Ne arabesk kaldı ne arabesk ahlakının vücut bulduğu eski aşıklar.. Ne erkeklerin cebinde çakı kaldı, ne geyik resimli halılar duvarlarda, ne portakal sandıkları, ne ayakkabının topuğuna basan abiler.. Ne İdris kaldı ne Lanetli Sınıf.. Bari laneti kalaydı, o bile kalmadı..
İdris Özyol ve çıldırdığı zamanlarda yazdığı metinlerden.
Ben haketmedim bu aşkı. Siz bu aşkı haketmediniz. Bırakıp düşmanı savaş meydanında ve hatta bir avuç silah arkadaşınızı dahi bırakıp orada dev bir orduya karşı, dişi bir yüreğe kaçacaksınız ha? Düşman dağların ardında silahlarını yağlarken ve uçan kuşu hedef yaparken zulmüne, esrara, zülüfe, şiire, güle ve bülbüle sığınacaksınız öyle mi?
Öyle mi erkek kardeşlerim? Öyle mi kız kardeşlerim? Ne kadar güvendik oysa size. Ben kendime ne kadar güvendim. İstanbul'un ortaya yerinde dolaşırken ne zaman aklıma Malatya gelse, ayak parmaklarımın ucunda yükselip yükselip ufku seyrettim. Ve binlerce inançlı adam ve dahi kadın ve dahi deli beden, avuçlarını kalplerinin üzerinde biriktirip sökmeye hazırlandılar. Söküp atmaya hazırlandılar patlayacak bir sesin, bir çığlığın, bir kahkahanın gösterdiği yöne doğru. Atını çatlata çatlata koşturan bir adam bekledik.
Bir adam bekledik Kayseri'den, Sivas'tan, Diyarbakır'dan, Konya'dan, Bursa'dan. Fakat, ardına taktığı uyuz eşekle birlikte sürüklenen sünepe, miskin ve düşkün adamlar yenilgi haberleri getirdiler sadece. Ve arsız arsız bakıp yüzümüze; 'Çeçenistan ne olacak? ' diye sordular. Ulan, bin taneniz bir Çeçen etmiyorsunuz; neyi sormaktasın? Ulan, bak etrafına ve gördüğün şeylerden hangisini haketti o korkak kalbin; söyle? Sen kimsin be, sen kimsin? Bırak şu aşk işlerini de önce ismini hatırla! İsimsiz bir aşk, renksiz bir aşk, kokusuz bir aşk, ateşsiz bir aşk, sıvı bir aşk nasıl yarışabilir Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı ile?
Yarışamıyorsunuz. Koşamıyorsunuz. Sizi gördüm atlarınızdan düşerken. Sizi gördüm kapaklanmış vaziyette düşmanın önünde. Sizi gördüm, tenhalara pusmuş, ürkek, iğreti. Hangi hakla, yiğit kızlarımızdan birini de tutarak kolundan, ruhundaki şarap mahzenine sürükleyeceksin sen? Senin 'aşk' dediğin, zayıf, titrek, hastalıklı, sancılı bir kaç kelime, bir kaç fotoğraftan başka nedir ki? Nasıl bir 'aşk'ı olabilir korkak bir askerin, korkak bir mücahidin, korkak bir devrimcinin? Dövüşürken kara aslanlar, kara alınlar, kara kaslar dev ordulara karşı, bine bir, tanka saban bir oranla zaferler yazarken göğüslerine, sen burda, geride, arka planda, kızlarımızla gözgöze geleceksin ha? Utanmadan, sıkılmadan uzanacaksın bir kalbe? Utanmadan sıkılmadan uzanacaksın bir sarı zülüfe, bir göz ucuna?
Bir korkağın aşkı nedir ki? Nedir ki aşkı bir hainin? Annesinin dizi dibinde titreyen bir süt çocuğunun yüreği ne kadar büyüyebilir? Ne kadar dövüşebilir tosuncuklar? Siz bu aşkı haketmediniz. Ve yok bundan sonra beyaz duvarlara kırmızı harflerle ilan-ı aşk yazıları döktürmek. Ne zaman ki zaferi, patlamış bir nar gibi çıkartıp koyar avuçlarımıza Malatya, ne zaman ki uzakları yakın eder Diyarbakır, ne zaman ki yarin nefesi kadar sıcak ve kanımızı kızıştıran müjdeler getirir Sivas, ne zaman ki Kayseri harbiden Kayseri olur; işte o zaman ben de pencerenizin altında durup aşk türküleri mırıldanacağım size bütün gecelerde. Ve siz kulağınızı kamaştıran türkülerimi havada yakalayıp, üfleyeceksiniz sevdiğinizi zülfüne. Bunu haketmiş olacaksınız. Hakettiğiniz gün gelin yanıma. Şimdilik küsüm sizinle. Konuşmuyorum. Ne kapıma, ne kapınıza!
lahmacundan nefret ederdi istanbullu. öyle yazılar çıkardı beyaz gazetelerde. arabesk aşağılanırdı. ön odada açıkça mozart, arka odada gizlice orhan gencebay dinlerdik. devrimcilerden nefret ederdi istanbul beyazları. ayyaşlardan da. köprüaltı diye bir yerimiz vardı. salaş. ucuz. tuvalet deliğinden bakınca deniz görünürdü.
aklımın erdiği günlerden itibaren özete devam. bizim hakim olduğumuz yerlerde ülkücü döverdik. ülkücülerin hakim olduğu yerlerde de bizi döverlerdi. 18 yaşında, yarın sabah devrim olacak diye inanmıştım. üniversitede her cumartesi günü dernek toplantısı olurdu. eksiksiz katılım. rejimi değiştireceğimize ve sosyalizmi kuracağımıza inanıyorduk. ben hayatımın sonraki dilimlerinde o kadar cesur ve o kadar inançlı olmadım. keşke o inancı yemeseydik./ İdris Özyol
Aklımın erdiği günden bugüne. İstanbul Beyazları 'Onuncu Yıl Marşı' söylemeye başladılar. Bakırköy'de Özgürlük Meydanı'nda subay eşlerinden dinlediğimde bu marşı, tüylerim diken diken oldu. Uğruna eza, cefa, işkence, baskı, hapis gördüğüm her şeye, ama her şeye düşman gördüm bu marşı. İstanbul beyazları başörtüsüne karşıydı, müslümanlara, tekkelere, kitaba... Lahmacuna, arabeske, taşra çocuklarına, beyaz çoraplı çocuklara, sevgilisiyle buluşmaya giderken ayakkabısını cami musluğunda yıkayan bizlere karşı bir düşmanlıktı bu./ İdris Özyol
şurada hayatı tarif edişin vardı gagasıydık kuşun birbirini tıklayan iki gaga şurada uzağa bakışın havayı aralayışın vardı sözlerine yer açmak için dinledim ağzından çıkan buğuyu / süt ister misin
sen konuşurken domates büyüttüm kırmızı baktım ellerin domatesi tanır gibiydi havaya yer açmak için seni dinleyişimi izledim bir süre çenem tarife uygun gemiler duruyordu ağzının içinde / süt ister misin
bir şeyler geziniyordu üç harfte A’da Ş’de ve K’de yaz üşümesi çimen bakışı bahçenin yeşil eldiveni harfleri sever gibiydin göğsüme yer açmak için masanın üstündeydi hep yüzün / süt ister misin
havayı tıkla: tarifler sınır hayata kelimeler mayın göğsümü nereye bıraktın masaya yer açmak için beni ağaçlar yönetiyor evet toprağın halleri evet düzelttim bir çiçeğe eğilişini / niye süt istemedin
'Bakmayın mavi gözlü olduğuma / ben Asyalıyım, Afrikalıyım' dedi şair; fakat biz baktık onun mavi gözlü oluşuna. Mavi gözlerine değil ha, mavi gözlü oluşuna baktık.
Çünkü şair bir reddiye döşenerek Allah vergisi gözlerine, bizim semte taşıdığını söylüyordu; ama bu iş göz rengiyle ilgili bir mesele değildi asla. O anlayamazdı bunu, ama biz bin yıllardır yediğimiz tokatlar sayesinde çok iyi öğrenmiştik üzerimize düşen gözlerden niyet okumayı.
Bir insanın ihaneti gözlerini, saçlarını, bıyıklarını,elbiselerini, çocukluğunu reddettiği gün başlar. Çünkü o yetiştiği paşa konaklarında çektiği can sıkıntısı, yürek daralmasının hışmıyla hayatının rotasını başka denizlere kaydırmıştır; fakat biz bir çırpıda söylemek gerekirse, sığ sularımızda tenha denizlerimizde süslü gemiler görmeyi sevmeyiz...
Bir mavna olduğunu iddia eden amiral gemilerine, ördek gibi davranan kuğulara ihtiyacımız yok bizim. Biz kimseden imdat istemedik. 'Gelin ve kurtarın bizi' demedik kimseye; fakat sürekli 'bakmayın mavi gözlü oluşuma' nidalarıyla bir takım adamlar dolaştı semtlerimizde.
Paşa konaklarında sıkılan canlarını, bizim sert ve imanlı günlerimizle renklendirmeye çalıştılar. Fakat biz değildik sevdikleri, korkumuz, gözlerimiz, Allah inancımız değildi. Onlar kendi kafalarındaki bir hayali, kendi kafalarındaki bir semti, kendi kafalarındaki bir ümidi, kendi kafalarındaki bir kavgayı sevdiler. Onlar kendilerini sevdiler aslında ve bizi sevgiye katık yaptılar.
Bir bahaneydi onlar için ve yıllarca yattıkları mahpushanelerin faturasını bize çıkartıp, yaşadıkları yenilgileri bizim cehaletimiz ve ihanetimizle açıkladılar.
Oysa biz çağırmamıştık onları ve herhangi bir söz vermemiştik arkalarından yürümek için. Saraylarda yaşadıkları iktidar kavgalarını meydan savaşlarına dökmeye niyetlendiklerinde, geldiler ve asker istediler bizden. Biz, hem halk için yürüdüğünü söyleyenler arkasında, hemde karşısında onların silahlarımız ve kara gözlerimizle dizildik ve kırdık kendi semtimizin çocuklarını, bilmediğimiz yerlerden gelen 'mavi gözlü adamların' emri ile.
Ve onlar meydanlardan zafer ya da ertelenmi bir zafer beklentisi ile ayrılırken, biz arkalarından ölülerimizi kaldırıp, diğer ordunun askerlerine bakıyorduk. Ve onlarda ölülerini kaldırırken bize bakıyordu ve hiçbirimiz neden savaştığımızı bilmiyorduk. Biz öldürdüğümüz komşumuzun azabıyla ve arkamıza aldığımız bir kan davasının dehşetiyle kıvranırken, onlar, bizi kayıtsızca cepheye sürenler, saraylarına dönüp bir sonraki maceranın planlarını hazırlamaya koyuldular.
Hazırlanan planları gösteripte fikrimizi soran olmadı hiç ve sonra yenildikleri her anın, gördükleri her cezanın, uzaklaştırıldıkları koltukların hesabını bizden sordular. Ve daha ölülerimizin toprağı kurumadan, bir başka paşa torunu düştü tozlu yollarımıza.
Yemin billah etti diğerlerine benzemediğini anlatmak için, fakat gördük ki bu da, 'mavi gözlü bir dev' diye anlatıyordu kendini konak salonlarında, saray odalarında. Bir cam gibi kırılgan kadınlara ilan-ı aşk yaparken devleşiyor ve o kadınlar gittiğinde, kalbindeki sızıyı bizim esmer ekmeklerimize ekliyordu.
Anlayın artık, biz kimsenin kırık kalplerine merhem değiliz. Kendi kavganızı kendiniz verin, kendi kadınlarınızı kendiniz sevin ve oyuncak kutunuzdaki misketler gibi her an çarpışmaya hazır eğlencelikler olarak görmeyin bizi. Gidin işinize ve hasımlarınızı kendi bileğinizdeki güç, anlınızdaki cesaretle bıçaklayın saray ücralarında.
Kendi kavganıza kendiniz asker, kendi aşkınıza kendiniz erkek, kendi şiirinize kendiniz kadın olun.
Artık karışmayın bize.
Tozlu yollarımızda yürümeyin ve gençlerimizi kandırmak için gözümüze baka baka 'mavi gözler'iniz için özür dilemeyin.
Nihat Genç, Mehmet Efe karışımı gibi..ama değil.. Lanetli Sınıf yazılarına başladığında ' kim bu yahu ' dedirtmişti de bana, yeni şafak gazatesini elime aldığım zaman ilk onu okur olmuştum o dönemlerde.. aykırı ama çokk derin..
Ey hayatın yağız çocukları... asi ruhlar... rüzgar ve güneş aksanlı serseriler... yetişin... bir bıçak kavgasının ortasında kaldık bugünlerde. façasını bozduğumuz züppeler, beyaz yumurta kafalı saray çocukları, sakin ve silahsız yakaladı sicilimizi. adam yaralama, hesaba çekme, mekan basma ve namus cinayeti türünden her biri kendi içinde fiyakalı suçlar işledik. ve her biri kendine ait ağır, tumturaklı, gotik ve bilumum egzantrik hiyerarşilerle işlenen bu suçlar alnımıza kaydedildi. asla vurmadık bir adamı arkadan ve düşürmedik pusuya bir yüreği. insanları sırtından vuranları ve pusuya düşürüp harcayanları sevmeyiz. sevmeyiz ve bir biçimde kıstırıp bir yerlerde, sorarız hesabını kalleşliğin.
İşte böyle oğlum, işte böyle! ağır ve her santimi düşünülmüş bir suçun evlatlarıyız biz. anlamakta zorluk çekeceğin ve belki asla sevmeyeceğin tuhaf bir ahlak anlayışı ve garip bir hikaye bırakacağız sana. suçun içinde yeşeren bir ahlak bu. insanlara dokunmamayı değil, bir garibe, bir korumasıza uzanan eli kırmayı öneren bir ahlak. muhasebesi karmaşık ve ayrıntılarını sadece sahibinin bildiği ve bilançosu, ağır hergelelerin kişisel tarihinde gizli bir ahlak. dışardan bakıldığında ürkütücü, haksız ve gaddar bir dünya bu ve evet hepimiz ağır suçların barbar yolcularıyız. ve evet hepimiz tuhaf bir adalet hissinin ve tanımsız bir doğruluk şiarının ardı sıra ömrümüzü tüketiriz. bir gün yaşlı, yorgun bir aslan gibi, tahammülsüz öksürükler içinde ve acaip üşüyerek ve duvarlarına lakabımızı kazıdığımız soğuk bir hücrede ve alnımızdaki yara izini hatırlayarak veda ederiz 'hukuk sistemi'ne.
sözkonusu ve tırnak içindeki hukuk bizim değildir oğlum. o hukuk, kahyasının küçük kızını köşkün tenha bir köşesinde kıstırıp namusuna el uzatan beyaz züppelerin hukukudur. ve o pislik abidesini yakalayıp, kirlettiği hayatların hesabını soran bizleri, o namus ve hayat ve halk düşmanının hukukuyla yargılarlar. ve büyük bir kısmı insanlığın yani yüzde doksandokuzu belki, yani hemen hemen hepsi tırnak içindeki hukuka bakarak karar verdikleri için, anlamak zordur bizim suçsuzluğumuzu. yani başka bir adalete sahip olmak ve hesabını bir insanın anında ve hemen orda, hiç ikiletmeden sormak suçtur beyaz züppelerin hukukunda. ve o züppe, altın yaldızlı hukuk, soytarıları asil, kahramanları köle diye tanımlar. ve yine o hukuktur ki güçlü olanı haklı, güçsüz olanı lanetli bulur. o hukuktur ki girmez asla mapusaneye ve fakat hücreleri yağız ve yiğit ve hesapsız delikanlılarla doldurur.
bu başkalarının hukukudur oğlum. her sabah rafadan yumurtası yatağına getirilenlerin ve sıcak terliklerini ayağına geçirerek puro içmeye inenlerin hukukudur bu. aldırma. bizi bu hukukun içinde tanıyamazsın oğlum. bu hukukun içinde biz eli kanlı, barbar, acımasız, ruhsuz caniler olarak görünürüz sana. sen bizim mahalleden sor adaleti, hukuku, bir adam öldürmeyi ve bir çocuk büyütmeyi. sen bizim mahalleden bak hayata oğlum. suçu ve cezayı anlayacaksın o zaman.
Bir Cemal Süreya dizesiyle kıvranıyor zihnim: 'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın.' Yıkıla yıkıla ağlayan adamlar gördüm ben ve o adamlara uzaktan bakmaya çalışan kadınlar. Yıkıla yıkıla ağlayan bir adamın yanına yaklaşmak tehlikelidir çünkü. Yaralı bir aslanı kimse tutamaz. Bütün aşklar yaralıdır biraz ve bütün yaralarda aşka ilişkin bir yan vardır. Avuçlarımızda biriken kanı yüzümüze sürerken, 'Bu ne biçim aşk? ' diye soracak birileri ve soğuk ve derin ve deli gözlerle bakacağız onlara. 'Neyin anlamı var ki zaten' demek istiyor canım ve belki bunda ilginç manalar buluyor ruhum. Kim bilir? Bir ayrılık şarkısı olmak isterdim ben, yağmurlu havalarda söylenen bir ayrılık şarkısı. 'Bu sabah yağmur var İstanbul'da! Gözlerim dolu dolu oluyor' gibi bir şey olmak isterdim. Böyle bir şey olmama izin vermeyenlerden nefret ediyorum şimdi. Kim ki beni hayatının önemli bir yerine koyarsa, fena halde yanılmış olur. Hiçbir yerde durmayı sevmediğimi söylemiş olayım önce. Kalpler karşısında küçüğüm ben. Ve yalancı ve barbar ve kaba ve sertim. Kırdığım hayatlar yüzünden çoktan hak ettim idamı. Bir sokak arasında kıstırıp vursunlar beni. Çapraz ateşe tutulsun ihanetim ve fütursuzca girdiğim bahçelerden çaldığım elmalarla yakalayın beni. CEBİMDEN ALÇAKLIĞIM ÇIKSIN KİMLİK YERİNE. Kanlar içindeki suratıma bir tekme savurmayı ihmal etmeyin sakın. 'Bu ne biçim aşk? 'diye sorsun Barbaros Camii delikanlısı ve o kara çocuk sıksın ilk kurşunu. Gerisi gelir nasılsa...
Bak, ben burada kıvranıyorum. Ben burada, adını bile bilmediğim ve ilk kez işittiğim gezegenler arasında sıkışmış bir yeryüzü sakini olarak, uçması bile yasaklanmış bir kuş olarak, kahrolmaktayım. Ruhum dünyanın en kirli ruhudur belki. Saklamıyorum uzayan sakallarımı ve darmadağın saçlarımla çıkıyorum hayatın karşısına. Ey bana, aynalara karşı acımasız olmayı ve traş olurken yüzümü kesmeyi öğreten isim, gel ve kandan korkmadığımı gör. Kanamak hoşuma gidiyor benim. Bu nedir? Her soruya parmak kaldıranları vurun be! Vurun kendim tarif etmekte zorlananları. Bütün cevaplar karşısında küçüğüm ben ve küçücük bir soruya dahi yer yok kalbimde. Adımı soran orda kalır, bir adım geçemez öteye. Yok benim adım, gidin işinize. Şüphedeyim. Kahırdayım. Susuzluktayım. Nerden gelip bu çöl kokusu, yerleşti düşlerime? Yeryüzü niye bu kadar geniş ve niye bu kadar dar bize açılan odalar? Allah'ım beni affet!
'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın' diye bağırıyorum. Bağırmayı hak ettim. Ödedim bedelini ayaklarımın ve onların üzerinde sağlam durma hakkım kazandım. Fakat cebimdeki elmalar karşılıksız ve onları koparttığım dallar ağlıyor geride. Ben birilerini ağlattım anne.BEN ISLAK YASTIKLARA GÖMDÜM GÜZEL YÜZLERİ. Beni affetmesinler isterim. Parmaklarımdaki zinciri sallayarak önünden geçtiğim pencereler affetmesin beni. Yaslandığım apartman kapıları ve çaldığım ıslıklar beni affetmesin. Kırdığım hayatlar rüyama girsin hep ve yapışsın boğazıma
Meydanların orta yerinde yaktığımız bir kamyon lastiği kadar olamadın be yüreğim. 'Kopartıp at' diyorum acıyan yerlerini. Bu işler sana ağır, bu işler sana yabancı ve inadına gereksiz 'bu aşk.' Döndür kendini güneşe, yeryüzüne doğru uzat ayaklarını ve sakin ve mağrur ve kendin olarak bak dağlara, denizlere, insana. Ve insana bakmak bir tür dua olsun gözlerinde, bir tür yakarış olsun ettiğin her cümle, kullandığın her kelime. Uşakların ruhundaki çamur ve efendilerin eteğindeki adi renk bulaşmasın sesine. Kendi sesinle sev hayatı ve okşa yediğin her ekmeği, içtiğin her damla suyu. Besmele yerine geçer aşıkların 'ah'ı. Ah, ihanetine sürgün edildiğim kavga. Ah, kavgasına sürgün edildiğim ihanet. Anadolu'yu sever gibi sev beni. Bir köyü anımsar gibi anımsa, bir ilçeyi tanır gibi tanı. Ve uzak yerlerinden yurdumun ve bana en yakın sokaklarından ayrı ayrı seslen ve sesindeki uzaklık ve sesindeki yakınlık imtihanım olsun. Ve kalbimin yağıyla tutuşsun gece.
Kalbimin yağıyla tutuşsun gece. Aklım yansın orada. İnsafım yansın. Bu hayata verdiğimiz bütün anlamlar yansın ve sadece kemiklerimden tanıyın üstüne doğduğum toprakları. Ve sadece kemiklerimden tanıyın 'onursuz' kalmanın ne demek olduğunu. Ve ateş beklerken orda ruhlarımızı, dalıp gittiğimiz dünya zevklerini ve bir isyanı nasıl sattığımızı anlatsın size kaburga kemiğim. Kemiklerimiz bile öğrendi konuşmayı ve artık kalp taşımayanlar arasında aldık yerimizi. Kapkara bir kavga ve kapkara bir bilinç olarak duruyorum burada. Ve kemiklerimi üst üste yığarak yürüyorum ve kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni.
Kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni. Daha büyük konuşan varsa çıksın ortaya. Çıksın ve savunsun kendini daha celali olan, daha eşkiya olan ve daha sert cümlelerin ateşiyle kavrulan. Çıksın ve boşaltsın şarjörünü kafama. Çıksın ve bir tekme savursun yollara döke döke geldiğim kemiklere. Çizdim üstünü adımın ve hiçbir harfle başlamıyor soyadım. Varsa bundan daha öte bir hain ve varsa bundan daha öte bir delilik, konuşsun şimdi. Ayağa kalksın itiraz ve her şeylerini toprağın en derin yerine gömenler yürüsün önüm sıra. Peşindeyim bütün asilerin ve peşindeyim bütün devrimlerin. Var mısınız aşkları da yakmaya?
Bize, 'İşte İstanbul' diye gösterdikleri bu işkembe, bu kenar mahalle, bu Esenler, bu Bağcılar, milyonlarca trajediyi her sabah konfeksiyon atölyelerine, getir götür işlerine, telefona bakılan ofislere, minibüs koltuklarına doğru akıtırken, bazen bir kara göz, bazen sahte bir sarışın saç çalınır gözlerime. Adı belki 'Avcılar Güzeli Y.,' belki 'Yenibosna Güzeli F.,' belki de bir başka mahallenin veremli kızı 'K.' olan bu gözler ve bu saçlar, ağır koşullarla ağır hayalleri harmanlayarak ve çoğu kez bu harmanın altında ezilerek, yorgun ve hüzünlü bakışlarla süzülüp giderler zihnimizin arşivine doğru. Bir minibüsün ön koltuğunda ya da tramvayın ortalarında bir yerlerde ya da halk otobüslerinin kapısına yakın duran bu kırılgan ve sanki gözlerimizin önünde eriyip yokolacakmışçasına hafif bu 'gecekondu güzelleri,' hep aynı şeyler düşünür, hep aynı şeylere ağlar ve hep aynı erkekleri severler. Yarımdır hayatları ve mutlu olma hakkı onlara en ufağından çay kaşıklarıyla sunulur. Dayaksız ve yalansız ve rahat ve düğmesine dokunduğun anda sıcak suyu akan bir dünya yoktur onlar için. Ve bedenleri her tür işgale, her tür zobalığa, her tür sömürüye ve her tür karanlığa açıktır. Ve tam da bunun tersine, akılları hinliğe kapatılmıştır. Pratik ve hamarat ve işe yarar olmak öğretilmiştir onlara; düşünmek ve kafa yormak yasaktır. Topuklarına basarak yürüyen erkeklere duydukları aşk gerçek, fakat onlara sunulan sevgi yarımdır. Onlar yarımdır ve kimse kılını kıpırdatmaz eksik bırakılmış çizgilerini biraz daha uzatmak için ve o çizgilerden bir ağaç, bir ev, bir bulut resmi çıkarmak için didinmez hayat. Ve günler ağır haberlerle gelir gecekondulara. Bilirsin ki, tramvayda gördüğün 'Yenibosna Güzeli,' az sonra yastığa gömerek sarı boyalı saçlarını hüngür hüngür ağlayacaktır ve her evde diğerlerinden gizlenen başka başka hayatlar vardır ve başka hayatlar içinde karışacaktır aklı 'F,'nin. Ve yine bilirsin ki, o kız ağlaya ağlaya ölürken, şehrin merkezinde bir yerlerde, sakallı adamlar ve gözlüklü kadınlar 'Asiye'nin kurtuluşu'nu tartışacaktır. Ne yalan!
Ey 'F.,' seni sevmeyenlerin kalbine tüküreyim ben. Bu yalan şehirlerin, iki yüzlü hayatların, pis renkli paraların, terleyen namussuzlukların, uzak ülkeler gibi karanlık vitrinlerin, bitirilemeyen okulların, yasaklanan sıraların, yoksulluğun ve yoksunluğun ve bütün bunların üzerine çöreklenen alçak yalanların adına 'hayat' diyorlar ve gözlerimizin içine arsızca bakarak, bir köpeğe mama verir gibi önümüze itekliyorlar hayatı. Bu hayatın içine tüküreyim 'F.,' bu hayatın içine tüküreyim. Yalan kumaşlardan yalan dünyalar biçerken bir konfeksiyoncu kız ve o bilmiş yalanlardan, hiçbir şeyi örtemeyen palavralar dikerken kara çocuk ve önüne konulan maskelere ütü basarken henüz 14 yaşındaki bir başka 'F.,' bu şehir nasıl uyuyabiliyor? Bu şehir ne adi bir beton ve metal yığınıdır ki, kalp diye alışveriş merkezleri taşır göğsünde ve o alışveriş merkezleri, o plazalar, o beyaz boyalı tezgâhlar her gün milyonlarca gecekondu hayalini yutar. Ve ağzında evirip çevirdiği posayı, hiç utanmadan ve bir an bile titretmeden yüreğini karanlık mahallelere doğru tükürür. 'F.' bir posadır beyaz kafa için. Ahh, 'F.'
Beyaz ofislere, atölyelere, fabrikalara ve adını anımsayamadığım tonlarca insan pazarına düş, yorgunluk ve emek taşıyan bu minibüsleri yakasım geliyor. Yakasım geliyor tramvayları, otobüsleri, Kadıköy vapurunu ve başka bilumum şeyi. Bizi hapseden, bizi kirleten, bizi döven, bizi yasaklayan, bizi okula almayan, bizi güzel mekânlara sokmayan kim varsa, ama kim varsa, hepsini yakmak isliyorum. Elimde bir kibrit çöpüyle yazıyorum bu satırları ve 'hadi kalk git' diyor kalbim, 'kalk ve Taksim'den başla yakmaya.' Çevir ve gözlerine bak meydandakilerin ve gözlerinde zerrece temiz yer bulamadığın bütün kafaları ateşe ver. Ateşe vermek istiyorum hayatı ve 'Yenibosna Güzeli' diye kandırılan o bakımsız kızı yanıma alarak çekip gitmek istiyorum buralardan. Çek git ve arkanda ağlayan kimse kalmasın. Öldür gözyaşlarını ve ekmek olarak kalbini götür yanında. Bir kalp eğer gerçekten 'kalp'se doyurabilir hayatı.
Sizi ateşe doğru koşmaya davet ediyorum bayan. Üstünden sürüldüğümüz toprakları ve saraylara rehin bıraktığımız kalplerimizi geri almalıyız.Geri almalıyız kulağımıza fısıldanan isimleri ve unutmamız için çırpındıkları zihinlerimizi, yoksul evlerde öğrendiğimiz alfabeyi, ceketlerimizin sökük uçlarını, kapılardan önümüzü iliklemeden girme cesaretini, umarsız tarihi, sarhoşluk bilgisini ve kötü vatandaş olma hakkını geri almalıyız. Sözümün, üstüne söz söyletme kimseye bayan.Silelim gözlerimizden işgalcilerin çığlıklarını ve yalanlarını onların kopartıp atalım kulaklarımızdan. Bütün yeryüzü ülkemizdir bizim ve kurtuluş bir zerdali gibi duruyor dünyanın bütün ağaçlarında. Dünyanın bütün ağaçları aşkımızın özgür topraklarını bekliyor. İnsana, halka, toprağa, havaya ve suya olan büyük aşkımızın topraklarım bekliyor hayat. Ve durmak yok birbirimizin cesaretine doğru sürdüğümüz atlara. Cesaret, ne bol sıfırlı bir çek, ne de üçyüz kilometre hızla sürülen son model arabadır. CESARET, SENİN ELLERİNDEN BENİM ELLERİME TAŞINAN ISI ve BENİM GÖZLERİMDEN SENİN GÖZLERİNE DOĞRU UÇAN NARİN BİR KELEBEKTİR. Kırılgan ve şeffaf olduğu için gereklidir cesaret ve cesur adımlarımızla şekillenir aşkımız.
Sizi kavgamın kenar mahallesine davet ediyorum bayan ve kavganızın kanatlarına kanatlarımı eklemek istiyorum. Uçmak özgürlük sevdalılarının işidir, özgürlük sevdalılarının işidir yüksek duvarların ardındaki bahçelerden meyve çalmak ve padişah çocuklarını ayartıp, onlan kavganın demir bir yumruğuna çevirmek bizim işimizdir. Beş parmağın beşi de birdir birbirimize uzattığımız elde ve tut kalbimi sıkmaktan dolayı terlemiş ellerimi, tut ve onlara dünyayı tanıt. Bütün topraklan, bütün ağaçlan, bütün çiçekleri, bütün hayvanları, bütün köyleri, bütün ışıkları, bütün sesleri tek tek tanıt ellerime. Ben aşkınızın militanıyım bayan. Çekip fünyesini kalbimin aramızdaki engellere doğru koşuyorum. Birazdan büyük bir patlamayla aydınlanacak gece ve o bir saniyelik aşk en uzun hayatlardan daha uzun kalacak yeryüzünde. Bana kutsallarım için Ölmeyi öğretiniz ve ben hiç sönmeyen bir ateşe avuçlarımızı uzatmanın güzelliğini haykırayım size. Bütün güzellikleri haykırayım ve sesim bir sarhoşun hiç ayılmak istemeyen gözleriyle tarif edilsin. Fakat hiç kimsenin tarif etmesine izin vermeyelim içimizdeki yanardağı.
Sizi aynı elmayı ısırmaya davet ediyorum bayan. Halkımızın bakışlarıyla kızaran o elmaya kalbimizin atışlarını da ekleyip dünyanın uçlarına doğru atmalıyız. Lübnanlı bir savaşçı avuçlarında sıkıp başka bir toprağa fırlatmalı özgürlüğün meyvesini. Etiyopyalı bir bebek bulmalı onu. Bütün bebeklerde çoğalmalı bizim aşkımız. Karanlık hedeflere doğru sıkılan silahların sesini tercih etmelisin 'seni seviyorum' cümlesinin yerine. Ve beni hatırlamak istersen bir Çeçen çocuğun gözlerine bakmalısın. Ben ve bütün kardeşlerim, bu 6 milyar kara çocuk, aynı hızla bakarız sevdiklerimizin gözüne. Hızıma hızınızı da katın bayan. Gölgesiz bir hayata inandık birlikte. İnandık birlikte ekmeğin ekmek, ateşin ateş, ölümün ölüm olduğuna. Ve Özgür bir ölüm fikriyle alevlendi hayat. Yeşeren herşeyi tutsak halkların koynunda sakladık ve bir devrimci annesinin cesaretiyle koruduk kalplerimizi. Koruduk kalplerimizi işgal ordularından ve devasa bir bayrak gibi dalgalandı çocuklarımız. Bana çocuklarımızı anlat ve hiç susma yüzlerini yüzüme ezberletirken.
Sizi beyaz sarayı yakmaya davet ediyorum bayan. Biz bir çift gövde olarak dünyanın her yerinden aynı anda yürüyebiliriz. Aynı anda aynı cümlelerin şiddetiyle sarsılabiliriz silahlarımızı temizlerken. Bilin ki silahlarınızı sevdim sizin ve tetikte bekleyen gözlerinizi. Siz uyurken başınızda nöbet tutmak istiyorum bayan. Karanlık pusulardan korumak istiyorum düşlerizi. Biz bir doğumun iki ucuyuz ve bir karanfil gibi büyüttük yüreğimizi. Bir karanfil hayata sevdalı. Bir karanfil özgür şarkılar için. Şarkılarınızda bana da yer açın ve daha da genişlesin avuçlarımdaki harita. Serip o haritayı yemek yediğimiz masaya savaş planlan yapalım birlikte. Aşk bir savaştır ve iki kişilik bir ordu bile yeter zafer kazanmaya. Beni zaferinize kabul edin bayan. Yaralarınıza yakın tutun beni ve bir kör kurşunu birlikte ısıralım. Aynı kurşunu bölüşmektir benim aşkım. Cephanem bitince sizin kurşunlarınızla doldurayım tüfeğimi. Siz tüfeğinizi bir şehri yakmanın çılgınlığıyla doldurun. Koşalım bizden önce koşanların peşi sıra. Aşk bize yoldaş.
İki ucundan tutup biraz çekiştirsek, genişler mi hayat? 'Çıkarın bizi burdan' diye bağırıyor adam Ağır Roman'da. Çıkartırlar mı bizi burdan? Saçlarımızdan tutup sürükleyerek getirdikleri bu köle pazarında, bu kurtlar sofrasında, ağzımıza bir avuç su uzatacak babayiğit kaldı mı? Yeryüzü denilen bu muazzam genişliğin ortasında sürekli daralan, sürekli daraltan, sürekli kanayan ve sürekli kanatan bir eşkıya, bir asyalı, bir kara çocuk gibi oturup, hayata ve kendimize dair şeyler düşündük. Bir sonraki savaşı bekledik hep, bir önceki savaştan kurtulunca. Uzakta, şehir ışıklarının okuyla yaralı bir gece uzanıyordu ve ağlıyordu o gecenin çocukları. 'Bütün şehirlere lanet olsun' der gibi oturuyorduk, hayata ve kendimize ait düşüncelerin önünde. Şimdi ayağa kalkmak caiz mi? Şimdi yürümek ve yürümek ve yürümek sadece, hiç savaşmadan ve geçerek düşman orduların uzağından ve pusuya düşmeden ve dinlenmeden ve su içmeden, sadece ve sadece yürümek istiyor adam. Her adım, topraktan çekilen ve gökyüzünden inen bir şeyleri, bilmeyi ve anlamayı, saç tellerimizden ve ayak parmaklarımızdan alarak kalbimizde biriktirecek. Kalbimiz yeryüzüdür bizim ve yeryüzü kalbimizdir. Biz susarak ve susayarak öğrendik savaşmayı. Kılıcımızı sallarken Çit çıkmadı ağzımızdan. Sakin ve serin ve basit bir şeydi inançların için ölmek. Bir fikre, sevgilimize bağlandığımızdan daha ağır bağlandık ve aşktan daha öte bir şeydi kavga. Aşk bu yüzden anlamlı, kavga bu yüzden zordu zaten.
'Kül yanar mı? ' diye soruyor Müslüm Gürses. Kül yanar mı abiler? Ve ne dediğim anlamadığınız 'sol soslu' bir film. 'Su da yanar' diye çıkıyor ortaya. 'Müslüm Baba' daha derin, 'sol' alabildiğine sığ. Ve işle ortada soru: Su yanar mı? Biz yakmazsak hiçbir şey yanmaz abiler. Biz genişletmezsek genişlemez hayat. Kimse çıkartmaz bizi burdan, kalırız. Kül yanar Müslüm Baba, sen emret! Tutuşan ve sonra alevlerini göğe savurarak yanan her şeyin İçinde biz varız. Biz ki, birbirine tiksinmeden bakan tek kabileyiz. Her adamımız makbuldür ve makbulümüzdür bize bizden gelen her şey. Kardeşiyiz külün ve sadece biz en doğru isimleri koyarız hayata. Bize laktiğin bütün isimleri geri al 'beyaz adam.' Onlar soğuk, aşağılık ve senin gibi iğrenç kokuyorlar. Ve kokunu gizlemek için kullandığın tonlarca parfüm kirletiyor hayatımızı. Sen bir yalansın ve sen bir parfüm şişesinden ibaretsin sadece. Seni kırıp içindeki kokuyu dünyanın en tenha yerine boşaltacağız. Köpekler bile yaklaşmayacak oraya. O gün kül yanacak işte. Çatır çatır yanacak bu zulüm günleri.
Ağır sorular içinde kıvranan ağır bir aşkın cılız bedenleri olarak biz, yani iki uçurum, iki 'yenik insan,' iki sürgün, iki ayrık otu; dar ve geniş, sessiz ve gürültülü, korkak ve cesur, olanaksız ve mümkün bir şeyler denedik. Bir deneyin, kendini reddeden ve kendini parçalayan ve bütün deney tüplerini kıran iki şartıyız biz. Bulduğumuz formülü çatır çatır yırtarak ve bütün rakamları ve bütün şekilleri ve bütün sonuçlan tek tek unutarak, serin bir aşka doğru koştuk. Artık hiçbir şeye isim vermek yok. Hiçbir tanım affedemez bizi. Çünkü ağır izler bıraktık birbirimizin gözlerinde ve birbirimizin aklını kirlettik.
Yersiz ve yurtsuz kalplere dönüştük artık. Kimin göğüs kafesine soksan, orada atmaya devam edeceğiz sanki. Kim bu aşk? Ne bu adam? Nerede bu acı? Niçin bu kalp? Sorma artık, sorma. Biz deney tüplerini çoktan kırdık. Yüreğim gövdemden daha ağır. Bir haller oldu gördüklerimize. Eşya bitti. Nesne yok. Fenayız. Bütün tarifleri bir kenara atarak çıktığımız bu koşuda ipi, bizim dışımızdaki şeyler göğüsleyecek ve vardığımızda menzile, bir yere varmış olmanın bütün anlamı, bütün anlamını yitirmiş olacak. Bitecek baktığımız şeylerden gözlerimize geçen zulüm. Sözcüklerin şiddeti tükenecek. Ve bilmek, yani o tarifsiz çile, o tarifsiz yara, çekip gidecek zihnimizden. Çekip gidecek yıllar önce sırtımıza saplanan kurşun ve o kurşunu sıkanların, 'aşk' denilince katedilen harfleri kirleten hatırası. Bir adım katetmek yok bundan ileri ve bundan geri bir milim gerilemeyiz biz. Bastığımız yer kadarız ve bastığımız yer kadardır kalbimiz. Kalbini sıkı tut ve kır göğsündeki kemikleri. Kır be güzelim kendini, dünyanın bütün kuşları havalansın aklında. Dünyanın bütün denizleri aynı yerde toplansın. Dünyanın bütün koşuları menzilsiz kalsın. Biz bilelim ve her şey de bizimle birlikle bitsin. Çekilsin içimizdeki hava, içimizdeki bahçeler, içimizdeki renk. Ya kurut bu yaprakları, ya temelli git. Bir tek ağaç büyümesin artık buralarda. Bir tek çocuk ağlamasın. Bir tek pencere açılmasın sokağa. Kavuşmaktan kurtulalım ve hasret ırmaklarında sürüklensin sana fırlattığım yürek. Hiçbir şeye iyi bakma güzelim, kendine de iyi bakma. Hor davran sana öğrettiğim her şeye ve bana öğrettiğin her şeyi al içimden. Bu başka bir şey biliyorsun. Yok bir tarifi. Tarifi yok çekip gitmenin. Burda kalmak öldürecek bizi sadece. Bir tek bunu biliyoruz ve müsaadenle güzelim, bu bilgiyi de siliyorum hafızamdan. Artık yokuz
Bir gece sokaklara vuruyorum kendimi. Şehrin kalbine kalbine yürüyorum. Ve ayrı saatlerde belki, uykusuz, rahatsız ve kızgın bir sürü adam, bir sürü yürek, bir sürü isyan, orta yerine doğru koşuyor hayalin. Gül ve bülbül söylencelerinden sıkılmış, kenarda durmaktan yorulmuş ve incine incine içleri nasırlaşmış binlerce gövde, canhıraş çığlıklarla bir aynayı kırıyor. Aynalardan nefret ediyoruz ansızın.
Sanki aramızda bir söz dolaşmış, bir örgütçü gezinmiş, bir adam tek tek dolaşıp bütün kapıları herkesi uyandırmış gibi bir şey oluyor gecenin köründe. Gecenin köründe ansızın kalkıp ayağa Fatih Camii'ne atıyorum ruhumu. Ey Rabbim, niye uslanmıyor bu yürek? Bu kanama niye durmuyor? Şu duvar dibine büzülmüş garip, benden daha rahat şu an.
Ve onun ayağa kalkması, benim burada olmamdan daha anlamlı. Daha anlamlı ellerim, aklımdan. Avuçlarım, kaçıp giden bir şeyleri tutmakta mahir belki, ama onlar giderken küçücük oluyor zihnim ve gördüklerimi anlayamıyorum artık. Avuçlarımla erkek, aklımla bir sünepeyim. Aklım olmasa keşke. Aklım olmasa, beni kandırmaları da mümkün olmayacak bu yakası karanfilli riyakârların. Kulağıma fısıldadıkları şeyler, kafamın içindeki bir boşluğa çarpıp düşecek yere. Düşecek ve parçalanacak yalanlar. O yalanları çekip kabullenen bir mıknatıs olmayacak çünkü ruhumda. Rabbim, bu başkasının ruhu olabilir mı? Ben, yanlış bir rüyadan uyanmış yanlış bir adam olabilir miyim? Ey akıl, gel ve bunu açıkla ya da çek git hayatımdan.
Gözlerimi cebime tıkıştırıp, sokaklara vuruyorum kendimi bir gece. Bir gece ansızın yanmaya başlıyor saçlarım. Durduk yerde ve belki izahsız ve belki bütün izahları tüketen bir halle taşıyorum gövdemi bilmediğim bir yere. Hiçbir yeri bilmiyorum artık. Zaten gözlerimi kaldırdım yürürlükten. Gözlerimi, gittikçe meçhulleşen, gittikçe flulaşan ve eriyen bir hayalîn ardı sıra gönderdim. Gözlerim, derin ormanlarında zihnimin, bir hatırayı arayan iki adet köpek.
Kalan son kırıntıları da parçaiamak için koşuşup duruyorlar içimde. Rabbim, tutamıyorum bu hayvanları ben. Rabbim, bunlar beni de öldürecek. Başkasının kalbini taşıyorum ben muhtemelen. Ve geldi sahibi atardamarlarımın ve kanımı istiyor görünüp kaybolan bir siluet. Yüzüme dokunuyorum, yabancı geliyor. Göğsüm yabancı, ayaklarım yabancı, parmaklarım yabancı ve belki en garibi, aklım yabancı. Kim geçti benim yerime ve otuz küsur yıldır sürüklediğim adam nereye kayboldu ansızın? Rabbim bana bir çare...
Meğer bir adam saçlarından başlarmış yanmaya. Meğer her dua biraz daha yakarmış tenimi. Meğer her insanın ücramda başka bir insan yaşarış. Ve her insan başka bir insanda ölürüş meğer. Tevbe diye bir şey varmış ve pişmanlık en büyük yangınıymış ruhun. Yanıyorum Allahım, bu ne?
Niye, bu ülkede ve başka ülkelerinde yeryüzünün, birşey bilenler, birşey öğrenenler ve anlayanlar birşeyleri giderek zalimleşiyor? Bilgi niye kabalaştırıyor bazılarını? Ve bir miktar kitap okuyanlar, peşpeşe üç filozofun, dört romancının, beş şairin, altı film yönetmeninin ismini sektirmeden sayabilenler, başparmaklarını aşağıya eğerek niye eziyorlar cılız ve cahil bedenlerimizi? Niye bilgi bu kadar soysuz, anlamak bu kadar kökensiz, öğrenmek bu kadar zalim?
İki kitap okuyup üç şiir yazan adam, mesela Anadolu'ya burun kıvırmaya başlıyor buralarda. Taşra illerinden gelen davetleri bir sineği kovar gibi geri çeviriyor bu adamlar. Neyi var ki Anadolu'nun? Nesini beğenmiyorsun be adam? Nedir bu muhacir zekanın hikmeti? Nedir bu kökensiz kibir? Kimsin sen? Hangi hakla ve nasıl bir vicdanla küçümsüyorsun bizim o tuttuğunu sarmalayan sevgimizi? Tarkovski'yi tartışmak mıdır sana göre 'insan olmak'? Ya da dil felsefesi, göstergebilim, hermonitik hakkında iki lafı biraraya getirince 'tanrı' mı oluyorsun sen? Zavallı... zavallı muhacir... zavallı burun... zavallı aydın...
Öyle mütekebbir, öyle tepeden bakan birşey ki bu ülkede bilgiden, bilmekten anlaşılan, çıldırıyor insaf, çıldırıyor toprak, çıldırıyor bu satırların yazarı. Yine bu satırların yazarı, bilgelik diye birşey hatırlıyor, iman diye birşey hatırlıyor, 'bütün insanlar eşit doğar' diye birşey hatırlıyor, 'eşref-i mahlukattır insan' diye birşey hatırlıyor. Ve hatırladığımız bütün bu şeyler, pipo dumanından ibaret bir kafanın faşizmi altında eziliyor her gün. Kibrin deterjanıyla beyazlatıran bilgi, soysuz sopsuz teoriler, bir takım masaların, bir takım kulüplerin dışına atıyor insanlığı. Ve o 'beyaz bilgi', 'bizim toprağın adamları' arasında bile hızla yayılan o 'sarhoş kafa', yığınlara bakıp, oy verenlere, cami yapanlara bakıp, 'yoz', 'cahil', 'köylü', 'yobaz', 'geri bırakılmış', 'adam olmaz' gibi yaftaları peşpeşe sıralıyor. Bizi peşpeşe vuruyor ve hatta yetinmeyip cılız kafalarımıza sıktıkları kurşunlarla, başparmaklarını sağa sola oynatarak bir böcek gibi eziyorlar kimliğimizi. Mideleri bulanıyor bu 'sözde aydın'ların gözlerimize baktıkça. Yanlarına otursak burunlarını tutuyorlar ve bir dakka sonra yerlerini değiştiriyorlar tiksinerek. Bizden nefret ediyorlar ve isimlerini değiştiriyorlar iki yazı yazdıktan sonra. Biz bilmediğimiz şeylerin içinde kıvranırken, onlar canavarlaşıyor bildiklerinden ötürü. Esrar ve ceset dumanlarıyla yaşıyorlar mahzenlerinde. Mahzenlerini giderek derinleştirip steril yani insansız yani bizsin hale getiriyorlar. Bu ne küstahlıktır böyle? Bu ne biçim bir beyaz ki, bütün kirlilerden daha kirli? Bu ne yabanlık, ne yabancılık? Sizi devekuşları tekmelesin, e mi. Sizi kunduzlar parçalasın. Anadolu kadar taş düşsün kafanıza. Kağıt gibi ezilen beyinlerinizle hava atın bundan böyle. Sizi gidi bilgili cahiller sizi.
Bir gün ansızın, yüreğinin en eski köşesi, uzun yılların gerisine saklanmış bir yara, bir hayal, bir fotoğraf bütün dehşetiyle fırlayıp öne, seni saçlarından tutarak büyük girdaplara doğru çeker. Bir vakitler ağlayamadığın bir aşka, belki on yıl sonra, bugün, iki damla yaş düşürürsün. Bir demli çay, bir simit ve bunların yanına iliştirilmiş bir paket sigara, seni bir fotoğraf karesinin içinden çıkarıp, geçmişin sisli, flu ve insanın içini kanatan kaldırımlarına atar. Bütün şiirlerde kaldırımları, bütün kaldırımlarda bir büyük şiiri ararsın. Ve aslında aradığın her şeyin içinde itiraf edilmemiş, sende gizlenmiş, itinayla saklanmış bir aşkın silueti dolaşır. Bir bıçağa benzeyen bu siluet, kalbinde açtığı deliği, sarhoş salınımlarla, her gün biraz daha genişletir. On yıl mesela, her gün biraz daha derinleşir acı ve her gün biraz daha derine gömerek onu, yeni yeni umutların ardına düşersin. Her yeni, o eski resmi biraz daha büyütür sadece. Ellerinden, gözlerinden, gövdenden, hayallerinden, işinden gücünden daha büyük olan bu resmi bir gün hiç taşıyamaz hale gelirsin ve yara bütün şiddetiyle patlar.
Lanetli bir aşk bu. Dokunduğu her şeyi yakan, her şeyi kocaman bir girdabın içine doğru çeken, mor, şekilsiz ve her şekle giren bir aşk. Geride sadece kül, sadece kül ve sadece kül bırakan bir şey benim anlattığım. Aslında anlatmak filan değil bu. Aksine, hiçbir şeyi anlatamamanın kızgınlığıyla ve geçmişte bir yerlerde doğru cümleleri kurmayı becerememiş bir adamın öfkesiyle konuşuyorum şu an. Bir insan, hayatının en büyük tokatlarını kendisine atar. O tokatların izi, birilerinin attığı gibi suratta değil, ruhun derinliklerindedir. Ve ruh ağır ağır, sinsi sinsi ve kimseye belli etmeden kanar. İki ayağının üzerinde sağlam durduğu zannedilen bir adam, mesela bu satırların yazarı, bir pelteye dönmüştür aslında ve bütün kemikleri kırılmış bir çığlığı yürek diye peşinden sürükler. Yürek diye gösterdiği şey, eprimiş, berkitilmiş, incinmiş ve dünyanın en kalabalık otobanının ortasına atıldığı için otomobiller tarafından parça parça edilmiş bir kedi ölüsüdür. Bir kedi ölüsüdür aşk.
Beyninin arka odalarına kilitlediğin masum bir hatırayla hiçbir yere varamazsın.
Ne sen masumsun artık, ne de o hatıra. Birbirinizi eriterek ve tüketerek harflerinizi, okunaksız bir yazıya dönüşürsünüz. Okunaksız yazıları seviyorsun elbet, biliyorum. Herkesten sakladığın bir labirentte tek başına dolaşmak gibi bir şey bu. Işıksız, pusulasız, haritasız kalmak güzeldir bazen. Ve hep ışıksız, hep pusulasız, hep haritasız kalmak da. Belki bu yüzden sevmiyorsun aydınlıktan bahsedenleri, gelecek güzel günleri anlatanları, kılavuzları, kılavuz gemileri, rehberleri. Belki bu yüzden ölüyorsun sen. Sıkışıp iki şeyin arasına, bir hatırayla bir gerçekliğin arasına sıkışıp, kağıt gibi oluyorsun. Kağıt gibi bakıyorsun gidenlere. Yol kenarına kaldırılmış bir ölünün üzerine serilmiş bir kaç parça kağıt gibi. 'Ben seni unutmak için sevmedim' diyor şarkı ve bundan başka her şeyi unutuyorsun. Her şey bu.
Hukuksuz yüreklerin ve haydut zihinlerin konuşma vaktidir artık. Zifiri gecedir varlığım. Ve sabah denilen hayal bir aldatmadır, bir hiledir, bir tuzaktır. Hayallerimizi, kolumuzu keser gibi keserek gövdemizden, uzak bir kara parçasına attık. Oyalansın modern çağ masallarıyla New York şehri sakinleri ve güzel salonlarda güzel filmler seyretsin Parisliler. Londra'da dans başlasın, Brüksel'de pazar kavgası. Biz hayallerimizin yerine kocaman kara taşlar koyarak ve silme gece, silme soğuk, silme ateş bir halde hukuk kitaplarını yırtalım gelin. Görgü kurallarını ve nezaket cümlelerini ve hitabet sanatını ve oy verme gerekçelerini kıralım birlikte. Vaatleri ve vaatlerin ardındaki yalanları ve yalanların ardındaki ödlekleri ve ödleklerin ardındaki korku imparatorluğunu devirelim bugün. Dağların ve soğuk suların ve sularda yıkanan kavruk yüzlerin hatrına devirelim hem de. Ve sorduklarında bize, sağlam gerekçelerimiz olmasın onlara göre. Mantık başka türlü işlesin ve bizim mantığımızla doğsun güneş. Bizim izahlarımızla tutulsun ay. Biz koyalım adını ayrılıkların. İhanetlerin. Ve zaferlerin.
Sen savaşmayı bilirsin hukuksuz yürek. Bilirsin inandıkların uğruna ölmeyi. Potansiyel suçlusun zaten caddelerde kollarını savura savura yürürken. Bu şehir seni sevmez. Ve sen bu şehri kalın bağırsağına dek bilirsin. Senden sakındıkları, gizledikleri, esirgedikleri her şeyi, yakılacak ve yağmalanacak her şeyi bilirsin. Bilirsin Kureyş kervanlarının geçtiği yolları. Gözlenecek ve kesilecek yolları bilirsin. Bir namlu gibi düşünmeyi öğrettiler bize. Ve namluya mermi sürülür gibi yaşadık hayatlarımızı. Nice aşklara ve nice yıkımlara tetik düşürdük. Kapıları çekip çıkarken alnından vurulmuş birşeyler kaldı geride. Hukuksuz ve kayıtsız doğduk. Bize şah damarımızdan daha yakın olana iman ettik sadece ve gözümüzü kırpmadan vurduk şah damarımızı ve şah damarından vurduk önümüze uzattıkları anlaşma metinleri. Anlaşmak istemiyoruz biz. Silahlarımızı bırakmaya niyetimiz yok. Zaten silah bırakmak, yüreğimizi ve bedenimizi de orada bırakmak anlamına gelir. Biz yüreksiz yaşayamayız. Ve düşmanın göğsündeki boşluğa bakarak atarız zafer çığlıklarını. Damarlarında kan dolaşmayanlar ve gözlerini soğutmuş olanlar ihanet çemberinde, düşmanımızdır bizim. Ve teslim olmalarına bile izin vermeyiz onların. Çünkü her teslimiyet bizi de teslim alır biraz.
Ey hukuksuz dil! Zakkum yürek! Yaralı hayat! Kara umut! Kopart zincirlerini bugün ve dümdüz edilmiş şehirlerin üstünde yürü. Aç kapılarını mapusanelerin, fabrikaların, okulların. Bırak kendini özgür ve hesapsız ve kayıtsız ve şartsız bir dünyanın arefesine. Bayram ilan ediyorum senin iki ayağın üzerinde doğrulduğun günü ve bir bulut ağlarken geçiyorsun bıçakların imtihanından. Bıçaklar düzgün konuşur ve sadıktır bizim elimizde olduğu sürece. İhanet etmez çelik ve sırtından saplanmadığı sürece bir bedene, kabulümüzdür. Dilimiz ve sesimizdir meydanlara düpedüz çıkan ve meydanlarda dimdik duran çocuklar. Onlar ki bayrak yerine yüreklerini taşırlar. Onlar ki ülke diye isyanlarını gösterirler. Onlar ki isimsiz ve birbirlerine sade kelimelerle seslenen kara bedenlerdir ki, ölmeyi ve öldürmeyi doğdukları gün öğrenirler. Biz doğduğumuz gün öğreniriz aşkı ve durulmaz önümüzde bir şeye yürek düşürürsek. Masaya yumruk vurur gibi ilan-ı aşk ederiz ve gerekirse gideriz masaya aklımızı koyarak. Başkasının aklına yer yok hayatımızda. Başkasının sözcükleriyle konuşma bizimle. Dümdüz ve dolambaçsız ve dar ve alt yazısız konuş. Ölmeye gidiyoruz çünkü. Fazla vaktimiz yok seni dinlemeye. Ya sen de gel, ya ebediyyen sus!
senin en güzel yerin sensizliğin başka birine hazır oluşun aynalarda bir gün başka uyanırsam yanında ya sen gitmişsin ya ben kaldım işte o zaman beni otuz yıl öldür otuz yerimden sürgüne gönder
elbet ben nesiyim bu hayatın ben bu aşkın Semud kavmiyim ne zaman sana üşüsem ateşin icadı geri alınır kim kalır içimizdeki saat dursa İçimdeki saat başka bir gidişin olsa seni yaşamak beni öldürür beni öldürdü kendi aklım benim aklım kimin aklı sen neyimsin benim hiç bitmeyen
seni bana kalp diye koymuşlar beni sana bir gidiş hazırlığı gittin ışıklar yandı içimde ışıklar söndü içimde gittin seni gittim ben aynalara bakarken aynalar seni sürdü ben seni öldüm
yeşil kalbim benim sarıdan ve maviden oluşmayan yeşil kalbim rehin bıraktım üstüne kustuğum toprakları gözlediğim incirler yarım durdu orada bir su kendi çoğuluna aktı bir kadın vazgeçti doğumdan kalbim beni dövmüyor artık
gitmek en güzel halidir gövdemin bunu bilmek aykırı bir damar beynimde unuttuklarım yüzünden seviyorum seni çok düşündüm ve uyanıp attım yüzümü şimdi sen taşıyor olmalısın gözlerimi ne çok şey unutmuşum ben böyle kalbim kendi sınırlarına yabancı
hiç nar yemediğimi hatırlıyorum hatırladığım son şey bu sen öncesi sen öncesi sanki bir adım vardı benim sanki diye konuşunca dil küsüyor kendimden öte birşeyim oluyorsun kaybolsak gideceksin ve bir hayvan mesela ben yarasını dişleyecek gözlerinde kalbim basmayı unuttuğumuz zil
ben bir fotoğrafı oğul belledim cebimde bir delilik ötesi yok ve hangi sen alnımı indirsem hangi sokağı dönsem ilk apartman kayıtsız şartsız isminle başlıyor gitmeli burdan bir gidişe gitmeli kalbim kuduz bir köpek
Mihnet ile Ektirdiğim Gülleri, Vardın Gittin Bir Soysuza Yoldurdun
Biz geliyoruz beyaz kafa; Şehirlerin kenarlarından, sokakların diplerinden, meydanların ücrasından kalkarak ayağa ve saçlarımızı en deli rüzgarlarda savurarak. ve ağzımızda kıvrak şarkılarla ve bir gelincik tarlasında yuvarlanır gibi ve tepeden tırnağa bir ateş halinde, biz geliyoruz. Dünyayı daha fazla sevmeye, insanı daha fazla anlamaya, hayatı daha fazla korumaya dogru koşuyoruz. Biz uçan kuşun, parlayan çiçeğin, sıcak ekmeğin ve gürül gürül akan ırmakların aşkıyız. Ve o kuş, o çiçek, o ekmek, o ırmaklar gelip şehrin ortasına saplayacaklar bıçaklarını ve bıçaklar Fırat kıyısındaki koyuna dahi adalet isteyecek. Ve hak sularını bulandıranlar, nokta kadar bir yer bile bulamayacaklar kalplerindeki karanlığı, kafalarındaki hesabı, ciğerlerindeki fiyatı saklamaya. Onların gözlerinde, dünyanın en derin çukurlarını bulacağız ve onlara baktığımızda yosunlu bir taşı kaldırmış gibi olacağız yerinden. Böcekler kaçışacak onların yüreklerinde ve fakat en ufak bir yer bulamayacaklar içlerindeki solucanları gizlemeye. Biz bir karanfil tarlası gibi ilerlerken aydınlığa, onlar, altı böcek cehennemi taşlar gibi kaçışacaklar zifiri karanlığa. Fakat yeryüzünde hiç bir karanlık yoktur malûmumuz olmayan. Sıcak küvetlerinde ve pahalı parfümlerinin içinde bulacağız onları ve suratlarına devasa yangınları haykıracağız.
Biz geliyoruz beyaz kafa; milyonlarca insanın kanıyla girilen sarhoşlukların şerefine kurulan zafer taklarını yer ile yeksan edeceğiz. Yer ile yeksan edeceğiz kızlarımızı kir çukurlarına gömen, oğullarımızı inançsızlık sularında boğan, babalarımızı utanç duvarlarına köle eden fildişi kuleleri ve o kulelerde hazırlanan bütün hesapları. Yukarlardan bakıp bakıp kesilen ahkamları ve bizi forsalaştıran, aşksız ve karanfilsiz bırakan bütün hükümleri yer ile yeksan edeceğiz. Hazine dairelerinize dalıp, gözünüzden bile sakladığınız altınları avuç avuç savurarak kocaman kahkahalar atacağız. Ufacık da olsa bir çöp kurtarmak için didinen beyaz bedeninize sarılıp dans edeceğiz sizinle. Siz kenar mahalle çocuklarından üttüğünüz bilyeleri kaybetmenin şokuyla delirirken, biz sizin deli gözlerinize bakıp şarkılar söyleyeceğiz. Mutfaklarınızı yağmalayacak ve kilerlerinizdeki etle bütün şehri doyuracağız. Canınıza ve mahreminize halel gelmeyecek ama ümüğümüzden kopardığımız her lokmayı geri isteyecegiz. Ve dev ateşler yakıp şehrin ortasında, göğü aydınlatan yalımlarla güreşeceğiz.
Biz geliyoruz beyaz kafa; uzamış sakallarımız ve dünyanın en güzel hayvanına benzeyen gözlerimizle geliyoruz. 'İşte karanlık' diye işaretleyip, keskin nişancılara hedef kıldığınız kalplerimizi söküp avuçlarımıza aldık. Alnımızı esmer buğdaylar hışırtısıyla yıkayıp, saçlarımızı sabah namazlarına savurduk. Sen fildişi kulelerde havyara, kuşkonmaza ve lakerdaya uzanırken, biz aczin ve yokluğun içinde kocaman aşklar körükledik ve o aşklardan demir gibi çocuklar edindik. O çocuklar ki meydanlara bir vaha serinliğiyle girip, ince kumaştan mendiller gibi dolaşacaklar. O çocuklar ki arkalarına konakları alıp hatıra resimleri çektirecekler şehrin her yerinde. Şehir, surlarına bayrak diktikten sonra sırtı sıvazlanıp köyüne geri gönderilen Ulubatlı Hasanlar'ın olacak. Şehri, örselendikçe kokusu güzelleşen bir gül gibi cebimize koyacağız. Ve akşamları evimize götüreceğiz gülü. Masamıza yerleştirip önünde sade yemekler yiyecegiz. Büyüyen çocuklarımızdan arta kalan elbiseler giydireceğiz ona. Odalarımızda büyüyüp bizim gibi kokacak. şehir bizim olacak, biz şehrin.
Yak kendini. bir kandil gibi titrek titrek değil ama dev bir şehir gibi yak. new york gibi, paris gibi, istanbul gibi yak kendini. yalımları göğe ulaşsın kalbinden, beyninden ve saçlarından yükselen ateşin. kıpkırmızı bir ateş topu gibi yürü üstüne hayatın. üretilen ve paketlenen ve kirli ve temiz ve iyi ve kötü ve çirkin herşeyin üzerine yürü. tutunduğun bütün dalları ve sana yasaklanan ormanları yak. sherwoodu yak, robin hoodu ve diğerlerini ve bizimkileri ve sizinkileri ve ergenekonu ve endülüsü ve bu sabun kokulu tarihi ve veliaht ölülerini ve kazanılmış bütün zaferleri yak.
yak kendini ve tutuşan saçlarından çıkan alevler yutsun bütün yalanları, bütün hayalleri ve bütün masalları. kopar zincirlerini ve YAK, YAK, YAK zinciri tadan kollarını, zincire teşne bedenini, ziniri düşleyen zihnini. ve ateşten bir zinciri tutarak uçlarından, koş dünyanın uçlarına, ücrasına yeryüzünün ve göğün altında ne varsa bize benzeyen ve benzemeyen ve dost ve düşman ne varsa göğün altında tutuştur gitsin. dev ve kıyamet sesli alevlerle yansın bedenin, aklın yansın, insafın yansın. acıma, hiç ama hiç acıma tutuşan avuçlarına ve dokunduğun herşeye bulaştır kucakladığın ateşi. olimpos dağından indir ve bölüştür ve paylaştır ve yay yeryüzünün her santimine bizden esirgenen kıvılcımları. efesin tapınaklarını yak önce, babilin kulelerini ve ehramlarını mısırın ve bütün firavunları ve firavun köpeklerinive köle tacirlerini ve gülkokulu cariyeleri ve ardından yürüdüğümüz şatafatlı komutanları ve atlarını onların ve mızraklarını yak.
yak kendini. cayır cayır yanan bir barbar ordusu gibi dayan şehrin kapılarına. avrupaya, asyaya, amerikaya dayan ve kır önünde açılmayan bütün kapıları, eğilmeyen kolları. YAK, YAK, YAK, sana söylenen, anlatılan ve iletilen herşeyi yak.kristof kolombun amerikayı keşfini, napolyonun mısıra girişini, istanbula taşınan ganimetleri, endülüsü terkeden müslüman orduları, roma önlerinden dönen attilayı yak. bütün devrimleri, karşı devrimleri, akınları, akıncıları yak.ulaşsın heryere ve herşeye göğsünden kopan ateş dilimleri ve yakılan tarihe, yanan bugüne ve yakılacak yarınlara değdir. çoğalt ateşi, körükle, yay. köroğlunun babasının gözlerine çekilen mili kapıp celladın avuçlarından, dağla efendilerin, beylerin, kralların, firavunların gözbebeklerini. birbirine benzeyen ve içinde zulümlerin raksettiği,yurtsuzların tepelendiği, kölelerin dövüldüğü o kimsesiz göbebeklerini dağla dönme asla geriye ve sen de yan, kül ol ve kül et kavmini. kimseye kalmasın bu devasa ateş ve kimse yangın yerlerine konaklar kuramasın bundan sonra.
'Rezil olma hakkımı kullanıyorum, beyaz çorap giyme ve halk otobüslerinde yolculuk etme hakkımı. 'yoz' diye bir köşeye attığınız ne kadar müzik varsa dinleyeceğim hepsini ve Mülüm Gürses konserlerine cebimde jiletle gireceğim. simit yiyeceğim ve lahmacun ve kebap ve isot biberi yiyeceğim ve ayran içeceğim bunların üstüne. korktuğunuz partilere oy vereceğim ve sonra o partileri pat diye bırakıp başka partileri deneyecek keyfimin kahyası. günün en civcivli saatlerinde uzanıp uyuyacağım parklarda ve topuğunu ezdiğim ayakkabı cesetleri yattığım bankların ucuna düşecek. terleyeceğim ve hayatının en uzun koşusuna çıkmış bir at gibi kokacak vücudum. cicili bicili sözleri, ince iltifatları tutmayacak aklım ve ilk kez gördüğüm birşey gibi bakacağım bana 'beyefendi' diyenlerin suratına. adımla çağırın beni, sadece babamın kulağıma okuduğu isimle.
saçmalama hakkımı kullanıyorum kaldırımlarda bir meczup gibi dolaşma ve otobüslerde arkaya doğru gitmeme hakkımı. vitrinlerinizin önünden, cicilerinizin, modalarınızın, ve kokulu sabunlarınızın önünden en kayıtsız halimle geçeceğim. bana hiçbir şey satamayacaksınız ve ben size hiçbir şey satmayacağım. sigortasız, pasaportsuz, ehliyetsiz dolaşacağım ve korkacaksınız gözlerime bakmaya. (bu yazıyı okurken bile ürperdiniz!) gözlerim üzerinize toprak atmaya hazırlanan bir mezarcının kıllı elleridir çünkü. korkacaksınız ve ben fütursuz yürürken yollarınızda siz kenara çekileceksiniz hep. sizin göreviniz, sizin gibi olmayanlardan korkmaktır. korkun bizden; biz öcüyüz beyzade ve beyaz semtlere kıstırdığımız her seçkin beyaz kafaya 'pöhhh! ' deme hakkımızı kullanıyoruz. pöhhh! acaip kotkuyorsunuz ve fakat bitirdiğiniz okullar tutamıyor elinizden, çalıştığınız temiz işler saçlarınızı okşayamıyor, sakinleştiremiyor sizi yaşadığınız o 'bal dök yala' evleriniz. ne aciz kadınlarınız var sizin, ne kadar çıtkırıldım ve ne kadar kompleksli. (zayıflama seanslarından, güzellik salonlarında bulursunuz hep onları) avutamıyorlar sizi ve ağlayamıyorsunuz yanlarında. oysa erkekler ağlar beyzade, erkekler ağladıkça yiğitleşir ve daha iyi savaşır gözünde yaş olanlar.
serserilik hakkımı kullanıyorum, çatalla kaşığı biribirni karıştırma ve yemeğe parmaklarımla uzanma hakkımı. tanımadığım ve kapısından içeri alınmadığım ve gidip bir bardak çayını içemediğim yerlerden gelen faturaları ödemeyeceğim. ayakkabılarımı boyatmayacağım ve tükürerek bakacağım afişlere, lüks lokantalara, ve insansız otellere. neon ışıkları kaldırımlardaki su birikintilerine vuracak ve bıçaklanan bir kadının kanı karışacak aynı anda aynı suya.ve işte beyazların medeniyeti ve ben asla girmeyeceğim bu oyuna ve ben asla cafcaflı görüntülerine aldanmayacağım bu uygarlığın.bizi kandıramayacaksınız, bizi pazarınıza indirip suyu çekilmiş ıspanaklar gibi satamayacaksınız. adam olmayacağız, hizaya gelmeyeceğiz, ve uzatmayacağız boyunlarımızı uysal koyunlar gibi sizin imansız bıçaklarınıza. gidin burdan, cellatlarınızı ve katillerinizi de alıp gidin, kapılarınızda bekleyen köpekleri ve boynuna kurdele bağladığınız sümsük kedilerinizi de alarak gidin.
adam olmama hakkımı kullanıyorum, harfleri eciş bücüş yazma ve meclisin tavanına çiğ köfte atma hakkımı. dilime doğru iteklediğiniz bütün yabancı sözcükleri yanlış ve yersiz kullanacağım. karşınızda bacak bacak üstüne atarak konuşacak ve manasız şeylerden bahsedeceğim. cahil kalacağım ve ısrarla eğitmeyeceğim kendimi, inceltmeyeceğim ve ısrarla yanlış yapacağım bana ezberletmeye çalıştığınız herşeyi. ısrarla başka şekilde giyinip, başka şekilde büyüteceğim çocuklarımı. başka bir müzik dinleyip, başka düğünlerle evleneceğim. kulağınızın dibinde naralar atıp, evinizin önünde şarjör boşlatarak göndereceğim oğlumu askere. demokrasiyi yanlış anlayacağım ve ısrarla ve dilinize plesenk ettiğiniz her açıklama benim kapılarımdan içeri yanlış içeriklerle girecek. plastik çiçekleri ve kabe resimli duvar halılarını seveceğim ısrarla. ben adam olmayacağım ve unutacağım rakamlarınızı. her yanından kan damlayan kavramlarınız için, demeçleriniz ve istatistikleriniz için kılımı bile kıpırdatmayacağım. ben öcüyüm, ben tehditim ve sizden nefret ediyorum. ısrarla ve her gün yeniden ve usanmadan ve gülümseyerek ve içimdeki bıçakları okşayarak nefret ediyorum sizden.'
Bize İtalyan Usulü Sos Hazırlamayı Öğret Beyaz Oğlan
haberlerin içinden bir haber öylesine akıp gidiyor. sakin ve normal bir tarzda anlatıyor ntv'nin spikeri: 'x semtinde yeni bir diyet ve vejeteryan lokantası açıldı. yemekler italyan usulü hazırlanıyor. menüde her yemeğin içinde ne kadar yağ, ne kadar kolesterol bulunduğu belirtilmiş.' bu minval üzre akıp giden haberin sonunda lokantanın sahibi kahramanca açıklamalar yapıyor: ' kebap ve lahmacun kültürüne karşı mücadele veriyoruz.' mücadeleni sevsinler senin beyaz oğlan. cici çocuk, pembe yanak; KORU BİZİ KENDİ KÜLTÜRÜMÜZDEN; italyan mutfağını tattır bize; medeniyet öğret. yanık bağrımıza ve acılı kursağımıza italyan soslu bişeyler dök, fransızca azarla bizi, ingilizce döv.
bütün bunlar olurken ekranda hafızam bir yıl kadar öncesine gidiyor ve bir haberi çıkartıp koyuyor önüme: 'iranlı turist adana kebabı fazla kaçırınca öldü! ' işte biz buyuz beyaz oğlan. adana kebep yüzünden öleceğiz biz, lahmacun, mısır ekmeği, sırtı lacivert hamsi, alinazik ve şirden dolması yüzünden öleceğiz. kaşıkla çatalı yanlış tutacağız ve daha tadına bile bakmadan tuz dökeceğiz kuru fasulyeye. hadi gel beyaz çocuk, bize kebaptan nefret etmeyi öğret. hadi gel de bir dene, gözlerimize bakarak italyan sosu hazırlamayı. gel de, şu bizim kara, hem de kapkara semtlerimizde ekmek arası domates yiyen çocuklarımıza ve üzümü ekmeğe katık eden ihtiyarlara medeniyeti anlat. et yemenin zararlarından bahset bize. hadi gel beyaz oğlan, hadi gel...
ey arsızların medeniyeti, pişkinlerin kültürü, densizlerin uygarlığı, boğazımızdan çaldığınız zenginliklerle kurduğunuz şatolarda gözlerimize baka baka incelip gözlerimize baka baka çıldırıyorsunuz.aklınızı italyan usulü yiyip, vicdanınızı ingiliz stıli süpürüyorsunuz.siz orada abidik gubidik işlerle uğraşırken biz merdivenden düşen çocuklarımızı hastaneye bile götüremiyoruz burada. çaresizliğin, olanaksızlığın, yoksulluğun bütün halleriyle yuvarlandığımız bu hayat soya fasulyesini mideye indirdiğiniz masaların çaprazına kurulan televizyonlara malzeme kılınırken; pişkin, densiz, iğrenç gülüşünüzle kameraların karşısına geçip ' kebeba karşı açılan topyekun savaşt'an bahsediyorsunuz. siz kimsiniz be, siz kimsiniz? nasıl bir ülkede doğdunuz, hangi başkentleri başken bellediniz, hangi lisanla rüyalar gördünüz geceleri? hangi toprakların yamyamısınız siz? hangi ülkelerin işbirlikçisi, hangi kültürlerin taklitçisi, hangi satırların hainisiniz siz? hadi gel beyaz oğlan, hadi gel de bunları anlat bize. seni bir güzel dövelim!
Adamın aklı, hayatın bütün arazilerinde dolaşıp, kuytu bir köşe buldu kendine ve orada kurudu fikrininince gülü. adamın aklı, ülke adını verdiği topraklarda, doğduğu yerlerde patlayan balonlarda ve o balonların içinde kıvranan inanç kırıntılarında kaldı. adamın aklı, olan biteni anlayamaz oldu artık. bütün ömrünce ve babasının ömrünce ve dedelerinin ömrünce güneşe tuttukları o güzelim anadolu günlerinde kızaran, allaşan, Allah'ın en güzel nimetlerinden biri olan şeftaliyi, karanlık ve ürkütücü salonlarda parçaladılar. sarı etindeki şeker, kanlı mendillere aktı. adamın aklı mendillere bulaşan şekerde kaldı. bin yıllardır saraylara taşınan sarı buğday, üzümün en iyisi, elmanın en tazesi, suyun en temizi, tütünün en kalielisi niye geriye, onları taşıyanlara dayak, zulüm ve işkence olarak dönüyor. niye o taşıdıklarımızla beslenen zihinler, bize dönüp 'fazla yaklaşmayın şehirlere', 'masamızdaki üzümden bir tane dahi kopartmayın', 'çimenlerimizi uzanmayın', çiçeklirimizi koklamayın', çocuklarınızı çocuklarımızın arasına karıştırmayın' diyor. işte adamın aklı bunlarda kaldı. geriye doğru gidip beyninin içinde, az sonra içne dalacakları şehirlere şöyle bir baktığı an'ı hatırladı adam ve topların gürültüsünü duyduğunda ileriye doğru attığı ilk adımları. şimdi o şehirler, o şehirlerin kapıları, meydanları, parkaları, okulları 'topyekûn' kapanıyor yüzlerine. 'sokaklarında gerine gerine gezinemediğimiz bu şehirleri niye fethettik biz? ' diye sordu adam ve adamın aklı bu soruyu başka sorularla çarptı. kızlarımızı gönderemediğimiz okullar niye kuruldu? çimenlerine uzanamadığımız parklara niye ağaçlar diktik? ve niye şairin biri ' bir gün bu şehrin sokaklarında kendi elbisesiyle, mavi iş tulumuyla dolaşacaktır hürriyet' dedi ve fakat asla dolaşmadı? niye şiirler yalan, romanlar kurgu, gazeteler hayal mahsulü? adamın aklı alfabenin onikinci harfinde kaldı. gözleri gördüklerinin içinde kayboldu.duyduğu şeyler kulaklarını çekti ve karatahtanın önünde cevaplandıramadığı şeyleri hatırladı adam. İKİ KERE İKİNİN DÖRT ETTİĞİNİ ÖĞRETTİLER ONA ZORLA, FAKAT ASLA İKİ KERE İKİ DÖRT ETMEDİ. aklın ve matematiğin başka kurallarla işlediği bir ülkede doğdu ve mahkeme kuytularında başka bir matematikle yargılandı adam.başka bir matematikle çekti cezasını, maaşını başka bir matematikle aldı ve oy verdiği partinin oyları başka bir matematikle hesaplandı.çocukları oldu ve çocuklarını 'iki kere iki dört eder'le büyütüp, 'iki kere iki beş ederl'le astılar. aklı 'modern matematik'te kaldı. ÇÜNKÜ 'MODERN MATEMATİK' ASIRLARDIR BÜYÜTTÜKLERİ ŞEFTALİDE ONLARA BİR ISIRIKLIK DAHİ YER BIRAKMIYORDU ve aynı moderninançlarını çarpım tablosunun dışına atıp, kıyafetlerini suyun kaldırma gücüne aykırı buluyordu. adamın aklı, nice soğuklarda inançlarının ateşiyle ısınan, güneşli günlerde bir muştu gibi allaşan morlaşan, asırladır elden ele geçirip, bir ırkın bütün hayalleriyle irileştirdikleri, tadından yenilmez kıldıkları şeftaliyi hoyrat midelerine indiren karanlık ağızlarda kaldı. teypte 'oy memişler memişler, şeftaliyi yemişler cinsinden bir şarkı çalıyordu o an ve adam aklının kaldığı yerlerden dönemedi. kaybolan bir akla, kaybolan gözlerle bakakaldı öylece.
Portakal Sandığı, Çakı Bıçağı ve pencere camının Meselesi
'Benim meselem mühim mesele' diyor Müslüm Gürses bir şarkısında ve aklımızın ince kıvrımlarında dolaştırıp bu sözü, meselenin vehametini tartıyoruz. bizim meselemiz dünyanın en kadim meselesidir. yeşil seccadelerimiz, ezan okuyan saatlerimiz, duvarlarımızdaki resimler, vitrinlerimizin oymaları, çekyatlarımızın kumaşı, duvar halılarımızın geyikleriyle dalga geçenlerle aramızdaki kültürel, sosyal, politik ve ekonomik uçurum her iki tarafın aklına başka dünyalar koymuştur. bu, sokak kedisiyle ciğercinin kedisi arasındaki devasa boşluktur ki, atılan bütün tiradların sonunda birini soğuk sokaklar, diğerini sıcak soba önleri bekler. biz ki 'mühim mesele'nin en mühim tarafı olarak, anlaşma masalarında, siyaset zirvelerinde, ekonomi pazarlıklarında toplam sonuç, okuma oranı, doktor başına düşen hasta sayısı, mevsimlik işçi oranı olarak zikredilip geçtik. oy verdiğimiz partiler, çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, zeytin peynir aldığımız bakkallar, tezgahlarına dokunduğumuz fabrikalar, imdat istediğimiz gazeteler, okuduğumuz yazarlar, dinlediğimiz şarkılar, çözdüğümüz bulmacalar lanetlendi. para uzmanları için 'kayıtdışı ekonomi, siyasetçiler için 'kararsız seçmen kitlesi', marksistler için 'lumpen proleterya', sosyologlar için 'kent yoksulu', telefon idaresi için ' sayın abone', bankalar için 'mudi', emniyet teşkilatı için 'eşkali belirsiz şahıs', entellektüeller için 'yığın' ağalar için 'maraba' ve çay içmeye gittiğimiz yerlerde 'adisyon'duk biz. bile isteye lidersiz, bile isteye kayıtdışı, bile isteye lumpen, bile isteye maraba, bile istatistiki bir veri olarak bırakıldık. marks okusak suç, Kur'an okusak suç, Hazreti Ali ve hayber cengi okusak suç, rüya tabiri okusak suç oldu. dokunduğumuz herşeye, oy verdiğimiz bütün partilere, ardından yürüdüğümüz bütün liderlere, mırıldandığımız bütün şarkılara,girdiğimiz bütün evlere sıtımızdaki kadim laneti de bulaştırdık. meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular bizim. mum ışığında gizlice, müslüman bir ülkede gizlice Kur'an okuduk ve mumun karanlık yerlerinden gelip vurdular bizi.arka odalarda, soğuk gecelerde gizlice, bir fikre inanmanın bütün gizliliğiyle marks okuduk, satırların arasından çıkarak vurdular bizi. ergenekon destanının içinden çıkarak vurdular bizi. pir sultan türkülerinin içinden çıkarak vurdular bizi. hatta teksas-tommikslerin çizgilerinden çıkarak vurdular bizi.neye inansak, neyi hayal etsek, kime baksak vurdular bizi.meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular. kestiğimiz kurbanları, içtiğimiz çayları, bayramlarımızı, oturduğumuz portakal sandıklarını vurdular. bütün gece Müslüm Gürses dinledim ve daha dinlenmeden vurulan bir şarkının üzerindeki gazete kağıtlarını kaldırdım usulca. kan görmek ürkütmüyor beni. bir hayale inanmak için kan görmeye alışmak gerekiyor demek ki.
hey en arkadaki, hey sen! toplu resimlerin en köşesinde ve en gerisinde duran. vitrinlerin dışında ve uzağında duran sen. cici yerlere alınmayan, kaloriferli mekanlara sokulmayan, şehrin kenarında tutulan kara çocuk! bu şehirler senin sayende alındı ve sokaklarına medeniyetin senin omuzlarına basılarak girildi. bayrakları diken sendin anlı şanlı zaferlerin alnına. ve yine senin avuçlarından dökülen tohumlar başağa dönüştüğünde, budadığın asmalar üzüm verdiğinde, kahrını çektiğin buzağılar süte durduğunda, bunların hepsi ama hepsi alımlı arabalarla konaklara taşındı. ve o konakların temelini kazan, duvarını ören, çatısını çakan sendin. ve konaklara taşınan buğdayı, üzümü, sütü yemeğe, aşa, ekmeğe sen dönüştürdün. ve o pişen aşı, nar gibi kızaran ekmekleri kocaman kelleli adamların, hastalıklı hanımların, şımarık çocukların masasına sen servis yaptın.
Ne arabesk kaldı ne arabesk ahlakının vücut bulduğu eski aşıklar..
Ne erkeklerin cebinde çakı kaldı, ne geyik resimli halılar duvarlarda, ne portakal sandıkları, ne ayakkabının topuğuna basan abiler..
Ne İdris kaldı ne Lanetli Sınıf..
Bari laneti kalaydı, o bile kalmadı..
İdris Özyol, Siz Bu Aşkı Haketmediniz!
İdris Özyol ve çıldırdığı zamanlarda yazdığı metinlerden.
Ben haketmedim bu aşkı. Siz bu aşkı haketmediniz. Bırakıp düşmanı savaş meydanında ve hatta bir avuç silah arkadaşınızı dahi bırakıp orada dev bir orduya karşı, dişi bir yüreğe kaçacaksınız ha? Düşman dağların ardında silahlarını yağlarken ve uçan kuşu hedef yaparken zulmüne, esrara, zülüfe, şiire, güle ve bülbüle sığınacaksınız öyle mi?
Öyle mi erkek kardeşlerim? Öyle mi kız kardeşlerim? Ne kadar güvendik oysa size. Ben kendime ne kadar güvendim. İstanbul'un ortaya yerinde dolaşırken ne zaman aklıma Malatya gelse, ayak parmaklarımın ucunda yükselip yükselip ufku seyrettim. Ve binlerce inançlı adam ve dahi kadın ve dahi deli beden, avuçlarını kalplerinin üzerinde biriktirip sökmeye hazırlandılar. Söküp atmaya hazırlandılar patlayacak bir sesin, bir çığlığın, bir kahkahanın gösterdiği yöne doğru. Atını çatlata çatlata koşturan bir adam bekledik.
Bir adam bekledik Kayseri'den, Sivas'tan, Diyarbakır'dan, Konya'dan, Bursa'dan. Fakat, ardına taktığı uyuz eşekle birlikte sürüklenen sünepe, miskin ve düşkün adamlar yenilgi haberleri getirdiler sadece. Ve arsız arsız bakıp yüzümüze; 'Çeçenistan ne olacak? ' diye sordular. Ulan, bin taneniz bir Çeçen etmiyorsunuz; neyi sormaktasın? Ulan, bak etrafına ve gördüğün şeylerden hangisini haketti o korkak kalbin; söyle? Sen kimsin be, sen kimsin? Bırak şu aşk işlerini de önce ismini hatırla! İsimsiz bir aşk, renksiz bir aşk, kokusuz bir aşk, ateşsiz bir aşk, sıvı bir aşk nasıl yarışabilir Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı ile?
Yarışamıyorsunuz. Koşamıyorsunuz. Sizi gördüm atlarınızdan düşerken. Sizi gördüm kapaklanmış vaziyette düşmanın önünde. Sizi gördüm, tenhalara pusmuş, ürkek, iğreti. Hangi hakla, yiğit kızlarımızdan birini de tutarak kolundan, ruhundaki şarap mahzenine sürükleyeceksin sen? Senin 'aşk' dediğin, zayıf, titrek, hastalıklı, sancılı bir kaç kelime, bir kaç fotoğraftan başka nedir ki? Nasıl bir 'aşk'ı olabilir korkak bir askerin, korkak bir mücahidin, korkak bir devrimcinin? Dövüşürken kara aslanlar, kara alınlar, kara kaslar dev ordulara karşı, bine bir, tanka saban bir oranla zaferler yazarken göğüslerine, sen burda, geride, arka planda, kızlarımızla gözgöze geleceksin ha? Utanmadan, sıkılmadan uzanacaksın bir kalbe? Utanmadan sıkılmadan uzanacaksın bir sarı zülüfe, bir göz ucuna?
Bir korkağın aşkı nedir ki? Nedir ki aşkı bir hainin? Annesinin dizi dibinde titreyen bir süt çocuğunun yüreği ne kadar büyüyebilir? Ne kadar dövüşebilir tosuncuklar? Siz bu aşkı haketmediniz. Ve yok bundan sonra beyaz duvarlara kırmızı harflerle ilan-ı aşk yazıları döktürmek. Ne zaman ki zaferi, patlamış bir nar gibi çıkartıp koyar avuçlarımıza Malatya, ne zaman ki uzakları yakın eder Diyarbakır, ne zaman ki yarin nefesi kadar sıcak ve kanımızı kızıştıran müjdeler getirir Sivas, ne zaman ki Kayseri harbiden Kayseri olur; işte o zaman ben de pencerenizin altında durup aşk türküleri mırıldanacağım size bütün gecelerde. Ve siz kulağınızı kamaştıran türkülerimi havada yakalayıp, üfleyeceksiniz sevdiğinizi zülfüne. Bunu haketmiş olacaksınız. Hakettiğiniz gün gelin yanıma. Şimdilik küsüm sizinle. Konuşmuyorum. Ne kapıma, ne kapınıza!
lahmacundan nefret ederdi istanbullu. öyle yazılar çıkardı beyaz gazetelerde. arabesk aşağılanırdı. ön odada açıkça mozart, arka odada gizlice orhan gencebay dinlerdik. devrimcilerden nefret ederdi istanbul beyazları. ayyaşlardan da. köprüaltı diye bir yerimiz vardı. salaş. ucuz. tuvalet deliğinden bakınca deniz görünürdü.
aklımın erdiği günlerden itibaren özete devam. bizim hakim olduğumuz yerlerde ülkücü döverdik. ülkücülerin hakim olduğu yerlerde de bizi döverlerdi. 18 yaşında, yarın sabah devrim olacak diye inanmıştım. üniversitede her cumartesi günü dernek toplantısı olurdu. eksiksiz katılım. rejimi değiştireceğimize ve sosyalizmi kuracağımıza inanıyorduk. ben hayatımın sonraki dilimlerinde o kadar cesur ve o kadar inançlı olmadım. keşke o inancı yemeseydik./ İdris Özyol
Aklımın erdiği günden bugüne. İstanbul Beyazları 'Onuncu Yıl Marşı' söylemeye başladılar. Bakırköy'de Özgürlük Meydanı'nda subay eşlerinden dinlediğimde bu marşı, tüylerim diken diken oldu. Uğruna eza, cefa, işkence, baskı, hapis gördüğüm her şeye, ama her şeye düşman gördüm bu marşı. İstanbul beyazları başörtüsüne karşıydı, müslümanlara, tekkelere, kitaba... Lahmacuna, arabeske, taşra çocuklarına, beyaz çoraplı çocuklara, sevgilisiyle buluşmaya giderken ayakkabısını cami musluğunda yıkayan bizlere karşı bir düşmanlıktı bu./ İdris Özyol
bizim hotelin şoförünü çağrıştırdı.
kır kahvesi
şurada hayatı tarif edişin vardı gagasıydık kuşun
birbirini tıklayan iki gaga şurada uzağa bakışın
havayı aralayışın vardı sözlerine yer açmak için
dinledim ağzından çıkan buğuyu / süt ister misin
sen konuşurken domates büyüttüm kırmızı baktım
ellerin domatesi tanır gibiydi havaya yer açmak için
seni dinleyişimi izledim bir süre çenem tarife uygun
gemiler duruyordu ağzının içinde / süt ister misin
bir şeyler geziniyordu üç harfte A’da Ş’de ve K’de
yaz üşümesi çimen bakışı bahçenin yeşil eldiveni
harfleri sever gibiydin göğsüme yer açmak için
masanın üstündeydi hep yüzün / süt ister misin
havayı tıkla: tarifler sınır hayata kelimeler mayın
göğsümü nereye bıraktın masaya yer açmak için
beni ağaçlar yönetiyor evet toprağın halleri evet
düzelttim bir çiçeğe eğilişini / niye süt istemedin
günaydın kahve elveda aşk
İdris Özyol
Mavi Gözlerinden Sen Sorumlusun..
'Bakmayın mavi gözlü olduğuma / ben Asyalıyım, Afrikalıyım' dedi şair; fakat biz baktık onun mavi gözlü oluşuna. Mavi gözlerine değil ha, mavi gözlü oluşuna baktık.
Çünkü şair bir reddiye döşenerek Allah vergisi gözlerine, bizim semte taşıdığını söylüyordu; ama bu iş göz rengiyle ilgili bir mesele değildi asla. O anlayamazdı bunu, ama biz bin yıllardır yediğimiz tokatlar sayesinde çok iyi öğrenmiştik üzerimize düşen gözlerden niyet okumayı.
Bir insanın ihaneti gözlerini, saçlarını, bıyıklarını,elbiselerini, çocukluğunu reddettiği gün başlar. Çünkü o yetiştiği paşa konaklarında çektiği can sıkıntısı, yürek daralmasının hışmıyla hayatının rotasını başka denizlere kaydırmıştır; fakat biz bir çırpıda söylemek gerekirse, sığ sularımızda tenha denizlerimizde süslü gemiler görmeyi sevmeyiz...
Bir mavna olduğunu iddia eden amiral gemilerine, ördek gibi davranan kuğulara ihtiyacımız yok bizim. Biz kimseden imdat istemedik. 'Gelin ve kurtarın bizi' demedik kimseye; fakat sürekli 'bakmayın mavi gözlü oluşuma' nidalarıyla bir takım adamlar dolaştı semtlerimizde.
Paşa konaklarında sıkılan canlarını, bizim sert ve imanlı günlerimizle renklendirmeye çalıştılar. Fakat biz değildik sevdikleri, korkumuz, gözlerimiz, Allah inancımız değildi. Onlar kendi kafalarındaki bir hayali, kendi kafalarındaki bir semti, kendi kafalarındaki bir ümidi, kendi kafalarındaki bir kavgayı sevdiler. Onlar kendilerini sevdiler aslında ve bizi sevgiye katık yaptılar.
Bir bahaneydi onlar için ve yıllarca yattıkları mahpushanelerin faturasını bize çıkartıp, yaşadıkları yenilgileri bizim cehaletimiz ve ihanetimizle açıkladılar.
Oysa biz çağırmamıştık onları ve herhangi bir söz vermemiştik arkalarından yürümek için. Saraylarda yaşadıkları iktidar kavgalarını meydan savaşlarına dökmeye niyetlendiklerinde, geldiler ve asker istediler bizden. Biz, hem halk için yürüdüğünü söyleyenler arkasında, hemde karşısında onların silahlarımız ve kara gözlerimizle dizildik ve kırdık kendi semtimizin çocuklarını, bilmediğimiz yerlerden gelen 'mavi gözlü adamların' emri ile.
Ve onlar meydanlardan zafer ya da ertelenmi bir zafer beklentisi ile ayrılırken, biz arkalarından ölülerimizi kaldırıp, diğer ordunun askerlerine bakıyorduk. Ve onlarda ölülerini kaldırırken bize bakıyordu ve hiçbirimiz neden savaştığımızı bilmiyorduk. Biz öldürdüğümüz komşumuzun azabıyla ve arkamıza aldığımız bir kan davasının dehşetiyle kıvranırken, onlar, bizi kayıtsızca cepheye sürenler, saraylarına dönüp bir sonraki maceranın planlarını hazırlamaya koyuldular.
Hazırlanan planları gösteripte fikrimizi soran olmadı hiç ve sonra yenildikleri her anın, gördükleri her cezanın, uzaklaştırıldıkları koltukların hesabını bizden sordular. Ve daha ölülerimizin toprağı kurumadan, bir başka paşa torunu düştü tozlu yollarımıza.
Yemin billah etti diğerlerine benzemediğini anlatmak için, fakat gördük ki bu da, 'mavi gözlü bir dev' diye anlatıyordu kendini konak salonlarında, saray odalarında. Bir cam gibi kırılgan kadınlara ilan-ı aşk yaparken devleşiyor ve o kadınlar gittiğinde, kalbindeki sızıyı bizim esmer ekmeklerimize ekliyordu.
Anlayın artık, biz kimsenin kırık kalplerine merhem değiliz. Kendi kavganızı kendiniz verin, kendi kadınlarınızı kendiniz sevin ve oyuncak kutunuzdaki misketler gibi her an çarpışmaya hazır eğlencelikler olarak görmeyin bizi. Gidin işinize ve hasımlarınızı kendi bileğinizdeki güç, anlınızdaki cesaretle bıçaklayın saray ücralarında.
Kendi kavganıza kendiniz asker, kendi aşkınıza kendiniz erkek, kendi şiirinize kendiniz kadın olun.
Artık karışmayın bize.
Tozlu yollarımızda yürümeyin ve gençlerimizi kandırmak için gözümüze baka baka 'mavi gözler'iniz için özür dilemeyin.
Gidin işinize.
Nihat Genç, Mehmet Efe karışımı gibi..ama değil..
Lanetli Sınıf yazılarına başladığında ' kim bu yahu ' dedirtmişti de bana, yeni şafak gazatesini elime aldığım zaman ilk onu okur olmuştum o dönemlerde..
aykırı ama çokk derin..
Ne Mutlu Bana ki Lahmacun Yiyebiliyorum!
Lanetli Sınıf......
Beyaz Zenciler....
Biz.
Suç ve Ceza ve Hukuk ve Biz
Ey hayatın yağız çocukları... asi ruhlar... rüzgar ve güneş aksanlı serseriler... yetişin... bir bıçak kavgasının ortasında kaldık bugünlerde. façasını bozduğumuz züppeler, beyaz yumurta kafalı saray çocukları, sakin ve silahsız yakaladı sicilimizi. adam yaralama, hesaba çekme, mekan basma ve namus cinayeti türünden her biri kendi içinde fiyakalı suçlar işledik. ve her biri kendine ait ağır, tumturaklı, gotik ve bilumum egzantrik hiyerarşilerle işlenen bu suçlar alnımıza kaydedildi. asla vurmadık bir adamı arkadan ve düşürmedik pusuya bir yüreği. insanları sırtından vuranları ve pusuya düşürüp harcayanları sevmeyiz. sevmeyiz ve bir biçimde kıstırıp bir yerlerde, sorarız hesabını kalleşliğin.
İşte böyle oğlum, işte böyle! ağır ve her santimi düşünülmüş bir suçun evlatlarıyız biz. anlamakta zorluk çekeceğin ve belki asla sevmeyeceğin tuhaf bir ahlak anlayışı ve garip bir hikaye bırakacağız sana. suçun içinde yeşeren bir ahlak bu. insanlara dokunmamayı değil, bir garibe, bir korumasıza uzanan eli kırmayı öneren bir ahlak. muhasebesi karmaşık ve ayrıntılarını sadece sahibinin bildiği ve bilançosu, ağır hergelelerin kişisel tarihinde gizli bir ahlak. dışardan bakıldığında ürkütücü, haksız ve gaddar bir dünya bu ve evet hepimiz ağır suçların barbar yolcularıyız. ve evet hepimiz tuhaf bir adalet hissinin ve tanımsız bir doğruluk şiarının ardı sıra ömrümüzü tüketiriz. bir gün yaşlı, yorgun bir aslan gibi, tahammülsüz öksürükler içinde ve acaip üşüyerek ve duvarlarına lakabımızı kazıdığımız soğuk bir hücrede ve alnımızdaki yara izini hatırlayarak veda ederiz 'hukuk sistemi'ne.
sözkonusu ve tırnak içindeki hukuk bizim değildir oğlum. o hukuk, kahyasının küçük kızını köşkün tenha bir köşesinde kıstırıp namusuna el uzatan beyaz züppelerin hukukudur. ve o pislik abidesini yakalayıp, kirlettiği hayatların hesabını soran bizleri, o namus ve hayat ve halk düşmanının hukukuyla yargılarlar. ve büyük bir kısmı insanlığın yani yüzde doksandokuzu belki, yani hemen hemen hepsi tırnak içindeki hukuka bakarak karar verdikleri için, anlamak zordur bizim suçsuzluğumuzu. yani başka bir adalete sahip olmak ve hesabını bir insanın anında ve hemen orda, hiç ikiletmeden sormak suçtur beyaz züppelerin hukukunda. ve o züppe, altın yaldızlı hukuk, soytarıları asil, kahramanları köle diye tanımlar. ve yine o hukuktur ki güçlü olanı haklı, güçsüz olanı lanetli bulur. o hukuktur ki girmez asla mapusaneye ve fakat hücreleri yağız ve yiğit ve hesapsız delikanlılarla doldurur.
bu başkalarının hukukudur oğlum. her sabah rafadan yumurtası yatağına getirilenlerin ve sıcak terliklerini ayağına geçirerek puro içmeye inenlerin hukukudur bu. aldırma. bizi bu hukukun içinde tanıyamazsın oğlum. bu hukukun içinde biz eli kanlı, barbar, acımasız, ruhsuz caniler olarak görünürüz sana. sen bizim mahalleden sor adaleti, hukuku, bir adam öldürmeyi ve bir çocuk büyütmeyi. sen bizim mahalleden bak hayata oğlum. suçu ve cezayı anlayacaksın o zaman.
isimsiz yazı
Bir Cemal Süreya dizesiyle kıvranıyor zihnim: 'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın.' Yıkıla yıkıla ağlayan adamlar gördüm ben ve o adamlara uzaktan bakmaya çalışan kadınlar. Yıkıla yıkıla ağlayan bir adamın yanına yaklaşmak tehlikelidir çünkü. Yaralı bir aslanı kimse tutamaz. Bütün aşklar yaralıdır biraz ve bütün yaralarda aşka ilişkin bir yan vardır. Avuçlarımızda biriken kanı yüzümüze sürerken, 'Bu ne biçim aşk? ' diye soracak birileri ve soğuk ve derin ve deli gözlerle bakacağız onlara. 'Neyin anlamı var ki zaten' demek istiyor canım ve belki bunda ilginç manalar buluyor ruhum. Kim bilir? Bir ayrılık şarkısı olmak isterdim ben, yağmurlu havalarda söylenen bir ayrılık şarkısı. 'Bu sabah yağmur var İstanbul'da! Gözlerim dolu dolu oluyor' gibi bir şey olmak isterdim. Böyle bir şey olmama izin vermeyenlerden nefret ediyorum şimdi. Kim ki beni hayatının önemli bir yerine koyarsa, fena halde yanılmış olur. Hiçbir yerde durmayı sevmediğimi söylemiş olayım önce. Kalpler karşısında küçüğüm ben. Ve yalancı ve barbar ve kaba ve sertim. Kırdığım hayatlar yüzünden çoktan hak ettim idamı. Bir sokak arasında kıstırıp vursunlar beni. Çapraz ateşe tutulsun ihanetim ve fütursuzca girdiğim bahçelerden çaldığım elmalarla yakalayın beni. CEBİMDEN ALÇAKLIĞIM ÇIKSIN KİMLİK YERİNE. Kanlar içindeki suratıma bir tekme savurmayı ihmal etmeyin sakın. 'Bu ne biçim aşk? 'diye sorsun Barbaros Camii delikanlısı ve o kara çocuk sıksın ilk kurşunu. Gerisi gelir nasılsa...
Bak, ben burada kıvranıyorum. Ben burada, adını bile bilmediğim ve ilk kez işittiğim gezegenler arasında sıkışmış bir yeryüzü sakini olarak, uçması bile yasaklanmış bir kuş olarak, kahrolmaktayım. Ruhum dünyanın en kirli ruhudur belki. Saklamıyorum uzayan sakallarımı ve darmadağın saçlarımla çıkıyorum hayatın karşısına. Ey bana, aynalara karşı acımasız olmayı ve traş olurken yüzümü kesmeyi öğreten isim, gel ve kandan korkmadığımı gör. Kanamak hoşuma gidiyor benim. Bu nedir? Her soruya parmak kaldıranları vurun be! Vurun kendim tarif etmekte zorlananları. Bütün cevaplar karşısında küçüğüm ben ve küçücük bir soruya dahi yer yok kalbimde. Adımı soran orda kalır, bir adım geçemez öteye. Yok benim adım, gidin işinize. Şüphedeyim. Kahırdayım. Susuzluktayım. Nerden gelip bu çöl kokusu, yerleşti düşlerime? Yeryüzü niye bu kadar geniş ve niye bu kadar dar bize açılan odalar? Allah'ım beni affet!
'Yalnız aşkı vardır aşkı olanın' diye bağırıyorum. Bağırmayı hak ettim. Ödedim bedelini ayaklarımın ve onların üzerinde sağlam durma hakkım kazandım. Fakat cebimdeki elmalar karşılıksız ve onları koparttığım dallar ağlıyor geride. Ben birilerini ağlattım anne.BEN ISLAK YASTIKLARA GÖMDÜM GÜZEL YÜZLERİ. Beni affetmesinler isterim. Parmaklarımdaki zinciri sallayarak önünden geçtiğim pencereler affetmesin beni. Yaslandığım apartman kapıları ve çaldığım ıslıklar beni affetmesin. Kırdığım hayatlar rüyama girsin hep ve yapışsın boğazıma
Mehtaplı Gecelerde Hep Seni Andım!
Meydanların orta yerinde yaktığımız bir kamyon lastiği kadar olamadın be yüreğim. 'Kopartıp at' diyorum acıyan yerlerini. Bu işler sana ağır, bu işler sana yabancı ve inadına gereksiz 'bu aşk.' Döndür kendini güneşe, yeryüzüne doğru uzat ayaklarını ve sakin ve mağrur ve kendin olarak bak dağlara, denizlere, insana. Ve insana bakmak bir tür dua olsun gözlerinde, bir tür yakarış olsun ettiğin her cümle, kullandığın her kelime. Uşakların ruhundaki çamur ve efendilerin eteğindeki adi renk bulaşmasın sesine. Kendi sesinle sev hayatı ve okşa yediğin her ekmeği, içtiğin her damla suyu. Besmele yerine geçer aşıkların 'ah'ı. Ah, ihanetine sürgün edildiğim kavga. Ah, kavgasına sürgün edildiğim ihanet. Anadolu'yu sever gibi sev beni. Bir köyü anımsar gibi anımsa, bir ilçeyi tanır gibi tanı. Ve uzak yerlerinden yurdumun ve bana en yakın sokaklarından ayrı ayrı seslen ve sesindeki uzaklık ve sesindeki yakınlık imtihanım olsun. Ve kalbimin yağıyla tutuşsun gece.
Kalbimin yağıyla tutuşsun gece. Aklım yansın orada. İnsafım yansın. Bu hayata verdiğimiz bütün anlamlar yansın ve sadece kemiklerimden tanıyın üstüne doğduğum toprakları. Ve sadece kemiklerimden tanıyın 'onursuz' kalmanın ne demek olduğunu. Ve ateş beklerken orda ruhlarımızı, dalıp gittiğimiz dünya zevklerini ve bir isyanı nasıl sattığımızı anlatsın size kaburga kemiğim. Kemiklerimiz bile öğrendi konuşmayı ve artık kalp taşımayanlar arasında aldık yerimizi. Kapkara bir kavga ve kapkara bir bilinç olarak duruyorum burada. Ve kemiklerimi üst üste yığarak yürüyorum ve kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni.
Kemiklerimi tek tek masaya vurarak seviyorum seni. Daha büyük konuşan varsa çıksın ortaya. Çıksın ve savunsun kendini daha celali olan, daha eşkiya olan ve daha sert cümlelerin ateşiyle kavrulan. Çıksın ve boşaltsın şarjörünü kafama. Çıksın ve bir tekme savursun yollara döke döke geldiğim kemiklere. Çizdim üstünü adımın ve hiçbir harfle başlamıyor soyadım. Varsa bundan daha öte bir hain ve varsa bundan daha öte bir delilik, konuşsun şimdi. Ayağa kalksın itiraz ve her şeylerini toprağın en derin yerine gömenler yürüsün önüm sıra. Peşindeyim bütün asilerin ve peşindeyim bütün devrimlerin. Var mısınız aşkları da yakmaya?
Bir Overlokçu Kıza İlanı Aşk!
Bize, 'İşte İstanbul' diye gösterdikleri bu işkembe, bu kenar mahalle, bu Esenler, bu Bağcılar, milyonlarca trajediyi her sabah konfeksiyon atölyelerine, getir götür işlerine, telefona bakılan ofislere, minibüs koltuklarına doğru akıtırken, bazen bir kara göz, bazen sahte bir sarışın saç çalınır gözlerime. Adı belki 'Avcılar Güzeli Y.,' belki 'Yenibosna Güzeli F.,' belki de bir başka mahallenin veremli kızı 'K.' olan bu gözler ve bu saçlar, ağır koşullarla ağır hayalleri harmanlayarak ve çoğu kez bu harmanın altında ezilerek, yorgun ve hüzünlü bakışlarla süzülüp giderler zihnimizin arşivine doğru. Bir minibüsün ön koltuğunda ya da tramvayın ortalarında bir yerlerde ya da halk otobüslerinin kapısına yakın duran bu kırılgan ve sanki gözlerimizin önünde eriyip yokolacakmışçasına hafif bu 'gecekondu güzelleri,' hep aynı şeyler düşünür, hep aynı şeylere ağlar ve hep aynı erkekleri severler. Yarımdır hayatları ve mutlu olma hakkı onlara en ufağından çay kaşıklarıyla sunulur. Dayaksız ve yalansız ve rahat ve düğmesine dokunduğun anda sıcak suyu akan bir dünya yoktur onlar için. Ve bedenleri her tür işgale, her tür zobalığa, her tür sömürüye ve her tür karanlığa açıktır. Ve tam da bunun tersine, akılları hinliğe kapatılmıştır. Pratik ve hamarat ve işe yarar olmak öğretilmiştir onlara; düşünmek ve kafa yormak yasaktır. Topuklarına basarak yürüyen erkeklere duydukları aşk gerçek, fakat onlara sunulan sevgi yarımdır. Onlar yarımdır ve kimse kılını kıpırdatmaz eksik bırakılmış çizgilerini biraz daha uzatmak için ve o çizgilerden bir ağaç, bir ev, bir bulut resmi çıkarmak için didinmez hayat. Ve günler ağır haberlerle gelir gecekondulara. Bilirsin ki, tramvayda gördüğün 'Yenibosna Güzeli,' az sonra yastığa gömerek sarı boyalı saçlarını hüngür hüngür ağlayacaktır ve her evde diğerlerinden gizlenen başka başka hayatlar vardır ve başka hayatlar içinde karışacaktır aklı 'F,'nin. Ve yine bilirsin ki, o kız ağlaya ağlaya ölürken, şehrin merkezinde bir yerlerde, sakallı adamlar ve gözlüklü kadınlar 'Asiye'nin kurtuluşu'nu tartışacaktır. Ne yalan!
Ey 'F.,' seni sevmeyenlerin kalbine tüküreyim ben. Bu yalan şehirlerin, iki yüzlü hayatların, pis renkli paraların, terleyen namussuzlukların, uzak ülkeler gibi karanlık vitrinlerin, bitirilemeyen okulların, yasaklanan sıraların, yoksulluğun ve yoksunluğun ve bütün bunların üzerine çöreklenen alçak yalanların adına 'hayat' diyorlar ve gözlerimizin içine arsızca bakarak, bir köpeğe mama verir gibi önümüze itekliyorlar hayatı. Bu hayatın içine tüküreyim 'F.,' bu hayatın içine tüküreyim. Yalan kumaşlardan yalan dünyalar biçerken bir konfeksiyoncu kız ve o bilmiş yalanlardan, hiçbir şeyi örtemeyen palavralar dikerken kara çocuk ve önüne konulan maskelere ütü basarken henüz 14 yaşındaki bir başka 'F.,' bu şehir nasıl uyuyabiliyor? Bu şehir ne adi bir beton ve metal yığınıdır ki, kalp diye alışveriş merkezleri taşır göğsünde ve o alışveriş merkezleri, o plazalar, o beyaz boyalı tezgâhlar her gün milyonlarca gecekondu hayalini yutar. Ve ağzında evirip çevirdiği posayı, hiç utanmadan ve bir an bile titretmeden yüreğini karanlık mahallelere doğru tükürür. 'F.' bir posadır beyaz kafa için. Ahh, 'F.'
Beyaz ofislere, atölyelere, fabrikalara ve adını anımsayamadığım tonlarca insan pazarına düş, yorgunluk ve emek taşıyan bu minibüsleri yakasım geliyor. Yakasım geliyor tramvayları, otobüsleri, Kadıköy vapurunu ve başka bilumum şeyi. Bizi hapseden, bizi kirleten, bizi döven, bizi yasaklayan, bizi okula almayan, bizi güzel mekânlara sokmayan kim varsa, ama kim varsa, hepsini yakmak isliyorum. Elimde bir kibrit çöpüyle yazıyorum bu satırları ve 'hadi kalk git' diyor kalbim, 'kalk ve Taksim'den başla yakmaya.' Çevir ve gözlerine bak meydandakilerin ve gözlerinde zerrece temiz yer bulamadığın bütün kafaları ateşe ver. Ateşe vermek istiyorum hayatı ve 'Yenibosna Güzeli' diye kandırılan o bakımsız kızı yanıma alarak çekip gitmek istiyorum buralardan. Çek git ve arkanda ağlayan kimse kalmasın. Öldür gözyaşlarını ve ekmek olarak kalbini götür yanında. Bir kalp eğer gerçekten 'kalp'se doyurabilir hayatı.
Ben Bu Aşkın Militanıyım
Sizi ateşe doğru koşmaya davet ediyorum bayan. Üstünden sürüldüğümüz toprakları ve saraylara rehin bıraktığımız kalplerimizi geri almalıyız.Geri almalıyız kulağımıza fısıldanan isimleri ve unutmamız için çırpındıkları zihinlerimizi, yoksul evlerde öğrendiğimiz alfabeyi, ceketlerimizin sökük uçlarını, kapılardan önümüzü iliklemeden girme cesaretini, umarsız tarihi, sarhoşluk bilgisini ve kötü vatandaş olma hakkını geri almalıyız. Sözümün, üstüne söz söyletme kimseye bayan.Silelim gözlerimizden işgalcilerin çığlıklarını ve yalanlarını onların kopartıp atalım kulaklarımızdan. Bütün yeryüzü ülkemizdir bizim ve kurtuluş bir zerdali gibi duruyor dünyanın bütün ağaçlarında. Dünyanın bütün ağaçları aşkımızın özgür topraklarını bekliyor. İnsana, halka, toprağa, havaya ve suya olan büyük aşkımızın topraklarım bekliyor hayat. Ve durmak yok birbirimizin cesaretine doğru sürdüğümüz atlara. Cesaret, ne bol sıfırlı bir çek, ne de üçyüz kilometre hızla sürülen son model arabadır. CESARET, SENİN ELLERİNDEN BENİM ELLERİME TAŞINAN ISI ve BENİM GÖZLERİMDEN SENİN GÖZLERİNE DOĞRU UÇAN NARİN BİR KELEBEKTİR. Kırılgan ve şeffaf olduğu için gereklidir cesaret ve cesur adımlarımızla şekillenir aşkımız.
Sizi kavgamın kenar mahallesine davet ediyorum bayan ve kavganızın kanatlarına kanatlarımı eklemek istiyorum. Uçmak özgürlük sevdalılarının işidir, özgürlük sevdalılarının işidir yüksek duvarların ardındaki bahçelerden meyve çalmak ve padişah çocuklarını ayartıp, onlan kavganın demir bir yumruğuna çevirmek bizim işimizdir. Beş parmağın beşi de birdir birbirimize uzattığımız elde ve tut kalbimi sıkmaktan dolayı terlemiş ellerimi, tut ve onlara dünyayı tanıt. Bütün topraklan, bütün ağaçlan, bütün çiçekleri, bütün hayvanları, bütün köyleri, bütün ışıkları, bütün sesleri tek tek tanıt ellerime. Ben aşkınızın militanıyım bayan. Çekip fünyesini kalbimin aramızdaki engellere doğru koşuyorum. Birazdan büyük bir patlamayla aydınlanacak gece ve o bir saniyelik aşk en uzun hayatlardan daha uzun kalacak yeryüzünde. Bana kutsallarım için Ölmeyi öğretiniz ve ben hiç sönmeyen bir ateşe avuçlarımızı uzatmanın güzelliğini haykırayım size. Bütün güzellikleri haykırayım ve sesim bir sarhoşun hiç ayılmak istemeyen gözleriyle tarif edilsin. Fakat hiç kimsenin tarif etmesine izin vermeyelim içimizdeki yanardağı.
Sizi aynı elmayı ısırmaya davet ediyorum bayan. Halkımızın bakışlarıyla kızaran o elmaya kalbimizin atışlarını da ekleyip dünyanın uçlarına doğru atmalıyız. Lübnanlı bir savaşçı avuçlarında sıkıp başka bir toprağa fırlatmalı özgürlüğün meyvesini. Etiyopyalı bir bebek bulmalı onu. Bütün bebeklerde çoğalmalı bizim aşkımız. Karanlık hedeflere doğru sıkılan silahların sesini tercih etmelisin 'seni seviyorum' cümlesinin yerine. Ve beni hatırlamak istersen bir Çeçen çocuğun gözlerine bakmalısın. Ben ve bütün kardeşlerim, bu 6 milyar kara çocuk, aynı hızla bakarız sevdiklerimizin gözüne. Hızıma hızınızı da katın bayan. Gölgesiz bir hayata inandık birlikte. İnandık birlikte ekmeğin ekmek, ateşin ateş, ölümün ölüm olduğuna. Ve Özgür bir ölüm fikriyle alevlendi hayat. Yeşeren herşeyi tutsak halkların koynunda sakladık ve bir devrimci annesinin cesaretiyle koruduk kalplerimizi. Koruduk kalplerimizi işgal ordularından ve devasa bir bayrak gibi dalgalandı çocuklarımız. Bana çocuklarımızı anlat ve hiç susma yüzlerini yüzüme ezberletirken.
Sizi beyaz sarayı yakmaya davet ediyorum bayan. Biz bir çift gövde olarak dünyanın her yerinden aynı anda yürüyebiliriz. Aynı anda aynı cümlelerin şiddetiyle sarsılabiliriz silahlarımızı temizlerken. Bilin ki silahlarınızı sevdim sizin ve tetikte bekleyen gözlerinizi. Siz uyurken başınızda nöbet tutmak istiyorum bayan. Karanlık pusulardan korumak istiyorum düşlerizi. Biz bir doğumun iki ucuyuz ve bir karanfil gibi büyüttük yüreğimizi. Bir karanfil hayata sevdalı. Bir karanfil özgür şarkılar için. Şarkılarınızda bana da yer açın ve daha da genişlesin avuçlarımdaki harita. Serip o haritayı yemek yediğimiz masaya savaş planlan yapalım birlikte. Aşk bir savaştır ve iki kişilik bir ordu bile yeter zafer kazanmaya. Beni zaferinize kabul edin bayan. Yaralarınıza yakın tutun beni ve bir kör kurşunu birlikte ısıralım. Aynı kurşunu bölüşmektir benim aşkım. Cephanem bitince sizin kurşunlarınızla doldurayım tüfeğimi. Siz tüfeğinizi bir şehri yakmanın çılgınlığıyla doldurun. Koşalım bizden önce koşanların peşi sıra. Aşk bize yoldaş.
Kül Yanar mı?
İki ucundan tutup biraz çekiştirsek, genişler mi hayat? 'Çıkarın bizi burdan' diye bağırıyor adam Ağır Roman'da. Çıkartırlar mı bizi burdan? Saçlarımızdan tutup sürükleyerek getirdikleri bu köle pazarında, bu kurtlar sofrasında, ağzımıza bir avuç su uzatacak babayiğit kaldı mı? Yeryüzü denilen bu muazzam genişliğin ortasında sürekli daralan, sürekli daraltan, sürekli kanayan ve sürekli kanatan bir eşkıya, bir asyalı, bir kara çocuk gibi oturup, hayata ve kendimize dair şeyler düşündük. Bir sonraki savaşı bekledik hep, bir önceki savaştan kurtulunca. Uzakta, şehir ışıklarının okuyla yaralı bir gece uzanıyordu ve ağlıyordu o gecenin çocukları. 'Bütün şehirlere lanet olsun' der gibi oturuyorduk, hayata ve kendimize ait düşüncelerin önünde. Şimdi ayağa kalkmak caiz mi? Şimdi yürümek ve yürümek ve yürümek sadece, hiç savaşmadan ve geçerek düşman orduların uzağından ve pusuya düşmeden ve dinlenmeden ve su içmeden, sadece ve sadece yürümek istiyor adam. Her adım, topraktan çekilen ve gökyüzünden inen bir şeyleri, bilmeyi ve anlamayı, saç tellerimizden ve ayak parmaklarımızdan alarak kalbimizde biriktirecek. Kalbimiz yeryüzüdür bizim ve yeryüzü kalbimizdir. Biz susarak ve susayarak öğrendik savaşmayı. Kılıcımızı sallarken Çit çıkmadı ağzımızdan. Sakin ve serin ve basit bir şeydi inançların için ölmek. Bir fikre, sevgilimize bağlandığımızdan daha ağır bağlandık ve aşktan daha öte bir şeydi kavga. Aşk bu yüzden anlamlı, kavga bu yüzden zordu zaten.
'Kül yanar mı? ' diye soruyor Müslüm Gürses. Kül yanar mı abiler? Ve ne dediğim anlamadığınız 'sol soslu' bir film. 'Su da yanar' diye çıkıyor ortaya. 'Müslüm Baba' daha derin, 'sol' alabildiğine sığ. Ve işle ortada soru: Su yanar mı? Biz yakmazsak hiçbir şey yanmaz abiler. Biz genişletmezsek genişlemez hayat. Kimse çıkartmaz bizi burdan, kalırız. Kül yanar Müslüm Baba, sen emret! Tutuşan ve sonra alevlerini göğe savurarak yanan her şeyin İçinde biz varız. Biz ki, birbirine tiksinmeden bakan tek kabileyiz. Her adamımız makbuldür ve makbulümüzdür bize bizden gelen her şey. Kardeşiyiz külün ve sadece biz en doğru isimleri koyarız hayata. Bize laktiğin bütün isimleri geri al 'beyaz adam.' Onlar soğuk, aşağılık ve senin gibi iğrenç kokuyorlar. Ve kokunu gizlemek için kullandığın tonlarca parfüm kirletiyor hayatımızı. Sen bir yalansın ve sen bir parfüm şişesinden ibaretsin sadece. Seni kırıp içindeki kokuyu dünyanın en tenha yerine boşaltacağız. Köpekler bile yaklaşmayacak oraya. O gün kül yanacak işte. Çatır çatır yanacak bu zulüm günleri.
Madde mi Ağır Mana mı? ...Her İkiside Ağır!
Ağır sorular içinde kıvranan ağır bir aşkın cılız bedenleri olarak biz, yani iki uçurum, iki 'yenik insan,' iki sürgün, iki ayrık otu; dar ve geniş, sessiz ve gürültülü, korkak ve cesur, olanaksız ve mümkün bir şeyler denedik. Bir deneyin, kendini reddeden ve kendini parçalayan ve bütün deney tüplerini kıran iki şartıyız biz. Bulduğumuz formülü çatır çatır yırtarak ve bütün rakamları ve bütün şekilleri ve bütün sonuçlan tek tek unutarak, serin bir aşka doğru koştuk. Artık hiçbir şeye isim vermek yok. Hiçbir tanım affedemez bizi. Çünkü ağır izler bıraktık birbirimizin gözlerinde ve birbirimizin aklını kirlettik.
Yersiz ve yurtsuz kalplere dönüştük artık. Kimin göğüs kafesine soksan, orada atmaya devam edeceğiz sanki. Kim bu aşk? Ne bu adam? Nerede bu acı? Niçin bu kalp? Sorma artık, sorma. Biz deney tüplerini çoktan kırdık.
Yüreğim gövdemden daha ağır. Bir haller oldu gördüklerimize. Eşya bitti. Nesne yok. Fenayız. Bütün tarifleri bir kenara atarak çıktığımız bu koşuda ipi, bizim dışımızdaki şeyler göğüsleyecek ve vardığımızda menzile, bir yere varmış olmanın bütün anlamı, bütün anlamını yitirmiş olacak. Bitecek baktığımız şeylerden gözlerimize geçen zulüm. Sözcüklerin şiddeti tükenecek. Ve bilmek, yani o tarifsiz çile, o tarifsiz yara, çekip gidecek zihnimizden. Çekip gidecek yıllar önce sırtımıza saplanan kurşun ve o kurşunu sıkanların, 'aşk' denilince katedilen harfleri kirleten hatırası. Bir adım katetmek yok bundan ileri ve bundan geri bir milim gerilemeyiz biz. Bastığımız yer kadarız ve bastığımız yer kadardır kalbimiz. Kalbini sıkı tut ve kır göğsündeki kemikleri.
Kır be güzelim kendini, dünyanın bütün kuşları havalansın aklında. Dünyanın bütün denizleri aynı yerde toplansın. Dünyanın bütün koşuları menzilsiz kalsın. Biz bilelim ve her şey de bizimle birlikle bitsin. Çekilsin içimizdeki hava, içimizdeki bahçeler, içimizdeki renk. Ya kurut bu yaprakları, ya temelli git. Bir tek ağaç büyümesin artık buralarda. Bir tek çocuk ağlamasın. Bir tek pencere açılmasın sokağa. Kavuşmaktan kurtulalım ve hasret ırmaklarında sürüklensin sana fırlattığım yürek. Hiçbir şeye iyi bakma güzelim, kendine de iyi bakma. Hor davran sana öğrettiğim her şeye ve bana öğrettiğin her şeyi al içimden. Bu başka bir şey biliyorsun. Yok bir tarifi. Tarifi yok çekip gitmenin. Burda kalmak öldürecek bizi sadece. Bir tek bunu biliyoruz ve müsaadenle güzelim, bu bilgiyi de siliyorum hafızamdan. Artık yokuz
Köpekler Geceye Doğru Üç Kez Havladı...
Bir gece sokaklara vuruyorum kendimi. Şehrin kalbine kalbine yürüyorum. Ve ayrı saatlerde belki, uykusuz, rahatsız ve kızgın bir sürü adam, bir sürü yürek, bir sürü isyan, orta yerine doğru koşuyor hayalin. Gül ve bülbül söylencelerinden sıkılmış, kenarda durmaktan yorulmuş ve incine incine içleri nasırlaşmış binlerce gövde, canhıraş çığlıklarla bir aynayı kırıyor. Aynalardan nefret ediyoruz ansızın.
Sanki aramızda bir söz dolaşmış, bir örgütçü gezinmiş, bir adam tek tek dolaşıp bütün kapıları herkesi uyandırmış gibi bir şey oluyor gecenin köründe. Gecenin köründe ansızın kalkıp ayağa Fatih Camii'ne atıyorum ruhumu. Ey Rabbim, niye uslanmıyor bu yürek? Bu kanama niye durmuyor? Şu duvar dibine büzülmüş garip, benden daha rahat şu an.
Ve onun ayağa kalkması, benim burada olmamdan daha anlamlı. Daha anlamlı ellerim, aklımdan. Avuçlarım, kaçıp giden bir şeyleri tutmakta mahir belki, ama onlar giderken küçücük oluyor zihnim ve gördüklerimi anlayamıyorum artık. Avuçlarımla erkek, aklımla bir sünepeyim. Aklım olmasa keşke. Aklım olmasa, beni kandırmaları da mümkün olmayacak bu yakası karanfilli riyakârların. Kulağıma fısıldadıkları şeyler, kafamın içindeki bir boşluğa çarpıp düşecek yere. Düşecek ve parçalanacak yalanlar. O yalanları çekip kabullenen bir mıknatıs olmayacak çünkü ruhumda. Rabbim, bu başkasının ruhu olabilir mı? Ben, yanlış bir rüyadan uyanmış yanlış bir adam olabilir miyim? Ey akıl, gel ve bunu açıkla ya da çek git hayatımdan.
Gözlerimi cebime tıkıştırıp, sokaklara vuruyorum kendimi bir gece. Bir gece ansızın yanmaya başlıyor saçlarım. Durduk yerde ve belki izahsız ve belki bütün izahları tüketen bir halle taşıyorum gövdemi bilmediğim bir yere. Hiçbir yeri bilmiyorum artık. Zaten gözlerimi kaldırdım yürürlükten. Gözlerimi, gittikçe meçhulleşen, gittikçe flulaşan ve eriyen bir hayalîn ardı sıra gönderdim. Gözlerim, derin ormanlarında zihnimin, bir hatırayı arayan iki adet köpek.
Kalan son kırıntıları da parçaiamak için koşuşup duruyorlar içimde. Rabbim, tutamıyorum bu hayvanları ben. Rabbim, bunlar beni de öldürecek. Başkasının kalbini taşıyorum ben muhtemelen. Ve geldi sahibi atardamarlarımın ve kanımı istiyor görünüp kaybolan bir siluet. Yüzüme dokunuyorum, yabancı geliyor. Göğsüm yabancı, ayaklarım yabancı, parmaklarım yabancı ve belki en garibi, aklım yabancı. Kim geçti benim yerime ve otuz küsur yıldır sürüklediğim adam nereye kayboldu ansızın? Rabbim bana bir çare...
Meğer bir adam saçlarından başlarmış yanmaya. Meğer her dua biraz daha yakarmış tenimi. Meğer her insanın ücramda başka bir insan yaşarış. Ve her insan başka bir insanda ölürüş meğer. Tevbe diye bir şey varmış ve pişmanlık en büyük yangınıymış ruhun. Yanıyorum Allahım, bu ne?
Benim Oğlum Bina Okur
Niye, bu ülkede ve başka ülkelerinde yeryüzünün, birşey bilenler, birşey öğrenenler ve anlayanlar birşeyleri giderek zalimleşiyor? Bilgi niye kabalaştırıyor bazılarını? Ve bir miktar kitap okuyanlar, peşpeşe üç filozofun, dört romancının, beş şairin, altı film yönetmeninin ismini sektirmeden sayabilenler, başparmaklarını aşağıya eğerek niye eziyorlar cılız ve cahil bedenlerimizi? Niye bilgi bu kadar soysuz, anlamak bu kadar kökensiz, öğrenmek bu kadar zalim?
İki kitap okuyup üç şiir yazan adam, mesela Anadolu'ya burun kıvırmaya başlıyor buralarda. Taşra illerinden gelen davetleri bir sineği kovar gibi geri çeviriyor bu adamlar. Neyi var ki Anadolu'nun? Nesini beğenmiyorsun be adam? Nedir bu muhacir zekanın hikmeti? Nedir bu kökensiz kibir? Kimsin sen? Hangi hakla ve nasıl bir vicdanla küçümsüyorsun bizim o tuttuğunu sarmalayan sevgimizi? Tarkovski'yi tartışmak mıdır sana göre 'insan olmak'? Ya da dil felsefesi, göstergebilim, hermonitik hakkında iki lafı biraraya getirince 'tanrı' mı oluyorsun sen? Zavallı... zavallı muhacir... zavallı burun... zavallı aydın...
Öyle mütekebbir, öyle tepeden bakan birşey ki bu ülkede bilgiden, bilmekten anlaşılan, çıldırıyor insaf, çıldırıyor toprak, çıldırıyor bu satırların yazarı. Yine bu satırların yazarı, bilgelik diye birşey hatırlıyor, iman diye birşey hatırlıyor, 'bütün insanlar eşit doğar' diye birşey hatırlıyor, 'eşref-i mahlukattır insan' diye birşey hatırlıyor. Ve hatırladığımız bütün bu şeyler, pipo dumanından ibaret bir kafanın faşizmi altında eziliyor her gün. Kibrin deterjanıyla beyazlatıran bilgi, soysuz sopsuz teoriler, bir takım masaların, bir takım kulüplerin dışına atıyor insanlığı. Ve o 'beyaz bilgi', 'bizim toprağın adamları' arasında bile hızla yayılan o 'sarhoş kafa', yığınlara bakıp, oy verenlere, cami yapanlara bakıp, 'yoz', 'cahil', 'köylü', 'yobaz', 'geri bırakılmış', 'adam olmaz' gibi yaftaları peşpeşe sıralıyor. Bizi peşpeşe vuruyor ve hatta yetinmeyip cılız kafalarımıza sıktıkları kurşunlarla, başparmaklarını sağa sola oynatarak bir böcek gibi eziyorlar kimliğimizi. Mideleri bulanıyor bu 'sözde aydın'ların gözlerimize baktıkça. Yanlarına otursak burunlarını tutuyorlar ve bir dakka sonra yerlerini değiştiriyorlar tiksinerek. Bizden nefret ediyorlar ve isimlerini değiştiriyorlar iki yazı yazdıktan sonra. Biz bilmediğimiz şeylerin içinde kıvranırken, onlar canavarlaşıyor bildiklerinden ötürü. Esrar ve ceset dumanlarıyla yaşıyorlar mahzenlerinde. Mahzenlerini giderek derinleştirip steril yani insansız yani bizsin hale getiriyorlar. Bu ne küstahlıktır böyle? Bu ne biçim bir beyaz ki, bütün kirlilerden daha kirli? Bu ne yabanlık, ne yabancılık? Sizi devekuşları tekmelesin, e mi. Sizi kunduzlar parçalasın. Anadolu kadar taş düşsün kafanıza. Kağıt gibi ezilen beyinlerinizle hava atın bundan böyle. Sizi gidi bilgili cahiller sizi.
Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim
Bir gün ansızın, yüreğinin en eski köşesi, uzun yılların gerisine saklanmış bir yara, bir hayal, bir fotoğraf bütün dehşetiyle fırlayıp öne, seni saçlarından tutarak büyük girdaplara doğru çeker. Bir vakitler ağlayamadığın bir aşka, belki on yıl sonra, bugün, iki damla yaş düşürürsün. Bir demli çay, bir simit ve bunların yanına iliştirilmiş bir paket sigara, seni bir fotoğraf karesinin içinden çıkarıp, geçmişin sisli, flu ve insanın içini kanatan kaldırımlarına atar. Bütün şiirlerde kaldırımları, bütün kaldırımlarda bir büyük şiiri ararsın. Ve aslında aradığın her şeyin içinde itiraf edilmemiş, sende gizlenmiş, itinayla saklanmış bir aşkın silueti dolaşır. Bir bıçağa benzeyen bu siluet, kalbinde açtığı deliği, sarhoş salınımlarla, her gün biraz daha genişletir. On yıl mesela, her gün biraz daha derinleşir acı ve her gün biraz daha derine gömerek onu, yeni yeni umutların ardına düşersin. Her yeni, o eski resmi biraz daha büyütür sadece. Ellerinden, gözlerinden, gövdenden, hayallerinden, işinden gücünden daha büyük olan bu resmi bir gün hiç taşıyamaz hale gelirsin ve yara bütün şiddetiyle patlar.
Lanetli bir aşk bu. Dokunduğu her şeyi yakan, her şeyi kocaman bir girdabın içine doğru çeken, mor, şekilsiz ve her şekle giren bir aşk. Geride sadece kül, sadece kül ve sadece kül bırakan bir şey benim anlattığım. Aslında anlatmak filan değil bu. Aksine, hiçbir şeyi anlatamamanın kızgınlığıyla ve geçmişte bir yerlerde doğru cümleleri kurmayı becerememiş bir adamın öfkesiyle konuşuyorum şu an. Bir insan, hayatının en büyük tokatlarını kendisine atar. O tokatların izi, birilerinin attığı gibi suratta değil, ruhun derinliklerindedir. Ve ruh ağır ağır, sinsi sinsi ve kimseye belli etmeden kanar. İki ayağının üzerinde sağlam durduğu zannedilen bir adam, mesela bu satırların yazarı, bir pelteye dönmüştür aslında ve bütün kemikleri kırılmış bir çığlığı yürek diye peşinden sürükler. Yürek diye gösterdiği şey, eprimiş, berkitilmiş, incinmiş ve dünyanın en kalabalık otobanının ortasına atıldığı için otomobiller tarafından parça parça edilmiş bir kedi ölüsüdür. Bir kedi ölüsüdür aşk.
Beyninin arka odalarına kilitlediğin masum bir hatırayla hiçbir yere varamazsın.
Ne sen masumsun artık, ne de o hatıra. Birbirinizi eriterek ve tüketerek harflerinizi, okunaksız bir yazıya dönüşürsünüz. Okunaksız yazıları seviyorsun elbet, biliyorum. Herkesten sakladığın bir labirentte tek başına dolaşmak gibi bir şey bu. Işıksız, pusulasız, haritasız kalmak güzeldir bazen. Ve hep ışıksız, hep pusulasız, hep haritasız kalmak da. Belki bu yüzden sevmiyorsun aydınlıktan bahsedenleri, gelecek güzel günleri anlatanları, kılavuzları, kılavuz gemileri, rehberleri. Belki bu yüzden ölüyorsun sen. Sıkışıp iki şeyin arasına, bir hatırayla bir gerçekliğin arasına sıkışıp, kağıt gibi oluyorsun. Kağıt gibi bakıyorsun gidenlere. Yol kenarına kaldırılmış bir ölünün üzerine serilmiş bir kaç parça kağıt gibi. 'Ben seni unutmak için sevmedim' diyor şarkı ve bundan başka her şeyi unutuyorsun. Her şey bu.
Yüreğime prangalar vursunlar
Hukuksuz yüreklerin ve haydut zihinlerin konuşma vaktidir artık. Zifiri gecedir varlığım. Ve sabah denilen hayal bir aldatmadır, bir hiledir, bir tuzaktır. Hayallerimizi, kolumuzu keser gibi keserek gövdemizden, uzak bir kara parçasına attık. Oyalansın modern çağ masallarıyla New York şehri sakinleri ve güzel salonlarda güzel filmler seyretsin Parisliler. Londra'da dans başlasın, Brüksel'de pazar kavgası. Biz hayallerimizin yerine kocaman kara taşlar koyarak ve silme gece, silme soğuk, silme ateş bir halde hukuk kitaplarını yırtalım gelin. Görgü kurallarını ve nezaket cümlelerini ve hitabet sanatını ve oy verme gerekçelerini kıralım birlikte. Vaatleri ve vaatlerin ardındaki yalanları ve yalanların ardındaki ödlekleri ve ödleklerin ardındaki korku imparatorluğunu devirelim bugün. Dağların ve soğuk suların ve sularda yıkanan kavruk yüzlerin hatrına devirelim hem de. Ve sorduklarında bize, sağlam gerekçelerimiz olmasın onlara göre. Mantık başka türlü işlesin ve bizim mantığımızla doğsun güneş. Bizim izahlarımızla tutulsun ay. Biz koyalım adını ayrılıkların. İhanetlerin. Ve zaferlerin.
Sen savaşmayı bilirsin hukuksuz yürek. Bilirsin inandıkların uğruna ölmeyi. Potansiyel suçlusun zaten caddelerde kollarını savura savura yürürken. Bu şehir seni sevmez. Ve sen bu şehri kalın bağırsağına dek bilirsin. Senden sakındıkları, gizledikleri, esirgedikleri her şeyi, yakılacak ve yağmalanacak her şeyi bilirsin. Bilirsin Kureyş kervanlarının geçtiği yolları. Gözlenecek ve kesilecek yolları bilirsin. Bir namlu gibi düşünmeyi öğrettiler bize. Ve namluya mermi sürülür gibi yaşadık hayatlarımızı. Nice aşklara ve nice yıkımlara tetik düşürdük. Kapıları çekip çıkarken alnından vurulmuş birşeyler kaldı geride. Hukuksuz ve kayıtsız doğduk. Bize şah damarımızdan daha yakın olana iman ettik sadece ve gözümüzü kırpmadan vurduk şah damarımızı ve şah damarından vurduk önümüze uzattıkları anlaşma metinleri. Anlaşmak istemiyoruz biz. Silahlarımızı bırakmaya niyetimiz yok. Zaten silah bırakmak, yüreğimizi ve bedenimizi de orada bırakmak anlamına gelir. Biz yüreksiz yaşayamayız. Ve düşmanın göğsündeki boşluğa bakarak atarız zafer çığlıklarını. Damarlarında kan dolaşmayanlar ve gözlerini soğutmuş olanlar ihanet çemberinde, düşmanımızdır bizim. Ve teslim olmalarına bile izin vermeyiz onların. Çünkü her teslimiyet bizi de teslim alır biraz.
Ey hukuksuz dil! Zakkum yürek! Yaralı hayat! Kara umut! Kopart zincirlerini bugün ve dümdüz edilmiş şehirlerin üstünde yürü. Aç kapılarını mapusanelerin, fabrikaların, okulların. Bırak kendini özgür ve hesapsız ve kayıtsız ve şartsız bir dünyanın arefesine. Bayram ilan ediyorum senin iki ayağın üzerinde doğrulduğun günü ve bir bulut ağlarken geçiyorsun bıçakların imtihanından. Bıçaklar düzgün konuşur ve sadıktır bizim elimizde olduğu sürece. İhanet etmez çelik ve sırtından saplanmadığı sürece bir bedene, kabulümüzdür. Dilimiz ve sesimizdir meydanlara düpedüz çıkan ve meydanlarda dimdik duran çocuklar. Onlar ki bayrak yerine yüreklerini taşırlar. Onlar ki ülke diye isyanlarını gösterirler. Onlar ki isimsiz ve birbirlerine sade kelimelerle seslenen kara bedenlerdir ki, ölmeyi ve öldürmeyi doğdukları gün öğrenirler. Biz doğduğumuz gün öğreniriz aşkı ve durulmaz önümüzde bir şeye yürek düşürürsek. Masaya yumruk vurur gibi ilan-ı aşk ederiz ve gerekirse gideriz masaya aklımızı koyarak. Başkasının aklına yer yok hayatımızda. Başkasının sözcükleriyle konuşma bizimle. Dümdüz ve dolambaçsız ve dar ve alt yazısız konuş. Ölmeye gidiyoruz çünkü. Fazla vaktimiz yok seni dinlemeye. Ya sen de gel, ya ebediyyen sus!
SENİ BANA KALP DİYE KOYMUŞLAR
senin en güzel yerin sensizliğin
başka birine hazır oluşun aynalarda
bir gün başka uyanırsam yanında
ya sen gitmişsin ya ben kaldım
işte o zaman beni otuz yıl öldür
otuz yerimden sürgüne gönder
elbet ben nesiyim bu hayatın
ben bu aşkın Semud kavmiyim
ne zaman sana üşüsem
ateşin icadı geri alınır
kim kalır içimizdeki saat dursa
İçimdeki saat başka bir gidişin olsa
seni yaşamak beni öldürür
beni öldürdü kendi aklım
benim aklım kimin aklı
sen neyimsin benim hiç bitmeyen
seni bana kalp diye koymuşlar
beni sana bir gidiş hazırlığı
gittin ışıklar yandı içimde
ışıklar söndü içimde gittin
seni gittim ben aynalara bakarken
aynalar seni sürdü ben seni öldüm
Unuttuklarım Yüzünden
yeşil kalbim benim
sarıdan ve maviden oluşmayan yeşil kalbim
rehin bıraktım üstüne kustuğum toprakları
gözlediğim incirler yarım durdu orada
bir su kendi çoğuluna aktı
bir kadın vazgeçti doğumdan
kalbim beni dövmüyor artık
gitmek en güzel halidir gövdemin
bunu bilmek aykırı bir damar beynimde
unuttuklarım yüzünden seviyorum seni
çok düşündüm ve uyanıp attım yüzümü
şimdi sen taşıyor olmalısın gözlerimi
ne çok şey unutmuşum ben böyle
kalbim kendi sınırlarına yabancı
hiç nar yemediğimi hatırlıyorum
hatırladığım son şey bu sen öncesi
sen öncesi sanki bir adım vardı benim
sanki diye konuşunca dil küsüyor
kendimden öte birşeyim oluyorsun
kaybolsak gideceksin ve bir hayvan
mesela ben yarasını dişleyecek gözlerinde
kalbim basmayı unuttuğumuz zil
ben bir fotoğrafı oğul belledim
cebimde bir delilik ötesi yok
ve hangi sen alnımı indirsem
hangi sokağı dönsem ilk apartman
kayıtsız şartsız isminle başlıyor
gitmeli burdan bir gidişe gitmeli
kalbim kuduz bir köpek
kalbim ısırdı beni
ama kanayan sen!
Mihnet ile Ektirdiğim Gülleri,
Vardın Gittin Bir Soysuza Yoldurdun
Biz geliyoruz beyaz kafa; Şehirlerin kenarlarından, sokakların diplerinden, meydanların ücrasından kalkarak ayağa ve saçlarımızı en deli rüzgarlarda savurarak. ve ağzımızda kıvrak şarkılarla ve bir gelincik tarlasında yuvarlanır gibi ve tepeden tırnağa bir ateş halinde, biz geliyoruz. Dünyayı daha fazla sevmeye, insanı daha fazla anlamaya, hayatı daha fazla korumaya dogru koşuyoruz. Biz uçan kuşun, parlayan çiçeğin, sıcak ekmeğin ve gürül gürül akan ırmakların aşkıyız. Ve o kuş, o çiçek, o ekmek, o ırmaklar gelip şehrin ortasına saplayacaklar bıçaklarını ve bıçaklar Fırat kıyısındaki koyuna dahi adalet isteyecek. Ve hak sularını bulandıranlar, nokta kadar bir yer bile bulamayacaklar kalplerindeki karanlığı, kafalarındaki hesabı, ciğerlerindeki fiyatı saklamaya. Onların gözlerinde, dünyanın en derin çukurlarını bulacağız ve onlara baktığımızda yosunlu bir taşı kaldırmış gibi olacağız yerinden. Böcekler kaçışacak onların yüreklerinde ve fakat en ufak bir yer bulamayacaklar içlerindeki solucanları gizlemeye. Biz bir karanfil tarlası gibi ilerlerken aydınlığa, onlar, altı böcek cehennemi taşlar gibi kaçışacaklar zifiri karanlığa. Fakat yeryüzünde hiç bir karanlık yoktur malûmumuz olmayan. Sıcak küvetlerinde ve pahalı parfümlerinin içinde bulacağız onları ve suratlarına devasa yangınları haykıracağız.
Biz geliyoruz beyaz kafa; milyonlarca insanın kanıyla girilen sarhoşlukların şerefine kurulan zafer taklarını yer ile yeksan edeceğiz. Yer ile yeksan edeceğiz kızlarımızı kir çukurlarına gömen, oğullarımızı inançsızlık sularında boğan, babalarımızı utanç duvarlarına köle eden fildişi kuleleri ve o kulelerde hazırlanan bütün hesapları. Yukarlardan bakıp bakıp kesilen ahkamları ve bizi forsalaştıran, aşksız ve karanfilsiz bırakan bütün hükümleri yer ile yeksan edeceğiz. Hazine dairelerinize dalıp, gözünüzden bile sakladığınız altınları avuç avuç savurarak kocaman kahkahalar atacağız. Ufacık da olsa bir çöp kurtarmak için didinen beyaz bedeninize sarılıp dans edeceğiz sizinle. Siz kenar mahalle çocuklarından üttüğünüz bilyeleri kaybetmenin şokuyla delirirken, biz sizin deli gözlerinize bakıp şarkılar söyleyeceğiz. Mutfaklarınızı yağmalayacak ve kilerlerinizdeki etle bütün şehri doyuracağız. Canınıza ve mahreminize halel gelmeyecek ama ümüğümüzden kopardığımız her lokmayı geri isteyecegiz. Ve dev ateşler yakıp şehrin ortasında, göğü aydınlatan yalımlarla güreşeceğiz.
Biz geliyoruz beyaz kafa; uzamış sakallarımız ve dünyanın en güzel hayvanına benzeyen gözlerimizle geliyoruz. 'İşte karanlık' diye işaretleyip, keskin nişancılara hedef kıldığınız kalplerimizi söküp avuçlarımıza aldık. Alnımızı esmer buğdaylar hışırtısıyla yıkayıp, saçlarımızı sabah namazlarına savurduk. Sen fildişi kulelerde havyara, kuşkonmaza ve lakerdaya uzanırken, biz aczin ve yokluğun içinde kocaman aşklar körükledik ve o aşklardan demir gibi çocuklar edindik. O çocuklar ki meydanlara bir vaha serinliğiyle girip, ince kumaştan mendiller gibi dolaşacaklar. O çocuklar ki arkalarına konakları alıp hatıra resimleri çektirecekler şehrin her yerinde. Şehir, surlarına bayrak diktikten sonra sırtı sıvazlanıp köyüne geri gönderilen Ulubatlı Hasanlar'ın olacak. Şehri, örselendikçe kokusu güzelleşen bir gül gibi cebimize koyacağız. Ve akşamları evimize götüreceğiz gülü. Masamıza yerleştirip önünde sade yemekler yiyecegiz. Büyüyen çocuklarımızdan arta kalan elbiseler giydireceğiz ona. Odalarımızda büyüyüp bizim gibi kokacak. şehir bizim olacak, biz şehrin.
Beni Yak, Kendini Yak, Her Şeyi Yak
Yak kendini. bir kandil gibi titrek titrek değil ama dev bir şehir gibi yak. new york gibi, paris gibi, istanbul gibi yak kendini. yalımları göğe ulaşsın kalbinden, beyninden ve saçlarından yükselen ateşin. kıpkırmızı bir ateş topu gibi yürü üstüne hayatın. üretilen ve paketlenen ve kirli ve temiz ve iyi ve kötü ve çirkin herşeyin üzerine yürü. tutunduğun bütün dalları ve sana yasaklanan ormanları yak. sherwoodu yak, robin hoodu ve diğerlerini ve bizimkileri ve sizinkileri ve ergenekonu ve endülüsü ve bu sabun kokulu tarihi ve veliaht ölülerini ve kazanılmış bütün zaferleri yak.
yak kendini ve tutuşan saçlarından çıkan alevler yutsun bütün yalanları, bütün hayalleri ve bütün masalları. kopar zincirlerini ve YAK, YAK, YAK zinciri tadan kollarını, zincire teşne bedenini, ziniri düşleyen zihnini. ve ateşten bir zinciri tutarak uçlarından, koş dünyanın uçlarına, ücrasına yeryüzünün ve göğün altında ne varsa bize benzeyen ve benzemeyen ve dost ve düşman ne varsa göğün altında tutuştur gitsin. dev ve kıyamet sesli alevlerle yansın bedenin, aklın yansın, insafın yansın. acıma, hiç ama hiç acıma tutuşan avuçlarına ve dokunduğun herşeye bulaştır kucakladığın ateşi. olimpos dağından indir ve bölüştür ve paylaştır ve yay yeryüzünün her santimine bizden esirgenen kıvılcımları. efesin tapınaklarını yak önce, babilin kulelerini ve ehramlarını mısırın ve bütün firavunları ve firavun köpeklerinive köle tacirlerini ve gülkokulu cariyeleri ve ardından yürüdüğümüz şatafatlı komutanları ve atlarını onların ve mızraklarını yak.
yak kendini. cayır cayır yanan bir barbar ordusu gibi dayan şehrin kapılarına. avrupaya, asyaya, amerikaya dayan ve kır önünde açılmayan bütün kapıları, eğilmeyen kolları. YAK, YAK, YAK, sana söylenen, anlatılan ve iletilen herşeyi yak.kristof kolombun amerikayı keşfini, napolyonun mısıra girişini, istanbula taşınan ganimetleri, endülüsü terkeden müslüman orduları, roma önlerinden dönen attilayı yak. bütün devrimleri, karşı devrimleri, akınları, akıncıları yak.ulaşsın heryere ve herşeye göğsünden kopan ateş dilimleri ve yakılan tarihe, yanan bugüne ve yakılacak yarınlara değdir. çoğalt ateşi, körükle, yay. köroğlunun babasının gözlerine çekilen mili kapıp celladın avuçlarından, dağla efendilerin, beylerin, kralların, firavunların gözbebeklerini. birbirine benzeyen ve içinde zulümlerin raksettiği,yurtsuzların tepelendiği, kölelerin dövüldüğü o kimsesiz göbebeklerini dağla dönme asla geriye ve sen de yan, kül ol ve kül et kavmini. kimseye kalmasın bu devasa ateş ve kimse yangın yerlerine konaklar kuramasın bundan sonra.
Sizden Nefret Ediyorum
'Rezil olma hakkımı kullanıyorum, beyaz çorap giyme ve halk otobüslerinde yolculuk etme hakkımı. 'yoz' diye bir köşeye attığınız ne kadar müzik varsa dinleyeceğim hepsini ve Mülüm Gürses konserlerine cebimde jiletle gireceğim. simit yiyeceğim ve lahmacun ve kebap ve isot biberi yiyeceğim ve ayran içeceğim bunların üstüne. korktuğunuz partilere oy vereceğim ve sonra o partileri pat diye bırakıp başka partileri deneyecek keyfimin kahyası. günün en civcivli saatlerinde uzanıp uyuyacağım parklarda ve topuğunu ezdiğim ayakkabı cesetleri yattığım bankların ucuna düşecek. terleyeceğim ve hayatının en uzun koşusuna çıkmış bir at gibi kokacak vücudum. cicili bicili sözleri, ince iltifatları tutmayacak aklım ve ilk kez gördüğüm birşey gibi bakacağım bana 'beyefendi' diyenlerin suratına. adımla çağırın beni, sadece babamın kulağıma okuduğu isimle.
saçmalama hakkımı kullanıyorum kaldırımlarda bir meczup gibi dolaşma ve otobüslerde arkaya doğru gitmeme hakkımı. vitrinlerinizin önünden, cicilerinizin, modalarınızın, ve kokulu sabunlarınızın önünden en kayıtsız halimle geçeceğim. bana hiçbir şey satamayacaksınız ve ben size hiçbir şey satmayacağım. sigortasız, pasaportsuz, ehliyetsiz dolaşacağım ve korkacaksınız gözlerime bakmaya. (bu yazıyı okurken bile ürperdiniz!) gözlerim üzerinize toprak atmaya hazırlanan bir mezarcının kıllı elleridir çünkü. korkacaksınız ve ben fütursuz yürürken yollarınızda siz kenara çekileceksiniz hep. sizin göreviniz, sizin gibi olmayanlardan korkmaktır. korkun bizden; biz öcüyüz beyzade ve beyaz semtlere kıstırdığımız her seçkin beyaz kafaya 'pöhhh! ' deme hakkımızı kullanıyoruz. pöhhh! acaip kotkuyorsunuz ve fakat bitirdiğiniz okullar tutamıyor elinizden, çalıştığınız temiz işler saçlarınızı okşayamıyor, sakinleştiremiyor sizi yaşadığınız o 'bal dök yala' evleriniz. ne aciz kadınlarınız var sizin, ne kadar çıtkırıldım ve ne kadar kompleksli. (zayıflama seanslarından, güzellik salonlarında bulursunuz hep onları) avutamıyorlar sizi ve ağlayamıyorsunuz yanlarında. oysa erkekler ağlar beyzade, erkekler ağladıkça yiğitleşir ve daha iyi savaşır gözünde yaş olanlar.
serserilik hakkımı kullanıyorum, çatalla kaşığı biribirni karıştırma ve yemeğe parmaklarımla uzanma hakkımı. tanımadığım ve kapısından içeri alınmadığım ve gidip bir bardak çayını içemediğim yerlerden gelen faturaları ödemeyeceğim. ayakkabılarımı boyatmayacağım ve tükürerek bakacağım afişlere, lüks lokantalara, ve insansız otellere. neon ışıkları kaldırımlardaki su birikintilerine vuracak ve bıçaklanan bir kadının kanı karışacak aynı anda aynı suya.ve işte beyazların medeniyeti ve ben asla girmeyeceğim bu oyuna ve ben asla cafcaflı görüntülerine aldanmayacağım bu uygarlığın.bizi kandıramayacaksınız, bizi pazarınıza indirip suyu çekilmiş ıspanaklar gibi satamayacaksınız. adam olmayacağız, hizaya gelmeyeceğiz, ve uzatmayacağız boyunlarımızı uysal koyunlar gibi sizin imansız bıçaklarınıza. gidin burdan, cellatlarınızı ve katillerinizi de alıp gidin, kapılarınızda bekleyen köpekleri ve boynuna kurdele bağladığınız sümsük kedilerinizi de alarak gidin.
adam olmama hakkımı kullanıyorum, harfleri eciş bücüş yazma ve meclisin tavanına çiğ köfte atma hakkımı. dilime doğru iteklediğiniz bütün yabancı sözcükleri yanlış ve yersiz kullanacağım. karşınızda bacak bacak üstüne atarak konuşacak ve manasız şeylerden bahsedeceğim. cahil kalacağım ve ısrarla eğitmeyeceğim kendimi, inceltmeyeceğim ve ısrarla yanlış yapacağım bana ezberletmeye çalıştığınız herşeyi. ısrarla başka şekilde giyinip, başka şekilde büyüteceğim çocuklarımı. başka bir müzik dinleyip, başka düğünlerle evleneceğim. kulağınızın dibinde naralar atıp, evinizin önünde şarjör boşlatarak göndereceğim oğlumu askere. demokrasiyi yanlış anlayacağım ve ısrarla ve dilinize plesenk ettiğiniz her açıklama benim kapılarımdan içeri yanlış içeriklerle girecek. plastik çiçekleri ve kabe resimli duvar halılarını seveceğim ısrarla. ben adam olmayacağım ve unutacağım rakamlarınızı. her yanından kan damlayan kavramlarınız için, demeçleriniz ve istatistikleriniz için kılımı bile kıpırdatmayacağım. ben öcüyüm, ben tehditim ve sizden nefret ediyorum. ısrarla ve her gün yeniden ve usanmadan ve gülümseyerek ve içimdeki bıçakları okşayarak nefret ediyorum sizden.'
Bize İtalyan Usulü Sos Hazırlamayı Öğret Beyaz Oğlan
haberlerin içinden bir haber öylesine akıp gidiyor. sakin ve normal bir tarzda anlatıyor ntv'nin spikeri: 'x semtinde yeni bir diyet ve vejeteryan lokantası açıldı. yemekler italyan usulü hazırlanıyor. menüde her yemeğin içinde ne kadar yağ, ne kadar kolesterol bulunduğu belirtilmiş.' bu minval üzre akıp giden haberin sonunda lokantanın sahibi kahramanca açıklamalar yapıyor: ' kebap ve lahmacun kültürüne karşı mücadele veriyoruz.' mücadeleni sevsinler senin beyaz oğlan. cici çocuk, pembe yanak; KORU BİZİ KENDİ KÜLTÜRÜMÜZDEN; italyan mutfağını tattır bize; medeniyet öğret. yanık bağrımıza ve acılı kursağımıza italyan soslu bişeyler dök, fransızca azarla bizi, ingilizce döv.
bütün bunlar olurken ekranda hafızam bir yıl kadar öncesine gidiyor ve bir haberi çıkartıp koyuyor önüme: 'iranlı turist adana kebabı fazla kaçırınca öldü! ' işte biz buyuz beyaz oğlan. adana kebep yüzünden öleceğiz biz, lahmacun, mısır ekmeği, sırtı lacivert hamsi, alinazik ve şirden dolması yüzünden öleceğiz. kaşıkla çatalı yanlış tutacağız ve daha tadına bile bakmadan tuz dökeceğiz kuru fasulyeye. hadi gel beyaz çocuk, bize kebaptan nefret etmeyi öğret. hadi gel de bir dene, gözlerimize bakarak italyan sosu hazırlamayı. gel de, şu bizim kara, hem de kapkara semtlerimizde ekmek arası domates yiyen çocuklarımıza ve üzümü ekmeğe katık eden ihtiyarlara medeniyeti anlat. et yemenin zararlarından bahset bize. hadi gel beyaz oğlan, hadi gel...
ey arsızların medeniyeti, pişkinlerin kültürü, densizlerin uygarlığı, boğazımızdan çaldığınız zenginliklerle kurduğunuz şatolarda gözlerimize baka baka incelip gözlerimize baka baka çıldırıyorsunuz.aklınızı italyan usulü yiyip, vicdanınızı ingiliz stıli süpürüyorsunuz.siz orada abidik gubidik işlerle uğraşırken biz merdivenden düşen çocuklarımızı hastaneye bile götüremiyoruz burada. çaresizliğin, olanaksızlığın, yoksulluğun bütün halleriyle yuvarlandığımız bu hayat soya fasulyesini mideye indirdiğiniz masaların çaprazına kurulan televizyonlara malzeme kılınırken; pişkin, densiz, iğrenç gülüşünüzle kameraların karşısına geçip ' kebeba karşı açılan topyekun savaşt'an bahsediyorsunuz. siz kimsiniz be, siz kimsiniz? nasıl bir ülkede doğdunuz, hangi başkentleri başken bellediniz, hangi lisanla rüyalar gördünüz geceleri? hangi toprakların yamyamısınız siz? hangi ülkelerin işbirlikçisi, hangi kültürlerin taklitçisi, hangi satırların hainisiniz siz? hadi gel beyaz oğlan, hadi gel de bunları anlat bize. seni bir güzel dövelim!
Oy Memişler Memişler, Şeftaliyi Yemişler
Adamın aklı, hayatın bütün arazilerinde dolaşıp, kuytu bir köşe buldu kendine ve orada kurudu fikrininince gülü. adamın aklı, ülke adını verdiği topraklarda, doğduğu yerlerde patlayan balonlarda ve o balonların içinde kıvranan inanç kırıntılarında kaldı. adamın aklı, olan biteni anlayamaz oldu artık. bütün ömrünce ve babasının ömrünce ve dedelerinin ömrünce güneşe tuttukları o güzelim anadolu günlerinde kızaran, allaşan, Allah'ın en güzel nimetlerinden biri olan şeftaliyi, karanlık ve ürkütücü salonlarda parçaladılar. sarı etindeki şeker, kanlı mendillere aktı. adamın aklı mendillere bulaşan şekerde kaldı. bin yıllardır saraylara taşınan sarı buğday, üzümün en iyisi, elmanın en tazesi, suyun en temizi, tütünün en kalielisi niye geriye, onları taşıyanlara dayak, zulüm ve işkence olarak dönüyor. niye o taşıdıklarımızla beslenen zihinler, bize dönüp 'fazla yaklaşmayın şehirlere', 'masamızdaki üzümden bir tane dahi kopartmayın', 'çimenlerimizi uzanmayın', çiçeklirimizi koklamayın', çocuklarınızı çocuklarımızın arasına karıştırmayın' diyor. işte adamın aklı bunlarda kaldı. geriye doğru gidip beyninin içinde, az sonra içne dalacakları şehirlere şöyle bir baktığı an'ı hatırladı adam ve topların gürültüsünü duyduğunda ileriye doğru attığı ilk adımları. şimdi o şehirler, o şehirlerin kapıları, meydanları, parkaları, okulları 'topyekûn' kapanıyor yüzlerine. 'sokaklarında gerine gerine gezinemediğimiz bu şehirleri niye fethettik biz? ' diye sordu adam ve adamın aklı bu soruyu başka sorularla çarptı. kızlarımızı gönderemediğimiz okullar niye kuruldu? çimenlerine uzanamadığımız parklara niye ağaçlar diktik? ve niye şairin biri ' bir gün bu şehrin sokaklarında kendi elbisesiyle, mavi iş tulumuyla dolaşacaktır hürriyet' dedi ve fakat asla dolaşmadı? niye şiirler yalan, romanlar kurgu, gazeteler hayal mahsulü? adamın aklı alfabenin onikinci harfinde kaldı. gözleri gördüklerinin içinde kayboldu.duyduğu şeyler kulaklarını çekti ve karatahtanın önünde cevaplandıramadığı şeyleri hatırladı adam. İKİ KERE İKİNİN DÖRT ETTİĞİNİ ÖĞRETTİLER ONA ZORLA, FAKAT ASLA İKİ KERE İKİ DÖRT ETMEDİ. aklın ve matematiğin başka kurallarla işlediği bir ülkede doğdu ve mahkeme kuytularında başka bir matematikle yargılandı adam.başka bir matematikle çekti cezasını, maaşını başka bir matematikle aldı ve oy verdiği partinin oyları başka bir matematikle hesaplandı.çocukları oldu ve çocuklarını 'iki kere iki dört eder'le büyütüp, 'iki kere iki beş ederl'le astılar. aklı 'modern matematik'te kaldı. ÇÜNKÜ 'MODERN MATEMATİK' ASIRLARDIR BÜYÜTTÜKLERİ ŞEFTALİDE ONLARA BİR ISIRIKLIK DAHİ YER BIRAKMIYORDU ve aynı moderninançlarını çarpım tablosunun dışına atıp, kıyafetlerini suyun kaldırma gücüne aykırı buluyordu. adamın aklı, nice soğuklarda inançlarının ateşiyle ısınan, güneşli günlerde bir muştu gibi allaşan morlaşan, asırladır elden ele geçirip, bir ırkın bütün hayalleriyle irileştirdikleri, tadından yenilmez kıldıkları şeftaliyi hoyrat midelerine indiren karanlık ağızlarda kaldı. teypte 'oy memişler memişler, şeftaliyi yemişler cinsinden bir şarkı çalıyordu o an ve adam aklının kaldığı yerlerden dönemedi. kaybolan bir akla, kaybolan gözlerle bakakaldı öylece.
Portakal Sandığı, Çakı Bıçağı ve pencere camının Meselesi
'Benim meselem mühim mesele' diyor Müslüm Gürses bir şarkısında ve aklımızın ince kıvrımlarında dolaştırıp bu sözü, meselenin vehametini tartıyoruz. bizim meselemiz dünyanın en kadim meselesidir. yeşil seccadelerimiz, ezan okuyan saatlerimiz, duvarlarımızdaki resimler, vitrinlerimizin oymaları, çekyatlarımızın kumaşı, duvar halılarımızın geyikleriyle dalga geçenlerle aramızdaki kültürel, sosyal, politik ve ekonomik uçurum her iki tarafın aklına başka dünyalar koymuştur. bu, sokak kedisiyle ciğercinin kedisi arasındaki devasa boşluktur ki, atılan bütün tiradların sonunda birini soğuk sokaklar, diğerini sıcak soba önleri bekler. biz ki 'mühim mesele'nin en mühim tarafı olarak, anlaşma masalarında, siyaset zirvelerinde, ekonomi pazarlıklarında toplam sonuç, okuma oranı, doktor başına düşen hasta sayısı, mevsimlik işçi oranı olarak zikredilip geçtik. oy verdiğimiz partiler, çocuklarımızı gönderdiğimiz okullar, zeytin peynir aldığımız bakkallar, tezgahlarına dokunduğumuz fabrikalar, imdat istediğimiz gazeteler, okuduğumuz yazarlar, dinlediğimiz şarkılar, çözdüğümüz bulmacalar lanetlendi. para uzmanları için 'kayıtdışı ekonomi, siyasetçiler için 'kararsız seçmen kitlesi', marksistler için 'lumpen proleterya', sosyologlar için 'kent yoksulu', telefon idaresi için ' sayın abone', bankalar için 'mudi', emniyet teşkilatı için 'eşkali belirsiz şahıs', entellektüeller için 'yığın' ağalar için 'maraba' ve çay içmeye gittiğimiz yerlerde 'adisyon'duk biz. bile isteye lidersiz, bile isteye kayıtdışı, bile isteye lumpen, bile isteye maraba, bile istatistiki bir veri olarak bırakıldık. marks okusak suç, Kur'an okusak suç, Hazreti Ali ve hayber cengi okusak suç, rüya tabiri okusak suç oldu. dokunduğumuz herşeye, oy verdiğimiz bütün partilere, ardından yürüdüğümüz bütün liderlere, mırıldandığımız bütün şarkılara,girdiğimiz bütün evlere sıtımızdaki kadim laneti de bulaştırdık. meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular bizim. mum ışığında gizlice, müslüman bir ülkede gizlice Kur'an okuduk ve mumun karanlık yerlerinden gelip vurdular bizi.arka odalarda, soğuk gecelerde gizlice, bir fikre inanmanın bütün gizliliğiyle marks okuduk, satırların arasından çıkarak vurdular bizi. ergenekon destanının içinden çıkarak vurdular bizi. pir sultan türkülerinin içinden çıkarak vurdular bizi. hatta teksas-tommikslerin çizgilerinden çıkarak vurdular bizi.neye inansak, neyi hayal etsek, kime baksak vurdular bizi.meydanlarda sekerek yürüyen evlatlarımızı vurdular. kestiğimiz kurbanları, içtiğimiz çayları, bayramlarımızı, oturduğumuz portakal sandıklarını vurdular. bütün gece Müslüm Gürses dinledim ve daha dinlenmeden vurulan bir şarkının üzerindeki gazete kağıtlarını kaldırdım usulca. kan görmek ürkütmüyor beni. bir hayale inanmak için kan görmeye alışmak gerekiyor demek ki.
Başka Dünyanın Çocukları
hey en arkadaki, hey sen! toplu resimlerin en köşesinde ve en gerisinde duran. vitrinlerin dışında ve uzağında duran sen. cici yerlere alınmayan, kaloriferli mekanlara sokulmayan, şehrin kenarında tutulan kara çocuk! bu şehirler senin sayende alındı ve sokaklarına medeniyetin senin omuzlarına basılarak girildi. bayrakları diken sendin anlı şanlı zaferlerin alnına. ve yine senin avuçlarından dökülen tohumlar başağa dönüştüğünde, budadığın asmalar üzüm verdiğinde, kahrını çektiğin buzağılar süte durduğunda, bunların hepsi ama hepsi alımlı arabalarla konaklara taşındı. ve o konakların temelini kazan, duvarını ören, çatısını çakan sendin. ve konaklara taşınan buğdayı, üzümü, sütü yemeğe, aşa, ekmeğe sen dönüştürdün. ve o pişen aşı, nar gibi kızaran ekmekleri kocaman kelleli adamların, hastalıklı hanımların, şımarık çocukların masasına sen servis yaptın.