Nedir azalan bir seyir takip etmekte olan? Bir yetenektir. Türkiye'nin kendine mahsus uygulamalar için devreye soktuğu ve istiklal Harbi'ni mümkün kılan manevra kabiliyetidir. Belirsiz bir gelecekte (yakın bir gelecekte demeye hem cesaret edemiyorum, hem de böyle söylemenin bir şom ağızlılık olacağını düşünüyorum) Türkiye'nin ülke olarak kendi manevra yeteneğini yitirdiği için başka ülkelerin manevra alanı durumuna düşmesinin planlanmış olduğunun gerçeği her 'patlak veren' olayda sırıtıyor. Türkiye'de devası aranan dertler olarak, çözümü aranan meseleler olarak öyle şeyler öne çıkarılıyor ki bir kez daha ağaçlar ormanın görülmesine engel teşkil ediyor.
Bir ülkenin manevra kabiliyetinde azalma olduğu nereden anlaşılır? Kurumların yozlaşmasından. Kurumlar nasıl yozlaşır? Kamu o kurumlardan saygıyı esirgediği zaman. Yani bir kurumun yozlaştığına karar verişimiz mekanizmasının kötü işlemesi ve doğurduğu sonuçların verimsiz kalması yüzünden değildir. Eğer kamu o kurumun iyi işleyip işlemediğine ve verim sağlayıp sağlamadığını umursamıyorsa ve o kurumla alış verişte bulunduğu sırada altlık-üstlük münasebetlerine aldırmıyorsa tereddüt etmeden bir yozlaşma karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Her hangi bir kurum kamu gözünde beraat etmeyi birinci mesele haline getirmiyorsa yozlaşmayı da geri alınamaz derecelere çıkarmış olur.
Kurumların gerek sıhhati ve gerekse hastalığı birbirini etkiler. Yalnızca bir kurum sıhhatini koruma veya sıhhate kavuşma konusunda ısrarı elden bırakmıyorsa ilişkide olduğu fertleri olduğu kadar kurumları da sıhhate icbar edecektir. Tersi de doğrudur. Yozlaşmak suretiyle nema tedarik etmeyi alışkanlık haline getirmiş fert veya kurum her kurduğu bağlantıda hastalık bulaştıracaktır. Yani, iyi iyileştirir ve kötü kötüleştirir. Asırlardan beri her ikisine de (iyiye de, kötüye de) örneklik edecek vukuatla karşılaşıldığı tarihe taalluk eden birkaç satır okuyunca anlaşılır. Acaba şimdi durum nedir?
Türkiye'de etkileşimin yönünü fark edebilmek için sıhhatin mi yoksa hastalığın mı hücum halinde olduğunu keşfedebilmemiz lazım. Bu da tek tek her kişinin, her birimizin ahlak seviyesine ilişkindir. Ahlak seviyesini bilgi donatımından soyutlamak mümkün değildir. Bilgi donatımı ise ancak zekayla desteklendiği zaman yarayışlı duruma yükselebilir. Kurumlar yozlaşmaya başladığında ahlak, bilgi ve zeka arasındaki irtibat kaybolur. Yahut üçü arasında çarpık ve çürütücü bağlantılar kurulması olağan karşılanır.
Hepimizin vicdan muhasebesi yapma zarureti vardır. Ülkenin geleceğine ilişkin her şey Türkiye'de yaşayan insanların kendi kendilerini hesaba çekmelerine, böyle bir hesap sormanın açacağı yolu iyi bellemelerine bağlı. Şimdiye kadar neler karşılığında nelere rıza gösterdiğimizi kendimize sormalıyız. Ahlakımızın, bilgimizin, zekamızın elverdiği ölçüde bir mizanı göze alalım. Terazinin bir kefesine 'Ben şunları kazandım ve böylece memleket şunları kazanmış oldu' cümlesini koyalım. Diğer kefeye ise 'Ben şunları kazandığım için memleketin (giderek insanlığın) kaybı şunlar olmuştur' cümlesini yerleştirelim, Bakalım hangi taraf ağır çekecek?
Ordu mensuplarının düğmelerinin çekilip kopartılmasına bile göz yummayacakları beyanıyla oluşan gölgesinin yardımıyla Türkiye'de siyaset yapanlar son birkaç gün içinde Musul vilayetimizde 11 ordu mensubunun başka ordu mensupları tarafından göz altına alınması üzerine ne yaptılar? Yaptıkları siyaset mi, siyasetten farklı bir şey miydi? Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Üstelik neyin, kim tarafından, nasıl algılandığını tam olarak değilse bile, ihata edici bir şekilde bilen yok.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleşen nüfus mübadelesi Türklerin veya Greklerin eseri değildi. Yani Türklerin Yunanistan'a 'ver benim Türklerimi', Greklerin Türkiye'ye 'ver benim Rumlarımı' dediği vaki değil. İnsanların karşılıklı göç ettirilmeleri Cemiyet-i Akvam marifetiyle ve kendini o günlerde mülteci meselelerine vakfetmiş bulunan İsveçli kaşif Nansen sayesinde sağlanabilmişti. O günün Avrupa ölçütlerine göre başarılı bir 'operasyon' kabul edilen bu olay zamanında gözler önünde cereyan etmesine rağmen olduğu gibi görünmemiştir. Hiçbirimiz aynı olayın aradan bu kadar zaman geçtikten sonra olduğu gibi görüneceğini beklemiyoruz. O halde şimdilerde Türk toprakları üzerinde ve gözlerimizin önünde hayret ve dehşet verici bir tarzda cereyan eden olayların hiç de göründüğü gibi olmadığı ihtimaline çok büyük bir pay tanımalıyız.
Olayların içyüzünü bilsek veya bilmesek ne fark eder? Eğer içyüzünü bildiğimiz taktirde bu olaylara karışıp karışmayacağımız; karışacak isek hangi tarafta yer alacağımız belli olacaksa bu taktirde hayatımızın hangi yönde akacağı da, hayatta kalıp kalmayacağımız da edindiğimiz bilgiye bağlı kılınmıştır. Eski Çinliler 'Karışıklık zamanlarında cehalet hayat kurtarır' demişlerdir. Olayların sebebini de neleri, kimleri kapsadığını da bilmez ve bilmediğiniz işin içine girmezsiniz. Karışıklık zamanlarında değil sadece işin içine girmek olay hakkında gerçek bilgiyi edinmeye çabalamak bile hayata, hayatlara mal olabilir. Bütün bunlar bir ülkenin içinde doğan karışıklıklar sebebiyle geçerlidir. Ülkeler ve devletler arası olaylarda davranış kalıbı ve kalıbı meydana çıkarmaya yarayan ölçü derhal değişiverir.
Bir ülke savaşa girdiğinde o ülkenin yurttaşlarına düşen ne savaşın sebebini öğrenmek, ne de öğrendikleriyle savaş kararı verenleri yargılamaktır. Ülke içi çatışmada her fert için doğru, haklı, iyi ve giderek güçlü tarafta yer alıp almamak söz konusudur. Öte yandan ülkeler ülkelerle, devletler devletlerle çatışıyorsa fertlere tercih hakkı tanınmamış demektir. Çünkü vatana ihanet bir hak olarak ileri sürülemez. İki devlet arasında cereyan eden savaşın sonunda galip gelen devletin yetkilileri bir mahkeme kurup mağlup ettikleri devletin siyasetçilerini, askerlerini yargılıyorlarsa onların sordukları gerçek soru şu olabilir ancak: Neden bir yolunu bulup da vatanına ihanet etmedin?
Ülke içinde cereyan eden olayların görünenden başka mahiyetler taşımasının başlıca sebebi onların ülke dışı uzantılarının ustalıkla gizlenebilmesidir. İçinde yaşadıkları toplumu vazgeçilmez bir bütün saymayan herkesin hainleri sadık, sadıkları hain gibi algılaması çok kolaydır. Oysa iç çatışmalar yaşayan bir ülkede hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceği fikri ne kadar baskın çıkarsa hainlerin açığa çıkma ihtimali de o kadar yüksektir. Her şey göründüğü gibi olsaydı bir ülkenin iç işleyişi de sekteye uğramazdı.
telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum çünkü bu ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir devlet sırrıyla insanın sinematografik bir hayatı olabilir o kibar çevrelerden kibar batakghanelere yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri ve sonunda estetik bir idam belki...
hayal, ipleri elden kaçırmaktır.oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor.ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor. bir başka düşünür 'insan alemde hayal ettiği sürece yaşar' 'ismet özel' hayatta tanışmak istediğim insanlardan biri...türkiyenin yetiştirdiği nadide insanlardan biri....
uc mesele'nin cok onemli bir kitap olduguna katiliyorum....bu kitap bana cok sey ogretmisti...ama yeniden okumak fena bir fikir degil....yeniden okunmali......
GERÇEK HAYAT DERGİSİ'NİN 130.SAYISINDA İSMET ÖZEL'LE YAPILMIŞ ÇOK GENİŞ BİR SÖYLEŞİ
İSMET ÖZEL’LE ENİNE BOYUNA
Türkiye’nin ve dünyanın durumu hakkında konuşulacak öyle çok şey var ki... Hele, İsmet Özel gibi 25 yılı aşkın bir süredir “yapılacak iş”, “yürünecek yol”, “varılacak sahil”... hakkında yazılar yazan; doğrudan doğruya mektuplar kaleme alan biriyle buluşunca, mevzu hem açılıyor, hem de derinleşiyor. Sizlerden gelen soruları da göz önüne alarak, İsmet Özel’le Türklük, Dünya Sistemi, İslamcılık, kadınlar, yazar-okur münasebeti... gibi birçok konuda enine boyuna konuştuk...
Murat Menteş: Okurlarımızdan gelen soruların önemli bir kısmı ‘Türklük’ bahsi üzerinde yoğunlaşıyor. Kimileri konuya ilişkin meraklarını dile getirirken, kimileri de tepkilerini ifade ediyorlar. Türklük-Müslümanlık bağlantısı ve Türkler ile ‘ümmet’ arasındaki ilişki, sorulara konu edilmiş. Bu konular çerçevesinde neler söyleyeceksiniz?
Bence, öncelikle şunu sormak daha iyi olurdu: “Durup dururken bu Türklük nereden çıktı? ” Yani, “Ne lüzumu var, niye ‘Türk’ diye bir şey çıktı ortaya? ” ya da “Bu İsmet Özel, niye bu Türk lafını ısrarla kullanıyor? ” Bunu açıklığa kavuşturmalıyız. Temel mesele aslında Türklük meselesi değil, Türkiye’nin bir geleceği olup olmadığı meselesidir. Türkiye bugün şikayet ettiğimiz şeylerin odağı olmanın da ötesinde benzersiz bir başarının temsilcisi bir ülke olacak mı? Ve dünyanın bugüne kadarki akışı dönüşecek mi? Böyle bir soru sorduğumuz zaman “evet” diyenler ve “hayır” diyenler diye insanları ayırmamız lâzım. Bazı insanlar diyecekler ki “Saçmalamayı bırak. Dünya belli bir akış içindedir; bunun nereye gideceğini kestirebiliriz ya da kestiremeyiz ama bu akış böyle devam eder. Yeni bir dünya kavramı, yeni bir yapılanma, farklı bir yaşama anlayışı ile karşılaşılmayacaktır.” Çoğu kimse, telaffuz etmese bile lisan-ı hal ile böyle söylüyor. İnsanların çoğu, dünyanın, şimdiye kadar nasıl değişime uğradıysa, bu istikamette bir değişimi idrak edeceği fikrindedirler. Bazı insanlar ise “Hiç de böyle olmayabilir, eğer insan kendine bir çekidüzen verirse, bu aynı zamanda çekidüzen verilmiş yeni bir hayat, çekidüzen verilmiş yeni bir dünya demektir. Biz kavrayış bakımından da, yaşayış bakımından da farklı, yeni ve şimdikine tercih edeceğimiz bir dünyanın mimarları olabiliriz.” diye düşünebilir. Bunu Türkiye için düşünün, deyin ki “Türkiye bir şekilde bir yerlere bugüne kadar gelmiş fakat bu mutlak bir belirleyicilik arzetmiyor. Türkiye yeni, şimdiye kadar olana göre daha olumlu ve tercih edilebilir bir yaşayış biçimine, düşünüş biçimine, davranış biçimine ulaşabilir. Hem yaşama alanı ve çevresi olarak, hem yaşama biçimi ve ilişkisi olarak yepyeni, üst düzeyde, değer verilebilecek hayat Türkiye içinde geçerli olabilir.” Var mı böyle söyleyen insanlar? Varsayıyoruz ki var. Yani bazı insanlar ya da birkaç kişi diyor ki “Türkiye şimdikinden çok daha iyi ve olumlu bir duruma gelebilir.” Bu iyi, olumlu, değerli ve uğruna birtakım sıkıntılara katlanılmasının değdiği durumu kim ortaya çıkaracak? Ama önce olabilir mi, olamaz mı buna bakacağız. Eğer Türkiye şimdikinden daha iyi bir Türkiye olacaksa, bu Türkiye’nin kurucuları lâzım. Bu kurucuların ancak Türkler olabileceğini düşünüyoruz. Türk’ü ve Türklüğü vurgulamamızın nedeni bu. Benim Türk meselesini vurgulamamla, Türk’ün ne olduğunu açıklamam eşzamanlıdır. Şimdiye kadar Türkiye’de Türk kelimesine Avrupa’dan telkin edilmiş yaklaşımlar çerçevesinde anlam verildi. Ben, özellikle diyorum ki, “Türkiye Türk’ü yapmıştır, Türk Türkiye’yi yapmıştır.” Eğer bir Türk varsa, Türkiyeli biridir. Eğer bir Türkiye varsa bu Türk’ün yaptığı bir yerdir. İyi ya da kötü. Trabzon’a ve Van’a “Burası Türkiye” diyorsan, oraların Türklerin yaptıkları yerler olması lâzımdır. Ama “Hayır, burası Pontus’tur” ya da “Burası Armenia’dır” dediğin zaman o zaman tabii ki “Türkler Pontus’u yaptı”, “Türkler Armenia’yı yaptı” denemez.
Levent Gültekin: İran’daki Müslümanlar dünyanın yeni bir şekil almasına niyetlendiği zaman ne olacak? Onların bir Türkiye’si yok, onlar Türk değil?
Türkiye’de bir dönüşümün gerçekleştirilmesi söz konusuysa, bunu yapabilecek ajanın -ajan, memur demektir- Türk olabileceğini düşünüyorum. Başka bir şey olamaz. İyi bir Türkiye için bize Türk lâzım, bu bir. Dünyada her ülke kendi geleceğini, o ülkenin insanlarıyla kuracağına göre, İranlı da “Bize Fars lâzım”, Arap “Bize Arap lâzım” mı diyecek? Arapların, İranlıların, Malezyalıların... kendilerini neyle açıkladıkları tekrar düşünülmeli. “Ben Arap’ım” diyen adam ve “Araplık, Arabistan’ı kurtarır” diyen adam ilk iş olarak İslam’la Araplığı birbirinden ayırır. Aynı şeyi Farslı da, Malezyalı da yapmak zorundadır. Nitekim bugün Arapçı olan Araplar, çocuklarına ‘Hind’ ismi koyuyorlar ve ben bunu Arapça öğreten kitapta gördüm. Yani Araplıkla, Arapçılıkla İslam düşmanlığı, ya da İslam’a olan uzaklık kolaylıkla aynı kategoriye giriveriyor. Araplık söz konusu olduğu zaman derhal Hıristiyan Araplar devreye giriyor. Türklüğü öne çıkardığında da eğer bunu, Avrupalıların telkin ettiği bir şekilde kabul edersen aynı sonucu verir. Yani “Ben Türk’üm” diyen adamın “Ben Müslüman değilim” demesinin mümkün olduğu şartlar doğar.
Selahattin Yusuf: Fakat Türkçülük akımına da Musevilerin katkısı var.
Musevilerin dünyadaki bütün milliyetçi hareketlere katkısı var, o ayrı.
Selahattin: Bizim Türklüğü revize ettiğimiz biçimde Araplar da kendi Araplığını revize edemezler mi, kendi ülkelerinin geleceği bakımından yani kimliklerini İslam’la bütünleştirip o şekilde sunarlarsa..
Sunabilirler mi, mesele burada. Mesele, bir yönüyle, dünyanın yeni bir biçim alması meselesi dedik; bir yönüyle de bunun belki yavrusu olarak Türkiye’nin iyi bir biçim alması. Dünyanın iyi biçim almasının bir gereği olarak Arapçılık’tan, Farsçılık’tan, ne bileyim, Latin Amerikacılık’tan, Çinhindicilik’ten bahsedilebilir mi? Yani bu, dünyanın yeni bir biçim alması bakımından elzem kabul edilen bir şey olabilir mi? Şöyle diyebilir miyiz mesela: “Arap toplumunun kendi kimliğini tanıyıp üstün bir duruma geçirmesi halinde bundan bütün dünya yararlanacaktır.” Bu, Arapların yararına bir şey olmanın da ötesinde..
Selahattin: ..dünyaya yeni bir ilham verecek..
..mi? Böyle olacağını söyleyebilir miyiz, yoksa tersi mi? Diyelim ki Almanlar, kapitalist düzeni daha geç işletebilmiş bir toplum olarak bir millî heyecana muhtaçtılar ve ona yöneldiler. Arap dünyası geri kaldı, bunlar da benzer şekilde bir millî heyecanla bu işin üstesinden gelebilirler mi? İşte böyle olursa eğer, başta söylediğimiz dünyanın akışını olumlamış ve bu akış içinde kendine yer arayan insanlardan bahsetmiş oluruz. Dünyanın değişmesinden bahsetmiş olmayız, tam tersine dünyanın bu gidişatının pekiştirilmesi, onaylanması, haklı ve yerinde bir şey olduğunun desteklenmesi anlamı çıkar buradan. Türk meselesini öne çıkarmakla, herhangi bir milliyeti öne çıkarmak arasında bu bakımdan tarihî bir fark var. Çünkü Türk dediğimiz şeyi, batı dünyasının hakimiyetinin sınırlandığı kültürde farkediyoruz. Selahattin: Burada Türkçülükten farkı ortaya çıkmaya başlıyor. Evet. Bize Türkiye’yle Türk’ün bağını kopararak Türklük öneren insanlar, aslında dünyanın gidişinin kuyruğuna Türkleri takmak isteyen insanlardır.
Murat Zelan: Dünya sisteminin peşine Türkleri takmak istiyorlar
Tabii. Onun bir parçası, manivelası, iyi işleyen bir kısmı kılmayı istiyorlar. Ama biz ne diyoruz? Türkiye Türk’ü yapmıştır, Türk Türkiye’yi yapmıştır. Bu tarihî bir vakıa olduğu kadar, tarihî bir iddiadır da aynı zamanda. Ya da iddia olmak zorundadır. İddia olmadığı zaman iflas edecek bir şeydir.
Menteş: Yani Türkiye mi iflas eder?
Hem Türkiye iflas eder, hem Türk iflas eder..
Selahattin: ..hem de dünya mı iflas eder?
Evet, yani dünyanın bundan çok şey kaybedeceğini düşünüyorum. Yeni bir dünya tasavvurunun mesela Marksist ‘utopyayla’ olan irtibatını sormalıyız. Marksizm, Aydınlanma düşüncesinden, XVIII. yüzyıl ilerlemeci ve evrimci anlayışından köklü bir şekilde etkilenerek dünyanın basitten bileşiğe, ilkelden gelişmişe doğru bir süreç yaşadığını savunur. Ve bu manada Marx ve Engels, burjuvazinin o güne kadar gelmiş en devrimci sınıf olduğunu iddia ederler. Türklük meselesiyle Marksizm’in temelde ayrıldığı yer burasıdır. Biz diyoruz ki, Türk, kapitalizmin sindiremediği bir şeydir. Belki yuttu fakat demir leblebi gibi hâlâ midesine oturmuş durumda. Bu yüzden de Türk’ten doğacak bir gelişme alanı bütün dünyaya şifa dağıtabilir. Nasıl olur? Türkiye ve Türkler, dünyaya sosyolojik izahlarla şimdiye kadar zihinlerde aydınlığa kavuşmuş millet anlayışının dışında bir milleti ve bu milletin neler yaptığını gösterebilirler.
Menteş: Türklük vurgusu, yazılarınızda üç yıldır ağırlık kazandı, fakat öteden beri böyle bir telakkiye sahiptiniz sanki?
Tabii, tabii.
Selahattin: Bir şey mi oldu da Türklüğe vurgu yapmaya başladınız?
Yani dünya ölçüsünde İslami düşüncenin ve hissiyatın manipüle edildiği kesin..
Selahattin: Türkiye’de de manipüle edildiğini mi düşünüyorsunuz?
Türkiye’de de manipüle edildi. Bugünkü hale bakın. İnsanların derdinin İslamiyet olup olmadığını bugün anlıyoruz işte. Şu anda insanlar nelerle uğraşıyorlar, neyin peşindeler? Şimdi İslam’ı geri plana iterek siyaset yapan insanlar siyasi şahsiyetlerini nasıl kazandılar? Bunu düşünürseniz, Türkiye’de ne kadar derin bir manipülasyon yaşandığını görürsünüz. Türkiye’de eğer İslamiyet bir kültürel değer kabul edilmiyorsa Türklükten de bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’de İslamiyet’in manipüle edilmesi, aslında Türklüğün de devre dışı bırakılmasının ilk tezahürü.
Selahattin: Biraz daha açar mısınız?
Türkiye’de İslami bir tavır gerçekten kendi esaslarına sadık kalarak mesafe kat ederse, bunun varacağı yer Türkiye’de bir insan tipinin etki gücünün arttığı yerdir. Biz zaten Türk lafını, işte o etki gücü artmış olan insan dolayısıyla konuşuyoruz. Türkiye’de İslamiyet’in öne çıkması, ortaya bir Türk’ün çıkması anlamına gelir. Neden? Bu ülke eğer kendi insanıyla bir gelecek elde edecekse, ona artık ayrıca ad koymamıza gerek yok, ona Türk diyebiliriz. Ama tersiyse, bu ülke varlığıyla yozlaşan, çözülen, değerden düşen, ahlaki zaafa uğrayan bir ülke ise, o zaman bana hiçkimse Türk kelimesinin gerekli olduğundan bahsedemez. O zaman etnik farklar hemen öne çıkar. “Ben zaten Türk değilim, Arnavut’um, ” der adam “bu pislikle benim ne alakam var? Biz böyle şeyler yapmayız, biz bu durumda değiliz.”
Menteş: Bu da aynı zamanda siyasi bir..
..Plana çok güzel malzeme olur.
Menteş: Ümmet mefhumuna değiniyor okurlarımız..
Yani ümmeti terkedip millete mi dönüyorsun? Aslında etimolojik olarak biliyorsunuz ümmetle millet aynı şeydir. Biz Türk’ten bahsediyoruz. Okuyucularımdan birisi bana bir mektup yazdı. Babaannesi ekranda bazı Müslüman gruplar gördüğü zaman “Türk mü bu kızım, Türk mü? ” dermiş. O da ona izah etmeye çalışırmış “Hayır, bunlar Faslı, bunlar şu, şunlar bu..” diye. Benim yazılarımdan sonra, diyelim ki Malezyalılar ekranda belirdiği zaman babaannesi “Türk mü kızım bunlar? ” deyince “Evet, Türk, babaanne” demeye başlamış. Çünkü İslami endişelerin doğurduğu hareketler Türklükten koparılamaz.
AZALAN BİR SEYİR TAKİP EDİYOR
Nedir azalan bir seyir takip etmekte olan? Bir yetenektir. Türkiye'nin kendine mahsus uygulamalar için devreye soktuğu ve istiklal Harbi'ni mümkün kılan manevra kabiliyetidir. Belirsiz bir gelecekte (yakın bir gelecekte demeye hem cesaret edemiyorum, hem de böyle söylemenin bir şom ağızlılık olacağını düşünüyorum) Türkiye'nin ülke olarak kendi manevra yeteneğini yitirdiği için başka ülkelerin manevra alanı durumuna düşmesinin planlanmış olduğunun gerçeği her 'patlak veren' olayda sırıtıyor. Türkiye'de devası aranan dertler olarak, çözümü aranan meseleler olarak öyle şeyler öne çıkarılıyor ki bir kez daha ağaçlar ormanın görülmesine engel teşkil ediyor.
Bir ülkenin manevra kabiliyetinde azalma olduğu nereden anlaşılır? Kurumların yozlaşmasından. Kurumlar nasıl yozlaşır? Kamu o kurumlardan saygıyı esirgediği zaman. Yani bir kurumun yozlaştığına karar verişimiz mekanizmasının kötü işlemesi ve doğurduğu sonuçların verimsiz kalması yüzünden değildir. Eğer kamu o kurumun iyi işleyip işlemediğine ve verim sağlayıp sağlamadığını umursamıyorsa ve o kurumla alış verişte bulunduğu sırada altlık-üstlük münasebetlerine aldırmıyorsa tereddüt etmeden bir yozlaşma karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Her hangi bir kurum kamu gözünde beraat etmeyi birinci mesele haline getirmiyorsa yozlaşmayı da geri alınamaz derecelere çıkarmış olur.
Kurumların gerek sıhhati ve gerekse hastalığı birbirini etkiler. Yalnızca bir kurum sıhhatini koruma veya sıhhate kavuşma konusunda ısrarı elden bırakmıyorsa ilişkide olduğu fertleri olduğu kadar kurumları da sıhhate icbar edecektir. Tersi de doğrudur. Yozlaşmak suretiyle nema tedarik etmeyi alışkanlık haline getirmiş fert veya kurum her kurduğu bağlantıda hastalık bulaştıracaktır. Yani, iyi iyileştirir ve kötü kötüleştirir. Asırlardan beri her ikisine de (iyiye de, kötüye de) örneklik edecek vukuatla karşılaşıldığı tarihe taalluk eden birkaç satır okuyunca anlaşılır. Acaba şimdi durum nedir?
Türkiye'de etkileşimin yönünü fark edebilmek için sıhhatin mi yoksa hastalığın mı hücum halinde olduğunu keşfedebilmemiz lazım. Bu da tek tek her kişinin, her birimizin ahlak seviyesine ilişkindir. Ahlak seviyesini bilgi donatımından soyutlamak mümkün değildir. Bilgi donatımı ise ancak zekayla desteklendiği zaman yarayışlı duruma yükselebilir. Kurumlar yozlaşmaya başladığında ahlak, bilgi ve zeka arasındaki irtibat kaybolur. Yahut üçü arasında çarpık ve çürütücü bağlantılar kurulması olağan karşılanır.
Hepimizin vicdan muhasebesi yapma zarureti vardır. Ülkenin geleceğine ilişkin her şey Türkiye'de yaşayan insanların kendi kendilerini hesaba çekmelerine, böyle bir hesap sormanın açacağı yolu iyi bellemelerine bağlı. Şimdiye kadar neler karşılığında nelere rıza gösterdiğimizi kendimize sormalıyız. Ahlakımızın, bilgimizin, zekamızın elverdiği ölçüde bir mizanı göze alalım. Terazinin bir kefesine 'Ben şunları kazandım ve böylece memleket şunları kazanmış oldu' cümlesini koyalım. Diğer kefeye ise 'Ben şunları kazandığım için memleketin (giderek insanlığın) kaybı şunlar olmuştur' cümlesini yerleştirelim, Bakalım hangi taraf ağır çekecek?
İSMET ÖZEL (17.07.2003, Milli Gazete)
HER ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ OLSAYDI
Ordu mensuplarının düğmelerinin çekilip kopartılmasına bile göz yummayacakları beyanıyla oluşan gölgesinin yardımıyla Türkiye'de siyaset yapanlar son birkaç gün içinde Musul vilayetimizde 11 ordu mensubunun başka ordu mensupları tarafından göz altına alınması üzerine ne yaptılar? Yaptıkları siyaset mi, siyasetten farklı bir şey miydi? Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Üstelik neyin, kim tarafından, nasıl algılandığını tam olarak değilse bile, ihata edici bir şekilde bilen yok.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleşen nüfus mübadelesi Türklerin veya Greklerin eseri değildi. Yani Türklerin Yunanistan'a 'ver benim Türklerimi', Greklerin Türkiye'ye 'ver benim Rumlarımı' dediği vaki değil. İnsanların karşılıklı göç ettirilmeleri Cemiyet-i Akvam marifetiyle ve kendini o günlerde mülteci meselelerine vakfetmiş bulunan İsveçli kaşif Nansen sayesinde sağlanabilmişti. O günün Avrupa ölçütlerine göre başarılı bir 'operasyon' kabul edilen bu olay zamanında gözler önünde cereyan etmesine rağmen olduğu gibi görünmemiştir. Hiçbirimiz aynı olayın aradan bu kadar zaman geçtikten sonra olduğu gibi görüneceğini beklemiyoruz. O halde şimdilerde Türk toprakları üzerinde ve gözlerimizin önünde hayret ve dehşet verici bir tarzda cereyan eden olayların hiç de göründüğü gibi olmadığı ihtimaline çok büyük bir pay tanımalıyız.
Olayların içyüzünü bilsek veya bilmesek ne fark eder? Eğer içyüzünü bildiğimiz taktirde bu olaylara karışıp karışmayacağımız; karışacak isek hangi tarafta yer alacağımız belli olacaksa bu taktirde hayatımızın hangi yönde akacağı da, hayatta kalıp kalmayacağımız da edindiğimiz bilgiye bağlı kılınmıştır. Eski Çinliler 'Karışıklık zamanlarında cehalet hayat kurtarır' demişlerdir. Olayların sebebini de neleri, kimleri kapsadığını da bilmez ve bilmediğiniz işin içine girmezsiniz. Karışıklık zamanlarında değil sadece işin içine girmek olay hakkında gerçek bilgiyi edinmeye çabalamak bile hayata, hayatlara mal olabilir. Bütün bunlar bir ülkenin içinde doğan karışıklıklar sebebiyle geçerlidir. Ülkeler ve devletler arası olaylarda davranış kalıbı ve kalıbı meydana çıkarmaya yarayan ölçü derhal değişiverir.
Bir ülke savaşa girdiğinde o ülkenin yurttaşlarına düşen ne savaşın sebebini öğrenmek, ne de öğrendikleriyle savaş kararı verenleri yargılamaktır. Ülke içi çatışmada her fert için doğru, haklı, iyi ve giderek güçlü tarafta yer alıp almamak söz konusudur. Öte yandan ülkeler ülkelerle, devletler devletlerle çatışıyorsa fertlere tercih hakkı tanınmamış demektir. Çünkü vatana ihanet bir hak olarak ileri sürülemez. İki devlet arasında cereyan eden savaşın sonunda galip gelen devletin yetkilileri bir mahkeme kurup mağlup ettikleri devletin siyasetçilerini, askerlerini yargılıyorlarsa onların sordukları gerçek soru şu olabilir ancak: Neden bir yolunu bulup da vatanına ihanet etmedin?
Ülke içinde cereyan eden olayların görünenden başka mahiyetler taşımasının başlıca sebebi onların ülke dışı uzantılarının ustalıkla gizlenebilmesidir. İçinde yaşadıkları toplumu vazgeçilmez bir bütün saymayan herkesin hainleri sadık, sadıkları hain gibi algılaması çok kolaydır. Oysa iç çatışmalar yaşayan bir ülkede hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceği fikri ne kadar baskın çıkarsa hainlerin açığa çıkma ihtimali de o kadar yüksektir. Her şey göründüğü gibi olsaydı bir ülkenin iç işleyişi de sekteye uğramazdı.
İSMET ÖZEL (10.07.2003, Milli Gazete)
Metis Elöz Bey...
evet, evet ruhlu olamk
bütün bunları sağlayamaz insana.
telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden kibar batakghanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki...
ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok
acaba kim bilen doğrusunu? hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde
evi nepalde kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
haytanın biriyim ben bunu bilsin insanlar
ryhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der ban agörevini aksatmayan kim varsa
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu d ageçti polis kayıtlarına...
sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten koruma z kelimelrim
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lanet ediyor ban bakirelerde
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat
her şeyi gördüm içim rahat
her şey ben yaşarken oldu bunu bilsin inasanlar
ben ismet özel, şair, kırk yaşında
bu aralarda manyağı oldum..erbain le yatıp erbain le kalkıyorum...
'ben hangi düşüncelerle sosyalist olduysam; o düşüncelerle müslüman oldum'
özel biri!
okunması gereken okunması için ise bayağı bir sabır gerektiren bir kişi
biraz da sabah sesi...
azıcık gece alayım...
perdeyi aralıyalım....
ismet üstadıma da üvey evlat muamelesi yapıyorum...bi gecede sana ayıracağım....
hayal, ipleri elden kaçırmaktır.oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor.ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası yaşıyor.
bir başka düşünür 'insan alemde hayal ettiği sürece yaşar'
'ismet özel' hayatta tanışmak istediğim insanlardan biri...türkiyenin yetiştirdiği nadide insanlardan biri....
uc mesele'nin cok onemli bir kitap olduguna katiliyorum....bu kitap bana cok sey ogretmisti...ama yeniden okumak fena bir fikir degil....yeniden okunmali......
GERÇEK HAYAT DERGİSİ'NİN 130.SAYISINDA
İSMET ÖZEL'LE YAPILMIŞ ÇOK GENİŞ BİR SÖYLEŞİ
İSMET ÖZEL’LE ENİNE BOYUNA
Türkiye’nin ve dünyanın durumu hakkında konuşulacak öyle çok şey var ki... Hele, İsmet Özel gibi 25 yılı aşkın bir süredir “yapılacak iş”, “yürünecek yol”, “varılacak sahil”... hakkında yazılar yazan; doğrudan doğruya mektuplar kaleme alan biriyle buluşunca, mevzu hem açılıyor, hem de derinleşiyor. Sizlerden gelen soruları da göz önüne alarak, İsmet Özel’le Türklük, Dünya Sistemi, İslamcılık, kadınlar, yazar-okur münasebeti... gibi birçok konuda enine boyuna konuştuk...
Murat Menteş: Okurlarımızdan gelen soruların önemli bir kısmı ‘Türklük’ bahsi üzerinde yoğunlaşıyor. Kimileri konuya ilişkin meraklarını dile getirirken, kimileri de tepkilerini ifade ediyorlar. Türklük-Müslümanlık bağlantısı ve Türkler ile ‘ümmet’ arasındaki ilişki, sorulara konu edilmiş. Bu konular çerçevesinde neler söyleyeceksiniz?
Bence, öncelikle şunu sormak daha iyi olurdu: “Durup dururken bu Türklük nereden çıktı? ” Yani, “Ne lüzumu var, niye ‘Türk’ diye bir şey çıktı ortaya? ” ya da “Bu İsmet Özel, niye bu Türk lafını ısrarla kullanıyor? ” Bunu açıklığa kavuşturmalıyız. Temel mesele aslında Türklük meselesi değil, Türkiye’nin bir geleceği olup olmadığı meselesidir. Türkiye bugün şikayet ettiğimiz şeylerin odağı olmanın da ötesinde benzersiz bir başarının temsilcisi bir ülke olacak mı? Ve dünyanın bugüne kadarki akışı dönüşecek mi? Böyle bir soru sorduğumuz zaman “evet” diyenler ve “hayır” diyenler diye insanları ayırmamız lâzım. Bazı insanlar diyecekler ki “Saçmalamayı bırak. Dünya belli bir akış içindedir; bunun nereye gideceğini kestirebiliriz ya da kestiremeyiz ama bu akış böyle devam eder. Yeni bir dünya kavramı, yeni bir yapılanma, farklı bir yaşama anlayışı ile karşılaşılmayacaktır.” Çoğu kimse, telaffuz etmese bile lisan-ı hal ile böyle söylüyor. İnsanların çoğu, dünyanın, şimdiye kadar nasıl değişime uğradıysa, bu istikamette bir değişimi idrak edeceği fikrindedirler. Bazı insanlar ise “Hiç de böyle olmayabilir, eğer insan kendine bir çekidüzen verirse, bu aynı zamanda çekidüzen verilmiş yeni bir hayat, çekidüzen verilmiş yeni bir dünya demektir. Biz kavrayış bakımından da, yaşayış bakımından da farklı, yeni ve şimdikine tercih edeceğimiz bir dünyanın mimarları olabiliriz.” diye düşünebilir. Bunu Türkiye için düşünün, deyin ki “Türkiye bir şekilde bir yerlere bugüne kadar gelmiş fakat bu mutlak bir belirleyicilik arzetmiyor. Türkiye yeni, şimdiye kadar olana göre daha olumlu ve tercih edilebilir bir yaşayış biçimine, düşünüş biçimine, davranış biçimine ulaşabilir. Hem yaşama alanı ve çevresi olarak, hem yaşama biçimi ve ilişkisi olarak yepyeni, üst düzeyde, değer verilebilecek hayat Türkiye içinde geçerli olabilir.” Var mı böyle söyleyen insanlar? Varsayıyoruz ki var. Yani bazı insanlar ya da birkaç kişi diyor ki “Türkiye şimdikinden çok daha iyi ve olumlu bir duruma gelebilir.” Bu iyi, olumlu, değerli ve uğruna birtakım sıkıntılara katlanılmasının değdiği durumu kim ortaya çıkaracak? Ama önce olabilir mi, olamaz mı buna bakacağız. Eğer Türkiye şimdikinden daha iyi bir Türkiye olacaksa, bu Türkiye’nin kurucuları lâzım. Bu kurucuların ancak Türkler olabileceğini düşünüyoruz. Türk’ü ve Türklüğü vurgulamamızın nedeni bu. Benim Türk meselesini vurgulamamla, Türk’ün ne olduğunu açıklamam eşzamanlıdır. Şimdiye kadar Türkiye’de Türk kelimesine Avrupa’dan telkin edilmiş yaklaşımlar çerçevesinde anlam verildi. Ben, özellikle diyorum ki, “Türkiye Türk’ü yapmıştır, Türk Türkiye’yi yapmıştır.” Eğer bir Türk varsa, Türkiyeli biridir. Eğer bir Türkiye varsa bu Türk’ün yaptığı bir yerdir. İyi ya da kötü. Trabzon’a ve Van’a “Burası Türkiye” diyorsan, oraların Türklerin yaptıkları yerler olması lâzımdır. Ama “Hayır, burası Pontus’tur” ya da “Burası Armenia’dır” dediğin zaman o zaman tabii ki “Türkler Pontus’u yaptı”, “Türkler Armenia’yı yaptı” denemez.
Levent Gültekin: İran’daki Müslümanlar dünyanın yeni bir şekil almasına niyetlendiği zaman ne olacak? Onların bir Türkiye’si yok, onlar Türk değil?
Türkiye’de bir dönüşümün gerçekleştirilmesi söz konusuysa, bunu yapabilecek ajanın -ajan, memur demektir- Türk olabileceğini düşünüyorum. Başka bir şey olamaz. İyi bir Türkiye için bize Türk lâzım, bu bir. Dünyada her ülke kendi geleceğini, o ülkenin insanlarıyla kuracağına göre, İranlı da “Bize Fars lâzım”, Arap “Bize Arap lâzım” mı diyecek? Arapların, İranlıların, Malezyalıların... kendilerini neyle açıkladıkları tekrar düşünülmeli. “Ben Arap’ım” diyen adam ve “Araplık, Arabistan’ı kurtarır” diyen adam ilk iş olarak İslam’la Araplığı birbirinden ayırır. Aynı şeyi Farslı da, Malezyalı da yapmak zorundadır. Nitekim bugün Arapçı olan Araplar, çocuklarına ‘Hind’ ismi koyuyorlar ve ben bunu Arapça öğreten kitapta gördüm. Yani Araplıkla, Arapçılıkla İslam düşmanlığı, ya da İslam’a olan uzaklık kolaylıkla aynı kategoriye giriveriyor. Araplık söz konusu olduğu zaman derhal Hıristiyan Araplar devreye giriyor. Türklüğü öne çıkardığında da eğer bunu, Avrupalıların telkin ettiği bir şekilde kabul edersen aynı sonucu verir. Yani “Ben Türk’üm” diyen adamın “Ben Müslüman değilim” demesinin mümkün olduğu şartlar doğar.
Selahattin Yusuf: Fakat Türkçülük akımına da Musevilerin katkısı var.
Musevilerin dünyadaki bütün milliyetçi hareketlere katkısı var, o ayrı.
Selahattin: Bizim Türklüğü revize ettiğimiz biçimde Araplar da kendi Araplığını revize edemezler mi, kendi ülkelerinin geleceği bakımından yani kimliklerini İslam’la bütünleştirip o şekilde sunarlarsa..
Sunabilirler mi, mesele burada. Mesele, bir yönüyle, dünyanın yeni bir biçim alması meselesi dedik; bir yönüyle de bunun belki yavrusu olarak Türkiye’nin iyi bir biçim alması. Dünyanın iyi biçim almasının bir gereği olarak Arapçılık’tan, Farsçılık’tan, ne bileyim, Latin Amerikacılık’tan, Çinhindicilik’ten bahsedilebilir mi? Yani bu, dünyanın yeni bir biçim alması bakımından elzem kabul edilen bir şey olabilir mi? Şöyle diyebilir miyiz mesela: “Arap toplumunun kendi kimliğini tanıyıp üstün bir duruma geçirmesi halinde bundan bütün dünya yararlanacaktır.” Bu, Arapların yararına bir şey olmanın da ötesinde..
Selahattin: ..dünyaya yeni bir ilham verecek..
..mi? Böyle olacağını söyleyebilir miyiz, yoksa tersi mi? Diyelim ki Almanlar, kapitalist düzeni daha geç işletebilmiş bir toplum olarak bir millî heyecana muhtaçtılar ve ona yöneldiler. Arap dünyası geri kaldı, bunlar da benzer şekilde bir millî heyecanla bu işin üstesinden gelebilirler mi? İşte böyle olursa eğer, başta söylediğimiz dünyanın akışını olumlamış ve bu akış içinde kendine yer arayan insanlardan bahsetmiş oluruz. Dünyanın değişmesinden bahsetmiş olmayız, tam tersine dünyanın bu gidişatının pekiştirilmesi, onaylanması, haklı ve yerinde bir şey olduğunun desteklenmesi anlamı çıkar buradan. Türk meselesini öne çıkarmakla, herhangi bir milliyeti öne çıkarmak arasında bu bakımdan tarihî bir fark var. Çünkü Türk dediğimiz şeyi, batı dünyasının hakimiyetinin sınırlandığı kültürde farkediyoruz.
Selahattin: Burada Türkçülükten farkı ortaya çıkmaya başlıyor.
Evet. Bize Türkiye’yle Türk’ün bağını kopararak Türklük öneren insanlar, aslında dünyanın gidişinin kuyruğuna Türkleri takmak isteyen insanlardır.
Murat Zelan: Dünya sisteminin peşine Türkleri takmak istiyorlar
Tabii. Onun bir parçası, manivelası, iyi işleyen bir kısmı kılmayı istiyorlar. Ama biz ne diyoruz? Türkiye Türk’ü yapmıştır, Türk Türkiye’yi yapmıştır. Bu tarihî bir vakıa olduğu kadar, tarihî bir iddiadır da aynı zamanda. Ya da iddia olmak zorundadır. İddia olmadığı zaman iflas edecek bir şeydir.
Menteş: Yani Türkiye mi iflas eder?
Hem Türkiye iflas eder, hem Türk iflas eder..
Selahattin: ..hem de dünya mı iflas eder?
Evet, yani dünyanın bundan çok şey kaybedeceğini düşünüyorum. Yeni bir dünya tasavvurunun mesela Marksist ‘utopyayla’ olan irtibatını sormalıyız. Marksizm, Aydınlanma düşüncesinden, XVIII. yüzyıl ilerlemeci ve evrimci anlayışından köklü bir şekilde etkilenerek dünyanın basitten bileşiğe, ilkelden gelişmişe doğru bir süreç yaşadığını savunur. Ve bu manada Marx ve Engels, burjuvazinin o güne kadar gelmiş en devrimci sınıf olduğunu iddia ederler. Türklük meselesiyle Marksizm’in temelde ayrıldığı yer burasıdır. Biz diyoruz ki, Türk, kapitalizmin sindiremediği bir şeydir. Belki yuttu fakat demir leblebi gibi hâlâ midesine oturmuş durumda. Bu yüzden de Türk’ten doğacak bir gelişme alanı bütün dünyaya şifa dağıtabilir. Nasıl olur? Türkiye ve Türkler, dünyaya sosyolojik izahlarla şimdiye kadar zihinlerde aydınlığa kavuşmuş millet anlayışının dışında bir milleti ve bu milletin neler yaptığını gösterebilirler.
Menteş: Türklük vurgusu, yazılarınızda üç yıldır ağırlık kazandı, fakat öteden beri böyle bir telakkiye sahiptiniz sanki?
Tabii, tabii.
Selahattin: Bir şey mi oldu da Türklüğe vurgu yapmaya başladınız?
Yani dünya ölçüsünde İslami düşüncenin ve hissiyatın manipüle edildiği kesin..
Selahattin: Türkiye’de de manipüle edildiğini mi düşünüyorsunuz?
Türkiye’de de manipüle edildi. Bugünkü hale bakın. İnsanların derdinin İslamiyet olup olmadığını bugün anlıyoruz işte. Şu anda insanlar nelerle uğraşıyorlar, neyin peşindeler? Şimdi İslam’ı geri plana iterek siyaset yapan insanlar siyasi şahsiyetlerini nasıl kazandılar? Bunu düşünürseniz, Türkiye’de ne kadar derin bir manipülasyon yaşandığını görürsünüz. Türkiye’de eğer İslamiyet bir kültürel değer kabul edilmiyorsa Türklükten de bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’de İslamiyet’in manipüle edilmesi, aslında Türklüğün de devre dışı bırakılmasının ilk tezahürü.
Selahattin: Biraz daha açar mısınız?
Türkiye’de İslami bir tavır gerçekten kendi esaslarına sadık kalarak mesafe kat ederse, bunun varacağı yer Türkiye’de bir insan tipinin etki gücünün arttığı yerdir. Biz zaten Türk lafını, işte o etki gücü artmış olan insan dolayısıyla konuşuyoruz.
Türkiye’de İslamiyet’in öne çıkması, ortaya bir Türk’ün çıkması anlamına gelir. Neden? Bu ülke eğer kendi insanıyla bir gelecek elde edecekse, ona artık ayrıca ad koymamıza gerek yok, ona Türk diyebiliriz. Ama tersiyse, bu ülke varlığıyla yozlaşan, çözülen, değerden düşen, ahlaki zaafa uğrayan bir ülke ise, o zaman bana hiçkimse Türk kelimesinin gerekli olduğundan bahsedemez. O zaman etnik farklar hemen öne çıkar. “Ben zaten Türk değilim, Arnavut’um, ” der adam “bu pislikle benim ne alakam var? Biz böyle şeyler yapmayız, biz bu durumda değiliz.”
Menteş: Bu da aynı zamanda siyasi bir..
..Plana çok güzel malzeme olur.
Menteş: Ümmet mefhumuna değiniyor okurlarımız..
Yani ümmeti terkedip millete mi dönüyorsun? Aslında etimolojik olarak biliyorsunuz ümmetle millet aynı şeydir. Biz Türk’ten bahsediyoruz. Okuyucularımdan birisi bana bir mektup yazdı. Babaannesi ekranda bazı Müslüman gruplar gördüğü zaman “Türk mü bu kızım, Türk mü? ” dermiş. O da ona izah etmeye çalışırmış “Hayır, bunlar Faslı, bunlar şu, şunlar bu..” diye. Benim yazılarımdan sonra, diyelim ki Malezyalılar ekranda belirdiği zaman babaannesi “Türk mü kızım bunlar? ” deyince “Evet, Türk, babaanne” demeye başlamış. Çünkü İslami endişelerin doğurduğu hareketler Türklükten koparılamaz.