür kendi ruhunu...
Çıkar şimdi cebindeki cümleleri sevgili okuyucu...
Uğur Özakıncı
İsmet Özel okumayı sevenlerin,edebiyatçı yazar Uğur Özakıncı'yı da okumayı seveceklerini düşünüyorum.
Ölmeden önce zaman gazetesinde yazıları yayınlanıyormuş.
Özgün bir anlatımı var ve oldukça ironik...
An'lamak
Aşkın Z'si, Siyah/Hiçliğin ve Mülkiyetsizliğin Öyküleri
Ben Bir Kiralık Katilim
Yarın Çok Geç Olabilir Sevgilim adlı kitapları varmış.
An'lamak,Uğur Özakıncının zaman gazetesindeki yazılarını biraraya getiren bir kitapmış.
Ayna Tutan Çocuk isimli bir senaryo ile sinemaya yönelmiş.
12 eylül döneminde 6 yıl cezaevinde kalmış.
Reklam sekteründe çalışıyormuş...2004 mayısında, bağırsak kanserinden 44 yaşında ölmüş:(
İşte sizlere U. Özakıncı şiirlerinden bir kaç alıntı...
Oysa Bu Benim Son Hayatımdı
benim kandırılmalarım biraz farklıydı anlamazsınız
mesela ben büyük şeylere inanırdım büyük denizlere
büyük aşklara büyük ayrılıklara büyük ölümlere
ve iki kere ikinin asla dört etmediğine
başka yollardan giderdim varacağım yerlere
en çok aşksız sevişmelerinize yanardım
ve dudaklarınıza kondurduğunuz şıkıdım türkülere
kireç söndürürdüm karpit lambası altında kitap okurdum
kireç söndürmeyi karpit lambasını siz anlamazsınız
anlasaydınız zaten uslu bir çocuk olmazdınız
amerikan emperyalizmi sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği
çin halk cumhuriyeti demokratik halk iktidarı
marks engels lenin stalin
mao zedung fidel kastro che guevara ve enver hoca
yeni en ideolojik imgeleri gencecik düşlerimin
bir kulağınızdan girer bir kulağınızdan çıkardı
kaşla göz arasında anasını satayım
benim avuçlarımdan güvercinler uçardı
.......................................
...........................
Yarın Çok Geç Olabilir Sevgilim
yarın çok geç olabilir sevgilim
mesela yarın ben ölebilirim
ağır ağır demir alır gibi limanından yaralı bir gemi
kıyısız bir denize açılabilirim
artık ne bir fırtına anlatabilir beni sana
ne de alelacele seviştiğimiz zamanların tehlikesi
yarın kendimi bir yaprak gibi dökebilirim sonbahara
yarın kendimi bu şiir gibi kanatabilirim
............................................
...............................
Uğur Özakıncı