bir yokuş mudurki yürüyüş ve sonra yokuştan aşşagıya inme heyecanı içinde tırmanmakmıdır tüm gücünle o yokuşu hayatta böylemidir yaşarken sonundaki ufak seyleri düşünüp olanları öylece yaşamak hayatın içinde bir düzen kurma telaşı iyi bir iş iyi bir aile iyi bir gelir ve sanki bunlar önceden kurgulanmış ve bize verilmiş gizli metinler beklide hayat bize bunu yapmayı emrediyor ama kimse emirle yaşamayı kabul ettigini itiraf edemiyor biryerlere kimselerin ulaşamayacagı biryerlere gömme telaşı içindeyken ruhlarımızı hala edebi metinlere sıgınıp bir acıklama yapma teleşı zaten ruh acıklanamayacak kadar sonsuzdur yeterki gömmeyelim biryerlere....
İnsan kendi ruhunun labirentlerinde dolaşıyor, kendisini tanıyor. Bir zamanlar olduğu kendisini arıyor. Yalan! Aslında her geçmiş kendi sahibini arıyor...
ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek. koklarken küllerimi mezarımda bir böcek o kadar yanacak ki, bir yüksüklük toprağım, yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım! ve birden bakacağım, her tarafım bitişmiş, başım toprak altında bir maden gibi pişmiş. nefesten daha ince bir ipek kumaş derim; fosfordan daha parlak, ince uzun ellerim. dalacağım kendimin hayran hayran seyrine, diyeceğim; bu dönen şeyler eski yerine, benim diye baktığım şeylermiydi bir zaman? külümün rüyasımı yoksa gördüğüm? .. aman! başımda açılacak fanilerin seması, ve onların toprağa gercek teması, bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak; toprağın, koşacağım üzerinde yalınayak; şehrin, dolaşacağım kuş gibi etrafında; bir beyaz hayaletin up uzun çarşafında, gezeceğim doğduğum evin odalarını. geceleyin, koskoca şehrin lambalarını, bir keskin üfleyişim söndürmeye yetecek; korku şehrin çelikten sesini tüketecek. her şey susacak o ân, çalınacak kapılar; kiremitleri yaprak yaprak alan bir rüzgâr, ağzımdan haykıracak, uzun, gizli, çapraşık... erişilmez fikir ki, düğüm düğüm dolaşık... sarıldıkça boşanan yumak, çözülen demet; başı görünmez hayâl, sonu gelmez nedamet...
... 'Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir, yardım eder! Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim batınımız, bizim içyüzümüz, gökyüzünün durmasına, varlığına sebeptir! '.........................................................................(*)
Bir zamanlar büyük ve güçlü bir sultan varmış, muktedir sultanın dört eşi varmış. Sultan en çok dördüncü eşini sever, ona özen gösterir, bir dediğini iki etmezmiş.
Bu en çok sevdiği eşi günün her saatinde yanında, gözünün önündeymiş, sultan ondan ayrılmayı aklının ucundan geçirmezmiş. Yüreği ve merhameti geniş olan sultan, üçüncü eşini de severmiş. Ancak nedense bu eşinin günün birinde kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. Öyle de olsa, ona sahip olduğu için gurur duyar, başkalarına tanıtmaktan özel bir zevk alırmış. Her sözü ferman olan sultanın ikinci eşine olan sevgisi ve ilgisi de az değilmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima yanında olur, ona destek verirmiş. Birinci ve ikinci eşinin kendilerine özgü özellikleri var; ama sultan en çok kendini üçüncü eşinin yanında huzurlu ve güvende hissedermiş. Sarayın kraliçesi, hanım sultan olan kudretli hükümdarın birinci eşiymiş. Onu en çok seven, karşılık beklemeden sadakat gösteren, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen sultan, birinci eşiyle pek ilgilenmezmiş. Farkında olup olmadığı bile kuşkuluymuş. Oysa o da hep yanında dolaşır, gölgesi gibi bir an olsun sultanı yalnız bırakmazmış. Her ölümlü (fani) gibi sultanın da bir gün vadesi dolmuş, artık dünyada yiyeceği lokma, alıp vereceği nefes kalmamış. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Kesin olarak öleceğini anlamış. Öldükten sonra yapayalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş. En çok sevdiği dördüncü eşine, ölüm yolculuğunda kendine eşlik edip etmeyeceğini sormuş. Aldığı cevap kalbine bıçak gibi saplanmış. Herkesten çok sevdiği, üzerinde titrediği eşi kısa ve net olarak, 'Hükümdarım, mümkün değil.' diye cevap vermiş. Üzülmüş, sarsılmış ama yine de ümidini yitirmeden üçüncü eşine sormuş: 'Hayatım boyunca seni sevdim, sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin? ' Üçüncü eşi de, hiç tereddüt etmeden, 'Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim.' diye cevaplamış. Sultan adeta yıkılmış, ölüm acısı gibi bir acının ta kalbine saplandığını hissetmiş. Çarnaçar ikinci eşine dönmüş ve, 'Her zaman yanımda oldun, beni hiç yalnız bırakmadın, ne zaman yardım istesem elini uzattın, kendimi senin yanında hep güvende hissettim, ölüyorum. Tek başıma bu yolculuğa çıkmak istemiyorum, bana eşlik eder misin? ' İkinci eşinden de şu cevabı almış: 'İsterdim; ama bu konuda sana yardımcı olamam. Senin için yapabileceğim tek şey, sana mezara kadar eşlik etmektir. Senin için yas tutacağımdan da emin olabilirsin; ama elimden başka şey gelmez! ' İlk üç eşine karşı hayatı boyunca cömert davranan, sevgisini, ilgisini hiç eksik etmeyen sultanın durumunu, uğradığı derin hayal kırıklığını tahmin edebiliriz. Aklına birinci eşi gelmiş; ama ona sormamış. Hem üç eşinden aldığı olumsuz cevaplardan hem de zaten ömrü boyunca ona gerektiği, hak ettiği ilgiyi göstermediğinden ona sormaya cesaret edememiş. Ama birinci eşi her şeyin farkında, ilk üç eşten aldığı cevapları duymuş. Yatağının ucuna ilişmiş, büyük bir sevgi ve metanetle, 'Sultanım, ben yanındayım, nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim.' demiş. Sultan, çok şaşırmış, üzülmüş, içini derin bir pişmanlık duygusu kaplamış. Yakınarak ve utanarak: 'Keşke bir şansım daha olsaydı, sana hakkını verirdim.' demiş. Gerçek hayatta hepimiz dört eşi olan bir sultanız: Dördüncü eşimiz bedenimizdir; güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir. Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarının eline geçer. İkinci eş ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı onlarla paylaşırız, ölünce bizim için gözyaşı dökerler; ama bizimle ahirete gelmezler. Birinci eşimiz ise ruhumuzdur. Kıssadaki sultan gibi gafillerden isek onu ömrümüz boyunca ihmal ederiz.
“Can. Canlılık. Nefes. Cebrail (as.) ...” “Bir kanun-u zîvücud-u haricî.” (Hariçte müstakil bir varlığı bulunan bir kanun.) (Sözler) “Emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Bedenden ayrılınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim.”
Bazı insanlar Peygamber Efendimize ruhu sordular. Cevap vermeyip, vahyi bekledi. Gelen ayet gayet netti: “O, rabbimin emrindendir, de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü, muhatapların söyleneni anlamasına imkân yoktu. Akıl, “emir aleminden” olan bir varlığı kavrayacak kapasitede değildi.
“emir alemi” ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif gibi kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar, ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Hadiste “Kendini bilen rabbini bilir.” buyuruluyor. Bir büyük mütefekkirimiz de, “ey kendini insan bilen insan! Kendini oku...” Diyor. Şu halde, insanın kendini tanımaya çalışması şart. Kendimizden giderek Ona ulaşacağız!
Ruh hakkında neler biliyoruz? Ruhun kendisini bilemiyoruz. Ancak bazı özelliklerinden söz edebiliriz. Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir.
Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. İcraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Mesela, bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı.
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
eyyyyyy ruhhhh geldiysen masaya üç kez vur.. ruhcell cevap verir 'aradığınız ruha şuan ulaşılamıyor lütfen fincanı ters çevirip tekrar deneyiniz'... :)
'Ruha giden yolu buldum' değil; 'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin. Çünkü ruh, her yolda yürür. Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür; ne de bir kamış gibi dümdüz büyür. Ruh, sayısız taç yaprakları olan bir lotus çiçeği gibi açılır.'
Rüyada ruh bedenden ayrılır mı meselesine gelince; ruh, madde gibi belli bir yeri ihraz etmez. Madde, boşlukta bir yer işgal eden veya Newton'un görüşüne göre yer çekimine tabi olan hacimli bir şeydir. Ruh ise bütün bunlardan müberradır. Çünkü o, âlem-i halka değil âlem-i emre aittir. Avamca anlayışımızla ifade edecek olursak, ruh, Cenab-ı Hakk'ın 'kün' demesiyle olan bir varlıktır; görüp kavrayacağımız, yakalayıp tutabileceğiniz bir şey değildir. O, şuurlu bir kanundur ve bir manada hayyizden (vüs'at, mekan, yön) müstağnidir. Bir anda değişik yerlerde temessül edebilir. Tıpkı bin aynayı güneşe mukabil tuttuğunuz zaman bu aynalar içinde güneşin temessülünü gördüğünüz gibi, ruhu da, nuraniyeti ve ruhaniyeti itibarıyla bin insanın mir'at-ı ruhunda görmek mümkündür. Ama bu her zaman böyle olur demek de değildir. O, dilediğinde olur. Onun için Efendimiz bir gecede belki bir milyon insanın rüyasına girer ve onlara temessül eder. Bu açıdan, ruhun bedenden ayrılması meselesi bahis mevzuu değildir. Kur'an, uykuya 'sübât' demektedir (Bkz: Nebe Sûresi, 78/9) ki, o da, değişik faktörlerden ötürü bünyeye adem-i merkeziyet havasının hakim olması ve dinlenmek üzere, seni uyutmayan ve gözlerini açık tutan mekanizmanın devreden çıkmasından ibarettir. Ne var ki, bu durumda da ruh, bedenle alakasını kesmemektedir. Çünkü beden hâlâ bütün fonksiyonlarını icra etmekte ve teneffüsünü sürdürmektedir.
Öyleyse rüya halindeyken ruhun çıkması bahis mevzuu değildir. Uykuyla insanın gözleri âlem-i şehadete kapandığı için, bu defa ruh, âlem-i gayba açılan gözlerle âlem-i misali müşahede etmektedir.
Evet, ruhu iyi anlarsak rüya halindeyken onun bedenden ayrılmadığını da anlamış oluruz.
Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir.
Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. İcraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Mesela, bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı.
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
'...ruh Arapça'da rih,reyh,riyah ile aynı kökten gelir,rüzgar ve koku anlamındadır.İbranice'de ruah da aynı manadadır.Grekçe psycho üflemek,solumak; psukhe kelebek ve ruh anlamındadır.Azteklerde jolio; haiti adalarında lod; Avusturya yerlilerinde wang hep rüzgar anlamına gelir.Sanskritçe atman kelimesi de Almanca'daki atem=soluk kelimesiyle akrabadır.Çince'de chi kelimesi de enerji ile ruh arası bir anlamdadır ve hava,soluk,koku gibi uçucu görünmeyen şeyleri ifadeye yarar.
Ruh kelimesinin hemen her dilde hava ve soluk isimleriyle ilgili olması,büyük ihtimalle Yaratıcı'nın ilk nefhettiği ruhla olan ilgisinden dolayıdır.Elbette burada nefhetme yani üfleme bir teşbihtir.Çünkü Allah'ın canlılar gibi nefes alıp verdiği gibi bir düşünce,O'nun yarattıklarından hiçbirine benzemeyen sıfatına aykırıdır.Ama bu benzetme insan ruhuyla Allah'ın zatı arasındaki kuvvetli bağa işaret etmektedir.'
suçlayamıyorum seni ey ben! eğer hakiki gıdâlarla besleseydim seni bu yalancı sahte emziklere meyletmezdin.. beslendiğini sanıyorsun fakat giderek zayıflıyorsun ruh çöküntüsü eşiklerinde dolaşıp tehlikeli sularda yüzüyorsun..
...larda hiçbir sızı yok bir tek soru var kalplerde bir çizgi koydu yaşamına bir nokta yaşadıklarına bir ünlem aradı sonra sonra sonra günlerce unuttuğu bir insana ruhlarda hiçbir sızı yok bir tek soru var kalplerde hiçkimseyi üzmeden nasıl hata yapıldı hiçkimseyi üzmeden yaşanılan yaşandı yalnız kalmaktan değil yalnız olmaktan kork sen
Ruh Allah'ın (c.c.) hikmeti....
Allah'ın (c.c.) yaratırken kendinden üflediğini bahşettiğini taşıyan....
enerji dalgası....
bir yokuş mudurki yürüyüş ve sonra yokuştan aşşagıya inme heyecanı içinde tırmanmakmıdır tüm gücünle o yokuşu hayatta böylemidir yaşarken sonundaki ufak seyleri düşünüp olanları öylece yaşamak hayatın içinde bir düzen kurma telaşı iyi bir iş iyi bir aile iyi bir gelir ve sanki bunlar önceden kurgulanmış ve bize verilmiş gizli metinler beklide hayat bize bunu yapmayı emrediyor ama kimse emirle yaşamayı kabul ettigini itiraf edemiyor biryerlere kimselerin ulaşamayacagı biryerlere gömme telaşı içindeyken ruhlarımızı hala edebi metinlere sıgınıp bir acıklama yapma teleşı zaten ruh acıklanamayacak kadar sonsuzdur yeterki gömmeyelim biryerlere....
ruh Allah'ın hayat sıfatından olduğundan hep helali ister.
İnsan kendi ruhunun labirentlerinde dolaşıyor, kendisini tanıyor. Bir zamanlar olduğu kendisini arıyor. Yalan! Aslında her geçmiş kendi sahibini arıyor...
kendimdekini çözememişken diğerlerine ne lafım olabilir ki?
sarfettiğim cümlelerimin yegâne öznesidir aslında ruhum...
yazdıklarım,anlattıklarım,seslendiklerim sen,o bu,şu değildi ki hiçbir zaman...
hep bendekineydi fısıldamam,haykırışım,gülümsemem,ağlamam...
serzenişim,kucaklamam,yalnız bırakmam,sahiplenmem....
Ruhumda aslında bedenimden farksızdır....
kalabalıklar ortasında soyunmaktan oldum olası utanmıştır....
ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.
koklarken küllerimi mezarımda bir böcek
o kadar yanacak ki, bir yüksüklük toprağım,
yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!
ve birden bakacağım, her tarafım bitişmiş,
başım toprak altında bir maden gibi pişmiş.
nefesten daha ince bir ipek kumaş derim;
fosfordan daha parlak, ince uzun ellerim.
dalacağım kendimin hayran hayran seyrine,
diyeceğim; bu dönen şeyler eski yerine,
benim diye baktığım şeylermiydi bir zaman?
külümün rüyasımı yoksa gördüğüm? .. aman!
başımda açılacak fanilerin seması,
ve onların toprağa gercek teması,
bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak;
toprağın, koşacağım üzerinde yalınayak;
şehrin, dolaşacağım kuş gibi etrafında;
bir beyaz hayaletin up uzun çarşafında,
gezeceğim doğduğum evin odalarını.
geceleyin, koskoca şehrin lambalarını,
bir keskin üfleyişim söndürmeye yetecek;
korku şehrin çelikten sesini tüketecek.
her şey susacak o ân, çalınacak kapılar;
kiremitleri yaprak yaprak alan bir rüzgâr,
ağzımdan haykıracak, uzun, gizli, çapraşık...
erişilmez fikir ki, düğüm düğüm dolaşık...
sarıldıkça boşanan yumak, çözülen demet;
başı görünmez hayâl, sonu gelmez nedamet...
N.F.K
Bizi yaşatan, soyut varlık...
Bedenime sahip olabilirsin ama, ruhuma asla diye geyiği de yapılır kendisinin; ...Elbette duymuyordur! ..
fırlatıp attı ruhunu
ama bilmiyordu
kapatıyor gözlerinin kapaklarını
...
'Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir, yardım eder! Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim batınımız, bizim içyüzümüz, gökyüzünün durmasına, varlığına sebeptir! '.........................................................................(*)
BİRİNCİ EŞİMİZ RUHUMUZ
Bir zamanlar büyük ve güçlü bir sultan varmış, muktedir sultanın dört eşi varmış. Sultan en çok dördüncü eşini sever, ona özen gösterir, bir dediğini iki etmezmiş.
Bu en çok sevdiği eşi günün her saatinde yanında, gözünün önündeymiş, sultan ondan ayrılmayı aklının ucundan geçirmezmiş. Yüreği ve merhameti geniş olan sultan, üçüncü eşini de severmiş. Ancak nedense bu eşinin günün birinde kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş. Öyle de olsa, ona sahip olduğu için gurur duyar, başkalarına tanıtmaktan özel bir zevk alırmış.
Her sözü ferman olan sultanın ikinci eşine olan sevgisi ve ilgisi de az değilmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima yanında olur, ona destek verirmiş. Birinci ve ikinci eşinin kendilerine özgü özellikleri var; ama sultan en çok kendini üçüncü eşinin yanında huzurlu ve güvende hissedermiş.
Sarayın kraliçesi, hanım sultan olan kudretli hükümdarın birinci eşiymiş. Onu en çok seven, karşılık beklemeden sadakat gösteren, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen sultan, birinci eşiyle pek ilgilenmezmiş. Farkında olup olmadığı bile kuşkuluymuş. Oysa o da hep yanında dolaşır, gölgesi gibi bir an olsun sultanı yalnız bırakmazmış.
Her ölümlü (fani) gibi sultanın da bir gün vadesi dolmuş, artık dünyada yiyeceği lokma, alıp vereceği nefes kalmamış. Ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Kesin olarak öleceğini anlamış. Öldükten sonra yapayalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine, ölüm yolculuğunda kendine eşlik edip etmeyeceğini sormuş. Aldığı cevap kalbine bıçak gibi saplanmış. Herkesten çok sevdiği, üzerinde titrediği eşi kısa ve net olarak, 'Hükümdarım, mümkün değil.' diye cevap vermiş. Üzülmüş, sarsılmış ama yine de ümidini yitirmeden üçüncü eşine sormuş: 'Hayatım boyunca seni sevdim, sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin? ' Üçüncü eşi de, hiç tereddüt etmeden, 'Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim.' diye cevaplamış. Sultan adeta yıkılmış, ölüm acısı gibi bir acının ta kalbine saplandığını hissetmiş. Çarnaçar ikinci eşine dönmüş ve, 'Her zaman yanımda oldun, beni hiç yalnız bırakmadın, ne zaman yardım istesem elini uzattın, kendimi senin yanında hep güvende hissettim, ölüyorum. Tek başıma bu yolculuğa çıkmak istemiyorum, bana eşlik eder misin? ' İkinci eşinden de şu cevabı almış: 'İsterdim; ama bu konuda sana yardımcı olamam. Senin için yapabileceğim tek şey, sana mezara kadar eşlik etmektir. Senin için yas tutacağımdan da emin olabilirsin; ama elimden başka şey gelmez! '
İlk üç eşine karşı hayatı boyunca cömert davranan, sevgisini, ilgisini hiç eksik etmeyen sultanın durumunu, uğradığı derin hayal kırıklığını tahmin edebiliriz. Aklına birinci eşi gelmiş; ama ona sormamış. Hem üç eşinden aldığı olumsuz cevaplardan hem de zaten ömrü boyunca ona gerektiği, hak ettiği ilgiyi göstermediğinden ona sormaya cesaret edememiş. Ama birinci eşi her şeyin farkında, ilk üç eşten aldığı cevapları duymuş. Yatağının ucuna ilişmiş, büyük bir sevgi ve metanetle, 'Sultanım, ben yanındayım, nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim.' demiş. Sultan, çok şaşırmış, üzülmüş, içini derin bir pişmanlık duygusu kaplamış. Yakınarak ve utanarak: 'Keşke bir şansım daha olsaydı, sana hakkını verirdim.' demiş.
Gerçek hayatta hepimiz dört eşi olan bir sultanız: Dördüncü eşimiz bedenimizdir; güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir. Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarının eline geçer. İkinci eş ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı onlarla paylaşırız, ölünce bizim için gözyaşı dökerler; ama bizimle ahirete gelmezler. Birinci eşimiz ise ruhumuzdur. Kıssadaki sultan gibi gafillerden isek onu ömrümüz boyunca ihmal ederiz.
''..umuzun içinde kar yağar..'' S.Karakoç
Yoksa üşüyor musunuz efendim..
Oysa bu kar yakar..
..
ruhu diriler bilmez ölmeye razı mısın..
ruhun bedene ihtiyacı yoktur!
(bedenin ruha ihtiyacı vardır)
'...birine ruh yapısının ne biçim olduğunu açıklamak,dilediği gibi davranmasına izin vermenin bir yoludur...'
Ağladım sensiz gecelerde...Yorgun ruhum, bitap düştü bu çaresizlikle...Gel, gel ki ruhum özgürlüğüne kavuşsun yeniden...
Ruh için aşağıdaki tanımlar yapılır:
“Can. Canlılık. Nefes. Cebrail (as.) ...”
“Bir kanun-u zîvücud-u haricî.” (Hariçte müstakil bir varlığı bulunan bir kanun.) (Sözler)
“Emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Bedenden ayrılınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim.”
Bazı insanlar Peygamber Efendimize ruhu sordular. Cevap vermeyip, vahyi bekledi. Gelen ayet gayet netti: “O, rabbimin emrindendir, de.” Ruhun varlığı tasdik ediliyor, fakat mahiyeti açıklanmıyordu. Çünkü, muhatapların söyleneni anlamasına imkân yoktu. Akıl, “emir aleminden” olan bir varlığı kavrayacak kapasitede değildi.
“emir alemi” ölçüden, tartıdan, şekilden, renkten uzak varlıkların dünyasıdır. Maddeler için söylenen uzun, kısa, mavi, sarı, yuvarlak, düz, ağır, hafif gibi kelimelerin o alemde karşılığı yoktur. Ölçülere mahkum akıllar, ölçülemeyeni nasıl anlasın?
Hadiste “Kendini bilen rabbini bilir.” buyuruluyor. Bir büyük mütefekkirimiz de, “ey kendini insan bilen insan! Kendini oku...” Diyor. Şu halde, insanın kendini tanımaya çalışması şart. Kendimizden giderek Ona ulaşacağız!
Ruh hakkında neler biliyoruz? Ruhun kendisini bilemiyoruz. Ancak bazı özelliklerinden söz edebiliriz. Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir.
Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. İcraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Mesela, bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı.
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
onun hakkında çok az şey bildirmiş allah onun bilgisi allah katındadır...
eyyyyyy ruhhhh geldiysen masaya üç kez vur..
ruhcell cevap verir 'aradığınız ruha şuan ulaşılamıyor lütfen fincanı ters çevirip tekrar deneyiniz'... :)
'Ruha giden yolu buldum' değil;
'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin.
Çünkü ruh, her yolda yürür.
Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür;
ne de bir kamış gibi dümdüz büyür.
Ruh, sayısız taç yaprakları olan
bir lotus çiçeği gibi açılır.'
Rüyada ruh bedenden ayrılır mı?
Rüyada ruh bedenden ayrılır mı meselesine gelince; ruh, madde gibi belli bir yeri ihraz etmez. Madde, boşlukta bir yer işgal eden veya Newton'un görüşüne göre yer çekimine tabi olan hacimli bir şeydir. Ruh ise bütün bunlardan müberradır. Çünkü o, âlem-i halka değil âlem-i emre aittir. Avamca anlayışımızla ifade edecek olursak, ruh, Cenab-ı Hakk'ın 'kün' demesiyle olan bir varlıktır; görüp kavrayacağımız, yakalayıp tutabileceğiniz bir şey değildir. O, şuurlu bir kanundur ve bir manada hayyizden (vüs'at, mekan, yön) müstağnidir. Bir anda değişik yerlerde temessül edebilir. Tıpkı bin aynayı güneşe mukabil tuttuğunuz zaman bu aynalar içinde güneşin temessülünü gördüğünüz gibi, ruhu da, nuraniyeti ve ruhaniyeti itibarıyla bin insanın mir'at-ı ruhunda görmek mümkündür. Ama bu her zaman böyle olur demek de değildir. O, dilediğinde olur. Onun için Efendimiz bir gecede belki bir milyon insanın rüyasına girer ve onlara temessül eder. Bu açıdan, ruhun bedenden ayrılması meselesi bahis mevzuu değildir. Kur'an, uykuya 'sübât' demektedir (Bkz: Nebe Sûresi, 78/9) ki, o da, değişik faktörlerden ötürü bünyeye adem-i merkeziyet havasının hakim olması ve dinlenmek üzere, seni uyutmayan ve gözlerini açık tutan mekanizmanın devreden çıkmasından ibarettir. Ne var ki, bu durumda da ruh, bedenle alakasını kesmemektedir. Çünkü beden hâlâ bütün fonksiyonlarını icra etmekte ve teneffüsünü sürdürmektedir.
Öyleyse rüya halindeyken ruhun çıkması bahis mevzuu değildir. Uykuyla insanın gözleri âlem-i şehadete kapandığı için, bu defa ruh, âlem-i gayba açılan gözlerle âlem-i misali müşahede etmektedir.
Evet, ruhu iyi anlarsak rüya halindeyken onun bedenden ayrılmadığını da anlamış oluruz.
Beden, anne karnında belli bir olgunluğa erişince, ruh verilir.
Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. İcraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Mesela, bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı.
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür... Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur.
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'.(İsrâ/85)
müslüm...
Ölürken insandan eksilen nedir ki o olmayınca neşe, sevinç, hüzünde... olmuyor. İşte o ruhtur.
'...ruh Arapça'da rih,reyh,riyah ile aynı kökten gelir,rüzgar ve koku anlamındadır.İbranice'de ruah da aynı manadadır.Grekçe psycho üflemek,solumak; psukhe kelebek ve ruh anlamındadır.Azteklerde jolio; haiti adalarında lod; Avusturya yerlilerinde wang hep rüzgar anlamına gelir.Sanskritçe atman kelimesi de Almanca'daki atem=soluk kelimesiyle akrabadır.Çince'de chi kelimesi de enerji ile ruh arası bir anlamdadır ve hava,soluk,koku gibi uçucu görünmeyen şeyleri ifadeye yarar.
Ruh kelimesinin hemen her dilde hava ve soluk isimleriyle ilgili olması,büyük ihtimalle Yaratıcı'nın ilk nefhettiği ruhla olan ilgisinden dolayıdır.Elbette burada nefhetme yani üfleme bir teşbihtir.Çünkü Allah'ın canlılar gibi nefes alıp verdiği gibi bir düşünce,O'nun yarattıklarından hiçbirine benzemeyen sıfatına aykırıdır.Ama bu benzetme insan ruhuyla Allah'ın zatı arasındaki kuvvetli bağa işaret etmektedir.'
(iktibas)
suçlayamıyorum seni ey ben!
eğer hakiki gıdâlarla besleseydim seni
bu yalancı sahte emziklere meyletmezdin..
beslendiğini sanıyorsun fakat
giderek zayıflıyorsun
ruh çöküntüsü eşiklerinde
dolaşıp
tehlikeli sularda yüzüyorsun..
...larda hiçbir sızı yok
bir tek soru var kalplerde
bir çizgi koydu yaşamına
bir nokta yaşadıklarına
bir ünlem aradı
sonra sonra sonra
günlerce unuttuğu bir insana
ruhlarda hiçbir sızı yok
bir tek soru var kalplerde
hiçkimseyi üzmeden
nasıl hata yapıldı
hiçkimseyi üzmeden
yaşanılan yaşandı
yalnız kalmaktan değil
yalnız olmaktan kork sen
ruhu bulmak..hayatın kendimize ait parçasında yürürken ruha ermek..
öyle bir şey ki ruh dediğimiz,her yolda yürümek ister..
sazlıklardaki kamışlar misali dosdoğru büyümezler tek yönlü...
bir doğru çizgi üzerinde de yürütemezsiniz ruhunuzu..
Ruhumuz bir tavuskuşunun kuyruğu gibi ihtişamlı renklere sahiptir...kimimiz o renklerin bir çoğunu sergileyemeden göçüp gidiyoruz yazık ki...
talih insana bütün nimetlerini verse; onları tadabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden bir şeyin sahibi olmak değil tadına varabilmektir...
Ruhun kıyam etsin can olsun mürşit olsun!
Bedenin talip olsun can'a mürşid'e mürid olsun!