boks tuhaf bir şeydir. çünkü içindeki herşey geriye doğrudur. sola gitmek istersen, sola adım atmazsın, sağ ayağa basarsın. sağa hareket etmek için sol ayağı kullanırsın. acıdan kaçmak yerine tıpkı çılgın birinin yapacağı gibi ona doğru adım atarsın. bokstaki herşey geriye doğrudur.
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezinip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin!
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti yaşamının son döneminde parkinson hastalığıyla mücadele ediyordu. Malum bu hastalığın bedene en büyük etkisi titretmesi. Merhum, esprili üslupla etrafındakilere şöyle demiş bir gün: “Ben ki gençken kükreyen adamdım, şimdi titreyen adam oldum! ” Emekli olduktan sonra Muhammed Ali Clay’a “Neden boks? ” diye sorulduğunda verdiği cevap ilginç: “Çünkü boks tek kişilik spor. Başarıyı kimseyle paylaşmıyorsun ve gücünle zafere koşuyorsun! ” Clay da, gençken kükreyip ahir ömründe titreyenlerden oldu.
Amerika’nın -artık dünyanın- en önemli ödülü olan Oscar’ın tarihi, bir halkın sosyolojik ve tercihler tarihidir aslında. Konjonktürel gelişimler, sosyal patlamalar, ekonomik sıkıntılar sürekli olarak etkilemiştir ödül tercihlerini. Çok basit bir örnekle izah edeyim. Zenciler! .. Siyah ırkın insanları tam 38 yıl Oscar Ödülü alamadılar. Ortalama olarak 20 dalda dağıtılan ve 75 yıldır düzenlenen Oscar Ödülleri’nde zencilerin toplam 10 ödül aldığını söylersek gerçeği biraz ifade etmiş olabiliriz sanırım. Bu sayının yarısı ise 11 Eylül’den bu yana verilenler.
11 Eylül sonrasında Amerika’nın girdiği iflah olmaz ‘herkes düşman’ paranoyası en çok Müslümanları vurdu. Amerika’da Müslüman kimliği zenci kimliğiyle neredeyse eşit. Gerçek yaşamda düşman olarak görüp imha etmeye çalıştığı kesimi, 11 Eylül sonrasında ödüllendirerek gönül almayı deniyor Amerikan sineması. Son birkaç yılın başarılı zenci sunucusu Whopi Goldberg’in yerine bu yıl da Chris Tucker’i seçmelerinin bilinçaltında yatan neden bu olsa gerek. Ancak itiraf etmek gerekiyor ki, Tucker halefi kadar başarılı olamadı ve “İlla ki muhalif olacağım.” metazorisiyle itici konuşmalar yapıp durdu. Fakat bu seneki ödül dağılımına bakıldığında Film Akademisi’nin beni epey şaşırttığını söyleyebilirim. Zira Hollywood’un yıllardan beri koruduğu iç dengeleri alt-üst eden bir dağıtım oldu.
Million Dollar Baby: Kaybedenlerin trajedisi!
Martin Scorsese’nin filmi Aviator 11 dalda aday olmasına rağmen dişe dokunur dallarda bir tek ödül bile alamadı. Büyük usta eminim çok incinmiştir. Bunun yerine Clint Eastwood’a ikinci kez ödül verildi. Esas şaşırtıcı olan, Hillary Swank’a genç yaşına rağmen -genç dediysek 33 filan- ikinci kez ödül vermesiydi. —İlkini Boys Don’t Cry ile almıştı.— Ödülleri kimin hak ettiği, kimin hakkının yendiği tartışılır şüphesiz; ancak tartışılmayacak tek isim Morgan Freeman oldu. Freeman “Million Dolar Baby - Milyonluk Bebek” filmindeki oyunuyla en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kaptı. Bu konuya birazdan döneceğim.
Hayatının 50 yılını Amerikan sinemasında uydur-kaydır filmlerle harcamış Clint Eastwood bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile ömrünün son deminde -75 yaşında zira- kalburüstü filmlere imza atmaya devam ediyor. Milyonluk Bebek, asla ‘sıradan’ kategorisine girmeyecek derecede iyi bir film. Eastwood, vaktiyle ıskaladığı fırsatları emekli olduktan sonra öğrencilerine yakalatmaya çalışan bir boks antrenörünü canlandırıyor. Film atmosferi ve konusuyla Kızgın Boğa ve şampiyon filmlerini hatırlatsa da onlardan daha etkileyici ve gerçekçi.
Eastwood oynadığı emekli antrenör Frank rolünü başarıyla canlandırıyor. Bir yandan kenar mahallelerden aldığı yeteneklere kariyer yaptırmaya, diğer yandan yıllardır ulaşamadığı kızına mektuplar yazarak hayatını idame ettirmeye çalışan Frank’in karşısına yaşı geçkin bir kız olan Magy (H. Swank) çıkıyor. Eastwood başlarda onun antrenörü olmayı kabul etmese de şartlar onu buna mecbur ediyor. Filmin ana fikri de işte burada gizli: Hayatta bir amacın olmalı. Ve öldüğün zaman, “Evet denedim.” diyerek iç rahatlığı ile gitmelisin.
Hatırlarsanız Braveheart’ta W. Wallace savaştan kaçmak isteyen halkına şöyle seslenmişti: “Evet, şimdi savaşa girerek ölebilirsiniz. Evinize gidince 40 yıl sonra öleceksiniz. Ama o zaman kendinize şu soruyu soracaksınız: Acaba o fırsatı kaçırmasa mıydım? Unutmayın, herkes ölür, ancak bazıları yaşamaz bile! ”
Hırs sahibi boksör kız ile yaşlı antrenörü arasında kurulan mesafeli ancak içten ilişkinin seyriyle bir dram izletiyor sonra Eastwood. Bir yandan da, kilise ile inanç çatışması yaşayarak. (Aslında bu yan öykü bile başlı başına bir yazı konusudur.) Her neyse filmin tamamını çözüp izlemek isteyenleri huzursuz etmek değil niyetim.
Bir de farklı bir alt mesajı var filmin. Bir zamanlar bedenleriyle, fiziksel güçleriyle başarıya, manevi doyuma ulaşanların zafer sonrası acınası durumları. Bunun için ilk paragrafta anlattığım iki anekdodu tekrar anımsatırım.
Eastwood kamerayı usta bir marangozun rende kullanışı gibi kullanıyor; kararlı, sarsıntısız ve pürüzsüz. Bir o kadar da sert ve dokunaklı!
Toplumun alt katmanından sancılı, sarsıntılı bir yükseliş hikayesi bu. Ve batılıların bayıldığı trajik bir son! Eh Oscar için zemin ve hava şartları uygun!
Gelelim oyunculuklara. Eastwood beni şaşırttı. Bu adam yaşlandıkça iyi oynuyor ya da yaşı, kariyerinin başından beri canlandırageldiği soğuk, mesafeli, sert ancak merhametli karaktere uygun çağa geldi! Morgan Freeman sinema okulu öğrencilerine oyunculuk dersi veriyor. Tam dozunda; ne fazla, ne eksik! Swank için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Evet, biliyorum bu tür spor içerikli filmlere iyi oyuncu bulmak zordur. Hem sporun inceliklerini kavrayacaksın, hem uygulamayı bileceksin hem de oyunculuk. Swank’ta sporculukla ilgili her şey var, ancak oyunculuğu rol arkadaşlarına kıyasla gerilerde kalmış.
Ancak bütün bunlar filmi, sair Hollywood yapımlarının altında tutmuyor, tersine Milyon Dolarlık Bebek aldığı tüm heykelcikleri hak ediyor. Hele hele Morgan Freeman... Bu satırların yazarının Robin Hood filmiyle âşık olduğu bu şahsiyet, öylesine abartısız, gerçekçi bir oyun çıkarıyor ki, Freeman’a artist demeye bin şahit gerekiyor. Sanki gerçekten Amerika’nın izbe bir kenar mahallesinde beşinci sınıf bir spor salonunun temizlikçisi!
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin! Filmin ne diyalogları ne de oyunculuğu insana vurgun yemiş hissi veriyor. Olay örgüsü öyle bir durum trajedisi çıkarıyor ki, işin ehlinde olsa sinema tarihine geçecek replikler beylik güncel klişelerle geçiştiriliyor. Öyle anlar oluyor ki metinler şiirselliğe bürünecekken, bir anda derinliği ıskalayıp sıradanlığın sığ sularında eriyip gidiyor.
Film, sadakat, amaç ve inanç üzerine yer yer sarsıcı sahnelerle süslenmiş, sıcak, basit ve etkileyici bir film. Bana sorarsanız -mutlaka- ‘izleyin’ derim. Bir de şok bilgi vereyim size. Filmin en tıkandığı, kilitlendiği anda bir çözücü, nefes açıcı gibi gelen enfes müzikler de bizzat Clint Eaastwood’a ait.
harika oyuncular, güzel bir film.
-kuralı unutmuşsun
*neydi kural?
solumu yukarıda tutmak mı?
-kendini her zaman korumak
şimdi kural neymiş?
*kendimi her zaman korumak
-güzel, güzel.
boks tuhaf bir şeydir. çünkü içindeki herşey geriye doğrudur. sola gitmek istersen, sola adım atmazsın, sağ ayağa basarsın. sağa hareket etmek için sol ayağı kullanırsın. acıdan kaçmak yerine tıpkı çılgın birinin yapacağı gibi ona doğru adım atarsın. bokstaki herşey geriye doğrudur.
Benim için takdir edilecek tek yanı var bu filmin...
Bknz:Morgan Freeman.
Aksiyon/s: 535
Nedim Hazar
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezinip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin!
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti yaşamının son döneminde parkinson hastalığıyla mücadele ediyordu. Malum bu hastalığın bedene en büyük etkisi titretmesi. Merhum, esprili üslupla etrafındakilere şöyle demiş bir gün: “Ben ki gençken kükreyen adamdım, şimdi titreyen adam oldum! ” Emekli olduktan sonra Muhammed Ali Clay’a “Neden boks? ” diye sorulduğunda verdiği cevap ilginç: “Çünkü boks tek kişilik spor. Başarıyı kimseyle paylaşmıyorsun ve gücünle zafere koşuyorsun! ” Clay da, gençken kükreyip ahir ömründe titreyenlerden oldu.
Amerika’nın -artık dünyanın- en önemli ödülü olan Oscar’ın tarihi, bir halkın sosyolojik ve tercihler tarihidir aslında. Konjonktürel gelişimler, sosyal patlamalar, ekonomik sıkıntılar sürekli olarak etkilemiştir ödül tercihlerini. Çok basit bir örnekle izah edeyim. Zenciler! .. Siyah ırkın insanları tam 38 yıl Oscar Ödülü alamadılar. Ortalama olarak 20 dalda dağıtılan ve 75 yıldır düzenlenen Oscar Ödülleri’nde zencilerin toplam 10 ödül aldığını söylersek gerçeği biraz ifade etmiş olabiliriz sanırım. Bu sayının yarısı ise 11 Eylül’den bu yana verilenler.
11 Eylül sonrasında Amerika’nın girdiği iflah olmaz ‘herkes düşman’ paranoyası en çok Müslümanları vurdu. Amerika’da Müslüman kimliği zenci kimliğiyle neredeyse eşit. Gerçek yaşamda düşman olarak görüp imha etmeye çalıştığı kesimi, 11 Eylül sonrasında ödüllendirerek gönül almayı deniyor Amerikan sineması. Son birkaç yılın başarılı zenci sunucusu Whopi Goldberg’in yerine bu yıl da Chris Tucker’i seçmelerinin bilinçaltında yatan neden bu olsa gerek. Ancak itiraf etmek gerekiyor ki, Tucker halefi kadar başarılı olamadı ve “İlla ki muhalif olacağım.” metazorisiyle itici konuşmalar yapıp durdu. Fakat bu seneki ödül dağılımına bakıldığında Film Akademisi’nin beni epey şaşırttığını söyleyebilirim. Zira Hollywood’un yıllardan beri koruduğu iç dengeleri alt-üst eden bir dağıtım oldu.
Million Dollar Baby: Kaybedenlerin trajedisi!
Martin Scorsese’nin filmi Aviator 11 dalda aday olmasına rağmen dişe dokunur dallarda bir tek ödül bile alamadı. Büyük usta eminim çok incinmiştir. Bunun yerine Clint Eastwood’a ikinci kez ödül verildi. Esas şaşırtıcı olan, Hillary Swank’a genç yaşına rağmen -genç dediysek 33 filan- ikinci kez ödül vermesiydi. —İlkini Boys Don’t Cry ile almıştı.— Ödülleri kimin hak ettiği, kimin hakkının yendiği tartışılır şüphesiz; ancak tartışılmayacak tek isim Morgan Freeman oldu. Freeman “Million Dolar Baby - Milyonluk Bebek” filmindeki oyunuyla en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kaptı. Bu konuya birazdan döneceğim.
Hayatının 50 yılını Amerikan sinemasında uydur-kaydır filmlerle harcamış Clint Eastwood bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ile ömrünün son deminde -75 yaşında zira- kalburüstü filmlere imza atmaya devam ediyor. Milyonluk Bebek, asla ‘sıradan’ kategorisine girmeyecek derecede iyi bir film. Eastwood, vaktiyle ıskaladığı fırsatları emekli olduktan sonra öğrencilerine yakalatmaya çalışan bir boks antrenörünü canlandırıyor. Film atmosferi ve konusuyla Kızgın Boğa ve şampiyon filmlerini hatırlatsa da onlardan daha etkileyici ve gerçekçi.
Eastwood oynadığı emekli antrenör Frank rolünü başarıyla canlandırıyor. Bir yandan kenar mahallelerden aldığı yeteneklere kariyer yaptırmaya, diğer yandan yıllardır ulaşamadığı kızına mektuplar yazarak hayatını idame ettirmeye çalışan Frank’in karşısına yaşı geçkin bir kız olan Magy (H. Swank) çıkıyor. Eastwood başlarda onun antrenörü olmayı kabul etmese de şartlar onu buna mecbur ediyor. Filmin ana fikri de işte burada gizli: Hayatta bir amacın olmalı. Ve öldüğün zaman, “Evet denedim.” diyerek iç rahatlığı ile gitmelisin.
Hatırlarsanız Braveheart’ta W. Wallace savaştan kaçmak isteyen halkına şöyle seslenmişti: “Evet, şimdi savaşa girerek ölebilirsiniz. Evinize gidince 40 yıl sonra öleceksiniz. Ama o zaman kendinize şu soruyu soracaksınız: Acaba o fırsatı kaçırmasa mıydım? Unutmayın, herkes ölür, ancak bazıları yaşamaz bile! ”
Hırs sahibi boksör kız ile yaşlı antrenörü arasında kurulan mesafeli ancak içten ilişkinin seyriyle bir dram izletiyor sonra Eastwood. Bir yandan da, kilise ile inanç çatışması yaşayarak. (Aslında bu yan öykü bile başlı başına bir yazı konusudur.) Her neyse filmin tamamını çözüp izlemek isteyenleri huzursuz etmek değil niyetim.
Bir de farklı bir alt mesajı var filmin. Bir zamanlar bedenleriyle, fiziksel güçleriyle başarıya, manevi doyuma ulaşanların zafer sonrası acınası durumları. Bunun için ilk paragrafta anlattığım iki anekdodu tekrar anımsatırım.
Eastwood kamerayı usta bir marangozun rende kullanışı gibi kullanıyor; kararlı, sarsıntısız ve pürüzsüz. Bir o kadar da sert ve dokunaklı!
Toplumun alt katmanından sancılı, sarsıntılı bir yükseliş hikayesi bu. Ve batılıların bayıldığı trajik bir son! Eh Oscar için zemin ve hava şartları uygun!
Gelelim oyunculuklara. Eastwood beni şaşırttı. Bu adam yaşlandıkça iyi oynuyor ya da yaşı, kariyerinin başından beri canlandırageldiği soğuk, mesafeli, sert ancak merhametli karaktere uygun çağa geldi! Morgan Freeman sinema okulu öğrencilerine oyunculuk dersi veriyor. Tam dozunda; ne fazla, ne eksik! Swank için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Evet, biliyorum bu tür spor içerikli filmlere iyi oyuncu bulmak zordur. Hem sporun inceliklerini kavrayacaksın, hem uygulamayı bileceksin hem de oyunculuk. Swank’ta sporculukla ilgili her şey var, ancak oyunculuğu rol arkadaşlarına kıyasla gerilerde kalmış.
Ancak bütün bunlar filmi, sair Hollywood yapımlarının altında tutmuyor, tersine Milyon Dolarlık Bebek aldığı tüm heykelcikleri hak ediyor. Hele hele Morgan Freeman... Bu satırların yazarının Robin Hood filmiyle âşık olduğu bu şahsiyet, öylesine abartısız, gerçekçi bir oyun çıkarıyor ki, Freeman’a artist demeye bin şahit gerekiyor. Sanki gerçekten Amerika’nın izbe bir kenar mahallesinde beşinci sınıf bir spor salonunun temizlikçisi!
Milyon Dolarlık Bebek, güncel ve uyduruk deyişle bir başyapıt mıdır? Cevap nettir: Hayır! Ancak, ömrünü sade suya tirit filmlerde harcamış bir sinema adamının mezara yaklaştığı dönemde insanoğluna dair varlığı ve amacı sorgulaması adına, gerçekliğin etrafında gezip duran, gayretli, samimi bir film olduğu kesin! Filmin ne diyalogları ne de oyunculuğu insana vurgun yemiş hissi veriyor. Olay örgüsü öyle bir durum trajedisi çıkarıyor ki, işin ehlinde olsa sinema tarihine geçecek replikler beylik güncel klişelerle geçiştiriliyor. Öyle anlar oluyor ki metinler şiirselliğe bürünecekken, bir anda derinliği ıskalayıp sıradanlığın sığ sularında eriyip gidiyor.
Film, sadakat, amaç ve inanç üzerine yer yer sarsıcı sahnelerle süslenmiş, sıcak, basit ve etkileyici bir film. Bana sorarsanız -mutlaka- ‘izleyin’ derim. Bir de şok bilgi vereyim size. Filmin en tıkandığı, kilitlendiği anda bir çözücü, nefes açıcı gibi gelen enfes müzikler de bizzat Clint Eaastwood’a ait.
Bu sene ki Oscarlılar
zengin bir dişiyi çağrıştırıyor :)