Bir çözülmez bilmece; Hep sayı, harf ve hece... Peçe üstünde peçe... Böyle aynı noktanın Üstünde saatlerce, Benliğime eğilsem, Sabah, akşam ve gece, Ortasında odanın, Karanlıkla çevrilsem. Bir çözülmez bilmece; Hep sayı, harf ve hece... İçinde bu kafanın, Fâni dünyayı silsem. Dünyalar nice nice; Yavaşça ölebilsem, Yeni baştan dirilsem, Duysam, görsem ve bilsem! Ne ileri, ne geri, Ne geri, ne ileri!
Yalnız bu hürriyetimiz mutlak değildir... Çünkü 'ben'in hür bir içinden başka determinizme bağlı bir de kabuğu vardır... Şuurun zekâ dediğimiz donmuş kabuğu, madde ve cemiyet ile temastan husule gelmiştir, bunun için yalnız zekâmızla kaldığımız zaman hiç hür değiliz... Şu kadar var ki, bizim sahici şahsiyetimizi yapan zekâ olmadığı için, hürriyeti zekâda değil, 'temel ben'de aramak lâzımdır... Nitekim 'temel ben' denilen şuurun bu iç tarafına madde ve determinizm nüfuz edememiştir... Tamamıyla hür olan, madde ve mekânla ilgili olmayan da şuurumuzun işte bu kısmıdır... O hâlde sahici şahsiyetle ve bütün ruhumuzu katmak suretiyle verdiğimiz kararlarda yalnız zekâmızın determinizm ve zaruretleri hüküm sürmüş değildir... Nitekim ruhun derinliklerinden gelen samimi hareketlerimiz tamamıyla hür ve şuursuz oluşların ifâdelerinden başka bir şey değildir... Bir de hakiki merhametlerimizi, aşk ve ihtiraslarımızı, imân, inanç ve zevklerimizi, estetik duygularımızı derinleştirelim - ki en hür fiillerimizdir -, bunları akıl, mantık ve madde âlemindeki determinizm ve zaruret çerçevelerine sığdırmaktan âciz kalırız... Bu sebebten karakterimizin samimi bir ifâdesi olmayan fiillerimizde hürriyetin de bulunmadığına şübhe yoktur... Şahsiyet sahibi denebilecek kimseler de ancak karakterlerinin hakiki tercümanı olanlardır....
Şimdi, doğrusu aranırsa, 'hür ve iradî fiillerimiz nadirdir' demek zorundayız... Çünkü hayatta hür fiillere çok zamanlar lüzum yoktur... Çoğu maddî ve çıkarlı ilgiler içinde geçen bir ömürde determinizm kanunlarıyla kurulmuş otomat fiillere sarkmak zorundayız... Yukarda arz ettiğim bütün bir şahsiyet ve bütün bir ruhtan kopan hür iradelerimizden başka hürriyet hayatını bir de 'rüyâ' ve 'hulyâ'larımızda yaşarız... Hakiki iradeyi anlamak için mühim karar anlarında istihareye yatılması, bu hususa göre, çok kolay anlaşılır... Şimdi hür bir ruhun ifâdelerine tercüman olan şefkat, merhamet, ümit, amel, ülkü, inanç, imân, aşk, rüyâ, hulyâ gibi iradeler hep kendi hürriyetleriyle teşekkül ediyor...
Kısaca söylemek gerekirse hürriyet davasının bütün zorluğu ve hattâ kendisi hakiki zamanın, 'temel ben'in oluş hâli bilinmemek dolayısıyla şuurun eşya gibi sabit ve katı cevherlerden yapılmış bir 'halita - karma, karışık' gibi sanılmasından ileri gelmiştir... Hürriyet ve iradeyi tanımlamak teşebbüsü de aynı kuruntunun bir neticesidir... Henüz bitmeyen, daima olmakta ve durmadan meçhule giden bir hürriyet nasıl tarif olunabilir?
Hürriyet, müşahhas ve 'temel ben'in, yarattığı fiillerle olan bir münasebetinden ibarettir... Hesab ve basiretle tâyin edilmeyen bu fiiller bir cinsten olmayan daimî oluşlardır... Hür fiillerin hepsi ancak bir kere olur ve bir daha tekerrür etmez... Bunun için eşya, yâni tekerrür eden madde olayları tahlil ve tarif olunabilirse de, ilerleme, oluş, süre demek olan hürriyet tahlil olunamaz... İstikrar bulmamış şeyler nasıl hesab olunabilir - ki hesabın imkânı eşyanın istikrar hâlinde bulunması gibi esaslı bir şarta bağlıdır... Halbuki 'temel ben'in hayatı bir atalet ve durgunluk hâli değildir, kendiliğinden gelen daimî bir oluştur... Hürriyet ve iradelerimizin ancak geçmişi determinizm altına alınabilir... Çünkü bunlar maddeleşmiş, sükûn ve istikrar bulmuş şeyler olduğundan bütün eşya gibi, tarif ve tâyin olunabilirler... Kısası şu ki, hür fiiller samimilîk ve şahsiyetimizden ancak bir defa sâdır olanlardır... Asıl sevilecek fiillerimiz de bunlar olacak ki, Filozof, 'iki defa olmayan şeyi seviniz! ' diyor...
...
Bir çözülmez bilmece;
Hep sayı, harf ve hece...
Peçe üstünde peçe...
Böyle aynı noktanın
Üstünde saatlerce,
Benliğime eğilsem,
Sabah, akşam ve gece,
Ortasında odanın,
Karanlıkla çevrilsem.
Bir çözülmez bilmece;
Hep sayı, harf ve hece...
İçinde bu kafanın,
Fâni dünyayı silsem.
Dünyalar nice nice;
Yavaşça ölebilsem,
Yeni baştan dirilsem,
Duysam, görsem ve bilsem!
Ne ileri, ne geri,
Ne geri, ne ileri!
...
...
'Invasion of the Body Snatchers' (1956)
Don Siegel
'On the Double' (1961)
Melville Shavelson
'The List of Adrian Messenger' (1963)
John Huston
...
Yalnız bu hürriyetimiz mutlak değildir... Çünkü 'ben'in hür bir içinden başka determinizme bağlı bir de kabuğu vardır... Şuurun zekâ dediğimiz donmuş kabuğu, madde ve cemiyet ile temastan husule gelmiştir, bunun için yalnız zekâmızla kaldığımız zaman hiç hür değiliz... Şu kadar var ki, bizim sahici şahsiyetimizi yapan zekâ olmadığı için, hürriyeti zekâda değil, 'temel ben'de aramak lâzımdır... Nitekim 'temel ben' denilen şuurun bu iç tarafına madde ve determinizm nüfuz edememiştir... Tamamıyla hür olan, madde ve mekânla ilgili olmayan da şuurumuzun işte bu kısmıdır... O hâlde sahici şahsiyetle ve bütün ruhumuzu katmak suretiyle verdiğimiz kararlarda yalnız zekâmızın determinizm ve zaruretleri hüküm sürmüş değildir... Nitekim ruhun derinliklerinden gelen samimi hareketlerimiz tamamıyla hür ve şuursuz oluşların ifâdelerinden başka bir şey değildir... Bir de hakiki merhametlerimizi, aşk ve ihtiraslarımızı, imân, inanç ve zevklerimizi, estetik duygularımızı derinleştirelim - ki en hür fiillerimizdir -, bunları akıl, mantık ve madde âlemindeki determinizm ve zaruret çerçevelerine sığdırmaktan âciz kalırız... Bu sebebten karakterimizin samimi bir ifâdesi olmayan fiillerimizde hürriyetin de bulunmadığına şübhe yoktur... Şahsiyet sahibi denebilecek kimseler de ancak karakterlerinin hakiki tercümanı olanlardır....
Şimdi, doğrusu aranırsa, 'hür ve iradî fiillerimiz nadirdir' demek zorundayız... Çünkü hayatta hür fiillere çok zamanlar lüzum yoktur... Çoğu maddî ve çıkarlı ilgiler içinde geçen bir ömürde determinizm kanunlarıyla kurulmuş otomat fiillere sarkmak zorundayız... Yukarda arz ettiğim bütün bir şahsiyet ve bütün bir ruhtan kopan hür iradelerimizden başka hürriyet hayatını bir de 'rüyâ' ve 'hulyâ'larımızda yaşarız... Hakiki iradeyi anlamak için mühim karar anlarında istihareye yatılması, bu hususa göre, çok kolay anlaşılır... Şimdi hür bir ruhun ifâdelerine tercüman olan şefkat, merhamet, ümit, amel, ülkü, inanç, imân, aşk, rüyâ, hulyâ gibi iradeler hep kendi hürriyetleriyle teşekkül ediyor...
Kısaca söylemek gerekirse hürriyet davasının bütün zorluğu ve hattâ kendisi hakiki zamanın, 'temel ben'in oluş hâli bilinmemek dolayısıyla şuurun eşya gibi sabit ve katı cevherlerden yapılmış bir 'halita - karma, karışık' gibi sanılmasından ileri gelmiştir... Hürriyet ve iradeyi tanımlamak teşebbüsü de aynı kuruntunun bir neticesidir... Henüz bitmeyen, daima olmakta ve durmadan meçhule giden bir hürriyet nasıl tarif olunabilir?
Hürriyet, müşahhas ve 'temel ben'in, yarattığı fiillerle olan bir münasebetinden ibarettir... Hesab ve basiretle tâyin edilmeyen bu fiiller bir cinsten olmayan daimî oluşlardır... Hür fiillerin hepsi ancak bir kere olur ve bir daha tekerrür etmez... Bunun için eşya, yâni tekerrür eden madde olayları tahlil ve tarif olunabilirse de, ilerleme, oluş, süre demek olan hürriyet tahlil olunamaz... İstikrar bulmamış şeyler nasıl hesab olunabilir - ki hesabın imkânı eşyanın istikrar hâlinde bulunması gibi esaslı bir şarta bağlıdır... Halbuki 'temel ben'in hayatı bir atalet ve durgunluk hâli değildir, kendiliğinden gelen daimî bir oluştur... Hürriyet ve iradelerimizin ancak geçmişi determinizm altına alınabilir... Çünkü bunlar maddeleşmiş, sükûn ve istikrar bulmuş şeyler olduğundan bütün eşya gibi, tarif ve tâyin olunabilirler... Kısası şu ki, hür fiiller samimilîk ve şahsiyetimizden ancak bir defa sâdır olanlardır... Asıl sevilecek fiillerimiz de bunlar olacak ki, Filozof, 'iki defa olmayan şeyi seviniz! ' diyor...
...