Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Sposa son disprezzata sizce ne demek, Sposa son disprezzata size neyi çağrıştırıyor?

Sposa son disprezzata terimi Fatih Yılmaz tarafından tarihinde eklendi

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    'Thirteen Days' (2000)

    Roger Donaldson

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Cin-çocuk, bir metelik karşılığı ışık armağan eder Carmen'e... Carmen'in dünyasında para, bütün insanî ilişkilerin yönlendiricisidir - yalnızca evlilikte, Çingene'nin iç-sürgün kimliğiyle ayakta kalmaya çabaladığı rüşvet düzeninin dışında kalan, paha biçilmez sayılan evlilikte sözü geçmez... Önceleri, paçavralar içinde dolaşan yoksul bir sokak kızıdır Carmen, sonraları subaylarla gezmeye, para karşılığı dansetmeye başlayınca mücevherlere boğulur... Hızlı pazarlık yapan, erkekleri müthiş kârlı işler için peşinden dağlara götüren bir kaçakçıdır; nitekim anlatıcının kronometreli kocaman altın saatini yürütür (anlatıcı, bütün zamanını ona ayırmanın bedelini böyle öder) , üstelik boğazını nerdeyse kesmeye kalkışır... ('Nerdeyse' sözcüğünü kullanırken, öyküde bir başka olasılıktan sözediyoruz ama anlatıcı, nasılsa Carmen onun boğazını kesse, bu öykünün yazılamayacağını bildiğimizi biliyor.) Carmen paraya düşkündür, haindir, acımasızdır; para karşılığında aşkından başka satmayacağı hiçbir şey yoktur... Don José'yi çileden çıkaran şöyle bir soru sorar: 'Senden yatmak karşılığında asla para istemememden anlamıyor musun seni sevdiğimi? ' Mérimée'nin gözünde 'bir fahişe, bir hanımefendi, bir büyücüdür'; parayla kolaylıkla satın alınabilir ama 'bütün İspanyol kadınları gibi' aşıklarını seçmede titizdir: 'Onu hoşnut etmek, el üstünde tutmak gerekir.' Erkeği, rom'u sözkonusu olduğunda, nikahtan ve gerdekten sonra 'kocasını' terk etmektense onun ellerinde ölmeyi yeğler...

    Baudelaire La peintre de la vie moderne'in 'Kadınlar ve genç kızlar' başlıklı bölümünde Parislilerin lorettes dedikleri alt sınıftan fahişelerin, Dokuzuncu Bölge'de, Notre Dame de Lorettes kilisesi civarında iş tutan kadınların acımasız bir portresini çiziyor... Yazıda, toplumsal yelpazenin en altında yer alan bu kadınların ellerinde görülüyor sigaralar - ilk ve son kere... Bitkin, parmaklarının ucunda tuttukları sigaralarla, usançla zaman öldürüyorlar:

    'Gittikçe daha alt tabakalara inerek sonunda çoğu zaman kafe görünümü verilmiş izbelerin kölelerine geliyoruz; ne yazık ki en zalim patronların emrinde çalışan, beş paraları olmayan, hatta güzelliklerini azıcık kalkındıracak süslü püslü giysilerden de yoksun kadınlara...

    Kimileri, masumluk ve canavarlık örnekleri olarak budalalığın izlerini taşıyorlar; yüzlerinden ve küstah bakışlarından yaşamaktan besbelli mutlu oldukları okunuyor (doğrusu, niye?) Arasıra en seçici yontu koleksiyoncusunu büyüleyecek ataklıkta ve soylulukta pozlara bürünüyorlar içgüdülerine uyarak, tabii çağdaş yontu sanatının soyluluğu her yerde, bataklıkta bile bulabilecek cesaret ve aklı olsaydı; bazen de bezginliklerini perişan tavırlarıyla, barların uyuşuk havasında erkeksi iğnelemeleriyle sivrilerek, doğu yazgıcılığına özgü bir vazgeçmişlikle zaman öldürmek için sigaraya sarılıyorlar.'

    Lorettes ya da daha bildik adlarıyla grisettes, herkesin önünde sigara içmeye cesaret eden tek kadınlardı... Ola ki adlarının sigarayla uyaklı olması da heveslerini arttırıyordu; Rival, sözümona eleştirel bir tümcesinde sigarasının geçici keyfini, sokak yosmalarının verdiği aşksız, oynak haza benzetiyor: 'Sigara, tiryakinin yosmasıdır, yalnızca dandy'lerle orospuları haylayabilir'. Sigaranın, her tür sarhoşluğun ruh halini belirleyen, kişiyi kalkındırdığı ölçüde zehirleyen, yarı kötücüllük, yarı üzünç barındıran gri dumanı, grisette'e özgüdür... Zaman öldürmek adına sigara içmek bambaşka bir zamanı başlatır; alışılageldik zamanın dışına taşan, bir anlığına, bir sigara içimi süresince gri ayracıyla dumanlı bir atmosfer yaratır, düş halkalarının yitip gitmesini erteler... Sigara dumanının yükseldiği en adi salaşhane, kısa bir süre, içindeki öksüzleri ellerinden tutup ölümsüz hayaletler katına yükseltir...

    Askerlerin Sevilla'daki tütün fabrikasının kapısında bekleşirken, 'dişlerinin ucuna kıstırdıkları sigaralarla' cigarière'lerin sahneye çıkışını beklerken söyledikleri şarkı da sigara içen kadınların yoldan çıkmışlığı üstünedir:

    Bakın, bakın şu
    fingirdek yosmalara!
    Edepsizce tüttürüyor hepsi
    birer sigara!

    (Bizet)

    Sigarayı bırakmak kadınlara erkeklerden kat kat daha güç gelir, kimbilir belki de günümüzde bile sigara içen bir kadının kurallara karşı çıktığı, böylelikle toplum yasalarını atakça çiğnediği düşünüldüğünden... Çoğu kadın için, bazı anlarda bir sigara yakmak, karşıt bir kişiliğin araya girmesiyle uyanan düşmanca ya da cinsel duygularını saldırganca açığa vurmanın bir yoludur... Erkeğin öfkelendiği ya da üstüne vardığı durumlarda, kadın genellikle bir sigara yakar, parmaklarının ya da dişlerinin arasına kıstırdığı sigara aracılığıyla ateşi ve dumanı çağırır yardımına... Sigarayı ilk içen kadınların cinselliklerini para karşılığı sergileyenlerden çıkması böyle açıklanabilir: ister oyuncu, ister çingene, ister fahişe olsunlar... Bu tür bir kadın, edilgen bir biçimde kabul etmesi beklenen hazza etkince sahip çıkarak geleneksel rolleri altüst eder... Sigarasını yakarak, kadından beklenen duyarlığı, en azından göstermesi istenen yumuşaklığı, masumluk ve saygınlık ölçütlerini reddettiğini bu yasak zevk aracılığıyla ortaya koyar... Sigara içen bir kadının, daha güçlü, daha saldırgan, daha başına buyruk görünmesinden ötürü daha az 'dişi' sayılması olasıdır ama bu özelliklerinden ötürü ne kendinin, ne de birçok erkeğin gözünde daha erkeksidir: aslına bakılırsa daha özgür görünmesi onu daha çekici bile kılabilir... Kadınların sigaradan daha zor vazgeçmelerini anlamak hiç de zor değil...

    'Amma da yol almışsın bebek' sloganı, kadınların özgürleşme savaşında attıkları önemli bir adımın simgesidir: sigara içme hakkını elde eden kadınların, çocukça bir bağımlılıktan ergen bir sorumluluğa varma adına aştıkları yolu kasteder alttan alta... Bir reklam sloganı olarak kadın özgürlüğünü hafifseyen bir övgüdür, çünkü cinsel eşitlik açısından alınan yolu sımsıkı uzun korseden kısacık külota geçişle özetler - sanki özgürlük, yalnızca bacakları üstüste atabilme rahatlığıymış gibi... Yine de bu reklamın, gerek tarihten, gerek kendi deneyimlerinden cinslerine uygulanagelen ayrımcılığı öğrenmiş, özellikle tütün kullanımı konusunda toplumun sigara içen kadınlara gösterdiği katı hoşgörüsüzlüğü kavramış olan kadınlarda bir titreşim yarattığı söylenebilir...

    Hoppa kadınlarla sigara arasındaki bağlantı, aynı dönemde yazılmış, Baudelaire'in atak bir cinsellikle eşzamanlı bir içme süresini birleştirişini destekleyen bir şiircikte de ortaya çıkıyor:

    Lorette dolaylarında
    Aşk günlük bir iştir
    Bakarsınız aşk bitmiştir
    Bitmeden eldeki sigara

    Bir sigara içimi dediğimiz sürenin kısalığı, ancak lorettelere duyulan aşkla karşılaştırılabilir; onlarla yaşanan aşk da tıpkı sigara içmek gibi uzayıp giden bir sıkıcılığı baştan savma adına zaman öldürmektir...

    Bizet'in operasındaki ilk aryada, Carmen'in açılış ezgilerinde, etli-kanlı Morales'den sigaraya ilişkin moral dersimizi alırız:

    Biz karakol kapısında
    zaman öldürmeye bakarız,
    sigara içer, laflar, göz atarız
    yoldan geçenlere arada.

    İşini yapacağına sigara içen, sırf keyif olsun diye laflayan, yoldan geçenleri iş olsun diye seyreden tiryaki, hiçbir görev ya da ahlak anlayışına sığmayan bir estetik görüş benimsemiştir; bu görüş, çalışma saatlerini öldürmesi ya da işinin sorumluluğunu üstünden atmasını sağlar, gelip geçici zamanın saf müziğine kulak vermek, tanık olmak hevesiyle... Carmen'in, Don Jose'nin ve Toreador'un dramı, operanın ana odağıdır ama bu odak müziğin anlık açılımlarını yansıtan, sayısız sigaradan yükselen buğulu duman halkalarıyla kuşatılmıştır...

    Mérimée'nin öyküsündeki anlatıcıyla Carmen'i birleştiren tütün bağı, anlatıcıyı daha baştan Don Jose'nin yazgısıyla birleştirir... İspanya'da konukseverlik geleneğinin en tartışılmaz göstergesi sigara alışverişidir... Öykünün başlangıcında anlatıcı, kavurucu İspanya güneşinin altında bitkin düşmüş, yarı baygın bir halde yürürken kayaların arasından fışkıran, serin suyuyla çalıları, otları, fulyaları besleyerek kusursuz bir eskiçağ bahçesi serpilten bir mucize pınara rastlar... Bu büyülü alana, sonraki serüvenlerinin akışını, öyküsünün başlangıcını hazırlayan bu vahaya adım attığında karşısına daha önce oraya gelmiş asık suratlı, yabani görünüşlü, kılavuzunun ilk bakışta ünlü, kanlı bir haydut olarak tanımladığı bir adam çıkar... Merakı ağır basınca, anlatıcı bütün uyarıları bir kenara atar, hatta anlatıcıyla kılavuzu görünce irkilen kötü adamın çektiği silahı bile umursamaz...

    'Otlara uzandım ve tabancalı adama ateşi olup olmadığını sordum öylesine... O sırada tabakama davrandım... Yabancı, hâlâ tek söz etmeksizin cebini karıştırdı, bir ateş buldu, telaşla uzattı bana... Besbelli gittikçe insancıllaşıyordu, gerçi silahını indirmemişti ama yanıma çökmüştü, yüzü bana dönüktü... Puromu yaktıktan sonra tabakada kalanların en iyisini seçip tütün içip içmediğini sordum ona...

    'İçerim efendim,' dedi...

    Ağzından çıkan ilk laftı bu... S harflerini Endülüslüler gibi vurgulamamasından, benim gibi bir gezgin olduğu kanısına vardım, tabii arkeolog olmasa bile.'

    Tütün ikramı, kanlı katili bile insancıllaştırıyor demek, uygarca bir alışverişin temelini atıyor... Haydut, sunulan puro karşılığında bir şeyler söylüyor ilk kere, söyledikleri anlatıcının bu gezgini toplumsal konumuna oturtmasına, yasa kaçağının kıyıcı maskesi altındaki olağanüstü aşk öyküsüne, gerçek yüzüne inmesine yol açıyor... Ateş alışverişi, bu durumda olduğu gibi başka durumlarda da anlatıcının hayatını kurtaracak (bizim açımızdan da öyküyü kurtaracak) bir bağın ya da anlaşmanın ilk adımıdır...

    'Ona birinci sınıf bir Havana purosu ikram ederek, 'Sanırım bu epey hoşuna gidecek,' dedim...

    Başını usulca evet anlamında salladı, purosunu benimkinden yaktı, başını bir kere daha teşekkür edercesine salladıktan sonra anlaşıldığı kadarıyla büyük bir keyifle puroyu içmeye başladı...

    İlk dumanı ağzından ve burnundan koyverirken, 'Ah! ' diye kaçırdı ağzından,' İçmeyeli ne kadar oluyor! '

    İspanya'da bir puronun verilmesi de alınması da konukseverlik ilişkilerini belirler, Doğu'da ekmeğin ve tuzun paylaşılması gibi...'

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Juana Romani - 'Gitane'

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    'The Big Cube - Sır Küpü' (1969)

    Tito Davison

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Korney Chukovsky - 'Telephone'

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Oliver Knussen - 'Masks' (1969)

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Rosa Rosanova (1869 - 1944) 'Blood and Sand'

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Joseph Haydn - 'Le pescatrici - Balık satan kadın' (1769)

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Susan Polgar (1969) 'Macaristan'

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    'Beatrice Cenci' (1969)

    Lucio Fulci

  • Sultan Şeker
    Sultan Şeker

    Eş olan ve horgörülen benim,
    vivaldi_sözleri
    gasparin_besteci

    Sadık olan ve zulmedilen ben
    Tanrım, ben ne yaptım?
    Yine de kalbim onundur,
    Kocam, aşkım,
    Umudum.

    Onu seviyorum ama vefasız,
    Bekliyorum ama zalim,
    Ölmeme izin verecek mi?
    Tanrım, cesaretim yok,
    Cesaretim ve metanetim

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    'Me, Myself & Irene'

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Grazyna Bacewicz - Violin Concertos Nos. 1, 3, 7 (Joanna Kurkowicz)

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Rena Riffel (1969)

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Henri Matisse (1869 - 1954) 'Three Sisters' (1917)

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    - The famous theme song David Raksin wrote for the film 'Laura' (1944) was originally entitled 'Judy' in honor of her...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    'The Loves of Carmen' (1948)

    Charles Vidor

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Aynı klişeyi Ernest Hemingway'in kaleminden Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da (yüzyılı aşkın bir süre sonra) okumak oldukça şaşırtıcı: romanın başkişisi Robert Jordan'ın partizanların saklandıkları mağaraya vardığında ilk işi, cebindeki Rus malı sigaraları oradakilere dağıtmaktır... Ama kahraman, kara gözlü kıza açıkça seslenmekle pot kırdığını da kavrar... O anda 'İspanyolca konuşanlarla iyi geçinmenin iki kuralından ikincisini çiğnediğini ayırdetti: erkeklere tütün ver, kadınlara sakın ilişme.' Mérimée'nin anlatıcısı da İspanyol konukseverliğini tıpatıp aynı biçimde yorumluyor: tütün ille de paylaşılmalı ama kadınlar asla! (onların değiş tokuş değeri var) .

    Tütünün canavarı evcilleştirme, Fransız arkeologla kanlı katil arasında bir dostluk bağı kurma gücü var, anlatıya bir coşku da katıyor... Her türlü yardımdan, kendini koruyacağı bütün silahlardan yoksun, yalnızca bu insafsız adamın insafına kalmış anlatıcı, durduğu kıyıdan uçuruma bakarken (karşısındakinin kimliğini kılavuzun yüzündeki korkudan sezmiştir) en ufak bir korku duymuyor: 'Ya bir kaçakçıyla karşı karşıyaydım ya da bir soyguncuyla, orası kesindi: ama ne fark ederdi ki? İspanyolların yapısını yeterince tanıdığımdan benimle yemek ya da tütün paylaşmış birinden korkmama gerek yoktu... Üstelik onun haydut olmasına sevindim... Öyle her zaman karşınıza çıkmaz haydutlar...'

    'Ayrıca kişinin yanıbaşında tehlikeli bir yaratığın bulunduğunu bilmesi tatlı bir ürperti veriyor, özellikle size uysal ve evcil gibi geliyorsa.'

    Kant, 'Yüce'yi şöyle çözümler:

    'Fırtına bulutlarının kümelendiği, şimşekler ve yıldırımlarla yandığı göğe karşı gözdağı gibi yükselen kayalar, yakıp bitirici güçleriyle yanardağlar, silip süpürücü kasırgalar, kabaran hışmıyla engin okyanus, zorlu bir ırmağın fışkırttığı çavlanlar vb. hepsi onlara kıyasla bizim direncimizin ne kadar gülünesi olduğunu gösterir... Ne var ki, yeniden güvenceye kavuşunca, bu manzara korkutuculuğu ölçüsünde çekici gelir bize; işte insan ruhunun gücünü alışıldığın dışına taşıran, kendimizde keşfettiğimiz bambaşka bir dirençle bize doğanın mutlak gücüyle ölçüşmek cesaretini kazandıran bu nesnelere yüce deriz...'

    Mérimée'nin anlatıcısı da, Kant'ın gezgini gibi, en büyük tehlikeyle yüzyüze gelmeye hazırdır, daha önce hiç tanımadığı bir şiddeti tanımaya, ölümle karşılaşmaya, çünkü tütünün yatıştırıcı gücü, tılsımlı bir halka çekmiştir çevresine... Korkudan çok keyfi andıran bir duyguyla, silahsız ama güvence içinde karşısındaki uğursuz karaltıyla birdenbire rastlaşmanın yüceliğini yaşar... Mérimée'nin kendisinin bu tür bir ataklığı gösterip gösteremeyeceğini bilemeyiz; öyleyken, kendine yakıştırdığı 'öykünün anlatıcısı olma ayrıcalığı', uzattığı purodan çok daha ustaca koruyor onu... Ama belki de anlatıcı-dokunulmazlığını, bizim tütün dumanının düş yüklü halkalarına bağlamamız isteniyordur; duman halkası, tıpkı edebiyat uğraşısı gibi yazarı sıradan ölümlülüğün 'alışıldık alanının dışına taşan' bir yükseltiye çıkarıyor bir anlığına, onu yüceliğin anlatıcısı kılıyor...

    Carmen de hırsız ve katil olduğuna göre, o da yasa kaçağıdır... Guadalquivir kıyısındaki ilk karşılaşmalarında anlatıcı ona Faslı olup olmadığını sorar 'yoksa... Yahudi misin diyecekken dilimi tuttum.' Ama Carmen'in teni kapkaradır, gezginden çok daha büyük bir sürgünlüğe itilmiştir: 'Hadi hadi... Çingene olduğumu bal gibi biliyorsun; kâğıtlara bakıp baji'ni (falını) okumamı ister misin? La Carmencita adını hiç duydun mu? C'est moi! ' Anlatıcı, kendisinin de uslanmaz bir kâfir olduğunu, devletin ve kilisenin yasalarını çiğneyenlere duyduğu ateşli ilginin zamanla tutku boyutuna vardığını öylesine derinden duyar ki bir an 'bir cadının yanıbaşında oturduğunu görünce irkilerek geri çekilir.' İspanyol büyücüsü Carmen'in her özelliği, karşıt bir özellikle pekişmiştir: güzelliği çirkinliğinin bir parçasıdır; anlatıcıya göre, iticiliği oranında çekicidir...

    'Sizi uzun ayrıntılarla sıkmamak için kısaca şunu söyleyeyim, onun her kusuruna, belki karşıtlıktan ötürü daha da sivrilen çarpıcı bir erdem ekleme özelliği vardı... Garip, yırtıcı bir güzellikti bu, önce irkilten ama sonra kimsenin aklından çıkmayan bir yüz... Her şey bir yana sonraları hiçbir insan gözünde görmediğim o azgın, aç ve yırtıcı bakış... Bir İspanyol deyimi, 'ha çingene gözü, ha kurt gözü' gibi ustaca bir saptama yapar... Kurtun bakışını incelemek için Jardin des Plantes'e gidecek vaktiniz yoksa, serçeye sinsice yaklaşan kedinizi gözlerinizin önüne getirin.'

    Aşığı Don José gibi Carmen de hem vahşi, hem evcildir, hem kurttur, hem de ev kedisi: anlatıcı, onun yırtıcı, tutkulu kara Çingene gözlerinde, aşkın mantığını kavramanın verdiği şeytansı gücün ışıltılarını yakalar...

    Mérimée, Çingene anlamına gelen Calés sözcüğünün, o dilde 'kara' demek olduğunu belirtiyor, 'çoğu zaman kendilerini böyle tanımladıklarını' öne sürüyor... Ona göre Çingeneler, bu özelliklerini anayurtları Hindistan'a borçludurlar... Oysa Nietzsche, Carmen'i överken müziğin gücünü bambaşka bir kıtanın özelliklerine yoruyor: 'Müzik bir Afrika neşesi saçıyor; uğursuzluğun gölgesi yükseliyor arasıra, saçtığı mutluluksa anlık, çarpıcı ve kıyıcı... İşte Bizet'ye bugüne kadar uygar Avrupa'nın müziğinde asla dile getirilmemiş bu duyarlığı yansıtma cesaretinden ötürü hayranlık duyuyorum - güneye özgü, bakır çalığı, keskin duyarlılığı yani... O altın ikindiler ne büyük bir mutluluk yayıyorlar! ' (Torino'dan Mektup, Mayıs 1888) Nietszche, yirminci yüzyılda caz adıyla keşfedilecek, bütün keyfi 'anlık, çarpıcı ve kıyıcı' olmasından kaynaklanan bir müziğin ilk ipuçlarını keşfetmiş görünüyor... Onun Bizet'nin müziğinde duyduğu Afrika kökenli neşeden fışkıran trajik tınılar, metalsi karanlığıyla - iyinin de, kötünün de ötesinde - sinsice ışıldayan birşeyleri anımsatan 'güneye özgü, bakır çalığı, keskin duyarlılık'tır... Carmen'in ayartıcılığındaki gözükaralık, gözlerinde Don José'nin gördüğü derin, kopkoyu gizemle bağlantılıdır... Don José, Carmen'in kapana kıstırdığı subayın evine gittiğinde de gözlerini ondan ayırmaz: 'Pancur aralıktı, kocaman gözlerini bana diktiğini gördüm.' O iri göz, belleğine kazınmış gibidir, kendi bıçağının altında iri iri açıldığı son ana kadar: 'O kocaman kapkara gözü hâlâ üstümde duyuyorum; sonra bir an buğulandı ve kapandı.' Don José, Carmen'in gözünde, karanlığın yüreğine işleyebilecek bir güç olabileceğine inanır...

    Kara ten, Carmen'in ırkının temel özelliğidir... Ayrıca onun için de Mérimée için de uçsuz bucaksız bireysel özgürlük demektir: 'İşkence çekmek, özellikle de kimseden emir almak bana göre değil... Özgür olmak, canımın istediğini yapmak isterim.' Bir Calli olarak doğmuştur Carmen, Calli olarak ölecektir...

    Öykünün sonunda Don José, İspanya'yı terk edip kendisiyle birlikte Amerika'ya gelmezse, onu öldüreceğini söylediğinde, ölümünün aşığının elinden olacağını sezse bile boyun eğmez: 'Beni öldürmek istiyorsun, orası açık; yazgım buymuş demek ama bana asla boyun eğdirtemeyeceksin.' Onun uçsuz bucaksız özgürlük tutkusu, alabildiğine bir bağlılık duygusuyla içiçedir; sevecen katili, anlık, çarpıcı, acımasız sonucu bağlayana kadar... Carmen'in ölümündeki şiddet bile onurdan, ölümünden sonrayı da görebilme, yaşadığı şimdinin zorbalığından böylelikle kurtulacağını bilme yetisinden, belki de ölümcül saldırıdan önce intikamın kokusunu alma gücünden fışkıran pervasız bir neşeyle bağlantılıdır... O, içtiği sigara gibi kül-karalığında, kıvılcım kızıllığındadır; gözlerinde uçuşan parıltılar, her bakışında ölümlülüğe ve acımasız bir sona hazırlıklı olmanın getirdiği bilgece sevinçle kıpır kıpırdır...

    Don José fabrikanın önünde nöbetteyken bir burjuvanın 'İşte, gitanella' dediğini duyar; 'Günlerden cumaydı, hiç unutmam... Dediğin Carmen'i orada gördüm ilk.' İlk bakışta aşkın yıldırımı Don José'yi cuma günü çarpar - Petrarcha'nın Laura'nın bakışıyla çarpıldığı gün de cumadır tabii... Petrarcha'nın durumunda olduğu gibi bu innamorata anı da ters bir sonuç verir... Don José anında ruhunu karşısındaki Şeytan'a satar:

    'Kısacık bir kırmızı etek giymişti, etekliğin altından birkaç yerinden kaçmış beyaz ipek çorapları görünüyordu, güzelim kırmızı pabuçlarının bağcıkları ateş kırmızısıydı... Omuzlarını açmak için şalını sıyırdığında bluzunun oyuğundaki kırmızı çiçek demeti ortaya çıktı... Ağzının kıyısına da başka bir kırmızı çiçek iliştirmişti, Kordoba haralarında yetişmiş bir kısrak gibi kalçalarını kıvırarak yürüdü gitti sonra... Benim ülkemde böyle giyinmiş bir kadın, görenlere haç çıkarttırırdı...

    O sırada ağzındaki çiçeği çıkarıp başparmağıyla bir savuruşta bana doğru fırlattı, tam gözlerimin arasına... Kurşun yemiş gibi oldum efendim.'

    Carmen'in şeytansı kızıllığı - Latince'de adı 'kırmızı'yı çağrıştırıyor - kusursuz ayak parmaklarına kadar hiç aksamadan iner... Balayı sonrasında Şeytan olduğunu söylüyor, Don José'yi terk ederken: 'Boş ver oğlum, inan bana ucuz atlattın... Şeytan'la karşılaştın, evet Şeytan'la: o her zaman kara olmaz, üstelik senin boynunu kırmadı... Ben kuzu postu giyerim ama koyun falan değilim.' Carmen, bu öyküde hem kurt, hem kuzudur; aşığını kendine tutsak etmedeki gücü olağanüstüdür, onu yıkıma sürükleyeceği kesindir... Bu kurta işleyebilecek tek silah haçtır... Dişi kurt, gözlerinizin arasına kurşun gibi bir çiçek saplıyorsa, o da tıpkı Carmen'in çiçeği gibi 'kurumuş olsa bile sonsuza kadar kokacaktır.' Don José 'Cadı diye bir şey varsa' der anlatıcıya, 'bu kız cadının teki.' Mérimée, Lettres adressées d'Espagne'daki (İspanya'dan Mektuplar) dört mektubundan birini 'İspanyol Büyücüleri' konusuna ayırmıştır... İspanya'dan Yollanan Mektuplar'da bir başka Carmencita'yla yolculuk sırasında mola verdiği, uşağını bin güçlükle girmeye razı ettiği bir hanın sahibesiyle karşılaşmasını anlatır, 'aşçı Şeytan'ın ta kendisidir'; uşağı, kadını görür görmez korkunç öyküler sıralar ardarda, hepsi de aynı İspanyol özdeyişiyle ilintilidir: 'Önce orospudur, sonra hanımefendi olur, sonunda da cadı.'

    Mérimée, Carmen'in öyküsüne Yunanca bir alıntıyla girer; kaynağı Yunan Şiiri Antolojisi'dir...

    'Bütün kadınlar nalettir... Yalnızca iki gün güler yüzleri,

    Evlendiklerinde ve öldüklerinde...'

    Palladas'ın (beşinci yüzyılda yaşamış İskenderiyeli ünlü yergi ustasının) kadın düşmanı havasındaki bu taşlaması, Yunan Edebiyatı'nda nerdeyse saplantı denebilecek bir tema gözönünde tutulduğunda, bambaşka bir tını kazanıyor: kara yazgılı gelin teması... Düğün günlerinde ölen kızların mezar taşlarındaki dokunaklı yazıtlar edebiyat malzemesi olarak sık sık karşımıza çıkarken Euripides'in Medea'sında, Jason'un yeni, genç karısının kendisine aşağılanmış eski eş tarafından gönderilmiş gelinliği giymesiyle tiyatro malzemesi oluverir... Gelinlik giysisi, kıvrımları oturdukça, prensesin derisini dağlayıp bedeninden yırtacak güçte bir zehirde yıkanmıştır: Bu giysinin kefene dönüşmesi, Nietzsche'nin Carmen'den söz ederken 'aşkın özündeki trajik ruh' diye adlandırdığı değişimdir... Kefenle gelinlik arasındaki belli-belirsiz ayrım, Carmen'in Yunanca'daki yazıtında kulağa eş-sesli gelen thalamo/thanato sözcükleriyle açıklığa kavuşur... Evlenilen kadın, zaten ölüdür ve ölüm getirecektir... Mérimée'nin ve Bizet'in Carmen'inde aşkın ölümle özdeşleştiğini vurgulayan iki an vardır: Carmen'in düğünü ve öldürülme sahnesi... Palladas olsa, yüz güldüren iki gün, derdi...

    Gelini ölümle özdeşleştirmek, Freud'un 'Üç Tabut İzleği' adlı kısa denemesinin ana motifidir... Folklordan, halk hikayelerinden geniş ölçüde yararlandığı, her zamanki gibi klinik deneyimlerinden yola çıkmadığı için Freud'un oldukça tuhaf, alışıldığın dışında kalan bir metnidir... Bu malzeme, Freud'a erkeklerin yeni gelinlerini ölümle özdeşleştirdiklerini yansıtan erkek-bilinçsizliğinin bir tür mitini yazma olanağı sağlar... Shakespeare'in Venedik Taciri ile Kral Lear'inden iki sahne inceleyerek girer konuya... İkisinde de bir erkek, üç kadın - ya da temsil ettikleri şeyler - arasında bir seçme yapmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır ve her iki durumda da, başlangıçta üçünün arasında en kusurlu görünen ama sonunda en çekicileri olduğunu kanıtlayanda karar kılar... Tacir'deki Bassanio, soylu gümüşü ya da altını değil de sıradan kurşunu seçerek, kurşun kutuda portresi bulunan Portia'nın gönlünü kazanır... Freud, Bassanio'nun en değersiz madenin erdemlerini övmek zorunda kaldığı anda yaptığı konuşmanın garip bir biçimde kulağa inandırıcı gelmediğinin altını çizer... Aynı şekilde, Kral Lear'in sonunda da kral, nedense en küçük, sevgisine en layık olduğunu kanıtlayan kızı Cordelia'nın cesediyle başbaşa kalır...

    Freud, bu noktada şöyle bir soru soruyor: bir erkek neden hep üç kadın arasında bir seçme yapmaya zorlanıyor ve neden her keresinde en alımsız görüneninde karar kılıyor? Çünkü üçüncü kadın, Freud'a göre, ölümle bağlantılı özellikleriyle öne çıkar: Cordelia'nın suskunluğuyla kurşunun boz durağanlığı, Freud için ölümlülüğün parlak simgeleridir... Shakespeare'in her iki oyununun da kendi ölümünü seçen bir erkeğin düşünü açığa vurdukları sonucuna varır böylelikle, anlaşılan kural bir kereliğine tersine işlediği için, yani ölüm insanı değil, insan ölümü seçtiği için daha çarpıcı, daha ayartıcıdır bu düş... 'Çift eşliliğin gereğinden bir fazla kadınla evlenmek' demek olduğu söylenmiştir... 'Hoş tek-kadınla evlilik de pek farklı değildir.' Bütün evlilikler çift eşli ya da çok eşlidir, diyor Freud, çünkü her erkeğin yaşamında üç kadın, üç ana vardır; ilki, sizi hayata getirendir; sonuncusu da ölümünüzde size kucak açan Toprak Ana; aradakiyse, birinciyle üçüncünün figürü olarak evlendiğiniz kadındır... Freud, her evli kadının aslında üç kadın - bir anlamda üç anne - yerini tuttuğunu, evlilik girişiminin bu yüzden erkek açısından kahramanca bir edim sayılması gerektiğini savunuyor, çünkü erkek, kalkıştığı bu serüven sonucunda kendi ölümünü kendi seçer, ona nikâhlanır ve yaşamını bu seçme üstüne kurar... Evlendiği kadın, hem geçmişi (onu doğuran anneyi) hem geleceği (Toprak Ana'nın kucağını) temsil eder ama aynı zamanda başlangıçla sonu kendinde birleştirir görünen özellikleriyle şimdiki zamanda vardır; yalnızca altın ya da gümüş değil, erkeğin kendi yazgısını okuyacağı aynanın sırıdır.'

    Freud yapısındaki adamların 'zevce' anlayışına oturan türden bir eş belki dünyaya hiç gelmemiştir... Ama böyle bir düşünce varsa, yani herhangi bir kadının (ya da erkeğin) göz diktiği ideal bir eş varsa, bu olsa olsa düşsel bir Çingene gelinidir... 'Sen benim rom'umsun, ben senin romi'nim.' diye haykırır Carmen Don José'yi, güveyi seçerken... Sen benim Çingenem, eşim, erkeğimsin; ben de senin Çingenen, eşin, kadınınım... Carmen'le evlilik, tiryaki ile sigara evliliği gibi eninde sonunda ölümcüldür yine de gerçekleşmesi olanaksız bir özleme en cesurca özgürlükleri alışıldık evcil tatların kopmaz bağıyla birleştiren bir ideal evlilik hayaline açıktır...

    ...