XXXVI-SULTAN VI.MEHMED VAHİDÜDDİN DEVRİ Resmen VI.Mehmed diye bilinen ve halk arasında Sultan Vahidüddin ünvanıyla tanınan Sultan VI. Mehmet Vahidüddin Han, Şubat 1861 yılında Dolmabahçe Sarayı'nda, Sultan Abdülmecid'in IV. Kadınefendisi Gulistu (Gülistan) Hanımefendiden dünyaya geldi.İttihadcıların,asıl veliahd olan Sultan Aziz'in oğlu Yusuf İzzeddin'i intihar süsü vererek katletmeleri üzerine Osmanlı veliahdı oldu ve 4.7.1918 tarihinde Osmanlı tahtına oturdu.İyi bir islam hukukçusu,Almanya imparatorluk mareşalı ve Osmanlı müşiri ünvanlarına sahip iyi bir asker vede musikiye aşık bir bestekar idi. Almanya ve Avusturya seyahatlerinde kendisinin yaveri olan Mustafa Kemal,padişah olduktan sonrada bir süre fahri yaverliğini sürdürdü.Padişah olduğunda Hz. Ömer'in kılıcı Şeyh Ahmed Es-Sunusi ile Mehmed Bah'addin Veled Çelebi kuşattı.Maneviyatı güçlü bir padişahtı.
18 Kasım 1922'de İstanbulu terk edinceye kadar geçen sıkıntılı saltanat yıllarında,onunla birlikte vazife ifa eden sadrazamlar arasında,İttihadcıların reisi Mehmed tal'atPaşa ve beş defa hükümeti kuran Damat Ferid Paşa; Şeyhülislamlar arasında ise,Kuvay-ı Milliye aleyhine mecburen fetva veren Dürri-zade Abdullah Efendi ve Hürriyet ve İ'tilaf partisinin adamı olan Mustafa Sabri Efendi,özellikle zikredilmelidir.
Sultan Vahidüddin'in saltanatından 4 ay geçmeden 30 Ekim 1918 tarihinde uğursuz Mondros Mütarekesi imzalandı. Bunu Osmanlı topraklarının İ'tilaf devletleri tarafından işgali takip etti. İngilizler Kasım 1918'de Musul'u işgal ettiler; müttefik filo Kasım 1918'de İstanbul'a geldi ve 16 Mart 1920'de İstanbul resmen işgal edildi.Bu tarihten sonra sadır olan Padişah iradelerini ve hatta hükümet kararlarını,sanki Sultan Vahidüddin'in arzusu ve kararı gibi görmek,tarihi yanlış yorumlamak demektir.Bu tarihten sonra Sultan Vahidüddin,hem işgal kuvvetlerini oyalamaya ve hem de elden geldiği kadar Kuvay-ı Milliye'yi destekleyerek yeni Türk devletinin ortaya çıkmasını,şahsı aleyhine de olsa desteklemeye karar vermiştir.Artık yeniden Osmanlı Devleti'nin hayat bulamayacağının farkındadır.Yapılan bütün icraatlar bunu göstermektedir.
Sultan Vahidüddin, İstanbul'un düşman filoları tarafından kuşatıldığını ve topların Saraya çevirdiğini görür görmez, hemen yakın kumandanlara Anadolu'da İstiklal tohumlarının nasıl atılacağını müzakere etmeye başlamıştır. Filonun geldiği Kasım 1918'den Mayıs 1919'a kadar devam eden müzakereler sonucunda, Mustafa Kemal ile defalarca görüşmüş ve Yıldız Saray'ındaki son ve gizli görüşmede, Anadolu'ya görevli olarak gitmesine ve milli bir idare kurulmasına karar verilmiştir. Neticede İtilaf Devletleri yüksek Komiserliğinden Mustafa Kemal'in vizesini alan,elindeki imkanlarla onu destekleyen ve Samsun'a çıkması için yeterli bir vapur hazırlatan Sultan Vahidüddin, Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ulaşmasından sonra da,hükümetleri vasıtasıyla veşifrelerle Mustafa Kemal'i desteklemeye devam etmiştir.Sayın Murad Bardakçı'nın yayınladığı Şah Baba isimli eser ve Osmanlı arşivlerindeki belgeler, bütün bunları doğrulamaktadır. Sultan Vahidüddin'in Mustafa Kemal'e ayrılırken söylediği son söz,'Cenab-ı Allah muvaffak etsin'sözüdür.
16 Mart 1920'de İstanbul işgal edilince 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanmıştır. Düşmanlar Sevr Muahedenamesini, ne işgal altındaki osmanlı Devleti'ne ne de Ankara Hükümetine imza ettirememişlerdir. Anadolu'da imanlı milletin desteğiyle muvaffakiyetler kazanan Kuvay-ı milliye ekibi ve özelliklede Mustafa Kemal ve arkadaşları, Başvekil Rauf Orbay'ın muhalefetine rağmen anadoluda saltanat ve hilafeti kurtarmak için geldiklerini çeşitli nutukta söylemelerine rağmen evvela saltanata cephe almaya başlamışlardır. Cumhuriyet idaresi kurarak Cumhurreisi olmak isteyen Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisine 1 Kasım 1922'de saltanatı ilga ettirmiştir. Bu arada kendi nazırlarından ve meşhur Osmanlı gazetecilerinden Ali Kemal bey'in bazı kimseler tarafından İzmit'e kaçırılarak linç edilmesi, Sutan Vahidüüddin'in Ankara'daki havayı sezmesine yardımcı olmuştur. Ankara'ın niyetini anlayan Sultan Vahidüddin hem yeni kurulaacak olan devlete zorluk çıkarmamak ve hemde daha fazla hakaretlere maruz kalmamak için 18 Kasım 1922'de İstanbul'u terk etmiştir. Zaten 5 Kasım 1922'de resmen Osmanlı Devleti tarihe gömülüyor ve İstanbul Ankara'da kurulan milli devletin hakimiyeti altına giriyordu.
Malta Hicaz ve Mısır'a uğradıktan sonra İtalya'nın San Remo şehrine gelen Sultan Vahidüddin, 16 Mayıs 1926 tarihinde aynı şehirde kederinden vefat etmiştir. Cenazesi Şam'a nakledilerek Yavuz Sultan Selim Camii Haziresine defn olunmuştur.
Sultan Vahidüddin vatan haini midir? Mustafa Kemal kendi başına mı 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmıştır?
Önemle ifade edelimki Cumhuriyet de Osmanlı da, iyisiyle kötüsüyle Müslüman Türk Milletinin malıdır. Bir insan ecdadını kötüleyerek hiç bir yere varamaz. Tarihin her döneminde iyi şahsiyetlerde kötü şahsiyetlerde gelebilir. Ayrıca iyi şahsiyetlerin kötü ve yanlış tasarrufları ve kötü şahsiyetlerin iyi ve güzel tasarrufları bulunabilir. Bir şeyi toptan reddetmek veya kabul etmek aklın işi değildir.
İşte bu esaslar çerçevesinde Mustafa Kemal'in başarılarını saymak Sultan Vahidüddin düşmanlığı sayılmamalı; Sultan Vahidüddin'in yaptıklarını anlatmakta Mustafa Kemal düşmanlığı olarak görülmemelidir. Bu gözle bakıldığında Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışı ve Sultan Vahidüddin'in şahsiyeti ile ilgili Cumhuriyet döneminde yazılanlar,çizilenler ve yapılan değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpacaktır.
1) Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşları tamamen Osmanlı generalleridirler.Hele Mustafa Kemal, Sultan Vahidüddin Han'ın hem şehzadeliğinde ve hemde padişahlığında yaverliğini yapmış bir Osmanlı subayıdır.
2) Kuvay-ı Milliyenin tohumları,Kasım 1918'de müttefik düşman filolarının Boğaza girmesiyle atılmıştır. Kuvay-ı Milliye bir şahsın değil bir milletin eseridir.Bu milletin içinde Mustafa Kemalde vardır, Sultan Vahidüddin de vardır. Düşman toplarının saraya çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları bütün gayretlerini, Anadolu'ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919'un bir gecesinde Erenköy'de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa'yamı, Miralay Re'fet Bey'emi yoksa Çanakkale'de göz dolduran Mustafa Kemal'e mi verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam Mustafa Kemal Paşa'yı Padişah'a götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Mustafa Kemal'in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hanedanı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hanedan değil Vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu Kıtaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu'ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultan Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bunun üzerine Sultan Vahidüddin İngilizleri de Mustafa Kemal konusunda ikna etmiştir. 6 Mayıs 1919 tarihli Mustafa Kemal'in yetkilerini belirten talimat hemen yayınlanmıştır. Tam bir diplomasi oyunu oynanmaktadır. Bandırma vapuruna Mustafa Kemal ile birlikte kimlerin bineceği tesbit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar Sultan Vahidüddin'in emriyle olmuştur. Her türlü masraf Padişahın özel imkanları ve gizli ödenekten karşılanmaktadır.
Mustafa Kemal, 15 Mayıs 1919'da Sultan Vahidüddin ile yaptığı son görüşmede Sultan'ın kendisine 'Paşa, Paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet yaptın. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir.Paşa devlet'i kurtarabilirsin'dediğini bizzat Mustafa Kemal nakletmektedir.
Mustafa Kemal 16 Mayıs sabahı Osmanlı Devlet'inin temin ettiği Bandırma vapuruna binmeden evvel önce Osmanlı kurmaylarıyla görüştü ve onlardan milli bir idare kurulması konusunda tavsiyelerini aldı. Buradan son defa görüşmek üzere Yıldız Saray'ına geldi. Padişah'ın 'Cenab-ı Allah muvaffak etsin'sözlerinden sonra Mustafa Kemal 'Bazı fesat ehlinin kendisi hakkında yanlış şeyler nakledebileceklerini ve bunlara inanıp sadakatinden şüphe etmemesini arz eyledi'. 16 Şa'ban 1338/16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal yolda iken onun Yetki Talimatnamesi, Meclis-i Vükela'da ittifakla kabul edildi. İlk dönem masraflarının tamamı örtülü ödenekten karşılanmak üzere karar alındı. Arşiv vesikalarından anlıyoruzki Mustafa Kemal Paşa'nın yeni bir devlet kurması için her türlü tedbir alınmış ve hatta görev alanında meydana gelen her çeşit önemli gelişme ile ilgili Osmanlı hükümeti tarafından kendisine şifre ile bilgi verilmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsuna çıktığında, halkın gösterdiği büyük alaka üzere, İngilizler, Osmanlı devleti tarafından başka maksatla gönderildiği konusunda ciddi manada şüphelenmişlerdir.
16 Mart 1920'de İstanbul Mütareke şartlarına aykırı olarak işgal edildiğinde, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanmıştır. Ancak Yunanlıların İzmir'i işgal etmeleri, Anadolu'da meydana gelen gelişmeler ve Rauf Bey gibi bazı farklı görüşlere sahip şahsiyetlere rağmen Mustafa Kemal'in Cumhuriyet istemesi, tek taraflı olarak Mustafa Kemal ile Sultan Vahidüddin'in arasını açmıştır. 1920 ila 1922 tarihleri arasında, fiilen idare Büyük Millet Meclisinde olmasına rağmen Sultan Vahidüddin Kuvay-ı Milliye ve Büyük Millet Meclisi aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Bilakis işgal kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında, gizlice ve imkanlarının örtüsü nisbetinde onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Ankara'daki yayın organlarının bütün aleyhteki yayınlarına ve Damad Ferid Paşa'ın İngilizler nezdindeki bazı girişimlerine rağmen, onu hiç bir kuvvet Anadolu'nun bağımsızlığı aleyhine geçirtememiştir. Hatta Balıkesir Valiliğinin Kuvay-ı Milliyeye yardım edenlerin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda Dahiliye Nezaretine yazılan bir yazının cevabına cezalandırılmaması talimatı verilmiştir. Dolayısıyla Sultan Vahidüddin vatan haini değil; vatanın istiklali için tacını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir. Bütün gayretlerine rağmen İstanbul'u işgalden kurtaramatyınca, Kuvay-ı Milliyeye de köstek olmamıştır. İstanbul'u terk ettikten sonra, İngilizler ve İtalyan'lar, bütün gayratleriyle onun taşıdığı hilafet sıfatını Anadolu'daki Kuvay-ı Milliye aleyhine kullanmak istemişlersede Sultan Vahidüddin'in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mani olabilmiştir.
3) Bu anlattıklarımızın en büyük delili, bazı ifadeleri, sürgündeki insanın halet-i ruhiyesine aksetmiş olsa bile, yetmiş sene sonra kısmen yayınlanan hatıralarındaki şu satırlardır: 'Mütalaalarından ortaya çıkacağı gibi, Mütareke günlerinde(1918) I.cihan Harbinin neticelerinden sorumlu olan suçlulardan (Devleti harbe sokan İttihatcıları kasdetmektedir) bana miras kalan ve birbirini takip eden musibetlere karşı, sadece ve sadece sahsımı siper eyledim. Aslında bir taraftan tehlikeli bir yerde kalan hilafet merkezinde savaştan galip çıkan İtilaf Devletleri ileyüz yüze olmak ve onlar tarafından sıygaya çekilmek ve diğer taraftan Anadolu'yı istila eden Yunanlılara mukabele için mümkün ve mahrem vasıtalarla Anadolu'ya memur eylediğimiz yaverlerimizden Mustafa Kemal'in ihaneti ve bize karşı takındığı isyankar tavrı karşısında kalmıştım. Bununla beraber aziz vatanımın menfaatleri için Kuvay-ı Milliyenin sonradan şekil ve mahiyetinin değişeceği hususunda bende meydana gelen fikir ve kanaatlerime rağmen, yine fedakarlık mesleğini tercih ve takip eyledim. Sırf bu sebep ve hikmet ile milli gayelere itaatkar kabineleri iktidara getirdim ve senelerce Kuvay-ı Milliyeyi takviye ettim ve gelişmesi için çalıştım. Anadolu zaferinin ne gibi tehlikeli şartlar altında tarafımızdan hazırlandığını gösteren belgeler ile Anayasa gereği saltanat makamının korunacağını tasvir eden diğer mühim evrak tesbit edilerek derlenmiş olduğundan, bunların dahi zamanı gelince umumi efkara açıklanarak İslam'ın hizmetkarı veyahut yıkıcısı olanların teşhir ve tayin edileceğini temin eylerim'.
Nitekim vefatını duyan Mustafa Paşa'nın şu sözleri de, bu cümleleri destekler mahiyettedir:Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı Saray'ının bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup dönerdi ki'....
Zaten zengin tartışma gündemimize son birkaç gündür Sultan Vahdeddin'in 'hain' olup olmadığı konusu da eklendi. Bunun kendi başına çok öncelikli, belirleyici bir konu olduğunu düşünmüyorum. Ancak bunun şu güne kadar bir 'olgu' olarak belletilme biçimi, ama bundan da önemlisi, şu günkü tartışılma biçimi, bunun Türkiye'nin bence birinci derecede önemli bir sorununu yeniden gündeme getirdiği kanısındayım. Ecevit'in bu konuda görüşünü dile getirmesini, Süleyman Demirel'in beklenmeyen müdahalesi izledi. Medyadan izlediğime göre Demirel, Hürriyet'i aramış ve 'Vahdettin'in hain olmadığını söylemek Türkiye'ye yararlı olur mu? ' diye sormuş. Daha sonra, Türkiye'de 'birlik ve beraberlik' yaratan referansların azaldığını, Atatürk'ün bu anlamda başlıca referans olduğunu, böyle bir referansa daha çok uzun süre ihtiyaç duyacağımızı eklemiş. Bunlar hepsi (ve bunlara ilişkin başka bazı konular) önemli ve tartışılması yararlı olacak şeyler. Ama ben özellikle ve öncelikle bir noktada yoğunlaşmak istiyorum. Bu, düşünce'ye ilişkin, 'yarar' kavramı. 'Gerçeklik' vardır ve tarih boyunca 'insan' dediğimiz varlığın en önemli uğraşı, 'gerçeklik'in ne olduğunu kavramaya çalışmak olmuştur. Onu hiçbir zaman bütünüyle kavrayamayacağımızı, olsa olsa ona yaklaşabileceğimizi artık biliyoruz -tam kavrayamayacağımızı kavramak da insanın bir başarısı. Bunu yapabilmenin aracı da, canlı varlıklar arasında yalnız 'insan'ın bir yetisi olan 'düşünme' yeteneği. Bu sıradan gerçeklikleri tekrarlamak gereğini duyuyorum, çünkü bunlar söylendiğinde 'Bunu bilmeyecek ne var' diyenler sonra da böyle şeyler hiç yokmuş gibi davranabiliyor. 'Gerçeklik', şuna buna yaradığı için değil, kendisi olduğu için önemlidir. Gerçeklik herhangi bir şeye yarayamaz, herhangi bir şeyin yararlılığı, ona ilişkin olarak tartışılabilir. Yerçekimi kuralları ya da suyun bileşimi gibi madde dünyasına ilişkin 'gerçeklikler' veya Vahdeddin'e 'vatan haini' denmesinin doğru olup olmadığı gibi insan hayatına, değerlerine ilişkin 'gerçeklikler', aradaki bütün farklara rağmen, sonunda 'gerçeklik' kategorisine girerler; dolayısıyla, incelenmeleri, tartışılmaları gerekir. Gerçekliğin 'kullanım değeri' gibi bir kategori, hiçbir yerde Türkiye'de olduğu gibi, uzun süreli ve yaygın bir hegemonya kurmamıştır. 'Vahdeddin'in hain olması bizim için yararlıdır' diye bir cümle kurduğumda, çok kişi bunun aslında saçma bir önerme olduğunu anlayabilir. Vahdeddin'in hain olduğunu düşünenler bile, bunun böyle ifade edilmesinin biçimsiz olduğunu söyleyecektir. Ama Demirel'in cümlesi, 'Onun hain olmadığını söylemek, Türkiye'ye ne fayda sağlayacak' mealinde bir cümle, bundan başka bir anlama geliyor mu? Burada Demirel de aslında özgün bir anlayışı, kendine özgü bir yaklaşımı dile getiriyor değil. Onun söylediği, Türkiye'nin egemen çevrelerinin öteden beri benimsediği bir tutumun sıradan bir örneği. Bu tutum, 'doğru' ve 'gerçek'le ilgili ve doğal olarak 'doğru' ve 'gerçek'in ne olduğunu araştıran 'insan düşüncesi' ile ilgili bir tutum. Buna göre, 'doğru'nun bizim için 'yararlı' olması gerekiyor ve dolayısıyla 'bizim için yararlı' olmadığını düşündüğümüz 'doğru'yu reddetmek durumundayız. Bu, bir toplum için korkunç bir durumdur.
Eski Başbakan Bülent Ecevit’in “Sultan Vahdettin vatan haini değildi. Kurtuluş Savaşı’na belirgin şekilde destek verdi.” sözleri tarihçilerden destek buldu.
Kuva-yı Milliye hareketinin Vahdettin tarafından başlatıldığını vurgulayan Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemindeki yöneticileri ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye ayırmanın haksızlık olacağını belirtti. Akgündüz, “1922’den sonra Vahdettin hakkında söylenen hiçbir ithamı tarihsel kaynak olarak kabul etmiyorum. Siyasi demeçler belge olmaz. Vahdettin çok iyi yetişmiş bir diplomattır. Vatanı için hayatını, sülalesini feda etmiştir.” şeklinde konuştu. Kuva-yı Milliye başarıya ulaşana kadar Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in birbirini desteklediğini anlatan Akgündüz, daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesinin Vahdettin’e ‘vatan haini’ demeye başladığını kaydetti. Akgündüz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Anadolu’da kurtuluş hareketi başlatmak için Osmanlı Genelkurmayı Erenköy’de günler süren toplantı yapıyor. ‘Kimi bu işle görevlendirelim’ tartışması yapılıyor. Burada çıkan isimlerden biri Mustafa Kemal. Neticede karar Mustafa Kemal lehine veriliyor. Bunu 19 Mayıs’tan 3 ay önce söylüyorlar. Heyet Vahdettin’e giderek kararı iletiyor. Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu, saltanatı yıkıp kendisini devirebileceğini de söylüyorlar. Vahdettin ise ‘Vatan ve millet tehlikede. Vatanım kurtulsun da kim neyi kurarsa kursun. Getirin Mustafa Kemal’i görüşmek istiyorum.’ karşılığını verir.”
Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Belge de fikirleri yüzünden Vahdettin’i vatan haini ilan etmenin yanlış olduğunu belirtti. “Bir padişah kendi devletini, memleketini istemez mi? ” sorusunu yönelten Belge, şu görüşleri dile getirdi: “Vahdettin, Damat Ferit ve Ali Kemal’in İttihat Terakki’ye karşı birikmiş nefretleri var. İttihat Terakki, insanları nefret ettirecek çok şey yapmış. Ankara’daki hareketi de İttihat Terakki’nin yeni bir direnişi olarak yorumluyorlar. Bu da çok yanlış. Mustafa Kemal de İttihat Terakki tarafından itilmiştir. Ama çevresindeki adamların yüzde 80’i ittihatçıydı. Bazı tarih kitaplarında Vahdettin ve diğerleri hakkında yanlış bilgiler var. İdeolojimize göre akları karaları tespit ediyoruz. Çocuk o kitabı okuyunca bizim istediğimiz şekilde şunlar iyi şunlar kötü diyecek. II. Abdülhamit de benzer suçlamalara maruz kaldı. Abdülhamit, belki dağılan imparatorluğu kurtarmanın yolunu İslam birliği olarak düşündü. O zamanki düşmanları İngiltere ve Fransa’nın bünyesindeki Müslümanlara ulaşmaya çalıştı. Bunlar gerçek dışı düşünceler değildi. Abdülhamit gerçekçi ve kafası çalışan bir adamdı.”
Ders kitaplarımızda Vahdettin’in vatan haini olarak gösterilmesine tepki gösteren Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan ise ‘ciddi bir içerik sorgulaması’ gerektiğini ifade etti. Vahdettin’in, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinde büyük emeği olduğunu kaydeden Bostan, kitaplardaki hain suçlamasının kaldırılmasını istedi. Bostan, “Ancak Vahdettin’in hatası yoktu demek de yanlış olur. İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında yaptığı yanlışlar vardır. Bunları bilerek yaptığını söylemek de yanlış olur. Olayları zamanın koşullarında değerlendirmek gerekir. Ancak hiçbir şey bir insanı vatan haini ilan etmemize yetmez.” dedi.
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. Ayrıca O Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Bugünlerde misafirlerinin üzerine serin gölgelerini salan asır-dîde ağaçlarıyla Yıldız Parkı’nın içerisinde Malta Köşkü’nün küçük bir odasındayız. 16 Kasım 1922 tarihinde bu şirin köşk, ömrünün en kâbus dolu gecelerinden birini yaşamaktadır. Osmanlı Padişahı Mehmed Vahdettin (doğrusu “Vâhidüddin”) o gün İngilizlerin İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a bir mektup yazarak İstanbul’da hayatını tehlikede gördüğü için sığınma talebinde bulunmuş, “Bir an evvel İstanbul’dan mahal-i âhare” (bir başka yere) naklini istemiştir. İmza yerinde “Padişah” değil, yalnızca “Halife-i Müslimîn Mehmed Vahdettin” yazısı okunmaktadır. Çünkü 15 gün önce saltanat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmış ve Osmanoğulları üzerinde yalnızca Hilafet makamı bırakılmış, bu da TBMM’nin meşru hakkı sayılarak “Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinadgâhıdır” hükmünü içeren önergenin 6. maddesiyle kanunlaşmıştır. 101 pare top atışıyla kutlanmıştı bu önemli olay. İlginç bir tevafuk eseri olarak o akşam Mevlid kandilidir ve bu rastlaşma uğur telakki edilip o akşam ile ertesi gün resmi bayram ilan edilmiştir. (Yani Saltanatın kaldırılması bayramı bile dinî bir vesileyle kutlanmıştır!)
623 yıllık, okumakla bitmeyecek büyük bir destanı arkasında bırakan Vahdettin, Malta Köşkü’nün bu ıssız odasında uykusuz bir gece geçirmeye hazırlanmaktadır. Atalarını düşünür, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi; bir de bugünü… Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid’in imparatorluğun sınırlarını tutan kudretli elini hatırlar, özler, öper. Bir Osmanlı padişahının bu acınası duruma düşmesinin, düşmanı olan İngilizlere iltica talebinde bulunmasının ağırlığını dakika dakika bir zehir gibi içer. Elinin altındaki Hazineden tek kuruş almadığı gibi, henüz 4 aylıkken kaybettiği babası Abdülmecid’den kalma elmaslı sorguç ve som altından bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassa müdürüne teslim eder. Yanına, Sultanlık tahsisatı olan 50 bin liradan başka bir para almadan ertesi sabah İngilizlerin gönderdiği otomobillerle Malta Köşkü’nden Dolmabahçe Sarayı’na geçer, oradan da İngiliz donanmasına ait bir istimbotla Malaya zırhlısına. Malta adasında göreceğiz onu. Sonra Mekke, San Remo ve son durağı olan Şam’da…
1926’da San Remo’da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana’dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sına göre Gazi, “İsteseydi” demiştir, “Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.” Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke’deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin’in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, İtalya’ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddî ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı’ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. İngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için.
Vahdettin hakkında en çok sorulan soru, ister istemez neden vatanını bırakıp düşmanların eline kaçtığı üzerinde odaklanmaktadır. Gerçekten de cevaplanması çok zor bir sorudur bu. Hele Osmanlılık şuurundan bahsediyorsak…
Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım’da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin’in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani ‘kaçarken’ padişah olarak kaçmamıştır! İkincisi, 5 Kasım akşamı İsmet Paşa ve heyeti trenle Lozan’a hareket etmiştir. Dahası, İngiltere, Fransa ve İtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa’ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, İstanbul’un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM “kızgın ve asabî”dir Rauf Orbay’ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin’in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. İşte 16 Kasım’da Vahdettin’in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasî zemin budur. Vahdettin’in yurdu terk ettiği haberi Meclis’e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür.
Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin ‘Ben bu işte yokum’ diyerek çekip gitmekle Ankara’nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan’da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından ‘hal’ (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin’in gitmesi, muhakkak ki Ankara’nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”
Vahdettin hain değildir; çünkü...
Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım:
Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz.
İşte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor:
“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”
Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz’daki İngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı’nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin’in imzasıyla, dahası 5 Mayıs’ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmî izinler dahilinde mümkün olabilmiş, İngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet?
1919 başlarında İstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın İstanbul’da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden İstanbul’da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu’ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kâzım Karabekir 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya’ya gitmiş ve Milli Mücadele’nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasî ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal’in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve İngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi’nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun’a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa’nın ismi İngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun’a ayak basanların arasında o da vardır.) Bu mudur hainlik?
Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”
XXXVI-SULTAN VI.MEHMED VAHİDÜDDİN DEVRİ
Resmen VI.Mehmed diye bilinen ve halk arasında Sultan Vahidüddin ünvanıyla tanınan Sultan VI. Mehmet Vahidüddin Han, Şubat 1861 yılında Dolmabahçe Sarayı'nda, Sultan Abdülmecid'in IV. Kadınefendisi Gulistu (Gülistan) Hanımefendiden dünyaya geldi.İttihadcıların,asıl veliahd olan Sultan Aziz'in oğlu Yusuf İzzeddin'i intihar süsü vererek katletmeleri üzerine Osmanlı veliahdı oldu ve 4.7.1918 tarihinde Osmanlı tahtına oturdu.İyi bir islam hukukçusu,Almanya imparatorluk mareşalı ve Osmanlı müşiri ünvanlarına sahip iyi bir asker vede musikiye aşık bir bestekar idi. Almanya ve Avusturya seyahatlerinde kendisinin yaveri olan Mustafa Kemal,padişah olduktan sonrada bir süre fahri yaverliğini sürdürdü.Padişah olduğunda Hz. Ömer'in kılıcı Şeyh Ahmed Es-Sunusi ile Mehmed Bah'addin Veled Çelebi kuşattı.Maneviyatı güçlü bir padişahtı.
18 Kasım 1922'de İstanbulu terk edinceye kadar geçen sıkıntılı saltanat yıllarında,onunla birlikte vazife ifa eden sadrazamlar arasında,İttihadcıların reisi Mehmed tal'atPaşa ve beş defa hükümeti kuran Damat Ferid Paşa; Şeyhülislamlar arasında ise,Kuvay-ı Milliye aleyhine mecburen fetva veren Dürri-zade Abdullah Efendi ve Hürriyet ve İ'tilaf partisinin adamı olan Mustafa Sabri Efendi,özellikle zikredilmelidir.
Sultan Vahidüddin'in saltanatından 4 ay geçmeden 30 Ekim 1918 tarihinde uğursuz Mondros Mütarekesi imzalandı. Bunu Osmanlı topraklarının İ'tilaf devletleri tarafından işgali takip etti. İngilizler Kasım 1918'de Musul'u işgal ettiler; müttefik filo Kasım 1918'de İstanbul'a geldi ve 16 Mart 1920'de İstanbul resmen işgal edildi.Bu tarihten sonra sadır olan Padişah iradelerini ve hatta hükümet kararlarını,sanki Sultan Vahidüddin'in arzusu ve kararı gibi görmek,tarihi yanlış yorumlamak demektir.Bu tarihten sonra Sultan Vahidüddin,hem işgal kuvvetlerini oyalamaya ve hem de elden geldiği kadar Kuvay-ı Milliye'yi destekleyerek yeni Türk devletinin ortaya çıkmasını,şahsı aleyhine de olsa desteklemeye karar vermiştir.Artık yeniden Osmanlı Devleti'nin hayat bulamayacağının farkındadır.Yapılan bütün icraatlar bunu göstermektedir.
Sultan Vahidüddin, İstanbul'un düşman filoları tarafından kuşatıldığını ve topların Saraya çevirdiğini görür görmez, hemen yakın kumandanlara Anadolu'da İstiklal tohumlarının nasıl atılacağını müzakere etmeye başlamıştır. Filonun geldiği Kasım 1918'den Mayıs 1919'a kadar devam eden müzakereler sonucunda, Mustafa Kemal ile defalarca görüşmüş ve Yıldız Saray'ındaki son ve gizli görüşmede, Anadolu'ya görevli olarak gitmesine ve milli bir idare kurulmasına karar verilmiştir. Neticede İtilaf Devletleri yüksek Komiserliğinden Mustafa Kemal'in vizesini alan,elindeki imkanlarla onu destekleyen ve Samsun'a çıkması için yeterli bir vapur hazırlatan Sultan Vahidüddin, Mustafa Kemal'in 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ulaşmasından sonra da,hükümetleri vasıtasıyla veşifrelerle Mustafa Kemal'i desteklemeye devam etmiştir.Sayın Murad Bardakçı'nın yayınladığı Şah Baba isimli eser ve Osmanlı arşivlerindeki belgeler, bütün bunları doğrulamaktadır. Sultan Vahidüddin'in Mustafa Kemal'e ayrılırken söylediği son söz,'Cenab-ı Allah muvaffak etsin'sözüdür.
16 Mart 1920'de İstanbul işgal edilince 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanmıştır. Düşmanlar Sevr Muahedenamesini, ne işgal altındaki osmanlı Devleti'ne ne de Ankara Hükümetine imza ettirememişlerdir. Anadolu'da imanlı milletin desteğiyle muvaffakiyetler kazanan Kuvay-ı milliye ekibi ve özelliklede Mustafa Kemal ve arkadaşları, Başvekil Rauf Orbay'ın muhalefetine rağmen anadoluda saltanat ve hilafeti kurtarmak için geldiklerini çeşitli nutukta söylemelerine rağmen evvela saltanata cephe almaya başlamışlardır. Cumhuriyet idaresi kurarak Cumhurreisi olmak isteyen Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisine 1 Kasım 1922'de saltanatı ilga ettirmiştir. Bu arada kendi nazırlarından ve meşhur Osmanlı gazetecilerinden Ali Kemal bey'in bazı kimseler tarafından İzmit'e kaçırılarak linç edilmesi, Sutan Vahidüüddin'in Ankara'daki havayı sezmesine yardımcı olmuştur. Ankara'ın niyetini anlayan Sultan Vahidüddin hem yeni kurulaacak olan devlete zorluk çıkarmamak ve hemde daha fazla hakaretlere maruz kalmamak için 18 Kasım 1922'de İstanbul'u terk etmiştir. Zaten 5 Kasım 1922'de resmen Osmanlı Devleti tarihe gömülüyor ve İstanbul Ankara'da kurulan milli devletin hakimiyeti altına giriyordu.
Malta Hicaz ve Mısır'a uğradıktan sonra İtalya'nın San Remo şehrine gelen Sultan Vahidüddin, 16 Mayıs 1926 tarihinde aynı şehirde kederinden vefat etmiştir. Cenazesi Şam'a nakledilerek Yavuz Sultan Selim Camii Haziresine defn olunmuştur.
Sultan Vahidüddin vatan haini midir? Mustafa Kemal kendi başına mı 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmıştır?
Önemle ifade edelimki Cumhuriyet de Osmanlı da, iyisiyle kötüsüyle Müslüman Türk Milletinin malıdır. Bir insan ecdadını kötüleyerek hiç bir yere varamaz. Tarihin her döneminde iyi şahsiyetlerde kötü şahsiyetlerde gelebilir. Ayrıca iyi şahsiyetlerin kötü ve yanlış tasarrufları ve kötü şahsiyetlerin iyi ve güzel tasarrufları bulunabilir. Bir şeyi toptan reddetmek veya kabul etmek aklın işi değildir.
İşte bu esaslar çerçevesinde Mustafa Kemal'in başarılarını saymak Sultan Vahidüddin düşmanlığı sayılmamalı; Sultan Vahidüddin'in yaptıklarını anlatmakta Mustafa Kemal düşmanlığı olarak görülmemelidir. Bu gözle bakıldığında Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışı ve Sultan Vahidüddin'in şahsiyeti ile ilgili Cumhuriyet döneminde yazılanlar,çizilenler ve yapılan değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpacaktır.
1) Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşları tamamen Osmanlı generalleridirler.Hele Mustafa Kemal, Sultan Vahidüddin Han'ın hem şehzadeliğinde ve hemde padişahlığında yaverliğini yapmış bir Osmanlı subayıdır.
2) Kuvay-ı Milliyenin tohumları,Kasım 1918'de müttefik düşman filolarının Boğaza girmesiyle atılmıştır. Kuvay-ı Milliye bir şahsın değil bir milletin eseridir.Bu milletin içinde Mustafa Kemalde vardır, Sultan Vahidüddin de vardır. Düşman toplarının saraya çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları bütün gayretlerini, Anadolu'ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919'un bir gecesinde Erenköy'de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa'yamı, Miralay Re'fet Bey'emi yoksa Çanakkale'de göz dolduran Mustafa Kemal'e mi verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam Mustafa Kemal Paşa'yı Padişah'a götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Mustafa Kemal'in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hanedanı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hanedan değil Vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu Kıtaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu'ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultan Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bunun üzerine Sultan Vahidüddin İngilizleri de Mustafa Kemal konusunda ikna etmiştir. 6 Mayıs 1919 tarihli Mustafa Kemal'in yetkilerini belirten talimat hemen yayınlanmıştır. Tam bir diplomasi oyunu oynanmaktadır. Bandırma vapuruna Mustafa Kemal ile birlikte kimlerin bineceği tesbit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar Sultan Vahidüddin'in emriyle olmuştur. Her türlü masraf Padişahın özel imkanları ve gizli ödenekten karşılanmaktadır.
Mustafa Kemal, 15 Mayıs 1919'da Sultan Vahidüddin ile yaptığı son görüşmede Sultan'ın kendisine 'Paşa, Paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet yaptın. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir.Paşa devlet'i kurtarabilirsin'dediğini bizzat Mustafa Kemal nakletmektedir.
Mustafa Kemal 16 Mayıs sabahı Osmanlı Devlet'inin temin ettiği Bandırma vapuruna binmeden evvel önce Osmanlı kurmaylarıyla görüştü ve onlardan milli bir idare kurulması konusunda tavsiyelerini aldı. Buradan son defa görüşmek üzere Yıldız Saray'ına geldi. Padişah'ın 'Cenab-ı Allah muvaffak etsin'sözlerinden sonra Mustafa Kemal 'Bazı fesat ehlinin kendisi hakkında yanlış şeyler nakledebileceklerini ve bunlara inanıp sadakatinden şüphe etmemesini arz eyledi'. 16 Şa'ban 1338/16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal yolda iken onun Yetki Talimatnamesi, Meclis-i Vükela'da ittifakla kabul edildi. İlk dönem masraflarının tamamı örtülü ödenekten karşılanmak üzere karar alındı. Arşiv vesikalarından anlıyoruzki Mustafa Kemal Paşa'nın yeni bir devlet kurması için her türlü tedbir alınmış ve hatta görev alanında meydana gelen her çeşit önemli gelişme ile ilgili Osmanlı hükümeti tarafından kendisine şifre ile bilgi verilmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsuna çıktığında, halkın gösterdiği büyük alaka üzere, İngilizler, Osmanlı devleti tarafından başka maksatla gönderildiği konusunda ciddi manada şüphelenmişlerdir.
16 Mart 1920'de İstanbul Mütareke şartlarına aykırı olarak işgal edildiğinde, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanmıştır. Ancak Yunanlıların İzmir'i işgal etmeleri, Anadolu'da meydana gelen gelişmeler ve Rauf Bey gibi bazı farklı görüşlere sahip şahsiyetlere rağmen Mustafa Kemal'in Cumhuriyet istemesi, tek taraflı olarak Mustafa Kemal ile Sultan Vahidüddin'in arasını açmıştır. 1920 ila 1922 tarihleri arasında, fiilen idare Büyük Millet Meclisinde olmasına rağmen Sultan Vahidüddin Kuvay-ı Milliye ve Büyük Millet Meclisi aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Bilakis işgal kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında, gizlice ve imkanlarının örtüsü nisbetinde onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Ankara'daki yayın organlarının bütün aleyhteki yayınlarına ve Damad Ferid Paşa'ın İngilizler nezdindeki bazı girişimlerine rağmen, onu hiç bir kuvvet Anadolu'nun bağımsızlığı aleyhine geçirtememiştir. Hatta Balıkesir Valiliğinin Kuvay-ı Milliyeye yardım edenlerin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda Dahiliye Nezaretine yazılan bir yazının cevabına cezalandırılmaması talimatı verilmiştir. Dolayısıyla Sultan Vahidüddin vatan haini değil; vatanın istiklali için tacını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir. Bütün gayretlerine rağmen İstanbul'u işgalden kurtaramatyınca, Kuvay-ı Milliyeye de köstek olmamıştır. İstanbul'u terk ettikten sonra, İngilizler ve İtalyan'lar, bütün gayratleriyle onun taşıdığı hilafet sıfatını Anadolu'daki Kuvay-ı Milliye aleyhine kullanmak istemişlersede Sultan Vahidüddin'in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mani olabilmiştir.
3) Bu anlattıklarımızın en büyük delili, bazı ifadeleri, sürgündeki insanın halet-i ruhiyesine aksetmiş olsa bile, yetmiş sene sonra kısmen yayınlanan hatıralarındaki şu satırlardır: 'Mütalaalarından ortaya çıkacağı gibi, Mütareke günlerinde(1918) I.cihan Harbinin neticelerinden sorumlu olan suçlulardan (Devleti harbe sokan İttihatcıları kasdetmektedir) bana miras kalan ve birbirini takip eden musibetlere karşı, sadece ve sadece sahsımı siper eyledim.
Aslında bir taraftan tehlikeli bir yerde kalan hilafet merkezinde savaştan galip çıkan İtilaf Devletleri ileyüz yüze olmak ve onlar tarafından sıygaya çekilmek ve diğer taraftan Anadolu'yı istila eden Yunanlılara mukabele için mümkün ve mahrem vasıtalarla Anadolu'ya memur eylediğimiz yaverlerimizden Mustafa Kemal'in ihaneti ve bize karşı takındığı isyankar tavrı karşısında kalmıştım.
Bununla beraber aziz vatanımın menfaatleri için Kuvay-ı Milliyenin sonradan şekil ve mahiyetinin değişeceği hususunda bende meydana gelen fikir ve kanaatlerime rağmen, yine fedakarlık mesleğini tercih ve takip eyledim. Sırf bu sebep ve hikmet ile milli gayelere itaatkar kabineleri iktidara getirdim ve senelerce Kuvay-ı Milliyeyi takviye ettim ve gelişmesi için çalıştım.
Anadolu zaferinin ne gibi tehlikeli şartlar altında tarafımızdan hazırlandığını gösteren belgeler ile Anayasa gereği saltanat makamının korunacağını tasvir eden diğer mühim evrak tesbit edilerek derlenmiş olduğundan, bunların dahi zamanı gelince umumi efkara açıklanarak İslam'ın hizmetkarı veyahut yıkıcısı olanların teşhir ve tayin edileceğini temin eylerim'.
Nitekim vefatını duyan Mustafa Paşa'nın şu sözleri de, bu cümleleri destekler mahiyettedir:Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı Saray'ının bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup dönerdi ki'....
(Bilinmeyen Osmanlı)
Yararlı Gerçek/Murat Belge/Radikal
Zaten zengin tartışma gündemimize son birkaç gündür Sultan Vahdeddin'in 'hain' olup olmadığı konusu da eklendi. Bunun kendi başına çok öncelikli, belirleyici bir konu olduğunu düşünmüyorum. Ancak bunun şu güne kadar bir 'olgu' olarak belletilme biçimi, ama bundan da önemlisi, şu günkü tartışılma biçimi, bunun Türkiye'nin bence birinci derecede önemli bir sorununu yeniden gündeme getirdiği kanısındayım.
Ecevit'in bu konuda görüşünü dile getirmesini, Süleyman Demirel'in beklenmeyen müdahalesi izledi. Medyadan izlediğime göre Demirel, Hürriyet'i aramış ve 'Vahdettin'in hain olmadığını söylemek Türkiye'ye yararlı olur mu? ' diye sormuş. Daha sonra, Türkiye'de 'birlik ve beraberlik' yaratan referansların azaldığını, Atatürk'ün bu anlamda başlıca referans olduğunu, böyle bir referansa daha çok uzun süre ihtiyaç duyacağımızı eklemiş.
Bunlar hepsi (ve bunlara ilişkin başka bazı konular) önemli ve tartışılması yararlı olacak şeyler. Ama ben özellikle ve öncelikle bir noktada yoğunlaşmak istiyorum. Bu, düşünce'ye ilişkin, 'yarar' kavramı.
'Gerçeklik' vardır ve tarih boyunca 'insan' dediğimiz varlığın en önemli uğraşı, 'gerçeklik'in ne olduğunu kavramaya çalışmak olmuştur. Onu hiçbir zaman bütünüyle kavrayamayacağımızı, olsa olsa ona yaklaşabileceğimizi artık biliyoruz -tam kavrayamayacağımızı kavramak da insanın bir başarısı.
Bunu yapabilmenin aracı da, canlı varlıklar arasında yalnız 'insan'ın bir yetisi olan 'düşünme' yeteneği.
Bu sıradan gerçeklikleri tekrarlamak gereğini duyuyorum, çünkü bunlar söylendiğinde 'Bunu bilmeyecek ne var' diyenler sonra da böyle şeyler hiç yokmuş gibi davranabiliyor.
'Gerçeklik', şuna buna yaradığı için değil, kendisi olduğu için önemlidir.
Gerçeklik herhangi bir şeye yarayamaz, herhangi bir şeyin yararlılığı, ona ilişkin olarak tartışılabilir.
Yerçekimi kuralları ya da suyun bileşimi gibi madde dünyasına ilişkin 'gerçeklikler' veya Vahdeddin'e 'vatan haini' denmesinin doğru olup olmadığı gibi insan hayatına, değerlerine ilişkin 'gerçeklikler', aradaki bütün farklara rağmen, sonunda 'gerçeklik' kategorisine girerler; dolayısıyla, incelenmeleri, tartışılmaları gerekir.
Gerçekliğin 'kullanım değeri' gibi bir kategori, hiçbir yerde Türkiye'de olduğu gibi, uzun süreli ve yaygın bir hegemonya kurmamıştır.
'Vahdeddin'in hain olması bizim için yararlıdır' diye bir cümle kurduğumda, çok kişi bunun aslında saçma bir önerme olduğunu anlayabilir. Vahdeddin'in hain olduğunu düşünenler bile, bunun böyle ifade edilmesinin biçimsiz olduğunu söyleyecektir. Ama Demirel'in cümlesi, 'Onun hain olmadığını söylemek, Türkiye'ye ne fayda sağlayacak' mealinde bir cümle, bundan başka bir anlama geliyor mu?
Burada Demirel de aslında özgün bir anlayışı, kendine özgü bir yaklaşımı dile getiriyor değil. Onun söylediği, Türkiye'nin egemen çevrelerinin öteden beri benimsediği bir tutumun sıradan bir örneği. Bu tutum, 'doğru' ve 'gerçek'le ilgili ve doğal olarak 'doğru' ve 'gerçek'in ne olduğunu araştıran 'insan düşüncesi' ile ilgili bir tutum. Buna göre, 'doğru'nun bizim için 'yararlı' olması gerekiyor ve dolayısıyla 'bizim için yararlı' olmadığını düşündüğümüz 'doğru'yu reddetmek durumundayız. Bu, bir toplum için korkunç bir durumdur.
O döneme şahitlik etmiş, Hüseyin Kazım Kadri den dinlemek lazım, Hatıratım, isimli kitabından...
değildi
Eski Başbakan Bülent Ecevit’in “Sultan Vahdettin vatan haini değildi. Kurtuluş Savaşı’na belirgin şekilde destek verdi.” sözleri tarihçilerden destek buldu.
Kuva-yı Milliye hareketinin Vahdettin tarafından başlatıldığını vurgulayan Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Cumhuriyet ve Osmanlı dönemindeki yöneticileri ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye ayırmanın haksızlık olacağını belirtti. Akgündüz, “1922’den sonra Vahdettin hakkında söylenen hiçbir ithamı tarihsel kaynak olarak kabul etmiyorum. Siyasi demeçler belge olmaz. Vahdettin çok iyi yetişmiş bir diplomattır. Vatanı için hayatını, sülalesini feda etmiştir.” şeklinde konuştu. Kuva-yı Milliye başarıya ulaşana kadar Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal’in birbirini desteklediğini anlatan Akgündüz, daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesinin Vahdettin’e ‘vatan haini’ demeye başladığını kaydetti. Akgündüz, sözlerini şöyle sürdürdü: “Anadolu’da kurtuluş hareketi başlatmak için Osmanlı Genelkurmayı Erenköy’de günler süren toplantı yapıyor. ‘Kimi bu işle görevlendirelim’ tartışması yapılıyor. Burada çıkan isimlerden biri Mustafa Kemal. Neticede karar Mustafa Kemal lehine veriliyor. Bunu 19 Mayıs’tan 3 ay önce söylüyorlar. Heyet Vahdettin’e giderek kararı iletiyor. Mustafa Kemal’in cumhuriyetçi olduğunu, saltanatı yıkıp kendisini devirebileceğini de söylüyorlar. Vahdettin ise ‘Vatan ve millet tehlikede. Vatanım kurtulsun da kim neyi kurarsa kursun. Getirin Mustafa Kemal’i görüşmek istiyorum.’ karşılığını verir.”
Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Belge de fikirleri yüzünden Vahdettin’i vatan haini ilan etmenin yanlış olduğunu belirtti. “Bir padişah kendi devletini, memleketini istemez mi? ” sorusunu yönelten Belge, şu görüşleri dile getirdi: “Vahdettin, Damat Ferit ve Ali Kemal’in İttihat Terakki’ye karşı birikmiş nefretleri var. İttihat Terakki, insanları nefret ettirecek çok şey yapmış. Ankara’daki hareketi de İttihat Terakki’nin yeni bir direnişi olarak yorumluyorlar. Bu da çok yanlış. Mustafa Kemal de İttihat Terakki tarafından itilmiştir. Ama çevresindeki adamların yüzde 80’i ittihatçıydı. Bazı tarih kitaplarında Vahdettin ve diğerleri hakkında yanlış bilgiler var. İdeolojimize göre akları karaları tespit ediyoruz. Çocuk o kitabı okuyunca bizim istediğimiz şekilde şunlar iyi şunlar kötü diyecek. II. Abdülhamit de benzer suçlamalara maruz kaldı. Abdülhamit, belki dağılan imparatorluğu kurtarmanın yolunu İslam birliği olarak düşündü. O zamanki düşmanları İngiltere ve Fransa’nın bünyesindeki Müslümanlara ulaşmaya çalıştı. Bunlar gerçek dışı düşünceler değildi. Abdülhamit gerçekçi ve kafası çalışan bir adamdı.”
Ders kitaplarımızda Vahdettin’in vatan haini olarak gösterilmesine tepki gösteren Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan ise ‘ciddi bir içerik sorgulaması’ gerektiğini ifade etti. Vahdettin’in, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesinde büyük emeği olduğunu kaydeden Bostan, kitaplardaki hain suçlamasının kaldırılmasını istedi. Bostan, “Ancak Vahdettin’in hatası yoktu demek de yanlış olur. İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında yaptığı yanlışlar vardır. Bunları bilerek yaptığını söylemek de yanlış olur. Olayları zamanın koşullarında değerlendirmek gerekir. Ancak hiçbir şey bir insanı vatan haini ilan etmemize yetmez.” dedi.
17.07.2005
Bahtiyar Küçük /Zaman
İstanbul
Vahdettin hain miydi?
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz. Ayrıca O Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Bugünlerde misafirlerinin üzerine serin gölgelerini salan asır-dîde ağaçlarıyla Yıldız Parkı’nın içerisinde Malta Köşkü’nün küçük bir odasındayız. 16 Kasım 1922 tarihinde bu şirin köşk, ömrünün en kâbus dolu gecelerinden birini yaşamaktadır. Osmanlı Padişahı Mehmed Vahdettin (doğrusu “Vâhidüddin”) o gün İngilizlerin İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington’a bir mektup yazarak İstanbul’da hayatını tehlikede gördüğü için sığınma talebinde bulunmuş, “Bir an evvel İstanbul’dan mahal-i âhare” (bir başka yere) naklini istemiştir. İmza yerinde “Padişah” değil, yalnızca “Halife-i Müslimîn Mehmed Vahdettin” yazısı okunmaktadır. Çünkü 15 gün önce saltanat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılmış ve Osmanoğulları üzerinde yalnızca Hilafet makamı bırakılmış, bu da TBMM’nin meşru hakkı sayılarak “Türkiye Devleti makam-ı Hilafetin istinadgâhıdır” hükmünü içeren önergenin 6. maddesiyle kanunlaşmıştır. 101 pare top atışıyla kutlanmıştı bu önemli olay. İlginç bir tevafuk eseri olarak o akşam Mevlid kandilidir ve bu rastlaşma uğur telakki edilip o akşam ile ertesi gün resmi bayram ilan edilmiştir. (Yani Saltanatın kaldırılması bayramı bile dinî bir vesileyle kutlanmıştır!)
623 yıllık, okumakla bitmeyecek büyük bir destanı arkasında bırakan Vahdettin, Malta Köşkü’nün bu ıssız odasında uykusuz bir gece geçirmeye hazırlanmaktadır. Atalarını düşünür, Fatih’i, Yavuz’u, Kanuni’yi; bir de bugünü… Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid’in imparatorluğun sınırlarını tutan kudretli elini hatırlar, özler, öper. Bir Osmanlı padişahının bu acınası duruma düşmesinin, düşmanı olan İngilizlere iltica talebinde bulunmasının ağırlığını dakika dakika bir zehir gibi içer. Elinin altındaki Hazineden tek kuruş almadığı gibi, henüz 4 aylıkken kaybettiği babası Abdülmecid’den kalma elmaslı sorguç ve som altından bir çekmeceyi makbuz karşılığında Hazine-i Hassa müdürüne teslim eder. Yanına, Sultanlık tahsisatı olan 50 bin liradan başka bir para almadan ertesi sabah İngilizlerin gönderdiği otomobillerle Malta Köşkü’nden Dolmabahçe Sarayı’na geçer, oradan da İngiliz donanmasına ait bir istimbotla Malaya zırhlısına. Malta adasında göreceğiz onu. Sonra Mekke, San Remo ve son durağı olan Şam’da…
1926’da San Remo’da sefalet içinde vefat ettiğinde Gazi Mustafa Kemal Adana’dadır. Roma Büyükelçiliği bir telgrafla ölüm haberini ulaştırır kendisine. Murat Bardakçı’nın Şahbaba’sına göre Gazi, “İsteseydi” demiştir, “Topkapı Sarayı’nın bütün cevahirini götürüp öyle bir ordu kurup dönerdi ki… Ama yapmadı.” Tarihteki en köklü devlet tecrübelerinin birinin içinden gelen Vahdettin, bulunduğu mevkinin gerektirdiği sorumluluğu daima müdrikti. Hiçbir zaman bir karşı ihtilal düşünmedi, bu tekliflerle kendisine gelenleri hep geri çevirdi, hatta Mekke’deyken Hilafeti devralmak isteyen Şerif Hüseyin’in kendisini siyasetine alet edeceğini fark eder etmez, İtalya’ya dönmüş ve muhtemelen kalsaydı sahip olabileceği bazı maddî ödülleri elinin tersiyle geri çevirmeyi bilmişti. Osmanlı’ydı ve Osmanlı olmanın ağırlığını, o en güç dönemlerinde bile asla unutmamıştı. İngilizlere sığındığı halde onların elinde oyuncak olmaması bile yeter bunu ispat için.
bölüm 2
Kaçışın siyasî zemini üstüne...
Vahdettin hakkında en çok sorulan soru, ister istemez neden vatanını bırakıp düşmanların eline kaçtığı üzerinde odaklanmaktadır. Gerçekten de cevaplanması çok zor bir sorudur bu. Hele Osmanlılık şuurundan bahsediyorsak…
Her şeyden önce o karanlık günlerin koordinatlarını zihnimizde iyi tespit etmemiz gerek. Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, Saltanat 1 Kasım’da TBMM tarafından kaldırılmış ve Vahdettin’in üzerinde yalnız Halifelik makamı kalmıştır; yani ‘kaçarken’ padişah olarak kaçmamıştır! İkincisi, 5 Kasım akşamı İsmet Paşa ve heyeti trenle Lozan’a hareket etmiştir. Dahası, İngiltere, Fransa ve İtalya barış görüşmelerine Osmanlı hükümetinin de katılmasını istemektedirler. Hatta bu isteklerini Sadrazam Tevfik Paşa’ya da bildirmişlerdir. Ancak Tevfik Paşa, Ankara hükümetine de haber vermiş, görüşmelere beraber katılınmasını teklif etmiştir. Ortam gerginleşmiş, savaşı kazanan Ankara hükümeti, İstanbul’un bu işe ortak edilmesini hazmedememiştir. TBMM “kızgın ve asabî”dir Rauf Orbay’ın deyişiyle. Her şeye rağmen, artık yalnız Halife de olsa Vahdettin’in tarafını tutanlar ile muzaffer Ankara hükümeti yanlıları arasındaki uçurum gitgide büyümektedir. İşte 16 Kasım’da Vahdettin’in aldığı üzücü kararın arkasındaki siyasî zemin budur. Vahdettin’in yurdu terk ettiği haberi Meclis’e işte bu kızgın ortamda bir bomba gibi düşmüştür.
Bu durumda sormak gerekmez mi: Vahdettin ‘Ben bu işte yokum’ diyerek çekip gitmekle Ankara’nın işini kolaylaştırmamış mıdır? Eğer kalsaydı, muhtemelen Lozan’da işler daha da karışmayacak ve zaten bocalayan diplomasimizin elleri daha fazla bağlanmayacak mıydı? Nitekim hemen ertesi günü (18 Kasım 1922) Abdülmecid, TBMM tarafından halife seçilmemiş midir? Konyalı Mehmed Vehbi Efendi tarafından ‘hal’ (hilafetten indirme) fetvası verilen Vahdettin’in gitmesi, muhakkak ki Ankara’nın işini kolaylaştırmıştır. Bu çabasının takdir edilmeyişine tepki gösterdiği bir konuşmasında sonraları şu anlamlı cümleleri söylemiştir: “Facialara ve olaylara kalkan olamadı isem de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim, kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”
Vahdettin hain değildir; çünkü...
Bu iddiayı birkaç başlık halinde cevaplandıralım:
Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamamıştır. Bu mudur ihanet?
Mütarekenin koyu karanlığında İstanbul’dan bir ümit ışığı göremeyince yüzünü Anadolu’ya çeviren ve bunun için planlar yapan birçok vatansever gibi Vahdettin’in hem İngilizleri idare eden, hem de aynı zamanda bir Anadolu mücadelesinin başlatılmasını temine çalışan bir politika izlediğini görmezden gelemeyiz.
İşte bir tanıklık: Rauf Orbay anlatıyor:
“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”
Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşmışlardı. Ertesi sabah bakanlarla da vedalaşan Mustafa Kemal’i İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey uğurlamış ve kendisine örtülü ödenekten 1000 altını, makbuz karşılığında teslim etmişti. Yani Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’dan Bandırma vapuruyla kaçarak gittiği kesinlikle doğru değildir. Olamazdı da zaten. Nitekim Boğaz’daki İngiliz gemileri arasından geçmesi, ancak Harbiye Nazırı’nın mührü ve hemen aynı gün Vahdettin’in imzasıyla, dahası 5 Mayıs’ta resmi gazetede yayımlanmasıyla, yani resmî izinler dahilinde mümkün olabilmiş, İngiliz yetkililerin izni alınmıştı. Bu mudur ihanet?
1919 başlarında İstanbul tam bir işsiz Osmanlı generalleri temerküz kampı gibidir. Bu kadar tecrübeli ve yetenekli paşanın İstanbul’da toplanmış olması, her an imha edilmeleri tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bu yüzden İstanbul’da bulunarak mücadele etmelerindense Anadolu’ya geçerek görünüşte pasif gibi de olsa bir göreve atanmaları yeğdir. Nitekim Kâzım Karabekir 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkmış, Ali Fuad Paşa Konya’ya gitmiş ve Milli Mücadele’nin ilk ışıklarını yakmışlardır. Ancak başsız kalan bu hareketi derleyip toparlayacak, aynı zamanda siyasî ve örgütçü yetenekleri de olan tartışılmaz bir isim aranmaktadır. Mustafa Kemal Paşa’nın ismi böyle bir ortamda ortaya çıkmış, kendisine sunulan listede bir zamanlar yaveri olan Mustafa Kemal’in ismini gören Vahdettin kararını vermiş ve 9. Ordu Müfettişi göreviyle ve İngilizlerin gözünü boyamak için asayişi sağlamak bahanesiyle gönderildiğine dair işlemler için gereken girişimlerde bulunmuştur. Sonuçta Kızkulesi’nde demirlemiş bekleyen Bandırma vapuruyla Mustafa Kemal ve emrindeki 18 subay Samsun’a hareket edebilmişlerdir. (Miralay Refet Bele Paşa’nın ismi İngilizlere nedense bildirilmemiştir ama Samsun’a ayak basanların arasında o da vardır.) Bu mudur hainlik?
Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”
Sayın Bülent Ecevit’in dünkü “Zaman”daki açıklaması, hakikatlerin dilinin çözülmeye başladığını gösteriyor.
17.07.2005/Mustafa Armağan/Zaman/Yorum