“Zayıflık ya da güçlülük: işte buradasın ya, güçlülük demektir. Ne nereye gittiğini ne niçin gittiğini biliyorsun, her yere gir çık, her şeye cevap ver. Eğer bir ceset olsaydın seni bundan fazla öldürmeyecekler nasıl olsa.”
Cehennemde Bir Mevsim & Aydınlanışlar, Arthur Rimbaud
"yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de!"
Camus
Sırlı bir aynanın tüm gerçeğimi yansıtacağını düşünmek ne kadar aptalca. Mesela gözlerimin altında demlenen çizgilerin defalarca gülmekten mi yoksa ağlamaktan mı olduğunu bu ayna söyleyebilir mi bana? Alnımdaki dikiş izinin çocukluğumdaki eğlenceli bir bisiklet keyfi esnasında oluşan bir kazadan mı yoksa beş parmağı olan bir canavarın ellerinden mi yansıdığını hangi ayna söyleyebilir ki bana?
Tanımadığım bir surete bakıyorum ben bile bazı anlarda. Soranlara sevdiğimi söylediğim bu yansıma yüze her baktığımda hatırlattıkları ile nefret ediyorum kendisinden aslen. O yara izi ile kimsin sen?
Uzaklardaki bir Tanrının avuçlarında tuttuğu imkânsız mutluluğun aynısını bir balığa bahşettim. Ona suyu olan bir Dünya verdim. Yemesi için gereken besini sundum. Tehlikelerden korunması için ona suda kalmasını telkin edecek içgüdülerinden hiç bahsetmedim. Evrimsel gerçeklerden bahsedilmez. Yaşayan bir durumun izaha ihtiyacı yoktur.
Bir sahne sanatçısının daima gülümsemek zorunda olması acıklı bir şeymiş gibi gösterilir. O zaman neden hayata gülümseyerek bakmaktan bahsediyorlar? İnsan zorunda olmadığı şeyleri yaparak mutlu oluyormuş demek ki. Zorunda olduğum için bir akvaryumda var olmanın neresi keyifli ki?
İlaç ve empati kokan yoğun bakım servislerinde yatan hastalar ile önümde duran akvaryumun içindeki balık arasında ‘’ile’’ kadar bağ vardır. O yataklarda yatan her bir Sisifos kendi akvaryumunda dönüp durmakla cezalandırılmıştır. Kendi benliğimi yaptığım küçük bir kâğıt geminin içine mahkûm edip akvaryumun içine bıraktığımda olacaklar kadar ediyorum şu hayatta. Sisifosların solunum cihazlarından çıkan sesler kâğıt geminin düdüğü gibi dolanıyor edimsel çevrçevemde. Yüzmeyi bilen bir balıkla suyun kaldırma kuvvetine kendini bırakmış bir kâğıt gemiden oluşuyorum. Aynı ortamın içinde farklı yaşam şartları ile bir arada kalan bu ikisi de benim. Ne balık geminin yanına çıkabiliyor ne de gemi suyun içine dalabilir. Her ikisininde sonu olacak şeyin farkında olarak ayakta kalmayı başarıyorlar. Aynada gördüğüm şey ise sadece bir akvaryum.
Kendi nefesi bittiği halde beynindeki kağıt gemiler yüzer halde olduğundan suyun içindeki Sisifoslara o kayayı taşıtmaya devam etmek iyilikmiş gibi duruyor ilk bakışta. İşte bu sadece aynadaki yansıma kadar gerçek bir kavrayış. Ancak ‘’bir yemin ettim ki dönemem’’ diyen beyaz önlük o nefesin sorumluluğunu almak istemiyor. Alamaz! Bu, aslında Sisifoslara değil de kendine yaptığı bir iyilik değil mi? Sadece kendisi kadar gücü olan bir kağıt gemiye bir nefesin kayasını yüklerseniz geminin akıbetini kestirmek zor olmaz. Gemiler böyle yapmaz.
Okuyucu kaygısı taşımadan yazmanın bol küfürlü ve erotik içerikli yazılar yazmak olduğunu sanmak kadar sığ açılımları var bazılarının. Düşünerek batıracağınız kağıt gemilerden korkmayın demek isterdim onlara. Ölmek dediğin nedir ki?
Mesela;
Kırmızı bir akvaryum balığı ile kağıt geminin suyun içinde sevişemiyor olmalarına üzülebilirdi okuyucu. Dramın dibi! Kavuşamayan iki ayrı dünya varlığının içsel yolcuğundan geçerken kırmızı noktalı sahnelere temas ederek çarpıcı bir sone yaratabilirdim yazarken. Kaldı ki o imkansız aşk benden sorulur…
Balık: - Beni güçlü kollarınla güvertene taşıyabilseydin keşke. Ah! Gemi, dokunuşlarının pullarımdan geçip tenime değeceği anı düşledikçe yüzgeçlerimin daha bir kızardığını hissediyorum. Aşkımı bedenimden sana sunarken içinde yüzdüğüm sunaktan beni kana kana içişini düşlüyorum. Sen bedenimi şehvetinle sararken kamasutrayı suya yansıtmak istiyorum. Seni öyle öpmek istiyorum ki tenimdeki tüm arzunun ağzının içinde gezinen dilimle libidonu şaha kaldıracak hormonsal çağlayanlarla birbirimize karışmak, baştan çıkmış karşı konulamaz erkini bedenime ekmeni istiyorum.
(. Iyıggghh bu ne? Yahu bu geminin kolları mı varmış? Balığın yaşamın kurallarına aykırı bir cesaretle dillendirdiği sevişme çağrısı emin olun ki içten ve gerçek bile olsa balığı toplumsal bir basitliğe indirgeyecektir)
Gemi: - Sen suyu fazla kaçırmışsın. Dikkat et çarpmasın bak.
( Böyle bir gemi gördünüz mü? Fırsatları değerlendirmek konusunda bu kadar ketum olduklarını düşünmüyorum.)
Birbiri ile uygunsuz düşen bir anlatım biçimi ile yazılmış bu yazıda aslında arananın hep aynı şey olduğunu fark edenler bir adım öne çıksın. Hayata anlam kattığını sandığımız her şey birer yük. Sevgi gibi… Birine derinden bağlanmak (bu hangi anlamda olursa olsun) bizi bir yük taşıyıcıya çevirecektir. Yeme, içme, giyinme, seks ihtiyaçlarının tamamı hepsi birer yük iken düşünmenin insan ruhuna bu kadar ağır geldiğini görmek ‘’bir intihar nedeni’’ sayılmalıdır. Kendi vahşi varlığımızı kabul edemeyip evirip çevirip dönüştürdüğümüz ‘’insan’’ kalıplarımızla ağır yükler altında ezilerek yaşıyoruz. Oysa sahip olmaya çalıştığımız herşey bir simülasyon verisi. Gördüğümüz, hissettiğimiz ve dokunduğumuz tüm şeylerin gerçek olduğuna inanmak kolaycılığı ile boşuna yaşıyoruz.
Kulaklıkla dinlediğim şiiri yoğun bakım Sisifosuna dinletmek neyi değiştirecek mesela. Bunu yapmıştım.
‘’Farkında değilseniz hâlâ, öğrenin artık: Yaşam an’lardan oluşur, sadece anlardan, ŞİMDİ’yi yakalayın. Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütsüz yerinden kıpırdamayan bir insandım ben. Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer, yüksüz, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara. İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum ayakkabıyı. Hiç bilinmeyen yolları keşfeder, tadına varırdım günışığının, Çocuklarla daha çok oynardım, yeniden bir şansım olsaydı eğer…’’
Böyle demiş Borges 85’inde… Aradaki bağın mükemmelliği o gün spontan olarak yaptığım bir hareketin aslında o balık için anlamsız olduğunu bugün anlamış olmamdan çok daha sade. Defalarca aynı yataklarda o ‘’son nefeslerin’’ verildiğini görmüş olmak bana ölüm hakkında bir deneyim kazandırmış değil. Bana özel bir referansla karşıma çıkacak bir durumu sürprizsiz hale getirmek istemek delilik mi realite mi?
Felsefenin dibe vurumculuk ilkesi olmadığına göre intiharın süslü sebeplere bağlanması gerekirdi. Bu düz mantıkla asla kuramların sırrına erilemez. Bir balığın sevişmesini hayal etmek bile daha az basit bir düş dünyası gerektirir. Düşlerin beyinsel kodlanmaya bağlı olduğunu söyleyen bilim abilerine de yalancı diyenler çıkıyor elbette. Tamamen metoforik anlamlar yükleyebilir ya da dinsel çıkarımlar yapabilirsiniz. Ancak bence düşler sadece bizim içsel gerçekliğimizin aynasıdır. Ayna diyorum bak vurgu burada. İlk başta aynadan beklenen ile onun bize sunduğu hakkında yazdıklarımı yeniden yazdırtamaz bana kimse.
Kestirmeden bir yolculuk ile ‘’kendinizi ancak kendiniz tanıyabilirsiniz’’ cümlesinin kısa açılımını yapmaya çalıştım. İnsanların kemikleşmiş değerlerinden ve yargılarından sıyrılmasını esas alarak felsefenin karmaşık bir yol olmayacağının görülmesini istedim.
Statünün paranin yada süksenin hic bir anlam ifade etmedigi bir yerde hic bir hiyerarsik yapinin olmadigi ve bir insanin kendisini hic bir sekilde ifade edemeyecegi etsede hic kimseyi ikna edemeyeceği bir yerde sonsuza kadar yasamak zorunda olmaktir belkide...
Kafası karışık bir Dünyanın menopozuna denk geldik be usta. Binlerce yıldır biriktirdiklerini kustukça buldumcuk olmuş arkeologların tozun toprağın içindeki sevinmelerini izlerken bi gülesim geliyor. Şu aptal belgeseli kapatıp uyumak istiyorum. Belki de öldükten sonra çukurlarına gömülmüş morarmış gözlerimin yakarışıdır bu kapanış. Bin yıl sonra birilerinin kemiklerime topraktan çıkmış oyuncak muamelesi yapmasını istemiyorum. Göğe savrulan kum gibi un ufak dağılmak istiyorum yeryüzüne. Gitmek istiyorum! Dünya günlerdir ağlıyor tepemizden. Bir tecavüz mağduru gibi kanayan apış arasından bardaktan boşanırcasına indiriyor su beyazı kanamasını üzerimize. Kirliyiz Dünya kadar… Gerçekleri öteleyip yüzlerimize yapıştırdığımız suretlerimize öyle alıştık ki kendimizi göremez olduk aynalarda.
Uğursuz bir doğurgan olarak dokunduğum her şeyin çürümeye doğuşuna alışmaya alışmaktan sıkıldım. Satın alınamayan düşlerim olduğundan mıdır nedir asla sahip olamıyorum. Düşlerimden kime ne? Baktığım herkes birer gözyaşı damlasını andırıyor. Silip attıkça yenisi geliyor göz hizama. İnsanların olduğu yerlerde boğuluyorum. Yorgun bir yarış atı artık gönlüm. Kaybettiğim bir ilham gibi yaşamak artık. Yazıp yazıp siliyorum sanki kendini tekrar eden günleri ve ruhumu okşayacak tek bir satır kalmıyor boş sayfada. Hep ayak bağı olduğum bir kendim var taşıdığım.. Yok! Taşımak değil de sürüklediğim bir benle yaşamak zorunda olmanın yılgınlığı dayanılmaz. Öldür beni! Öldür beni! Kurtul benden! Öldür beni… Sürekli beynimin içine fısıldayan bu benden kurtulmanın yaşarken bir yolu yok ve ona rağmen hayatta kalıyorum. Yaşama sevinci varken yaşayan biri ancak gören gözleri ile bir körü anladığı kadar anlayabilir beni. Bir köre görme engelli demekle onun için bir şeyi değiştirmiş olmayız. Ancak susamış vicdanımıza bir bardak su ikram etmiş oluruz. İşte beni anladığını söyleyecek biri de sadece bunu yapıyordur.
İhtimallerden nefret ediyorum artık. Asla herhangi iyi bir ihtimalin, bana tesadüf etmeyeceği ihtimalinin gerçek olduğu kadar gerçekleşmeyeceğini bildiğimden bu nefret. Kalbime dokunan gerçek bir aşkın en uzak ihtimale konuşlanması bir tesadüf değil sadece bir uğursuzluk. Gerçek olanlar uğursuzdur. La fonteine, otlanmış beyni ile hayvanları konuşturup zırva bir dünya sunarken çocuklara hiç düşünmüş mü kurduğumuz hayallerin tuzla buz olduğunu görerek büyümenin sancısının ne kadar ağır geldiğini. Tarla faresinin kuru ekmek yerken mutlu mesut bir hayat sürdüğünü söyleyen o piç kurusuna söyleyin insanın açlıkla yaşarken neler hissettiğini Knut Hamsun ‘dan öğrensin.
‘’Bu kadar hassas olma.’’ derdi annem eskiden. ‘’Bir papatyanın rüzgarla savrulurken canı yanıyor mudur?’’ gibi şeyler sorduğumda. Şimdilerde acımasız bir geleceğe çocuk büyütecek kadar vicdansız bir kadına dönüştüm. Kendimden nefret ederken diğerlerinden daha az nefret etmiyorum. Hangimiz diğerimize benzemiyoruz? Kinyas ve Kayra öteki dünyanın çocukları değildi belki ama asla bizden birileri de olmadılar. Temas edilmeden yaşamak, yaşabilmek hiç birimizin harcı değil aslında. Yalnızlık sandıkları şey o kadar kalabalık olmaz. Bir tekilanın dibindeki kurt olursan ancak yalnızlıktır o. Hadi Dünya, bir damla limonla yutsana beni! Yap, yap, yap bunu! Şimdi!
Ardı arkası kesilmeyen cümleleri imlecin ardı sıra yarıştırıyorum. ‘’Yazmaktan keyif alıyorum.’’ diyen o yazarında beynini sikeyim ben. İnsan yazarken ancak bu kadar acıtır kendini. Bir otopsi değil oğlum bu. Bu, anestezisiz bir organ nakli. Koca koca organlar yazıp boşalttığım içime tıkıyorum tek tek. Kan kaybından ölmek üzere olan her kelimeyi o organların arasına gömüyorum diri diri. İşte bak, bunu anladığını iddia edenler bile olacaktır anlatsam. Kimsenin bilmediği bir ağrıyı tarif edemeden yaşamak zorunda olmaktan öldüm defalarca kez. Bazı yazıların arasında geçirmişliğim vardır bu cümleyi. İşte o cümlelerin de hepsi ağrıyarak öldüler.
Ölümüne sevmekten bahsedenler ölerek sevmenin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Bir patika gezisinde yorulup bir ağaca verdiğinde sırtını kaç kişi sevebilir ki o ağacı? Sadece bir ağaç işte. Öyle bir ağaçla yapraklarını ve dallarını severek konuşmuştum ben. Okuduğum kitapların öyle bir ağacın kesilmesinden oluştuğunu öğrendiğimde ölmek gibi bir şey olmuştu. Çocukluğunun içinde hapsolduğunu söyleyen insanlar işte bu yüzden aslında kötü olanlardır. Bir ağacın bir kitap yüzünden öldüğünü öğrendikten sonra hangi çocuk sağ çıkabilir ki bu definden.
Bizim mahalledeki çok sevdiğim Makbule teyzenin aslında bir metres olduğunu öğrenmek çocukken bir anlam ifade etmemişti. Ama annemin ısrarla onun evine gitmemi söylemesi o ağrıyı başlatan şeylerden biriydi. Tarif edilemez ağrının gün geçtikçe büyümesi içimdeki çocuğa yer bırakmamıştı. Makbule teyzenin gözlerindeki çocuk sevgisini elimden alan tüm yetişkinlerden yetişkin olmaya tez vakitte yetişince nefret ettim. Kendim, bizzat, ben bir yetişkinim. Onların içindeki çocuklardan nefret ediyorum şimdi.
Dünyadaki en büyük acının benimki olduğunu söyleyecek kadar geri zekalı değilim. Ancak bana ağır gelen bir ağrı ile yaşamaktansa ölmek ne güzel olurdu. Bunu istemek beni pek çoğundan daha akıllı yapmasa da bunu istiyorum. Alsınlar bu sureti yüzümden, bunu da, diğerini de. Çırılçıplak kalasıya kadar soyulmak istiyorum kabuklarımdan. Aldığım tüm darbeleri de sıyıracaklarsa tüm sahip olduklarıma veda edebilirim.
Ağrım, çok canımı yakıyor. Aşk gibi! Aklımın onca kalabalığı arasından bana gülümseyen bir sincap olduğunu söylesem masalsı bir son olurdu bu. Ölüm sadece yok oluştur. HİÇ olan güzeldir. Bu son iyi…
Bütün gece yağmur yağdı. Aykırı damlalar, Beni içeri al dercesine penceremi dövdü, durdu.. ... Gitarın kopan RE telini ve simitleri alıp sahile gidiyorum...
Sanat zehirlenmesi;İsmi açıklanmayan bı erkek sanatsever ünlü ressam Botticelli'nin 'Venüs'ün Doğuşu' tablosunun önünde kalp krizi geçirerek(sanırsam bu nedir yarabbi diyerek) yere yığılmış. Bu tablonun önünde bir çok erkek sanatseverin kalbi teklemiş.
Yine de ''S''
“Zayıflık ya da güçlülük: işte buradasın ya, güçlülük demektir. Ne nereye gittiğini ne niçin gittiğini biliyorsun, her yere gir çık, her şeye cevap ver. Eğer bir ceset olsaydın seni bundan fazla öldürmeyecekler nasıl olsa.”
Cehennemde Bir Mevsim & Aydınlanışlar, Arthur Rimbaud
Ege Efem Gitar soloya dikkat :)))
Eyvallah
:)))
Gece 1 bilemedin 2 fakat 3 den sonra dikkatli bir şekilde dinliyorum.. :))
Ve müzikler için teşekkürler.
Sevgili ''A'' ya;
İÇİMİZE SALINAN ARES BÖCEKLERİ
"yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de!"
Camus
Sırlı bir aynanın tüm gerçeğimi yansıtacağını düşünmek ne kadar aptalca. Mesela gözlerimin altında demlenen çizgilerin defalarca gülmekten mi yoksa ağlamaktan mı olduğunu bu ayna söyleyebilir mi bana? Alnımdaki dikiş izinin çocukluğumdaki eğlenceli bir bisiklet keyfi esnasında oluşan bir kazadan mı yoksa beş parmağı olan bir canavarın ellerinden mi yansıdığını hangi ayna söyleyebilir ki bana?
Tanımadığım bir surete bakıyorum ben bile bazı anlarda. Soranlara sevdiğimi söylediğim bu yansıma yüze her baktığımda hatırlattıkları ile nefret ediyorum kendisinden aslen. O yara izi ile kimsin sen?
Uzaklardaki bir Tanrının avuçlarında tuttuğu imkânsız mutluluğun aynısını bir balığa bahşettim. Ona suyu olan bir Dünya verdim. Yemesi için gereken besini sundum. Tehlikelerden korunması için ona suda kalmasını telkin edecek içgüdülerinden hiç bahsetmedim. Evrimsel gerçeklerden bahsedilmez. Yaşayan bir durumun izaha ihtiyacı yoktur.
Bir sahne sanatçısının daima gülümsemek zorunda olması acıklı bir şeymiş gibi gösterilir. O zaman neden hayata gülümseyerek bakmaktan bahsediyorlar? İnsan zorunda olmadığı şeyleri yaparak mutlu oluyormuş demek ki. Zorunda olduğum için bir akvaryumda var olmanın neresi keyifli ki?
İlaç ve empati kokan yoğun bakım servislerinde yatan hastalar ile önümde duran akvaryumun içindeki balık arasında ‘’ile’’ kadar bağ vardır. O yataklarda yatan her bir Sisifos kendi akvaryumunda dönüp durmakla cezalandırılmıştır. Kendi benliğimi yaptığım küçük bir kâğıt geminin içine mahkûm edip akvaryumun içine bıraktığımda olacaklar kadar ediyorum şu hayatta. Sisifosların solunum cihazlarından çıkan sesler kâğıt geminin düdüğü gibi dolanıyor edimsel çevrçevemde. Yüzmeyi bilen bir balıkla suyun kaldırma kuvvetine kendini bırakmış bir kâğıt gemiden oluşuyorum. Aynı ortamın içinde farklı yaşam şartları ile bir arada kalan bu ikisi de benim. Ne balık geminin yanına çıkabiliyor ne de gemi suyun içine dalabilir. Her ikisininde sonu olacak şeyin farkında olarak ayakta kalmayı başarıyorlar. Aynada gördüğüm şey ise sadece bir akvaryum.
Kendi nefesi bittiği halde beynindeki kağıt gemiler yüzer halde olduğundan suyun içindeki Sisifoslara o kayayı taşıtmaya devam etmek iyilikmiş gibi duruyor ilk bakışta. İşte bu sadece aynadaki yansıma kadar gerçek bir kavrayış. Ancak ‘’bir yemin ettim ki dönemem’’ diyen beyaz önlük o nefesin sorumluluğunu almak istemiyor. Alamaz! Bu, aslında Sisifoslara değil de kendine yaptığı bir iyilik değil mi? Sadece kendisi kadar gücü olan bir kağıt gemiye bir nefesin kayasını yüklerseniz geminin akıbetini kestirmek zor olmaz. Gemiler böyle yapmaz.
Okuyucu kaygısı taşımadan yazmanın bol küfürlü ve erotik içerikli yazılar yazmak olduğunu sanmak kadar sığ açılımları var bazılarının. Düşünerek batıracağınız kağıt gemilerden korkmayın demek isterdim onlara. Ölmek dediğin nedir ki?
Mesela;
Kırmızı bir akvaryum balığı ile kağıt geminin suyun içinde sevişemiyor olmalarına üzülebilirdi okuyucu. Dramın dibi! Kavuşamayan iki ayrı dünya varlığının içsel yolcuğundan geçerken kırmızı noktalı sahnelere temas ederek çarpıcı bir sone yaratabilirdim yazarken. Kaldı ki o imkansız aşk benden sorulur…
Balık:
- Beni güçlü kollarınla güvertene taşıyabilseydin keşke. Ah! Gemi, dokunuşlarının pullarımdan geçip tenime değeceği anı düşledikçe yüzgeçlerimin daha bir kızardığını hissediyorum. Aşkımı bedenimden sana sunarken içinde yüzdüğüm sunaktan beni kana kana içişini düşlüyorum. Sen bedenimi şehvetinle sararken kamasutrayı suya yansıtmak istiyorum. Seni öyle öpmek istiyorum ki tenimdeki tüm arzunun ağzının içinde gezinen dilimle libidonu şaha kaldıracak hormonsal çağlayanlarla birbirimize karışmak, baştan çıkmış karşı konulamaz erkini bedenime ekmeni istiyorum.
(. Iyıggghh bu ne? Yahu bu geminin kolları mı varmış? Balığın yaşamın kurallarına aykırı bir cesaretle dillendirdiği sevişme çağrısı emin olun ki içten ve gerçek bile olsa balığı toplumsal bir basitliğe indirgeyecektir)
Gemi:
- Sen suyu fazla kaçırmışsın. Dikkat et çarpmasın bak.
( Böyle bir gemi gördünüz mü? Fırsatları değerlendirmek konusunda bu kadar ketum olduklarını düşünmüyorum.)
Birbiri ile uygunsuz düşen bir anlatım biçimi ile yazılmış bu yazıda aslında arananın hep aynı şey olduğunu fark edenler bir adım öne çıksın. Hayata anlam kattığını sandığımız her şey birer yük. Sevgi gibi… Birine derinden bağlanmak (bu hangi anlamda olursa olsun) bizi bir yük taşıyıcıya çevirecektir. Yeme, içme, giyinme, seks ihtiyaçlarının tamamı hepsi birer yük iken düşünmenin insan ruhuna bu kadar ağır geldiğini görmek ‘’bir intihar nedeni’’ sayılmalıdır. Kendi vahşi varlığımızı kabul edemeyip evirip çevirip dönüştürdüğümüz ‘’insan’’ kalıplarımızla ağır yükler altında ezilerek yaşıyoruz. Oysa sahip olmaya çalıştığımız herşey bir simülasyon verisi. Gördüğümüz, hissettiğimiz ve dokunduğumuz tüm şeylerin gerçek olduğuna inanmak kolaycılığı ile boşuna yaşıyoruz.
Kulaklıkla dinlediğim şiiri yoğun bakım Sisifosuna dinletmek neyi değiştirecek mesela. Bunu yapmıştım.
‘’Farkında değilseniz hâlâ, öğrenin artık:
Yaşam an’lardan oluşur, sadece anlardan, ŞİMDİ’yi yakalayın.
Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi
ve paraşütsüz yerinden kıpırdamayan bir insandım ben.
Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer,
yüksüz, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara.
İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum ayakkabıyı.
Hiç bilinmeyen yolları keşfeder, tadına varırdım günışığının,
Çocuklarla daha çok oynardım, yeniden bir şansım olsaydı eğer…’’
Böyle demiş Borges 85’inde… Aradaki bağın mükemmelliği o gün spontan olarak yaptığım bir hareketin aslında o balık için anlamsız olduğunu bugün anlamış olmamdan çok daha sade. Defalarca aynı yataklarda o ‘’son nefeslerin’’ verildiğini görmüş olmak bana ölüm hakkında bir deneyim kazandırmış değil. Bana özel bir referansla karşıma çıkacak bir durumu sürprizsiz hale getirmek istemek delilik mi realite mi?
Felsefenin dibe vurumculuk ilkesi olmadığına göre intiharın süslü sebeplere bağlanması gerekirdi. Bu düz mantıkla asla kuramların sırrına erilemez. Bir balığın sevişmesini hayal etmek bile daha az basit bir düş dünyası gerektirir. Düşlerin beyinsel kodlanmaya bağlı olduğunu söyleyen bilim abilerine de yalancı diyenler çıkıyor elbette. Tamamen metoforik anlamlar yükleyebilir ya da dinsel çıkarımlar yapabilirsiniz. Ancak bence düşler sadece bizim içsel gerçekliğimizin aynasıdır. Ayna diyorum bak vurgu burada. İlk başta aynadan beklenen ile onun bize sunduğu hakkında yazdıklarımı yeniden yazdırtamaz bana kimse.
Kestirmeden bir yolculuk ile ‘’kendinizi ancak kendiniz tanıyabilirsiniz’’ cümlesinin kısa açılımını yapmaya çalıştım. İnsanların kemikleşmiş değerlerinden ve yargılarından sıyrılmasını esas alarak felsefenin karmaşık bir yol olmayacağının görülmesini istedim.
Olmuş mu?
D…
Ege Efem yakala
:))
Bir meşe ormanındaki ağaçlar kadar çoksunuz. Ben patikanın sonunda ne olduğunu biliyorum.
Statünün paranin yada süksenin hic bir anlam ifade etmedigi bir yerde hic bir hiyerarsik yapinin olmadigi ve bir insanin kendisini hic bir sekilde ifade edemeyecegi etsede hic kimseyi ikna edemeyeceği bir yerde sonsuza kadar yasamak zorunda olmaktir belkide...
Ne mutlu insan kalana!
Herkes insan doğar ama bazıları insan kalır.
ÇİZMELİ KEDİ DİŞİYMİŞ VE YAĞMURDAN KORKARMIŞ
Kafası karışık bir Dünyanın menopozuna denk geldik be usta. Binlerce yıldır biriktirdiklerini kustukça buldumcuk olmuş arkeologların tozun toprağın içindeki sevinmelerini izlerken bi gülesim geliyor. Şu aptal belgeseli kapatıp uyumak istiyorum. Belki de öldükten sonra çukurlarına gömülmüş morarmış gözlerimin yakarışıdır bu kapanış. Bin yıl sonra birilerinin kemiklerime topraktan çıkmış oyuncak muamelesi yapmasını istemiyorum. Göğe savrulan kum gibi un ufak dağılmak istiyorum yeryüzüne. Gitmek istiyorum!
Dünya günlerdir ağlıyor tepemizden. Bir tecavüz mağduru gibi kanayan apış arasından bardaktan boşanırcasına indiriyor su beyazı kanamasını üzerimize. Kirliyiz Dünya kadar… Gerçekleri öteleyip yüzlerimize yapıştırdığımız suretlerimize öyle alıştık ki kendimizi göremez olduk aynalarda.
Uğursuz bir doğurgan olarak dokunduğum her şeyin çürümeye doğuşuna alışmaya alışmaktan sıkıldım. Satın alınamayan düşlerim olduğundan mıdır nedir asla sahip olamıyorum. Düşlerimden kime ne? Baktığım herkes birer gözyaşı damlasını andırıyor. Silip attıkça yenisi geliyor göz hizama. İnsanların olduğu yerlerde boğuluyorum. Yorgun bir yarış atı artık gönlüm. Kaybettiğim bir ilham gibi yaşamak artık. Yazıp yazıp siliyorum sanki kendini tekrar eden günleri ve ruhumu okşayacak tek bir satır kalmıyor boş sayfada. Hep ayak bağı olduğum bir kendim var taşıdığım.. Yok! Taşımak değil de sürüklediğim bir benle yaşamak zorunda olmanın yılgınlığı dayanılmaz. Öldür beni! Öldür beni! Kurtul benden! Öldür beni… Sürekli beynimin içine fısıldayan bu benden kurtulmanın yaşarken bir yolu yok ve ona rağmen hayatta kalıyorum. Yaşama sevinci varken yaşayan biri ancak gören gözleri ile bir körü anladığı kadar anlayabilir beni. Bir köre görme engelli demekle onun için bir şeyi değiştirmiş olmayız. Ancak susamış vicdanımıza bir bardak su ikram etmiş oluruz. İşte beni anladığını söyleyecek biri de sadece bunu yapıyordur.
İhtimallerden nefret ediyorum artık. Asla herhangi iyi bir ihtimalin, bana tesadüf etmeyeceği ihtimalinin gerçek olduğu kadar gerçekleşmeyeceğini bildiğimden bu nefret. Kalbime dokunan gerçek bir aşkın en uzak ihtimale konuşlanması bir tesadüf değil sadece bir uğursuzluk. Gerçek olanlar uğursuzdur. La fonteine, otlanmış beyni ile hayvanları konuşturup zırva bir dünya sunarken çocuklara hiç düşünmüş mü kurduğumuz hayallerin tuzla buz olduğunu görerek büyümenin sancısının ne kadar ağır geldiğini. Tarla faresinin kuru ekmek yerken mutlu mesut bir hayat sürdüğünü söyleyen o piç kurusuna söyleyin insanın açlıkla yaşarken neler hissettiğini Knut Hamsun ‘dan öğrensin.
‘’Bu kadar hassas olma.’’ derdi annem eskiden. ‘’Bir papatyanın rüzgarla savrulurken canı yanıyor mudur?’’ gibi şeyler sorduğumda. Şimdilerde acımasız bir geleceğe çocuk büyütecek kadar vicdansız bir kadına dönüştüm. Kendimden nefret ederken diğerlerinden daha az nefret etmiyorum. Hangimiz diğerimize benzemiyoruz? Kinyas ve Kayra öteki dünyanın çocukları değildi belki ama asla bizden birileri de olmadılar. Temas edilmeden yaşamak, yaşabilmek hiç birimizin harcı değil aslında. Yalnızlık sandıkları şey o kadar kalabalık olmaz. Bir tekilanın dibindeki kurt olursan ancak yalnızlıktır o. Hadi Dünya, bir damla limonla yutsana beni! Yap, yap, yap bunu! Şimdi!
Ardı arkası kesilmeyen cümleleri imlecin ardı sıra yarıştırıyorum. ‘’Yazmaktan keyif alıyorum.’’ diyen o yazarında beynini sikeyim ben. İnsan yazarken ancak bu kadar acıtır kendini. Bir otopsi değil oğlum bu. Bu, anestezisiz bir organ nakli. Koca koca organlar yazıp boşalttığım içime tıkıyorum tek tek. Kan kaybından ölmek üzere olan her kelimeyi o organların arasına gömüyorum diri diri. İşte bak, bunu anladığını iddia edenler bile olacaktır anlatsam. Kimsenin bilmediği bir ağrıyı tarif edemeden yaşamak zorunda olmaktan öldüm defalarca kez. Bazı yazıların arasında geçirmişliğim vardır bu cümleyi. İşte o cümlelerin de hepsi ağrıyarak öldüler.
Ölümüne sevmekten bahsedenler ölerek sevmenin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Bir patika gezisinde yorulup bir ağaca verdiğinde sırtını kaç kişi sevebilir ki o ağacı? Sadece bir ağaç işte. Öyle bir ağaçla yapraklarını ve dallarını severek konuşmuştum ben. Okuduğum kitapların öyle bir ağacın kesilmesinden oluştuğunu öğrendiğimde ölmek gibi bir şey olmuştu. Çocukluğunun içinde hapsolduğunu söyleyen insanlar işte bu yüzden aslında kötü olanlardır. Bir ağacın bir kitap yüzünden öldüğünü öğrendikten sonra hangi çocuk sağ çıkabilir ki bu definden.
Bizim mahalledeki çok sevdiğim Makbule teyzenin aslında bir metres olduğunu öğrenmek çocukken bir anlam ifade etmemişti. Ama annemin ısrarla onun evine gitmemi söylemesi o ağrıyı başlatan şeylerden biriydi. Tarif edilemez ağrının gün geçtikçe büyümesi içimdeki çocuğa yer bırakmamıştı. Makbule teyzenin gözlerindeki çocuk sevgisini elimden alan tüm yetişkinlerden yetişkin olmaya tez vakitte yetişince nefret ettim. Kendim, bizzat, ben bir yetişkinim. Onların içindeki çocuklardan nefret ediyorum şimdi.
Dünyadaki en büyük acının benimki olduğunu söyleyecek kadar geri zekalı değilim. Ancak bana ağır gelen bir ağrı ile yaşamaktansa ölmek ne güzel olurdu. Bunu istemek beni pek çoğundan daha akıllı yapmasa da bunu istiyorum. Alsınlar bu sureti yüzümden, bunu da, diğerini de. Çırılçıplak kalasıya kadar soyulmak istiyorum kabuklarımdan. Aldığım tüm darbeleri de sıyıracaklarsa tüm sahip olduklarıma veda edebilirim.
Ağrım, çok canımı yakıyor. Aşk gibi! Aklımın onca kalabalığı arasından bana gülümseyen bir sincap olduğunu söylesem masalsı bir son olurdu bu. Ölüm sadece yok oluştur. HİÇ olan güzeldir. Bu son iyi…
D...
Düşünülmüşlerdir. ;))
?t=80
Bugünde bununla gidelim sahile..
hadi ben geldim duvar e mi???????????¿
Bütün gece yağmur yağdı.
Aykırı damlalar,
Beni içeri al dercesine penceremi dövdü, durdu..
...
Gitarın kopan RE telini ve simitleri alıp sahile gidiyorum...
?t=107
Sanat sadece ''A'' içindir. Bir insan öleceğini bilmek düşünce ile ancak sanat karşısında bayılarak başa çıkabilir
:)))
Şair der ki;"gece iyidir uyutur yaraları"
Ya şair yalancı, yada gece
Yahut ikisi de!
Zira; yol tenha, dal mecalsiz, su durgun...
Sanat zehirlenmesi;İsmi açıklanmayan bı erkek sanatsever ünlü ressam Botticelli'nin 'Venüs'ün Doğuşu' tablosunun önünde kalp krizi geçirerek(sanırsam bu nedir yarabbi diyerek) yere yığılmış. Bu tablonun önünde bir çok erkek sanatseverin kalbi teklemiş.
Evet o tablo..:))
Maria;
Rabia;
düşündürücüydü. Teşekkürler.
Haha hayati
Gel benim sarı tamburam,
Sen ne için inilersin?
Içim oyuk, derdim büyük,
Ben anın'çin inilerim...
Kim bu kadar üzmüş bu tamburu?