Nazlı nazlı bir bayrak dalgalanıyor şehrin en mahrem sokaklarına meydan okur gibi tepelerin üstüne sererek postunu. Bu post ki tüyleri çimenden, dikenden. Oradan mağrur bedeniyle denizler ötesine gönderilmiş anlam yüklü ıslıklı türküleri var. O ıslıkta kalbindeki masum çiçekleri sulayan bir Rüveyda, pencere camından bakarken geçmişin ıslığının ezgisinde ıslanan yıldızlı hülyalarını kırmızı bezinde kurulamak ister. Ders zilinin melodisi henüz sıyrılmışken teneffüsten. Bu mavilik ne kadar asil ve değişken, huzurunun içimi yumuşatan ahengi sarıyor bedenimi. Kayalıkları kendine çeken bir mıknatıs misali kollarını uzatıyor penceremden. Boynuma sarıyor kırmızı bakışlarını al bayrağın sıcacık manaları. Gel diyor yanıma, yamacıma. Gölgemdeki yerin hazır bir tutam uçurum saflığında. Ne masum bakıyor bana rüzgarlarında yanan yıldızın. Harlanan bağrımda sınırlarında duran dikenli tellerinin izi var. İzin isteyen narin bir kuş misali konmak ister yalnızlığıma. Parlak yıldızının kaldırımlara düşen bakışlarına değsin ister gözlerim. Salındığın direğinden, bu çukur misali şehir, sana borçlu olduğu nihayetsiz nöbetinden seni emekli etmek istemez. Ah, uçurumun ne kadar derin ve keskin. Altında küçük ağaçların toprağına girgin. En güzel salıncak olur bana uçurumdan sallanan ellerin. Turuncu kiremitler yağmurlarında 'Fikrimin İnce Gülü'nü söylüyorlar. O keman, titreşen bedeninde ruh bulmuş sihirli ezgilerde tuzlu yağmurlar yağdırıyor başımdan aşağı. Kaldığım yollarda bir kedi masumluğu yumuşaklığıvar; içimde aranan huzur olsa gerek bu. Kızıl süs, maviliklerin hırçın kızı; senden bana armağan bu alınyazısı. Sen de şöyle salınsan rüzgarında uçuşan çiçek tozlarına bulasan gözyaşlarımı. Efil efil esiyor bak, yosun kokusunda bin ahını işittiğim nağmeler. Boynuma sarıyor notalarını nefessizim, duyamıyorum sesinin haricinde hiçbir nida. Bu keman değil, tellerinde kalbimin bileylendiği bir hemzemin geçit. Çukurunda hayat bulduğum sığınağında portakal çiçekleri kokladığım. Ürpermesin tenim soğuğunda; soluğunu ısıt. Tatlı severim, acıyı bile… Acım büyükşehirlerden kalma. Acım, hatıra bir çift mavi gözden kayan satırlarıma. Baş döndürücü yalnızlığında yanına sokulayım, portakal ekşisi dudaklarından merhem ol yarama. Ekşiyi de tatlı severim ben, öldüresiye acılarım yanında. Kavrulmuş kırmızı biberlerin, yağda kurutulmuşluğu gözlerimde, alevinin tuz renginde hırçınlığı güneşte. Sızım yardan hatıra, yeşil bir portakal kadar taze uçurumunun yamaçlarında… Bak beyaz şalıyla leylekler uçmakta süzgün şafaklarında. Kızıl gelininim uçurum yuvalarında düğünüm. Tüllerinden bulutlar asılır duvağımın, eteklerine çalılar takılır. Yürüyemem topuklularla kırılır kayalıklarında. Bakışlarındaki gururdan bana da ver, gözlerime sürme diye süreyim. Kirpiklerimde yıldızların uçuşsun ışıl ışıl, bugün çok mutlu görünmeliyim… Yeşilinde saklı iklimsiz küçük şehrinin kollarında şımarık çocuğun olayım, oyuncak bebeklerinle oynayayım. Yorulunca gamsız, huzurlu kucağında uyuyayım. Acıkınca kızıl kahramanım çiçeklerinin mis kokulu ballarından beynime kekik damlatayım. Yalnız vakit geçmekte, saatler “geçti”yi göstermekte… Mekanlar ve yüzler an be an değişmekte; ya ben hangi saatin yelkovanında evcilik oynamaktayım. Hangi yabancı yüzlerin masum bakışlarından hüzün toplamaktayım. Gelip geçen milli saatlerin çoşkulu kalabalığında şık giysilerimle s beden boşluğu dolduruyorum. Kırmızınla süsledikleri sade avluların çınar diplerinde bayram bitimlerini bekliyorum. Saba rüzgarının şen bülbüllerinin cıvıltısına eşlik ediyorum. O rüzgâr ki önce beni sonra seni sürükler yerlerde. Parçalarımız birbirine karışırken bir hamasın dansını toza bulanan eşarbında şekilleniyor. Uçarken salınan kumaşından tozlar, kızıllığına doğru yurt arıyor. Tutmak, dudaklarıma götürmek istiyorum... Asil ruhundan yeniden doğuyorum. Şimdi bakıyorsun yine ve yine yükseklerden kalbimin derinliklerine, umudumda saklı olana, yerdeki bana ayrılmış boşluğuma. Boşlukların alnımın yazıdır, yaratandan hediye diye baktığım gençliğime. Sevenlerim için dolmasına izin verdiğim manalı boşluklar. Doluluğumla anlam kazanan üç noktalı varoluşlar. Başımın üstünde çaprazlanmış sıkı düğümlerin arasına sıkıştırılmış dize dize ayrılıklar. Ay yıldızının bütünden dağıtılmış balonlara yuva olan yalnızlığına vedalar olsun. Tek ve hür fakat çoklukta ve benzerlikte aldırmadan ders sonu teneffüslere.
Toprak kokan bir kabuktu Kendimindi kopardığım Bazı düşlerin ölümü yakın Toprak bakır Toprak demir Bense kum… Kalk dedi ömrüm Bir çiçeğin yaprağındasın Yok! Acımasa İyiyim böyle Ölmeye yakın…
BİR MONOLOG: SAUDADE Bazıları için bir parkın içinden geçmek keyif vericidir. Ben ise hışırdayan yaprakların hüzünlü tınısını duyarken, yalnız çiçeklerin ağladığını hissedebilirim. Defalarca üzerine oturulmuş ama kimse tarafından dönüp bakılmamış, yıpratılmışlığının kimsenin umurunda olmadığı o pejmürde bankı fark edebilirim. Kitaplarda okuduğumuz yaratılmış, kurmaca Dünyadan çok başkadır gerçeğin tek düzeliği. Cervantes’in zırva İspanya’sı dağlardaki şair çobanları ile buram buram romantik ve alabildiğine sade bir ihtişam sunarken bizlere aslında hiç bilmediği yerleri ve insanları yazdığını düşündüğümde demirleri paslanmış bir bankın gerçekliği daha çok etkiliyor beni. Vergilus’un o geçişindeki uzun tasvirlerin arasından yayılan yasemin kokusu burnumuzun direğini delecek kadar gerçekmiş gibi görünse de tüm epikler kadar abartılı be Odysseus. Hiç biri bir parkta çaresizliğine terk edilmiş yaban çiçekleri kadar gerçek değil. Portekiz’in hüznü kadar sahici olan bir sanat eseri görmedim ben. Tıpkı asla benim olmayacak bir çift elin yabancılığı kadar soğuk ve yalın. Önceki hayatımda bir Portekizli idim belki de. Ya da öyle isterdim ki Lizbon’un orta yerinde yüzüm gözüm melankoliye boyanmış gri bir heykel olmayı. Belki fark edilmenin tek yolu budur. Ben o heykelken bir sokak sanatçısının ayaklarımın dibinde fado müziği çaldığını düşünmek istiyorum. Amália Rodrigues müziği yükselse gökyüzüne ve taştan tenime çarpıp yayılsa melankoli tüm evrene.
Bir zamandan beri asla iyi olmadım ki ben. İmkansız şeyleri sevmekten yorulmayan uslanmaz bir yüreğim var. Bu güzel… Asla tam olarak iyi olamamak, mutsuz olmayı sevmekten başka bir şey değildir gibi gelir bazılarına. Oysa gitarın acılı solosunu gerçekten hissedemeyenler asla anlayamaz ki hüznün bunca sevilesi olduğunu. Olasılıksız bir sevmenin ortasında iken yaşamadığın bir duyguyu özlemenin karmaşık yudumlarını kimseyle paylaşmak istemiyorumdur belki de. Kendi paradoksum içinde havayı tutmaya çalışmaktan çok daha anlamlı bir resimden bahsediyorum aslında. İhtiyacım olan nefesin bu hüzünle sevişmekten geçtiğini bir Portekizliye anlatmak zorunda kalmazdım. Hiç dokunmadığın bir teni arzulamanın saçma bir his olmadığı kadar gerçek bir mutsuzluğum var benim.
Portekiz sokaklarında gezen Perhan’ın hayaleti ile karşılaştığımda Azra’nın karnındaki bebek kadar talihsiz bir yaşamanın beni beklediğini bilemeyecek kadar zavallı olmak içimi yakan tatlı bir acı veriyor her zaman. Çingeneler zamanında bir meyhaneye gidip sarhoş olduğumda kendi hüznüme aşık oluyorum ben. İnsan kendine söylediği yalanlardan sonra diyor hani işte kimseye böyle inanmaz ya hani öyle bir vazgeçiş bu insandan artık. Davor Dujmovic’in Perhan’ı taşımaktan yorulması kadar yorgun bir ruhum varken insana yabancılaşmamak mümkün olmuyor. Sislerin kalkıp gerçeğin ortasında kaldığımdan beri ben Lizbon’da gri bir heykelim artık.
Ellerimi uzatsam tutabilecekmişim gibi sıcak bir gülüşün yüzlerce ışık yılı uzağında kalmanın sancısına talip olmak benim seçimimdi. Öyle kirli ki her şey… Parasal edimlerin kontrolünde güdümlenmiş plaza şıklığından geçerken en çok duymuştum bu bulantıyı. Sonra fakirliğin asil bir şey olduğunu sanmanın yanılgısı başka bir kurşun deliğidir ruhumdaki. Onların ki bir tercih değil zorunluluktan ibaret çoğu zaman. Seçenekleri olduğunda bir plaza için yapamayacakları şey olmadığını görmek, görebilmek içimdeki insan şeyleri öldürüyor bir bir.
Gökyüzüne baktığımda asla benim olamayacak bir çift gözün rengine tesadüf ediyorum her sabah ve bu beni yine yeniden Portekiz’in fırtınalı sahillerine götürüyor. Asla benim olmayan bir denizcinin gidişine içiyorum Çingeneler meyhanesinde. İçin için yanmayı sevmekte vardır hayatta. Kendi hüznüne aşık bir kadın tanıyanlar gözlerindeki derinlikten kaçmayı seçerler hep. Belki de haklıdır onlar. Her biri bir kuyu olan bir çift gözün bilinmezliğine dalmak ve bütün bütün oradan çıkamamak var ya! Zordur o, zor…
Bir eriği tuza batırıp yemekten duyduğum hazzı bir insanın gülümseyen yüzünde bulamamak sıyırıyor beni normal olmaktan. Ayrıksı bir ot gibi tutunmuşum çoğunluğun kenarına. Zamanla tenimin kabuklarının, ruhumun da acıyan bir teni olduğunu öğrendim. Dokunmak isteyip de hissedemediğim de gerçek şeyleri uzakları özlemeyi seçtim. Benliğin içine çökmesi böyle bir şey bence, bende…
İçimdeki açlığı sanatla gidermeye çalıştığımda da başka bir ucube küreselliğin kucağında buluyorum kendimi. Öykünmek zırvalığı ile eskinin ısıtılıp yeniden servis edildiğini görebilmiş olmaktan nefret ediyorum. Narsist bir oburlukla her şeyin kılık değiştirdiği ve aslında eskinin cam bir meşenin içinde hapsedildiği çağlar devirip duruyor insanoğlu. Nefret etmekten yorulunca tenimin kabuklarını soyuyorum. Ah! Benim uslanmaz benliğim… Savunmasız ve apaçık bıraktığım tenimi en uzaktaki bir arzu için mum alevinde gezdiriyorum. Sermayenin sanata sızdığı zamanlarda ölen bir Çingene şarkısını dilime dolayıp Lizbon’da öldürüyorum tüm heykelleri.
Sevgilinin teni kadar gerçek dışıdır yaşama sevinci… !
Üç ilahi dinin kutlamaları (Müslümanlar için Berat Kandili - Hristiyanlar için Paskalya Bayramı - Yahudiler için Pesah Bayramı) aynı döneme denk geldi. Tuğçe Kazaz ibadetten çok yorulacak bu hafta!
yahu mazbatasını veremeyen çocuk gibi ağlamayın lütfen. Biraz keyifli şeyler şey edin. Aha kasıMpaşalı da geldi. Hadi bakalım sohbet konularını bekliyorum.
Eğer bir hak başkalarına
'Helal' ama size 'Haram' ise,
bilin ki o din Allah'ın dini değil, sömürgecilerinizin dinidir.
Malcolm X
Bazen, olmuyor bazen...
şımarıklığımın tek suçlusuyum. ;)
En zorundan başlamalı, kendini sevmek gibi
bi ''y'' si yenik abimiz demiş..
kehanet' adlı kısacık bir şiir buldum
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
biz, gurur emziğini çok emmiş olmalıyız ki yalnızlığımızla çok güzeliz...
Rüveyda hanım yazınız başarılı. Tımarhanede paylaştığınız için teşekkür ederim.
Boşluk'a Mektuplar,
Nazlı nazlı bir bayrak dalgalanıyor şehrin en mahrem sokaklarına meydan okur gibi tepelerin üstüne sererek postunu. Bu post ki tüyleri çimenden, dikenden. Oradan mağrur bedeniyle denizler ötesine gönderilmiş anlam yüklü ıslıklı türküleri var. O ıslıkta kalbindeki masum çiçekleri sulayan bir Rüveyda, pencere camından bakarken geçmişin ıslığının ezgisinde ıslanan yıldızlı hülyalarını kırmızı bezinde kurulamak ister. Ders zilinin melodisi henüz sıyrılmışken teneffüsten.
Bu mavilik ne kadar asil ve değişken, huzurunun içimi yumuşatan ahengi sarıyor bedenimi. Kayalıkları kendine çeken bir mıknatıs misali kollarını uzatıyor penceremden. Boynuma sarıyor kırmızı bakışlarını al bayrağın sıcacık manaları. Gel diyor yanıma, yamacıma. Gölgemdeki yerin hazır bir tutam uçurum saflığında. Ne masum bakıyor bana rüzgarlarında yanan yıldızın. Harlanan bağrımda sınırlarında duran dikenli tellerinin izi var. İzin isteyen narin bir kuş misali konmak ister yalnızlığıma. Parlak yıldızının kaldırımlara düşen bakışlarına değsin ister gözlerim. Salındığın direğinden, bu çukur misali şehir, sana borçlu olduğu nihayetsiz nöbetinden seni emekli etmek istemez.
Ah, uçurumun ne kadar derin ve keskin. Altında küçük ağaçların toprağına girgin. En güzel salıncak olur bana uçurumdan sallanan ellerin. Turuncu kiremitler yağmurlarında 'Fikrimin İnce Gülü'nü söylüyorlar. O keman, titreşen bedeninde ruh bulmuş sihirli ezgilerde tuzlu yağmurlar yağdırıyor başımdan aşağı. Kaldığım yollarda bir kedi masumluğu yumuşaklığıvar; içimde aranan huzur olsa gerek bu.
Kızıl süs, maviliklerin hırçın kızı; senden bana armağan bu alınyazısı. Sen de şöyle salınsan rüzgarında uçuşan çiçek tozlarına bulasan gözyaşlarımı. Efil efil esiyor bak, yosun kokusunda bin ahını işittiğim nağmeler. Boynuma sarıyor notalarını nefessizim, duyamıyorum sesinin haricinde hiçbir nida. Bu keman değil, tellerinde kalbimin bileylendiği bir hemzemin geçit. Çukurunda hayat bulduğum sığınağında portakal çiçekleri kokladığım. Ürpermesin tenim soğuğunda; soluğunu ısıt. Tatlı severim, acıyı bile… Acım büyükşehirlerden kalma. Acım, hatıra bir çift mavi gözden kayan satırlarıma.
Baş döndürücü yalnızlığında yanına sokulayım, portakal ekşisi dudaklarından merhem ol yarama. Ekşiyi de tatlı severim ben, öldüresiye acılarım yanında. Kavrulmuş kırmızı biberlerin, yağda kurutulmuşluğu gözlerimde, alevinin tuz renginde hırçınlığı güneşte. Sızım yardan hatıra, yeşil bir portakal kadar taze uçurumunun yamaçlarında…
Bak beyaz şalıyla leylekler uçmakta süzgün şafaklarında. Kızıl gelininim uçurum yuvalarında düğünüm. Tüllerinden bulutlar asılır duvağımın, eteklerine çalılar takılır. Yürüyemem topuklularla kırılır kayalıklarında. Bakışlarındaki gururdan bana da ver, gözlerime sürme diye süreyim. Kirpiklerimde yıldızların uçuşsun ışıl ışıl, bugün çok mutlu görünmeliyim…
Yeşilinde saklı iklimsiz küçük şehrinin kollarında şımarık çocuğun olayım, oyuncak bebeklerinle oynayayım. Yorulunca gamsız, huzurlu kucağında uyuyayım. Acıkınca kızıl kahramanım çiçeklerinin mis kokulu ballarından beynime kekik damlatayım. Yalnız vakit geçmekte, saatler “geçti”yi göstermekte… Mekanlar ve yüzler an be an değişmekte; ya ben hangi saatin yelkovanında evcilik oynamaktayım. Hangi yabancı yüzlerin masum bakışlarından hüzün toplamaktayım.
Gelip geçen milli saatlerin çoşkulu kalabalığında şık giysilerimle s beden boşluğu dolduruyorum. Kırmızınla süsledikleri sade avluların çınar diplerinde bayram bitimlerini bekliyorum. Saba rüzgarının şen bülbüllerinin cıvıltısına eşlik ediyorum. O rüzgâr ki önce beni sonra seni sürükler yerlerde. Parçalarımız birbirine karışırken bir hamasın dansını toza bulanan eşarbında şekilleniyor. Uçarken salınan kumaşından tozlar, kızıllığına doğru yurt arıyor. Tutmak, dudaklarıma götürmek istiyorum... Asil ruhundan yeniden doğuyorum.
Şimdi bakıyorsun yine ve yine yükseklerden kalbimin derinliklerine, umudumda saklı olana, yerdeki bana ayrılmış boşluğuma. Boşlukların alnımın yazıdır, yaratandan hediye diye baktığım gençliğime. Sevenlerim için dolmasına izin verdiğim manalı boşluklar. Doluluğumla anlam kazanan üç noktalı varoluşlar. Başımın üstünde çaprazlanmış sıkı düğümlerin arasına sıkıştırılmış dize dize ayrılıklar.
Ay yıldızının bütünden dağıtılmış balonlara yuva olan yalnızlığına vedalar olsun. Tek ve hür fakat çoklukta ve benzerlikte aldırmadan ders sonu teneffüslere.
Toprak kokan bir kabuktu
Kendimindi kopardığım
Bazı düşlerin ölümü yakın
Toprak bakır
Toprak demir
Bense kum…
Kalk dedi ömrüm
Bir çiçeğin yaprağındasın
Yok!
Acımasa
İyiyim böyle
Ölmeye yakın…
D...
BİR MONOLOG: SAUDADE
Bazıları için bir parkın içinden geçmek keyif vericidir. Ben ise hışırdayan yaprakların hüzünlü tınısını duyarken, yalnız çiçeklerin ağladığını hissedebilirim. Defalarca üzerine oturulmuş ama kimse tarafından dönüp bakılmamış, yıpratılmışlığının kimsenin umurunda olmadığı o pejmürde bankı fark edebilirim. Kitaplarda okuduğumuz yaratılmış, kurmaca Dünyadan çok başkadır gerçeğin tek düzeliği. Cervantes’in zırva İspanya’sı dağlardaki şair çobanları ile buram buram romantik ve alabildiğine sade bir ihtişam sunarken bizlere aslında hiç bilmediği yerleri ve insanları yazdığını düşündüğümde demirleri paslanmış bir bankın gerçekliği daha çok etkiliyor beni. Vergilus’un o geçişindeki uzun tasvirlerin arasından yayılan yasemin kokusu burnumuzun direğini delecek kadar gerçekmiş gibi görünse de tüm epikler kadar abartılı be Odysseus. Hiç biri bir parkta çaresizliğine terk edilmiş yaban çiçekleri kadar gerçek değil.
Portekiz’in hüznü kadar sahici olan bir sanat eseri görmedim ben. Tıpkı asla benim olmayacak bir çift elin yabancılığı kadar soğuk ve yalın. Önceki hayatımda bir Portekizli idim belki de. Ya da öyle isterdim ki Lizbon’un orta yerinde yüzüm gözüm melankoliye boyanmış gri bir heykel olmayı. Belki fark edilmenin tek yolu budur. Ben o heykelken bir sokak sanatçısının ayaklarımın dibinde fado müziği çaldığını düşünmek istiyorum. Amália Rodrigues müziği yükselse gökyüzüne ve taştan tenime çarpıp yayılsa melankoli tüm evrene.
Bir zamandan beri asla iyi olmadım ki ben. İmkansız şeyleri sevmekten yorulmayan uslanmaz bir yüreğim var. Bu güzel… Asla tam olarak iyi olamamak, mutsuz olmayı sevmekten başka bir şey değildir gibi gelir bazılarına. Oysa gitarın acılı solosunu gerçekten hissedemeyenler asla anlayamaz ki hüznün bunca sevilesi olduğunu. Olasılıksız bir sevmenin ortasında iken yaşamadığın bir duyguyu özlemenin karmaşık yudumlarını kimseyle paylaşmak istemiyorumdur belki de. Kendi paradoksum içinde havayı tutmaya çalışmaktan çok daha anlamlı bir resimden bahsediyorum aslında. İhtiyacım olan nefesin bu hüzünle sevişmekten geçtiğini bir Portekizliye anlatmak zorunda kalmazdım. Hiç dokunmadığın bir teni arzulamanın saçma bir his olmadığı kadar gerçek bir mutsuzluğum var benim.
Portekiz sokaklarında gezen Perhan’ın hayaleti ile karşılaştığımda Azra’nın karnındaki bebek kadar talihsiz bir yaşamanın beni beklediğini bilemeyecek kadar zavallı olmak içimi yakan tatlı bir acı veriyor her zaman. Çingeneler zamanında bir meyhaneye gidip sarhoş olduğumda kendi hüznüme aşık oluyorum ben. İnsan kendine söylediği yalanlardan sonra diyor hani işte kimseye böyle inanmaz ya hani öyle bir vazgeçiş bu insandan artık. Davor Dujmovic’in Perhan’ı taşımaktan yorulması kadar yorgun bir ruhum varken insana yabancılaşmamak mümkün olmuyor. Sislerin kalkıp gerçeğin ortasında kaldığımdan beri ben Lizbon’da gri bir heykelim artık.
Ellerimi uzatsam tutabilecekmişim gibi sıcak bir gülüşün yüzlerce ışık yılı uzağında kalmanın sancısına talip olmak benim seçimimdi. Öyle kirli ki her şey… Parasal edimlerin kontrolünde güdümlenmiş plaza şıklığından geçerken en çok duymuştum bu bulantıyı. Sonra fakirliğin asil bir şey olduğunu sanmanın yanılgısı başka bir kurşun deliğidir ruhumdaki. Onların ki bir tercih değil zorunluluktan ibaret çoğu zaman. Seçenekleri olduğunda bir plaza için yapamayacakları şey olmadığını görmek, görebilmek içimdeki insan şeyleri öldürüyor bir bir.
Gökyüzüne baktığımda asla benim olamayacak bir çift gözün rengine tesadüf ediyorum her sabah ve bu beni yine yeniden Portekiz’in fırtınalı sahillerine götürüyor. Asla benim olmayan bir denizcinin gidişine içiyorum Çingeneler meyhanesinde. İçin için yanmayı sevmekte vardır hayatta. Kendi hüznüne aşık bir kadın tanıyanlar gözlerindeki derinlikten kaçmayı seçerler hep. Belki de haklıdır onlar. Her biri bir kuyu olan bir çift gözün bilinmezliğine dalmak ve bütün bütün oradan çıkamamak var ya! Zordur o, zor…
Bir eriği tuza batırıp yemekten duyduğum hazzı bir insanın gülümseyen yüzünde bulamamak sıyırıyor beni normal olmaktan. Ayrıksı bir ot gibi tutunmuşum çoğunluğun kenarına. Zamanla tenimin kabuklarının, ruhumun da acıyan bir teni olduğunu öğrendim. Dokunmak isteyip de hissedemediğim de gerçek şeyleri uzakları özlemeyi seçtim. Benliğin içine çökmesi böyle bir şey bence, bende…
İçimdeki açlığı sanatla gidermeye çalıştığımda da başka bir ucube küreselliğin kucağında buluyorum kendimi. Öykünmek zırvalığı ile eskinin ısıtılıp yeniden servis edildiğini görebilmiş olmaktan nefret ediyorum. Narsist bir oburlukla her şeyin kılık değiştirdiği ve aslında eskinin cam bir meşenin içinde hapsedildiği çağlar devirip duruyor insanoğlu. Nefret etmekten yorulunca tenimin kabuklarını soyuyorum. Ah! Benim uslanmaz benliğim… Savunmasız ve apaçık bıraktığım tenimi en uzaktaki bir arzu için mum alevinde gezdiriyorum. Sermayenin sanata sızdığı zamanlarda ölen bir Çingene şarkısını dilime dolayıp Lizbon’da öldürüyorum tüm heykelleri.
Sevgilinin teni kadar gerçek dışıdır yaşama sevinci… !
D...
Üç ilahi dinin kutlamaları (Müslümanlar için Berat Kandili - Hristiyanlar için Paskalya Bayramı - Yahudiler için Pesah Bayramı) aynı döneme denk geldi. Tuğçe Kazaz ibadetten çok yorulacak bu hafta!
..insan tımarhaneye bile giremiyor.Eee bu mendili icat edenin...:)
Tamam tamam o değil bu..
Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
Uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıpta başını gitmek istersin karanlık
Sokaklar kör sağır dilsiz
Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
Yare ulaşmadan düşersen eyer
Yarin hasretinin yankısı kalır...
Bu tımarhane böyle bişey:))
Seden Gürel - Hopterelelli
... o tekne ile Yunanistan'a "Hangimiz Sevmedik"şarkısıyla gider ve "Sarı Gelin"türküsü ile döneriz. :))
#biz başka alem isteriz.
Kiralık teknenin en tepesinden, denizin en derin yerine atlanır .
silmişler yine ya :))
dur ben bunları toplayıp yazı haline getireyim. Sayfama asarım.
:)))))
Gelip gidiyorlar, uyuyup uyanıyorlar falan işte :)))
Bak ne düşündüm. Şimdi buradan bi tekne bulup kiralayalım, ver elini mazbata adası..
Offff ne eğleniriz ama demi?
:))))))))))))))))
yahu mazbatasını veremeyen çocuk gibi ağlamayın lütfen. Biraz keyifli şeyler şey edin. Aha kasıMpaşalı da geldi. Hadi bakalım sohbet konularını bekliyorum.
Bu baharım valsimi biriniz dürtün da uyudu herhal
:))))))))))))))
İnsan dertleniyor haliyle demlendikçe :)))
miri miran çilingir sofrasında içimizi karartma yahu.
:)))
O zaman paşada oturdu masaya..
Sevgili ''A'' fenasın fena :)))))))))))
Ayrıca seni izlerdim demişsin ya çok utandım cidden (utanma ikonu)
"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta"