Kültür Sanat Edebiyat Şiir

laiklik sizce ne demek, laiklik size neyi çağrıştırıyor?

laiklik terimi Handan Inan tarafından tarihinde eklendi

  • Agit Dağlı
    Agit Dağlı

    sözde din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılmasıdır; ama din bir yaşam biçimi olduğundan laiklikte bir din oluyor yani bir dindir laikliklik

  • Alp Tanhu
    Alp Tanhu

    fransa ve türkiye,
    ya diğerleri...

  • Plustick Fuse Platon
    Plustick Fuse Platon

    Milletin inançlarını özgürce yaşaması için üzerinde bir devlet baskısı oluşmamasını sağlamak.

  • Salim Şengül
    Salim Şengül

    Laiklik
    Devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrıması demektir. Laiklik olan her hukuk devletinde her dine saygı gösterilir din serbestisi olan bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti'de laik bir devlettir.

  • Hamza
    Hamza

    koşun koşun elden gidiyor........! :)

  • Selçuk Akçaören
    Selçuk Akçaören

    laiklik nedir? ülkemizde dinsizlik olarak algılanıyor...
    ama ben hem laik hem milliyetçi hemde camisine giden bir müslümanım...
    görüşüm devlet işlerine dini alet edilmemesidir...
    Üniversite özgürlük yeridir...üniversiteye eğer komunisti hristiyanı ülkücüsü giriyorsa türbanlısıda girebilmeli...o da onun bakış açısıdır saygı duymak gerekir...
    zaten birşeyi ne kadar yasaklarsanız o o kadar kıymete biner...
    90lı yılların başında da kürtçe şarkı ysaklanmıştı...istanbul avrupa yakasında kürtçe kasetler el altından su gibi satılıyordu...ama birkaç yıl sonra serbest bırakıldı...sonra bir ay falan hep kürtçe konserler oldu ama sonra unutuldu gitti...
    yani türban serbest bırakılsa öyle laiklik elden falan gitmez...

  • Ayça Çavaş
    Ayça Çavaş

    'laik olmadan din ve devlet işlerinde özgür olunmaz' dedirten..kişisel özgürlük serzenişlerine kulak tıkayıp,önce laiklik die direttiğimiz bir ilkedir,anayasadır,deiştirilemeyecektir..

  • Yasemin
    Yasemin

    güzel bişey..

  • Bbb Aaa
    Bbb Aaa

    Laiklik aynı zamanda sekülerizm demek. Ama sadece bizim ülkemizde!

    Laikliğin din devlet ilişkisi ayrımı doğru bir kavramdır. Ancak bazıları laikiği savunurken sadece dini devletten ayırmak değil, dini toplumudan da ayırmak gerektiğini düşünüyorlar. Bazı yazarlarımız da bunu açık açık söylüyor. Yani laikliği toplumu sekülerize etmek daha açık bir tabirle dinsizleştirmek olduğunu kabulleniyorlar.
    Bunu yapmalarının sebebi ise modernleşmenin laik sekülerizm üzerinden olacağına inanmalarıdır.
    Modernleşme bu kadar dar bir kavram değildir. Modernleşme sekülerizme bulanmakla olmaz. İktisadi kalkınma da aynı şekilde. Bir Fatih Sultan Mehmet 'e bir Yavuz Sultan Selim'e bakarsanız dindarlığın modernleşmeyi ve iktisadi kalkınmayı nasıl geliştirdiğini anlarsınız. Ve her ne kadar bizden farklı dinde olsa da Amerika demokrasisinin din sayesinde nasıl da geliştiği gözümüzün önünde örnektir. Sekülerizm modernleşmede başarılı olsaydı, komünist ekonomiler hala canlı olurdu. Komünizmden daha ağır bir dogmatizm olmadığı için birinci bile olurdu.

    Bir asır bile olmamış bu düşüncenin müdavimleri çok seküler ama bir o kadar da gelişme ve çağdaşlaşmaya kapalıdır.

    Düzeltilmesi gereken yanlış şu:

    2. cumhuriyetçilerin laikliği iki kısım halinde değil(din-devlet,din-toplum ayrımı) , tek kısım halinde görmeleri gerekmektedir (din-devlet ilişkisi ayrımı) Bunu anlayabildikleri zaman modernleşmeyle ilgili bir problem de kalmayacaktır. Yeni yılınız kutlu olsun, burak

  • Melisa Dikmen
    Melisa Dikmen

    Din ve devlet islerinin birbirinden ayrılması.Turkiye laiktir,laik kalacak.

  • Gökhan Çakır
    Gökhan Çakır

    yüzkarası

  • Yunus Çetinkaya
    Yunus Çetinkaya

    Ülkede özellikle Sol Kesimce Laikliğin Anlamı: Dinsizlik Demektir..
    Devleti Yönetirken Müslüman Olmayında ne olursanız olun..
    Müslümanlığı hizmet etmeyinde neye hizmet ederseniz edin..

  • Murat Demir
    Murat Demir

    laiklik laik olmak diyen ve sonun a ataturk ve sezer i ekleyen.. bak sana birsey soyliyeyim laiklik oyle sadece kosk te oturupta zaten ayda yılda bir defa konustugun zaman laikligi agzından dusurmemek degildir. laiklik din ve vicdan ozgurlugu. ama dogru bu ulkede laiklik yok. cunku bir kız hac isareti takıp okula gelebiliyo ama turbanlı kız gelemiyo.

  • Ahmet Yilmaz
    Ahmet Yilmaz

    LAİKLİK NEDİR?

    LAİKLİK ADAM OLMAKTIR.

    Mustafa Kemal ATATÜRK
    Ahmet Necdet SEZER

    Saygılarımla

    22.08.2007

  • B B
    B B

    laik ülke laikçilerin değildir! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! !

  • Efsane Katet
    Efsane Katet

    laiklik,evrensel boyutunu bizim ulkemizde yitirmis...ozel isteklerde kavga bahanesi,somurulerde maske,anlamina luzumlu luzumsuz kisilikli kisiliksiz bolucu bir turlu yapiciliga soyundurulamamis ici bosaltilmis nereye yerlestirceklerini sasirdiklari isgal edilmis bir kavrami cagristiriyor.cagrisim yaptigi hiclikler cokta bir turlu cagrisimini adam gibi kullanacak adam gibi adam bulamamis gibi...

  • Murat Demir
    Murat Demir

    bana laikligin anlamını bilmiyo diyen arkadasa sesleniyorum. bak kardesim zamanında osmanlı dinine baglı ve din adamlarının sozunu de dinleyen bir imparatorluktu. ama ne zamanki diger devletler sahte din adamları seyhulislam gibi adamlar yetistirip osmanlının içine saldı o zaman osmanlı yıkılma surecine girdi. he ataturk te boyle seyler olmassın he eger olursada boyle adamlar devlet islerine karısmasın diye din ve devlet islerini birbirinden ayırdı. AMA laiklik bas ortusuyle okula girmek veya meclise girmek bu laikligi bozmaz. ya da sokaklarda holigan gibi bozuk saat gibi turkiye laiktir diye bagırmakta degildir. diger dev. hep turkiyenin laikliginden yana olmuslarıdr. ve bu laikligi dinsizlik haline gtirmeye calısarak insanları dininden uzaklastırmaya calısmıslarıdrı sagolsun bizim insanlarda kolay inanıyo. zaten dünyada baska laik ulke yok

  • Murat Ateş
    Murat Ateş

    Laiklik ne kadar dinsizlik değildir denilsede kelimenin kökü ve manası tam olarak araştırıldığında görülecektir ki dinin hiç bir şekilde devlet işlerine karıştırılmaması dinin hiçbir aktivitede baz alınmamasıdır. Bu kapsamda bakılırsa devletler laik olabilirler. Ama herhangi bir dine mensup bir kişi ben laik'im diyemez. Çünkü kişiler eğerki bir dine inanıyor ise laik olamazlar. Çünkü inandıklarını hayatlarındaki her alana yansıtmak, inandığı gibi yaşamak mecburiyetindedilerler. Bu sebeple laiklik ne yazık ki dinin o kurumda söz sahibi olmamasıdır. Bu da sizce nedir?

  • Talha Kıdan
    Talha Kıdan

    laik olmak dinsizlik değildir

  • Esra Şengün
    Esra Şengün

    herkesin kendi çıkarına göre kullandığı bir kavram artık

  • Sb Rt
    Sb Rt

    Bu ülkede laikliğin hemen ılımlı hale getirilmesi lazım... Elit laikçilerin de ırkçı zihniyetten kurtulmaları gerek...

  • Selim Kaya
    Selim Kaya

    Bugün, bu memlekette, çoğu kimse lâikliğin anlamını bilmez.
    Bugün, bu memlekette, çoğu kimse lâikliğin anlamını bilmediği halde konuşur, durur.

    Ne acı! ...

    'Lâiklik bugüne kadar bize ne kazandırmıştır? ' sorusunun sahibi ilk önce lâikliğin anlamını öğrenmelidir.

    Sonra, -lâikliğin anlamını öğrendikten sonra- Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in az çok bir şeyler bildiğine inanıyorsa, Mustafa Kemal’in neden bu ilkenin üzerine titrediğini de iyice kavrayacaktır.

    Ve sonra… Gerisi, bakarsın gelir… ;)

  • Murdu
    Murdu

    ' elden gidiyor ' sözü ile ancak açıklanabiliyor.... :)))

    Yıllardır açıklamasını bekliyoruz...!

  • Murat Demir
    Murat Demir

    laiklik türkiye ye hiç yarar vermemis sadece zarar vermistir SİMDİKİ GİBİ. laikligi abartıp buralara getiren ataturk u laiklik adı altında dinsiz yapan sozde laikler. ataturk u arastırın baklım balıkesir hutbesini ataturk un. o zaman gorun simdi dua edilemeyen anıtkabir de yatan ataturk meclise kapalı kadınların giremedigi meclisi ataturk dualarla acmıstır

  • Esra Can
    Esra Can

    bir kelime özünden ancak bu kadar uzaklaştırılır...

  • Cebbar Korkmaz
    Cebbar Korkmaz

    TÜRKİYEDEKİ anlamı sahte ATATÜRKÇÜLERİN bindiği kayık

    Diyer ve gerçek anlamı ise aynı sistem içerisinde tüm azınlıkların kendilerini özgürce ifade etmeleridir

  • Polatt
    Polatt

    LAİKLİK



    Bireysel ve toplumsal hayatın yönlendiricileri olarak din ve dünya otoritelerinin etki ve egemenlik alanlarının birbirlerine irca edilemez bir biçimde saha ve sınırlarının ayrılması; din ve devletin hak, yetki görev ve yürütme gücünün yerine getirilişinde birbirlerine karşı tamamen bağımsız davranmasını sağlayan siyasî, hukukî ve idarî kural.

    Terim olarak lâiklik, Yunanca 'laikos' sıfatından elde edilmiştir. Yunancada din adamı sınıfından olmayan, halktan kişilere 'laikos' denilmekteydi. Lâtinceye 'laicus' ondanda Fransızcaya 'laigue' olarak intikal etmiştir. Terim, sözlük anlamıyla; din adamı sınıfından olmayan şahıs, dini olmayan şey, düşünce, sistem ve prensip demektir.

    Terim, ilkçağ Yunan medeniyetinden sonraki yüzyıllarda, hristiyanlığın ilk dönemlerinde, dini düzenle kurulmuş bir toplumsal yapıda, din adamları sınıfı (clerici) dışında kalan müminler topluluğuna yunanca 'laikoi' İtalyanca 'laici' denilmekteydi. Fransızcadaki laicite, laic, laicisme sözcükleri bu kökten gelmiştir. İngilizcedeki 'secularism', 'secular' kelimeleri de dünyevî (ci) lik, dünyaya ait anlamında lâikliği karşılamaktadır. Ancak din-devlet ilişkisi bakımından secularizm ile lâiklik arasında hassas bir ayırım söz konusudur. Lâiklik Yunanca bir kökten gelip, Katolik, Ortodox ve Fransız kültüründe kullanılmasına karşılık; secular, Lâtince kökenli olup Protestan, Anglikan Kilisesi, İngiliz ve Alman kültüründe kullanılmıştır. Secularism din ve devlet (Kral) 'in ayrı ayrı özerk ve bağımsız kurumlar olmalarını savunurken; lâiklik, Katolik hristiyanlığın etkili olduğu dil ve ülkelerde dinin devletin mutlak otoritesi altında olması gerektiğini savunmayı içerir.

    Laikos'un karşıtı 'clericus', yani hiyararşik olarak Katolik dininde emir-komuta zinciri içinde papaya dayalı, hukukî, siyasal, sosyo-ekonomik kural ve ilkeleri olmayan Ruhban(lar) dır.

    Terim, ortaçağın ikinci yarısından itibaren anlam değişikliğine uğrayıp, felsefî ve hukukî bir mahiyet kazanarak devlet yönetimi ile din ilişkilerinin bir tarzını ifade etmeye başladı.

    Felsefî lâiklik, iman karşısında insan aklının kendisini yönetecek ilkeleri yine kendi apriori ilkelerinden elde edebileceğine olan sonsuz inanç( :) . İmmanuel Kant'ın, 'Aydınlanma... insanın, aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır' ifadesi, Aydınlanma çağı düşüncesinin felsefî lâisizmini dile getirir.

    Siyasi lâiklik, devlet otoritesinin sınırlandırılmasının gelişmesinde, siyasî kudretin dini kudretten ayrılmasıdır.

    Hukukî lâiklik ise, temel hak, özgürlük ve eşitlik ilkelerinden hareketle, doğrudan doğruya devletin yürütme organ ve ilkelerinden ayrılması prensibine dayanır. İlke gereğince devlet hiç bir dini tanımayacağı gibi, fertlerin bir dine sahip olma ya da dini ihtiyaçlarını tatmin etmedeki tavır, davranış ve eylemlerinde mutlak özgürlüklerini kabul eder. Devlet, dini kurallara dayalı kanunlar çıkaramayacağı gibi, dindarların dini yaşantılarını olumlu veya olumsuz yönde sınırlandırıcı ilkeler dikte edemez.

    Siyasî-hukukî bir anlam taşıyan 'lâiklik' ile doktriner anlamdaki 'lâisizm (=laicisme) ' kapsam bakımından birbirinden farklıdır. Doktriner anlamda lâisizm, temelini fesefî lâiklikten alan ve bireysel ya da toplumsal hayatın en geniş bir biçimde dünyevî-uhrevî diye ikiye bölünmesini ifade eder. Bu anlamda din, iman, valiy, ahlâk, ilim, sanat, hayat ve akıl gibi genel kavramların lâik fikir akımları çerçevesinde yorumlama girişimlerinin genel bir formudur.

    Meselâ; 'lâik ahlâk' denilince, dini olan ve tevhidi inanç ilkeleri ile ilişkisi olmayan, otoritesini ya toplumdan ya da ferdin vicdan ve iradesinden alan, kendisini akıl ilkelerine göre düzenleyen ahlak demektir. Bu anlayışın felsefî kökeninde, ilkçağın 'mutlu olmak için nasıl yaşamalıyım? ' sorusuna bireysel haz (=hedone) düzleminde cevap arayan, bireyin eylem ve isteklerinden hareket eden faydacı (=utilitarist) ilkeleri gözeten ahlâk söz konusudur. Lâik-atilitarist ahlâk yüzyıllar boyunca bizzat kilisenin daha sonra feodal senyörlerin çıkarlarına; Burjuva devrimi boyunca zengin elitizmin sermaye biriktirmesine kapitalizmin evrensel sömürü anlayışının teşekkülü ve nihayet, Marksist ideolojinin kurmaya çalıştığı siyaset teorisine kaynaklık teşkil etmiştir.

    Lâik ahlâk, ahlâkî değer ve davranışların temelinden dini çekip almak; yerine din dışı, söz gelimi Liberalist veya Sosyalist ilke ve kuralları yerleştirmek demektir. Lâik ahlâk, zaman zaman toplumsal özelliklerde de ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, dini ahlâk bir 'Cemaat ahlâkı' iken; lâik ahlâk putlaştırılmış akıl olan universel aklı kendisine prensip olarak seçen bir 'vatandaş ahlâkı'dır. Bu vatandaşlık ahlâkı Fransa devriminde burjuva sınıfının çıkarlarını korumak için ihdas edilmiş ve ilkçağın ateizmini örnek almıştır. Böyle bir ahlâk da Kapitalist ahlâkın ilk kaynağıdır. Kârı ve kazancı tahrik eden her şey (Kapitalist anlayış çerçevesinde) ahlâktır. Böyle bir ahlâka göre dünyada kim daha zengin olursa, Cennette de o kadar rahat ve müreffeh olacaktır.

    Tanzimattan beri İslâm'ın sosyal ve ekonomik düzeni, hukukî anlayışı ve dünya görüşüne karşı konulurken, onun (İslâm'ın) ahlâk anlayışına karşı lâik ahlâk yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

    İslâm ahlâkı, İslâm'ın bir sosyal düzen olarak uygulandığı toplumlarda yaşanabilir. Toplumsal kurumlar İslâmi olmayan bir toplum ahlâk bakımından da müslümanlaşamaz. Bugünkü kapitalist toplumda İslâm ahlâkını yaşadığını iddia edenler aslında kapitalist ahlâkı yaşamaktadır. İşçileri az ücretle çalıştırmak, yüksek faiz oranıyla sermaye biriktirmek, maliyeti ucuza sağlamak, kaliteyi düşürmek, üretimi durdurmamak için sürekli tüketimi ve sunî ihtiyaçları körüklemek, bunu kolaylaştırıcı mahiyette dev reklam müesseseleriyle insanları yanıltmak için savaşlar çıkarmak kapitalistler açısından son derece ahlâkî davranışlardır.

    Lâik bilim, ilkçağ Grek aklının fizik (=pyhseos =doğa) üzerine dile getirdiği görüş ve düşüncelerle, geleneğin Rönesanstan beri süregelen kesintisiz açıklamaları yoluyla, kozmik yapıda meydana gelen oluş ve bozuluş (mebde ve mead) ların temelinde bulunan ilâhi iradeyi inkâr eden anlayıştır. Kâinatta meydana gelen değişmelerin Allah'ın tasarrufu ile değil, yalın kat niceliklerle (ölçülebilen değişmeler) açıklamasını yapan ve fizik değişmelerin nedenlerini, değişenin kendi iç dinamiğinde gören, sebep-sonuç ilişkisini nesneler dünyasında arayan ve bulduğunu sanan, dolayısıyla âleme hükmeden bir ilâhi güç ve iradeyi kabul etmeyen açıklama tarzı, bilimin lâik tarzıdır.

    Grek düşüncesinde yaratma dışta bırakılmıştır. Aristo varlıksal özü (onsia, essentia) yani 'hep olmuş olan varlık (=tatien einos) ', salt madde (olabilirlik) den, salt forma doğru gaî bir gelişme olarak kabul etmiştir. Tanrı sadece ilk hareket ettirici olup kâinatın işleyişine karışmaz. Bu aleme müdahale etmeyen ulûhiyet (deism) anlayışı Rönesans döneminde bilimi laikleştiren Aristoculara oldukça ilginç geldi. Bu akım en güçlü dönemini Fransa devrimini de içine alan XVII. ve XVIII. yüzyılda yaşadı. Bu deist görüş lâikliğin kaynağı olarak;

    a) Eğer Tanrı alemi şekillendirme süresinden sonra ona müdahale etmiyorsa, ne bir kişinin ne de bir teşkilatın alem hakkında araştırma yapanlara müdahale hakkının olmadığı.

    b) Mademki Tanrı âleme müdahale etmiyor; o halde tarihte olup biten hiç bir şey dokunulmaz yahut kutsal sayılamaz (Mehmet Aydın, Din felsefeleri, s. 141,) gibi görüşlere kaynaklık ederek bilimsel çalışmaları yalınkat tabiat fenomenlerinin incelenme ve araştırılmasına yönelimini sağlamak suretiyle pozitif bilim geleceğinin doğmalarını inşa etmeye yardımcı oldu. Böyle sınırlı bir tanrı anlayışı, batı kültürü içinde 'sonsuz Tanrı' anlayışından daha itibar edilir oldu. Bu bir taraftan öte dünya (ahiret) sorunundan kurtulmaya ve bir takım sistemlerle karizmatik kişileri tanrılaştırmaya, kişinin kişiye kulluğunun devam ettirmesine açık kapı bırakırken; bir taraftan da bireysel ve toplumsal hayatın her alanı tam bir birleştirme programı içine alınabilecektir. Nitekim kilisenin doğmalarına boğulmuş olan Batı, Aydınlanma çağı düşüncesinde evrenin mekanistik bir izahını yapıp Tanrıya gerek duyulmayacağını dile getirerek insan, kâinat ve Allah arasındaki rabıta noktalarını kopardı.

    Siyasî-hukukî bir ilke olarak Lâikliğin varlığı tümüyle 'teokrasi' diye nitelenen 'dine dayalı tanrısal devlet' karşısında anlam kazanmaktadır. Bunun için lâikliğin açıklanabilmesi, tanrı ve din kavramlarının Batı tarihi içinde ne gibi bir anlama sahip olduğunu açıklığa kavuşturmaya bağlıdır.

    Lâikliğin anlaşılabilmesi için 'teokrasi'nin elde edildiği theos (= Tanrı) kavramının Batıda hangi anlama geldiğini açıklığa kavuşturmak gerekir. Theos, Yunanca tanrı (= ilâh) anlamına gelir ve lâtincedeki karşılığı 'deus'tur. Deus, âleme müdahale etmeyen ilâh demek olup insan zihninde uyandırdığı anlam Aristo'ya kadar geri gider. Aristo'nun ilâh anlayışında 'yaratma' ve 'müdahele' yoktur. Böyle bir tanrı (=ilâh) anlayışı bütün ilâhi sıfatları kendisinde toplayan 'zat' olan Allah (c.c.) 'a ortak koşulan ilâh veya 'ilâhlar'ı dile getirir. Allah (c.c.) isminin Hak Tanrıdan başka bir şeye verildiğine dair hiç bir tarihi bilgi yoktur. Arapların tapmış oldukları hiç bir ilâh bu isimle anılmamıştır (Suat Yıldırım, Kur'an'da ulûhiyyet, İstanbul 1987, s. 100) . Zira O'nun eşi, benzeri ve ortağı yoktur. İlâh: tanrı (= theos) , ma'bud demek olup; ibadet etmeyi ifade eden 'te'ellehe' den gelir ve yine anlam bakımından ismi mef'ul (=pasif, edilgen) sayılır, ilâh kelimesi gerçek tanrıya (Allah) ait bir isim olmakla beraber, arapçada 'genel' anlamda tanrı(lar) için kullanılan 'cins isim' durumunda olduğundan, batıl tanrı (=theos) lar hakkında bolca kullanılmıştır. Gerçek ilâh olmasa bile., çeşitli kimseler tarafından tapılmaya konu edilmiş olan her varlık, bu kelime (=ilâh-theos) ile gösterilir.

    Allah (c.c.) , bu kelimeyi batıl tanrılar hakkında kullanırken, ya müşriklerden nakil ve hikâye ettiği sözlerle getirir veya bir zamirle onlara isnat eder: Allah (c.c.) 'tan başka taptıkları ilâhlar kendilerine fayda vermedi, ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı' (Hud, 11/101) . Bu ayette olduğu gibi Allah (c.c.) , bu sahte tanrı (=theos) lara bir hakikat tanımadığını ortaya koymaktadır. Bizzat Allah (c.c.) 'ın şehadetine dayalı olarak batılı tanrı (theos) anlayışı ile İslâm'ın ilâh anlayışı arasındaki temel ayırım ortaya çıkmış olmaktadır. İşte Batıda Fransa ihtilâli ile gerçeklik kazanmış olan lâiklik, batı tarih ve kültür kavramı içinde özel anlamlar taşıyan theos-religion kavramında hayat bulan din-devlet ilişkisine 'karşı olma' tarzında kurumlaşmıştır. Bu anlamda lâiklik, dünya tarihinin belirli bir kesitini işgal etmiş olan Greko Lâtin medeniyetinin aşama aşama belirleyip şekillendirdiği, Avrupanın uzun ve karanlık tarihi gelişiminin sosyal, siyasal ve psikolojik şartlarının ortaya çıkardığı ve özellikle 1789 Burjuva ihtilâlinden sonra devletin varlığını ve siyasî gücünü Hristiyanlık (Katoliklik) dini ve din adamları sınıfına karşı koruyabilmenin vazgeçilmez bir şartı olarak kabul edilir.

    Hristiyanlık aslî özelliklerinden soyutlanmış olarak daha başlangıçta sosyal, ekonomik ve siyasal yapıya ilişkin hiç bir iddiası bulunmayan, sırf dünyaya dönük bir din olarak yayılmaya başladı. Roma imparatorluğunun doğu eyaletinde putlara karşı bir tepki olarak doğduğu için Roma'nın siyasî egemenliğine başkaldırmış kabul edilerek şiddetli takibat ve kovuşturmalara hedef oldu. Kısa süre sonra Saint Paul tarafından Pagan Roma'ya uydurulmaya çalışıldı. Paul, Roma mektuplarında; 1. Tanrı tarafından olmayan hiç bir hükümet yoktur, 2. Mevcut hükümetlerin hepsi tanrı tarafından tazim edilmiştir. 3. İmparatora mukavemet eden tanrının nizamına karşı gelmiş olur gibi emirler ileri sürmüştür. Hakikatte Paul'un 'iktidarın tanrı tarafından tesis edildiğini ileri sürerek bu talimatı vermesi sahte bir davranıştır' (Arnold J. Toynbee, Tarihçi açısından din, Çev, İbrahim Canan, İstanbul 1978, s. 133) . Ayrıca hazırlanan İncil metinleri sayesinde Hristiyanlığın imparatorluğa uyarlanmasını gerçekleştirerek imparatorluk ile kilise arasında vicdanî tamponlar yerleştirildi. Matta'da yer alan 'tanrının hakkını tanrıya, Sezarın hakkını Sezara' ilkesi ile formülleştirilen ilişkiler, Hristiyanları, vicdanlarına ters düşmeyen medeni vazifeleri ifa etmekle iyi vatandaşlar olarak davranmaya yöneltmiştir. İmparatorluğa itaatin gerçek sebebi, devletin tanrı tarafından kurulmuş olması değil, bizzat imparatorluğun kendisinin tanrı kabul edilmesiydi (Arnold J. Toynbee., a.g.e., s. 134,) . Böylece Hristiyanlık hem gelecek kuşaklara kültürel özelliklerde intikal etmiş oluyor, hem de din-devlet ilişkilerinde ve özel tavır alış içinde bulunuyordu.

    Hristiyanlık, din-devlet ilişkisi bakımından 1- Bizantinizm 2- Teokrasi 3- Konkordato sistem 4- Lâiklik, olmak üzere dört aşama geçirmiştir.

    Bizantinizm, Saint Paul'un başlattığı imparatorluğa uyum sağlama politikasının, 313 yılında Hristiyanlığın serbest bırakılmasıyla almış olduğu yeni bir ilişki tarzıdır. İmparator Constantin'in 313 yılında yayınladığı Milano fermanı ile imparatorluğun çıkarları açısından pratik bazı amaçlar güderek Hristiyanlığın yasaklığına son verdi. Bu amaçla; 1. İmparatorluğu genişleyen muhalefet cephesini çökertmek, 2. İmparatorluk için tehlike olabilecek kilise otoritesini imparatorluk bürokrasisi içinde asimile ederek devletin amaçlarına hizmet eder bir konuma getirmek, 3. İmparator ve imparatorluğun ulûhiyyetine yeni bir meşrulaştırma aracı temin etmek tarzında ifade edilecek imparatorluğun nihai amaçlarını 325 yılında İznik'te topladığı ruhanî meclis (okümenik konsül) ile gerçekleştirdi. Constantin, bir imparator olarak hâlâ Roma paganizminin ruhanî lideri olduğundan, kendisini toplanan ruhanî meclisin başkanlığına, dolayısıyla Hristiyanlığın en üst otorite merciine tayin etti.

    Ruhanî Meclis, Hristiyanlıkta teslisi (üçleme) teyit ederek, İsa ile Tanrı'nın aynı özden olduğunu kararlaştırdı. Aslında teslisin kabul edilişinin gayesi bir taraftan ruhanî liderliğin diğer taraftan imparator ile imparatorluğun ulûhiyetine Hristiyanların vicdanında yeniden onaylattırmak olmakla beraber; imparatorun cismanî egemenliğinin mutlak itaat kaynağı olduğunun resmileştirilmesiydi. Bu şekilde Hristiyanlık İmparatorluğun çıkarları için dünyevî bir iktidar tarafından ele geçirilerek, kilise Constantin'in kendilerine tahsis ettiği devlet bakanlığı halini aldı (Arnold J. Toynbee, a.g.e., s.155,) . Böyle bir uygulama ile Hristiyanlık, din-devlet ilişkisi bakımından 'Bizantinizm' diye nitelenen 'resmi devlet dini' olarak cismanî otoritelerin oyuncağı oldu. Bizantinist devlet-toplum düzeninde, din ve din adamları sınıfı devlet otoritesinin mutlak kontrolü altındadır. Dinin toplum katmanlarındaki teşkilatlanma biçimi ve hiyerarşisi devletin belirlemiş olduğu sınırlar içinde düzenlenmektedir. Devlet adamları, Toplumsal hayatın yaşama biçimine egemen olarak dini hayata diledikleri gibi istikamet vererek onu politikalarının sadık bir hizmetkârı olarak görmek isterler.

    Batıda din-devlet ilişkisinin ikinci tarzı 'teokratizm'dir. Teokratik devlet düzeni, Lâtin Kilisesinin, Batı Roma İmparatorluğunun çökmesi sonucunda meydana gelen devlet otoritesi boşluğunu doldurmak arzusu ile kendisini Roma'nın varisi görmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Batı Roma İmparatorluğu kuzeyden gelen kavimlerin istilâsı ile yıkıldığında, kilise, özel teşkilatlanması, ruhanî hiyerarşisi, bürokratik kadroları, vergi sistemi ve yasama organları ile varlığını korudu. Saint Augustinus'un 'Tanrı devleti (=Civitas Dei) ' kavramı, kilisenin cismanî otoriteyi ele geçirmek için teokratik olarak kullanacağı 'Siyasal doktrin'i oluşturmaktaydı. Bu teoriye göre: Kilise, Tanrı devletinin yeryüzündeki temsilcisidir. Dolayısıyla kilise, tüm imparator ve kralların tanrı adına ruhanî otoriteye boyun eğmelerini istiyordu.

    Papalık IX. y.y'da Şarlman (Charles) 'a kilisede imparatorluk tacı giydirince, ruhanî otoritenin cismanî otoriteyi tayin etme; azletme-aforoz yoluyla-gibi yetkilerin ruhban sınıfının elinde olduğunu isbat etme fırsatını buldu. Böylece Avrupa'da kilisenin devlete egemenliği demek olan theos-cırastos, yani kilise doğmalarına dayalı yönetim biçimi, bir çok karmaşıklığı bünyesinde taşıdığı halde, doğmuş oldu. Teokratik devlet yapısında yönetimden ayrı din adamları, ruhanîler sınıfı, teobrokratik bir örgütlenme biçiminde teşkilatlanmışlardı. Bunlar otoritesi bakımından kral ve imparatorların üstünde yer alarak cismanî otoriteyi kilisenin doğmaları ve doğrultusunda yönlendirmekteydiler. Din adamları sınıfı (clerici) , aynı zamanda teolojik doktrin olarak Hristiyanlığı bilgisel düzlemde tekellerinde bulunduruyorlardı. Rahipler, kilise öğretisinin öğreticisi ve yorumcusu olarak mutlak ve sınırsız (eleştirisiz) yetkilere sahiptir. Rahip olmayan bir kimse (lâik) için bu özellik hemen hiç aranmayan bir nitelik olduğundan, teokratik düzende Katolik Hristiyanlık, Profesyonel din adamlarının teşekkül ettiği bir dindir.

    Papaların teokratik egemenliği zaman zaman kesintilere uğradı. On beş ve on altıncı yüzyıllara gelindiğinde kiliselerin otoritesi büyük ölçüde zaafa uğramış, sadece ruhanî yürütme alanlarında kalmak üzere, faaliyetleri bir hayli kısıtlanmıştı. Hatta zaman zaman zorba krallar kilisenin ruhanî yetkilerine de el atmaktaydılar. Meselâ; Visconti hanedanından Giovan Maria, savaş yıllarında (1409) aç kalan halkın sokaklarda 'barış! barış! ' diye bağırmalarını şiddetli bir biçimde cezalandırarak papazlara, 'bize barış ver' (dona nobis pacem) şeklindeki duayı yasaklayıp, 'bize durgunluk ver' (dona nobis tranago ilitatem) şeklinde dua yapmalarını emretmiştir (Jacob Burckharotmin, İtalya'da Rönesans Kültürü, Çev. Bekir Sıtkı Baykal, İstanbul 1974. s.22) .

    Papalık ruhanî bir lider olarak her zaman kendilerini 'Sezar'ın varisi' kabul ediyor, krallar ise 'imparatorlar nasıl hükmederlerse krallarda öyle hükmederler' diyerek otoriteyi elde bulundurma adına kıyasıya rekabet ediyorlardı.

    Batıda kilisenin otoritesini zaafa uğratan nedenlerden birisi de 'akıl' olmuştur. Düşünce ve felsefenin, kilisenin etkisinde olduğu skolastik dönemde 'akıl' Hristiyanlık teolojisinde inanç konularını kavranılır hale getirmenin bir aracıydı. Saint Clemens'in 'anlamak için inanıyorum (credo ut intelliğam) ' şeklinde dile getirdiği ilke buna yöneliktir. Ancak akıl, dogmatik tutumu nedeniyle kilisenin kontrolünden uzaklaşarak muasırların elinde Rönesans çağının kiliseye karşı başlattığı çok boyutlu savaşın tek ve en önemli saldırı aracı oldu... Bunun için Rönesans, kilise doğmalarına karşı muhalefet olarak, insan aklının yeniden kendisini keşfetmesi olarak tanımlandı. İlkçağın din, inanç (deizm) , sanat, tabiat olaylarının izahı, insanın bireysel özgürlüğü, evrenin yeni tanımı gibi konular Grek (Yunan) akıl geleneği içinde ama kiliseye aykırı bir biçimde yorumlandı. Bu 'akıl-kilise' çatışması Batı tarihinde gittikçe bilim-din çatışması olarak özel bir nitelik kazandı.

    Teokratik düzene bir başka darbede, Reformasyon adı altında Hristiyanlık dini içinde meydana gelen büyük değişme-yenileşme hareketi tarafından vuruldu. Reformasyon, Rönesansın son dönemlerinde din-devlet ilişkisini yeni bir yorumla açıklıyordu. Bu yeni yorum tarzı Almanya'da Luther, İtalya'da Kalven tarafından temsil edilen Protestanlık idi. Protestanlığın temel görüşü 'Din kendi kabuğuna çekilmeli, ruhbanlar manastırlarında ibadetleri ile meşgul olmalıdırlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır' şeklinde özetlenebilir. Bu şekilde XVIII, y.y'a gelindiğinde Batı medeniyeti geleneksel Hristiyanlık (Katoliklik) hüviyetinden uzaklaşarak, bunun cismanîleştirilmiş şeklini (Protestanlık) benimsedi. Eckehard, 'dinin doğrularının, kilise doğrularından değil, insanın gönlünün derinliklerinde yattığını, salt doğruluğun bireyde bulunduğunu, her dinsel inancın aslında bireysel vicdan işi olduğunu' vurgulayarak kilise inancından lâik inanca geçişin temellerini kurdu. Luthercilik, 'katolikliğe reddiye, protesto' anlamına gelen protestanlık yoluyla, Katolik kilisesinin (dinin) devlet üzerindeki denetim ve otoritesine son verip bireyi vicdanî olarak kilisenin köleliğinden kurtararak devletçiliğin köleliğine geçiş yolunu açmış oldu. Böylece, Rönesans'ın son dönemlerine doğru Batılı aydınların aradığı, aslında mitoloji (efsane) ile karışık karizmatik liderlerin maniple edebileceği profan bir inanç şekli olan ilkçağın deizmi denilen 'doğal din' ya da 'akıl dini' akımının hızla yayılmasına zemin hazırlamaktı. Teokratik yönetim biçimi karşısında gittikçe güç kazanan siyaset teorileri de hızla gelişme halindeydi. Kilise, Roma İmparatorluğunun 'hayaletine' bürünerek ökümenik bir imparatorluğun temsilcisi oldu. Oysa Rönesanstan sonra ilkçağın site-ulus devleti akımları Avrupa'daki milli krallıklar tarafından desteklenmekteydi.

    Machiavellie, antik çağdaki ulusal nitelikli devlet anlayışı ile Rönesansın dinden koparılmış devlet anlayışını, yeni siyaset teorisi ile birleştirdi. O, 'Hükümdar' adlı eserinde, 'Bütün gücünü milletten alan devlet, milletin iradesinden başka güç tanımamalı' diyordu. Bu görüşüyle o, artık Avrupada kilisenin ruhbanî otoritesinin yerini millî-cismanî egemenliklere bırakması gerektiğini dile getirmiş oluyordu. Bu görüşler milli krallıklar tarafından da desteklenmekteydi. Çünkü milli krallar, kilisenin daha fazla işlerine karışmasını istemiyorlardı. Machiavellie'nin siyaset teorisi iki önemli varise sahipti. Bunlar, Montesguieu ve J.J. Rousseaue idi. Montesguieu'nun devlet teorisi papa veya krallar tarafından tek elde toplanan yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerektiği görüşüne, J.J. Rousseaue ise çoğunluğun iradesine dayalı bir siyasal rejim -İngiltere modeli parlementerizm- önermekteydi. Her iki filozofun görüşleri Fransa'da patlak verecek olan 1789 ihtilâlini hazırlayan fikrin kaynağı oldu. Bunun yanında Voltaire'nin ilkçağ deizmine dayalı 'doğal din' anlayışı da kilise dininin yerine önerilmiş bir din olarak yeni politik doktrinin bir parçası ve tamamlayıcısı olarak aydınlanma çağı aydınlarının inanç ve akidesini oluşturdu.

    Fransa'da ihtilâl arifesine gelindiğinde Zümreler Meclisi (Etats Generaux) papalığa danışmadan Fransa'daki kilise mallarına el koymakla yetinmemiş, bir yeminle devlete sadakatlerini beyan etmelerini silah zoru ile temin etmeye yönelmişti. Bu durum kilise ile krallık arasında önemli sorunlar oluşturmuştu. Öte yandan kral ile kilise arasındaki ittifak ortak düşmanları olan senyörlere karşı devam etmekteydi. Yine ihtilâl arifesinde çok keskin ayırımlara sahip sınıflar sorunu, Avrupa toplumsal yapısının en önemli sorunu olma özelliğini göstermekteydi ve Avrupa'yı ihtilâllerin vatanı yapan geleneğin bir unsuru olarak birinci derecede bir etken rolündeydi. Kilise büyük ölçüde bu sınıflaşmayı teşvik etmiş, hatta sınıflaşmanın oluşmasına hem teorik hem pratik planda katılmıştır. Kilisenin metinlerinden birinde, 'Tanrı insanlardan bir kısmının seigneur (toprak mülkiyetine sahip) , bir kısmının da serf (toprağa ve seigneur'un mülkiyetine bağlı) olmasını istedi 'der (Fellicien Challaye, Mülkiyetin Tarihi, Çev. Turgut Altuğ, İstanbul 1944, s. 53) .

    Fransa'da kral otaritesi sınır tanımaz bir genişlik göstererek bireyin en mahrem ve dokunulmaz haklarına uzanacak kadar aşırılıklar göstermekteydi. Kral kendisini canlı kanun olarak tanımlıyor, yargı, hiç bir hukukî ilke tanınmadan keyfi uygulamalarla yürütülüyordu. Bütün bunlar, Avrupa'da laik devlet biçimine geçişi hızlandırıcı etkiler olarak rol oynarken, sosyal yapıda önemli bir değişiklik teşekkül etmekteydi. Bu yeni teşekkül, burjuva sınıfıydı. Kral, senyörlerin etkisini kırmak için 'kral imtiyazlıları' (kral burjuvası) adı ile bir toplumsal katman oluşturmuş ve bunlar kral parlamentosunun büyük bir çoğunluğuna sahiptiler. Burjuvalar kralın himayesinde gelişerek ekonomik yönden söz sahibi oldular ve statülerini (sermayelerini) korumak için krala, senyörlere ve kiliseye karşı örgütlü bir mücadeleye giriştiler. Burjuvalar yoğun pozitif etkiler altında kalarak kilise-krallık sisteminin metafizik temelini Fransa'dan söküp atmakla önlerindeki en büyük engeli atacaklarına inanmaktaydılar ve bunda yanılmadılar. 1789'da İspanya'dan sürülen Yahudi asıllı bir aileye mensup Marat'ın da aralarında bulunduğu burjuva sınıfı Bastille'i zabt ederek tüm burjuvaları serbest bıraktılar. Arkasından 3 Kasım 1789'da 'İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi' yayınlandı. Bu beyannameye göre, kanun hükümleriyle sağlanmış olan kanun düzenini bozmamak şartıyla hiç bir kimse, dinî de olsa kanaatlarından dolayı tedirgin edilmemelidir (Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, Ankara 1983 s. 274) . İnsan Hakları Beyannamesi, bu ilkeleri ile doğrudan din-devlet ayırımını kabul ederek din ve dünya işlerinin birbirlerine müdahelesini reddederken her birinin kendi alanındaki özelliğini de vurgulamaktadır. Bu, aynı zamanda dünya ve hayat hakkında düzenleyici ilkelere sahip olmayan kilisenin ilkelerine de uygundur.

    1789'da başlatılan ihtilâl ile, kralla beraber en büyük destekçisi kilisenin toplum-devlet hayatından tasfiye edilmesi sonucunu doğurdu ve yönetim burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet edecek şekilde lâikleştirildi. Getirilen yeni rejim, anayasasını, servete dayalı (sansiter) bir iktidar oluşturacak biçimde hazırlattı. İhtilâlle Fransa'da değişen, sadece iktidar sahipleriydi. Doğuştan getirilen soyluluk iktidarı uzaklaştırılıp, mal ve servete dayalı bir soyluluk iktidarı kuruldu. İhtilâlciler, ekonomik ve sınıfsal imtiyazı olmayan halk yığınlarını açıkça aldatarak, onları kralın ve soyluların köleliğinden kurtarıp kendi köleliğine intisap ettirdiler. Bunlar halkın siyasal fikirlerini serbestçe beyan etmelerini, kraldan daha şiddetli bir şekilde engellemek için tedhiş ve terör kanunları denilen kanunlar çıkarttılar. Bunun için Fransa ihtilâli literatüründe bu kanunları uygulayan hükümete 'tedhiş hükümeti', din aleyhine yoğun ve acımasız kovuşturmalar yapan Fransa lâikliğine de 'saldırgan lâiklik' (M. Toplamacıoğlu) dediler. İhtilâl, eski rejimin tüm kalıntılarını kan dökmeye doymayan bir tavırla kazımak yolunu tuttu.

    Fransız ihtilâli, 1793 yılında tüm kiliseleri kapattırıp, kendi politikasına uygun olarak yeniden açtırdı. 10 Kasım 1793 tarihinde Notre-Dame kilisesinde yapılan hürriyet şenliği açıkça Hristiyanlık aleyhtarı bir mahiyet aldı. Chaumette, meclis önünde, halkın bundan böyle tabiatın verdiği ilâhlardan başka Tanrı da, papaz da istemediklerini söyledi (A. Aurald, Fransa ihtilâlinin siyasi tarihi, Ankara,1987, II, 656) . Fransa lâikliği, böyle bir tutumla yoğun ateizm etkileri altında kurumlaşmaya başladığının göstergesini sergiledi. Birçok din adamı sadece papaz olma suçu ile yargılanarak -giyotinle- idam edildi. 18 Mart 1793 günü Convention meclisi, sürgün cezası alan papazların Cumhuriyet toprakları üzerinde nerede rastlanırsa tevkif edilerek askerî bir jüri önünde yirmi dört saat içinde yargılanıp hemen idam edilmelerini karara bağladı. Hatta sürgünde iken vatanlarına geri dönen papazlar, iki şahidin 'bu sürgün cezası almıştı' şeklindeki sözlü şahitliklerine dayanılarak, o papazların derhal 18 Mart 1793 kanunu kapsamına alınmasına karar veriliyordu.

    Devrimciler, Fransa'da Yüksek Varlık dini adında bir 'Cumhuriyet Dini' kurma yolunu seçtiler. 1794te Katolikliğin yerine geçmesini düşündükleri Yüksek Varlık dinini kuran ve düzenleyen bir kararname çıkardılar. Bu din Fransa'da Cumhuriyet Dini olarak kabul edilecek olan, aslında dünyanın gidişatına karışmayan Cicero'nun, M. Aurelius'un ve Voltaire'nin deizmi, yani Akıl Dini idi.

    Fransa'da kurulan bu 'Devlet Dini', Cumhuriyet dininin iyi evlat, iyi baba ve iyi koca olmaktan ibaret bulunduğunu; Cumhuriyetçiliğin bir fazilet tamamlayıcısından başka bir şey -Türkiye'de de 'Cumhuriyet fazilettir' olmadığı sloganı sınıf duvarlarını süslemektedir- olmadığını ilan etti (A. Aurald, a.g.e., II. s. 740) . Bu lâikleştirme doğrultusunda Katolik dininden ne varsa imha edildi, yasaklandı. Pazar günlerinin ibadet günü olması, Gregoryen takvimi, dini eğitim, açıkta bir dini kisve ile gezme gibi bir toplumun değerlerini yansıtan her şey Fransa lâikliği doğrultusunda şiddetle yasaklandı. 1795 yılında Convertion Meclisi katolik dinine kısmî bir özgürlük tanıyınca, halk iş ve gücünü bırakıp kiliselere akın etti. Çıkarılan kararnamede din-devlet. ayırımı açıkça korunmuş, vatandaşların din hürriyeti sağlanmış, devletin hiç bir din tutmayacağı, bunun için para harcamayacağı kararlaştırılmıştı. Ayrıca herhangi bir din adına açıkça yapılacak merasim ve bu merasime mahsus olan süs ve kıyafetler yasaklanmıştır. Dinî merasim ve toplantılar polis nezaretinde yapılacaktı (A. Aurald a.g.e., II, 793,) . Bu kararname tüm din adamlarının devlete bağlılık yemini etme koşuluyla din adamı olabileceğini de beyan etmiştir.

    Napolyon iktidara geldikten sonra politik amaçlarla 1802 yılında papa ile konkordato imzalama yoluna gitti ve yeni bir anayasa hazırlattı. Bu anayasa'da 'Fransa'da çoğunluğun dini katoliktir' şeklinde bir madde koydurarak ihtilâl lâikliğinden geri adım attı. Bu adım bir Avrupa imparatorluğunu elde etmeye yardımcı olacağı umuduyla Vatikan'da Papa'nın siyasî desteğini elde etmeye yönelikti. Napolyon'un konkordato rejimi 1905 Anayasasına kadar devam etti. 1905 yılında Papa (Vatika) 'ın konkordato'ya dayanarak Fransa'daki papazı istifaya zorlamaya kalkması, Fransa'nın din-devlet ilişkisini yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Bu doğrultuda kabul edilen ilkeden birincisi; kamu düzenine aykırı olmamak koşuluyla, Cumhuriyetin, din, vicdan ve tören özgürlüğünü garanti etmesi; ikincisi ise, Cumhuriyetin hiç bir din tanımaması, hiç bir dine yardım etmemesi ve bütçeden ödenek ayrılmamasıdır (Mehmet Toplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, a.g.e., s. 278) . Bu gelişmeler doğrultusunda Fransa'da lâiklik hem siyasal hem hukukî açıdan din-devlet otoritesinin birbirinden ayrılmasını sağlamış oldu. Zaten teorik olarak Hristiyan inançlarının sadece vicdanî oluşu, devletin bu ayırımda, dünya işlerini gerektirmesi bakımından, aklî oluşu, lâikliğin ortaya çıkmasını ve kabûlünü kolaylaştırmış oldu.

  • Suf Aya
    Suf Aya

    'Laiklik ilkesinin iki anlamı ve doğuş sebepleri

    1. Laiklik ilkesinin maddi anlamı: Laiklik ilkesinin maddi anlamı; İlâhi Vahiy ile toplumsal hayatın ilişkilerinin kesilmesi ve bu kesilmeyi sağlamak için de araya en çağdaş caydırıcı vasıtalarla takviyeli bir Pozitif Hukuk seddi inşa edilmesidir. Bu çağdaş caydırıcı vasıtaların en fazla uygulananı; kestirme olarak; bu duvarı aşmaya cür'et edenin yaşama hakkından yoksun kılınmasıdır. Ne var ki 'İnsan hakları kuramı'nın şeklen gelişmesi karşısında, birçok ülkede, bu 'yoksun kılma', idam cezası tarzında değil de terör vasıtaları ile öldürme ve sonra da bu eylemi çağın 'günah keçisi' olan Müslümanlara isnad etme tarzında görülür.

    2. Laiklik ilkesinin şeklî anlamı: İlkenin şekli anlamı; Devlet örgütünden ayrı bir 'ruhanî örgüt'ün varlığı ile belirlenir. İlâhi vahyi tebliğ eden örnek insanların yine ilâhî emir ile kurdukları örnek düzenlerden sonra; insanları sömürmek isteyen güç sahipleri; insanı önce 'bâtıl dinler' vasıtası ile kendi amaç ve özlerine yabancılaştırmışlar, sonra da bu bâtıl dinlerin sahte din adamlarının desteği ile iktidara gelerek halkı köleleştirmişlerdir. Hazret-i İsa'nın tebliğinden sonra gerçek Hıristiyan tebliği (İslâm'ın o dönemdeki şekli) iktidarı elde edememiş, Paulus denen adam da Hıristiyanlık adı altında bir din ve bir ruhani örgütün kurulmasına yol açmıştır. Bu örgüt (Kilise): İsa'nın (A.S.) tebliğinden üç yüz yıl kadar sonra Roma Devleti ile 'koalisyon' yapmaya muvaffak olmuştur. İşte bu 'Koalisyon' dolayısı ile Laiklik ilkesinin şeklî anlamı ortaya çıkmıştır. Oysa bu koalisyona rağmen Laiklik ilkesinin maddî anlamı belirmiş değildir ve Papa da imparator da, 'İsa'nın halifesi' olduklarını iddia edeceklerdir.'

    Hüseyin Hatemi

    Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi

  • Suf Aya
    Suf Aya

    Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti olan Ankara'nın Devleti temsil eden Bakanlıklar (yer ismi) civârında 40'a yakın yer altı câmiisi var... Din ve devlet anca bu kadar ayrılabilmiş birbirinden; 5-10 metre..

  • Hamza
    Hamza

    bıraz abartayım türkiye cumhuriyetinde 90 senedir tartışılan bir ilke yani daha anlaşılır bir dil kullanmak gerekirse gora filmine kadar gitmek gerekir komutan logart tanımlanamayan bir cisim yaklaşıyor işte türkiyede var olan bu ilke tanımlanamıyor bildim bileli öyle milli şef döneminin son kalıntıları var olduğu müddet bu ilke tanımlanamaz bir cisim olarak kalacak...
    gönül isterdiki tanımlansa birileri bu ne iduğu belirsiz ilkeyi belirgin hale getirse...anayasada belirtilmiştir diyen arkadaşlara diyorum demekki iyi tanımlanmamış ki 90 senedir çatışmanın ana kaynağı gelin şunu her iki kesimi özeliklede ezici çoğunluğu dindar olan veya dindar olmayipta din denince akan suları durduran (benim gibi) mutlu edecek bir şekilde tanimlayalım tanımlayalımki cem yılmaz gibi şaklabanlara malzeme çıkartmıyalım :)

    deep not: kişiler kurumlar kanunlar ilkeler vsler namlunun ucuyla korunuyorsa orada problem vardır..namlunun ucuyla korunan ilke kurum kişi batmaya mahkümdur er yada geç bu batış gerçekleşır... önemli olan milletin bağrında yer bulmaktır yürekleri fetetmektir...