Kültür Sanat Edebiyat Şiir

oğuz atay sizce ne demek, oğuz atay size neyi çağrıştırıyor?

oğuz atay terimi Barış Çalışkan tarafından tarihinde eklendi

  • Ayşe Keleş
    Ayşe Keleş

    Mahalleli Selim in büyük adam olacağını söylüyordu.
    Ama Selimin canı büyük adam olmak istemiyordu.
    Hayatta bir sürü olaylar dönüyordu.
    Selim büyük adam olamayacağını hissediyordu.
    Belki büyük bir savaş çıkarda Selimin büyük adam olma meselesi unutulurdu.

  • Buğu Duyusu
    Buğu Duyusu

    "Beynimi yıllık izne çıkarmak istiyorum."

  • Eylül Geldi Sonra
    Eylül Geldi Sonra

    Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur. Ben anlıyorum. Anlatamasam da olur

    Oğuz Atay, Tutunamayanlar

  • Aşk Olsun
    Aşk Olsun

    öyle yapıtlar vardır mimarının önüne geçer. tutunamayanlar romanı sanki biraz oğuz atayın önündedir. onu tanımayı ve bunun böyle olup olmadığını anlamayı çok isterdim.

  • Zulmü Alkışlayamam
    Zulmü Alkışlayamam

    Okuyucun burada sevgili yazar.

  • Ahhh Ahhh
    Ahhh Ahhh

    tutunamayan yanım...

  • Feride Turan
    Feride Turan

    “Tutunamayanlar” romanı ile 1970’te TRT Roman Ödülü’nün sahibi Oğuz Atay geleneğe bağlı kalmayıp çoğu kez ruh sağlığı çeşitli derecelerde zedelenmiş kişilerle çıkar karşımıza. Onun romanlarında ya da öykülerinde, aydın veya değil, toplumda tutunamamış, dikiş tutturamamış kahramanlar vardır. Alışılanın tersine marjinal insanlardır bunlar, olumsuzdur, yalnızlık ve başarısızlık da ortak özellikleridir. 20. yy.ın sonuna kadar ortalarda olmayan; hatta bugün sözlüklerde bile tam olarak yerini alamayan; ancak son zamanlarda Postmodernizm’le birlikte anılan bir kavramla açıklayacak olursak, onun kahramanları “anti-kahraman”dır. Oğuz Atay bunlara hak vermez, onları övmez de, kurban olarak gösterip acındırmaz da. Nesnel ve korkusuzca “teşhir” eder; yanlışlıklarını, hatalarını, suçlarını sergiler. Ama bu olumsuzluklar yalnızca bireyin değil, toplumun da olumsuzluklarıdır. Bütün bunlara alaycı bir gözle bakarken nezaketi de elden bırakmaz o. Durum ya da olaydan çok, kişinin anlatıcısıdır Oğuz Atay. Mesela 'Korkuyu Beklerken' hikâye kitabındaki sekiz öykü sekiz ayrı kişinin öyküsüdür.

  • Reading Time Benna
    Reading Time Benna

    ''Bu yol nereye çıkar olric? ..
    Hiçbir yere efendimiz.
    Hiçbir yer neresidir olric..?
    Doğru yerdir efendimiz..
    Gidelim mi? ..
    Vardık efendimiz.
    Sus olric düşünüyorum! ..
    Düşünmek ne haddinize efendimiz.
    Descartes düşündükçe var oluyordu olric..?
    Descartes düşündükçe var olur; Siz düşündükçe yok olursunuz efendimiz...! ''

  • Reading Time Benna
    Reading Time Benna

    Çok yükseğe çıkamam bende yükseklik korkusu var.. ve kimseyi yarı yolda bırakamam bende 'alçaklık korkusu' var..

    Oğuz Atay

  • Uygar Sevim
    Uygar Sevim

    bazı eleştirileri okudum ve özellikle coğunda şunu grdüm özellikle SEBGERD vb yazanların galiba lenin in dediği gibi bunların ağzı hala süt kokuyormuş bilmiyorsan yazma sana zorla yazdıran mı var okumamışsan yazma bilmiyorsan konuşma be kardeşim..ki zaten okuma oranı yok tutmuşlar bir tutumnamayanlar gibi bir eseri iki kelimeyle eleştirmeye işiniz değil bu gercekten....

  • Hc
    Hc

    okuruna seslenerek nerede olduğunu soran, batı ile doğu arasında korkuyu beklerken tutunamayan, pastanede sevgilisinin gözlerine bakarak 'seni seviyorum' diyenlerden olmak istemeyen beyaz mantolu adam.
    yaşasaydı hepimize çok gülerdi...

  • Oktay Karaca
    Oktay Karaca

    - lanet olsun sanada kitabınada!
    - gerçeklerimi vurdular cicim yüzüne :))

    burdaki gülen kişidir işte o...

  • Mahmut Asiltürk
    Mahmut Asiltürk

    kanunlar çıkarırsınız benim açıklamalarımda olduğu gibi: herkesi her şey yaparsınız kimseye danışmadan ve anayasaya uygunluğuna bakmadan: zorlamadan uyulacak kanunlar yaparsınız. dairedeki memuru mühendis yaparsınız. içinizde hiçbir acılık birikmez. ne bırakılmış olmanın, ne anlaşılamamanın, ne yaşamamanın, ne de baştan yaşayamamanın acısı düzeninizi bozmaz. düşünmeden kapılırsınız olaylara. sonu ne olacak diye korkmazsınız. sonu yoktur ki.. sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak. ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? birdenbire: 'buraya kadar! ' dediler. oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. bütün sularda gölgeni seyrederdin. üstelik, daha önce haber vermiştik derler onlar. her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik. işte onların kanunları böyle. bizimkilere benzeyebilir mi hiç? şehrin duvarlarına sırayla üç kere ilan asıyorlar: sevginize dikkat! dördüncü ilan ve sevgiyi kaldırıveriyorlar. onlarla başa çıkılmaz turgut. ben çıkabildim mi? bilincin uyarmasın seni. dikkat et turgutçuğum, bu güzel hayalleri, şekilleri kaybetmesin bilincin. kurtar kendini onun baskısından. rüyadan gerçeğe geçmenin acılarını yaşama. ne olur turgut uyanma sakın. ne olur uyanma.. ne olur.. ne olur.. silme

  • Mahmut Asiltürk
    Mahmut Asiltürk

    oguz atay hayatıma girdiginde elime 724 sayfalık tutunamayanları tutusturdular...
    tutunamayanlar isimli eseri türk edeiyat rarine kazandırılmıs en kaliteli romanlardan biridir... o kadar farklı bir dil kullanılmıstır ki (üstelik bunun bir inşaat mühendisini goz onune alırsak) harkulade bir yapıt gerceklestirmiştir.
    Oguz atay genc yasta hayatını kaybedenler sıralamasında hayatımda en oncelik yerini alan insan olması ile birlikte
    tutunamayanların bende bıraktıgı o ince sızı....

    korkuyu beklerken olsun...
    bir bilim adamının romanı olsun
    oyunlarla yasayanlar olsun
    biliyorum ki

    bizdik...
    bizi de en iyi dille anlayarak anlattıgı için
    farkını ortaya koymaya yetiyor



    'ya o tutunamayanlar'
    sımsıkı tutunsalardı birbirilerine?

  • Cevriye Cebiryırtılmaz
    Cevriye Cebiryırtılmaz

    Sek ve sert bir kahve..Bile bile intihar.

  • Lanet Herif
    Lanet Herif

    Demiryolu Hikayecileri / Oğuz Atay

    Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağbaşı kasabasında, bir demiryolu
    istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. İstasyon binasına bitişik yanyana üç
    kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikaye satıcılığı
    yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek
    uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız
    söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve
    sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikayeciler uyurduk.
    Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece
    yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu
    saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikayeciler) uyuyarak gece
    ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat
    nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru.
    Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu,
    bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak,
    kapamak.. bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık
    bedave hikayeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu
    zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikaye yazdığımız
    düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden
    sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşam üzeri ilham geliyordu ve gecenin geç
    saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu' sözüyle
    alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına
    çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle
    eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar
    zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan
    memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak
    elle yazdığımız hikayeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize
    çekiyorduk. Hikayeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı
    bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç yahudiye
    veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç yahudiyi çok seviyordum.

    Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz
    de istasyon binası için ayrılan la,,alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir
    örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon
    şefi gülerek, 'memur hikayeciler' diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez
    tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere
    parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından
    ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikayecilersiniz diyordu
    istasyon şefi bize. Aslında ben memeur ya da esnaf olarak nitelendirilmek
    istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki
    ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi
    iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcal bir durumda'
    olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı
    satmak için. Tabii genç yahudinin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek
    satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak
    çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikayeden ancak
    bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek
    alıcı bulamıyorduk. Hikayeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara
    müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler
    yazıyorduk ve bir iki günlük modası geömiş hikayeleri uzattığımız zaman
    yolcular yüzlerini buruşturarak, 'Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu? '
    diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve
    ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.

    Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde
    durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu
    isatsyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta, üçüncü perona (bunlara `peron'
    denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden
    öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada
    uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önceyük vagonlarına çarpıyorduk
    telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece
    karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi
    aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır
    sepetler içinde tomarlar halinde duran hikayelerimiz, hemen satılmıyordu. Her
    yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir
    göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri
    için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.

    Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca,
    sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün
    aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara
    perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara
    sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa
    hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst
    incelemden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları
    vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis
    ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı.
    Ülkede taze olarak hikaye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de
    duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
    var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir
    kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına bşrkaç kuruş vererek yolcuları
    bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava
    birer hikaye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden
    düşme satıyorlardı) . Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı.
    Bunlardan bazılarıylailişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri
    için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi
    yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için
    çok acıkıyorduk. Hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor,
    geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın
    istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının
    verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle
    birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
    sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her
    zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız
    hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece
    sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son
    kopyalardan olmak şartıyla: İnce kağıttan olduğu için sigara sarıyordu
    hikayelerimize.

    Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satşlar iyi gitmişse, yiyecek
    satıcılarına hikayelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı) .
    Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna
    kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı.)
    Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden
    geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım
    okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek
    içini çekerdi. Olur böyle şeyler derdi elmacı da: İnsan neler görüyor
    yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayeler de yazmıştım.
    Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.

    İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her
    hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir
    dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin
    toprakları içinde yazlıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim
    durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım:
    Bizim durumumuzu düzeltecek, bize deistasyon toprakları içinde şerefli bir yer
    verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her
    zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan
    kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında Sağlığı Koruma
    Yasalarının uygulandığını ileri sürerdi.

    Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç yahudi gittikçe zayıflıyordu.
    Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu.
    Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon
    şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizdn hikayeleri neredeyse
    zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim
    istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu.
    Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.

    Üzüntüler içindeydim, üstelik aşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede
    oturan genç kadına aşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon
    memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı
    vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikayeleri
    ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim.
    Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı
    mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi
    değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun
    olarak hazırlanmı gazoz, saydam kağıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak
    istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden
    yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da,
    yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı-
    geceyarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
    bulmuştuk ve henüz yatklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden.
    Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz -genç
    kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu
    kasabaya hangi rüzgar atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek
    satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı
    doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu.
    Kitap almak için büyük şehire gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar
    altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve
    garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize ktu
    gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza
    çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
    sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen
    gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine
    daha önce sattığımız hikayelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene
    gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikayeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş
    bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikayelerin dış sayfaları
    ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde
    titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon
    yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikayeleri,
    paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.

    Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren
    uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş,
    başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikaye sepetlerimizi koluma taktım,
    uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla
    üzmitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi
    bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve
    rayların arasında sıkışıp kalmış kulubemde yazmış olduğum bir günlük
    hikayelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet genç
    kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken yahudinin evinin önünden
    geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç yahudinin de
    hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikaye satmaya çıkamıyordu;
    hikayelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikayelerini de
    ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz
    edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa
    hikayeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi
    hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını
    çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
    konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu.

    Ben o sıralarda aşk hikayeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi,
    dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun
    bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma
    kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim,
    istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın
    diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman
    küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri
    sürerek sadece bu konuda hikaye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek
    veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş
    yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya
    çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaçmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar
    altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak
    için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit
    ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç
    kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.

    İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular,
    tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir
    müşteri kalabalığına yeni hikayeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe
    ağırlaşan genç yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. hangi tarafa
    yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da
    hikayelerine yardım etmek zorundaydım.

    Düşücemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim
    gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık.
    Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine
    bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu
    zaman. Evet bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın
    dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler
    toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada bir çok şeyi
    hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi
    savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç yahudi
    bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde
    kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre,
    savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.

    Sonra, hikayelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının
    yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde
    önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin
    adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan
    adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır
    birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı
    bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti,
    unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her
    gün yazmak zorunda olduğum hikayelerin dışında kalan kelimeleri
    hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon
    şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç
    yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek
    belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede
    alıştım.

    Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum.
    Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye
    yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez, kendime
    yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de
    gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden
    başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik.
    Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı.
    Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden
    koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum.

    Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının
    gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç yahudi yoktu; bir süre önce
    ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki
    istasyon şefi, ben daha bu isteiğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün
    -bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında
    onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine
    geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun
    sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi
    bildirmek için.. neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç
    kadın bir süre önce gitmişti. Evet kulübesi boştu. Benim uzun hikayelerimden
    birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O
    günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikayelerim nedense hiç satmıyordu.
    Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum.
    Hikayelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok
    geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre
    önce- kendisine satmış olduğum hikaye hakkında ağır eleştirilerde bulundu.
    Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim.
    Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre
    önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi
    unutuyordum.Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de
    çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum
    -bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı
    söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa, pek alıcı bulamamakla
    birlikte, daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de
    dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu
    şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim
    bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikayelerimi de
    dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe
    daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü
    gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra
    tabii- istasyondan ayrılmıştı.

    Bu, son yazdığım hikayelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikaye birikti.
    Hikayelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hhepsini
    yazmış olmayabilir. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı
    uyanıyor ve bu yeni hikayelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da
    şimdi ölmüş bulunan genç yahudinin sepetine- özenle yerleştiriyorum,
    demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon
    şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum -çünkü
    yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde.
    Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse,
    bunlar önemsiz ayrıntılar.

    Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi
    kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakklandan utandığım
    için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura
    tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres
    bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
    utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi
    bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de
    var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu
    beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de
    sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak
    okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu
    nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep
    onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum.

    Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

  • Deniz Bilir
    Deniz Bilir

    Ayrıca Tutunamayanlarda bi soz var ki muthis:'İntihar edenlere toren yapılmaz,böyle intikamcı Tanrı'ya tapılmaz! ! '

  • Deniz Bilir
    Deniz Bilir

    Oğuz Atay...Tutunamayanları yeni okuyorum ama gercekten hayatımda Tutunamayanlar oncesi ve sonrası diye donemler olacak heralde.Oguz Atay'ın intihar ederek oldugunu duymustum oysaki beynindeki bi ur nedeniyleymiş.Eger intihar etseydi o benim ilahım olurdu heralde,ama olsun ben ona boyle de asıgım.Onun yapmadıgı seyi yapıp yakında ben intihar edecegim heralde :) Sonum Oguz Atay yuzunden olacak :)

  • Lanet Herif
    Lanet Herif

    İronik anlatım diliyle mükemmel bir doğu batı tahlilcisidir Atay. Gerek Tutunamayanlar'da gerekse Tehlikeli Oyunlar'daki kahramanlarını düşünmek dünyasından seçmiştir.

    Tehlikeli Oyunlar'da en sevdiğim şahsiyet Albayım olmakla birlikte, Hikmet'in sevimli sevgilisi Bilge'nin de yeniden yorumlanması gerektiği kanısındayım. Sevgi'nin bulaşık yıkatması da cabasıdır. İlgiye şayandır Atay

  • Nurten Ay
    Nurten Ay

    Bir kitap okudum hayatım değişti dedirten üstat. (Oğuz Atay-TUTUNAMIYANLAR)

  • Nevi Gazel
    Nevi Gazel

    tutup bütün anormal zannettiğim hayallerimi, hislerimi, düşüncelerimi belgelesem -ki 'yazın' güzel sanattır- bu adamınki kadar tutmazdı yine..ama fena da olmazdı hani...

  • Cihat Süslü
    Cihat Süslü

    Eskiden merak ederdim sadece ben mi bu hayata tutunamıyorum diye.Hayır,yalnız değilmişim.Tutunamayanlardanım işte be tutunamayanlardanım.

  • Ali Yücel
    Ali Yücel

    bütün tutunamıyanların idolüdür o...
    eskiden sorardım kendime ben neden
    böyleyim diye... okuyunca tutunamıyanları
    anladım yalnız ve tuhaf olmadığımı...

  • Betül Ünlü
    Betül Ünlü

    tutunamayanlar.... okumayanlarr çok şey kaybederler..
    ve korkuyu beklerken: her hikayede kendinizden bişeyler bulursunuz
    büyük yazarr şu oğuz atay! ! ! !

  • Nilgün Gülen
    Nilgün Gülen

    en sevdiğim yazarlardan. bunalımı, çelişkileri iyi anlatmış.

  • Başak
    Başak

    dünya bat'tı..............
    beter oldu...
    tutunamayanlar dan olduk işte bizde....

    sonra oyunlara devam ettik....sahnede öldük hepimiz...

    ve bi daha hiç mustafa gelmedi bu şehre....

    ve selim
    ve
    turgut....

    geçenlerde ankara garında beni bekliyormuş
    turgut
    gittim yanına....
    sohbet ettik...elbette selim'den bahsettik............

    sonra günseli geldi.....

    sonra gitti.....

    sonra ben
    oyuna katıldım yine...

    sonra anfiye çıktım...mustafa hocanın yanına...


    şimdi de
    'günce'ye yol verdim......
    gidiyorum,,,,,

  • Bülent Köycü
    Bülent Köycü

    Hala Oğuz ATAY okumadıysanız yarın ilk işiniz bu olmalı.Hayatı değiştiren romancıdır Oğuz ATAY...

  • Muhammed Yıldız
    Muhammed Yıldız

    oğuz atay gerçek bir edebiyatçıdır.
    kimlerin oğuz atayı ve kitaplarını ne kadar anladığını bilemiyorum.. tutunamıyanlar ve tehlikeli oyunlar zekanın bunalımı ve acısıdır...
    oğuz atay türkiyenin en kayda değer birkaç romancısından biridir..
    oğuz atay okumamış olmak düşünsel ve edebi açıdan kayıptır diyorum..

    sence de öyle değilmi olric..? öyledir efendimiz..
    karşılığını bulamadığım cümleleri söyleyen herkes ölmeden rahat etmiyeceğim olric.. etmeyiniz efendim..
    olric bilmiyorlar, ben adamın elini yakarım.. bir kitap değilim ben, ben öldükten sonra kimse açıp okumasın anlamasın beni? anlıyacaklardır efendimiz... olric saçmalıyorsun bok anlarlar diyorum olric..
    en iyisini siz bilirsiniz efendimiz..

  • Olcay Alpsoy
    Olcay Alpsoy

    tehlikeli oyunlar... üniversitede okuyan (daha doğrusu okuyormuş gibi yapan) cahil bi çocuğun hayata bakışını değiştiren kitap, ve yazarı, yani idolüm...

  • Ozan Güzel
    Ozan Güzel

    Onun çok sevdiği bir fıkra vardı: joe'yu mutlaka bir gün öldüreceğim
    dilim tutundu tutunamayanlardan sonra.... fıkrayı sonra eklerim...