kabiliyetler,yetenekler,hayaller uçuşup gitti yılların ardindan. çok şey olmayabilirdik lakin kesinlikle bir şey olurduk en azından şimdinin hicliginden iyi olan.
adamın biri varmış 1950 lerde,aldıgı dolarların hakkını verebilmek için amerikanın kanlı ellerini memleketimize sokma gafletinde bulunmuş...................ve şimdi durum ortada..............kimi alkışlar kimi yuhalar..................emperyalizme karşı mücadele eden kemalistlerin menderes i sevmeleri hep komigime gitmiştir....................nazım ı okumadan menderes hakkında yorum yapmamalı bence........................en iyi o anlatır.....
Iki melek yeryüzünü dolasmaya çikmislar.. Tabii insan kiliginda.. Aksam olmus.. Kentin en zengin semtinde lüks bir villanin kapisini Tanri misafiri olarak çalmislar.. Ev sahipleri somurtarak buyur etmisler onlari.. Yemek falan teklif etmemisler.. Sicacik misafir odalari yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki silte atip 'Geceyi burada geçirebilirsiniz' demisler..Silteleri betona sererken, yasli melek duvarda bir çatlak görmüs. Elini uzatmis. Söyle bir sürmüs yariga.. Duvar eskisinden saglam olmus.Genç melek 'Niye yaptin bunu? ' diye sormus merakla..'Her sey her zaman göründügü gibi degildir' demis yasli melek yavasça.. Ertesi aksam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuslar. Her seyleri bir tanecik inekleri imis. Onun sütünü satip geçiniyorlarmis. Ev sahipleri mütevazi sofralarina almis onlari.. Allah ne verdiyse beraber yemisler. Yatma zamani gelince kadin 'Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalisiniz' demis.. 'Bizim yatakta siz yatin,bir rahat uyuyun. Biz su divanda idare ederiz.' Günes dogarken uyanan melekler, zavalli adamla karisini iki gözleri iki çesme aglar bulmuslar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatiyormus.Genç melek öfkeden deliye dönmüs..'Bunu Nasıl yaparsin.. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine Nasıl izin verirsin.. Önceki gece gittigimiz villada her sey vardi, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir sey vermediler. Sen onlarin bodrumlarini tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her seylerini paylastilar. Ineklerinin ölmesine göz yumdun? ..'Her sey her zaman göründügü gibi degildir evlat' demis, yasli melek gene..'Nasıl yani? ' diye daha da öfkeyle yinelemis sorusunu genç melek.. 'Her sey her zaman göründügü gibi degildir evlat' demis yasli melek bir daha.. Ve anlatmis..'Ilk gittigimiz zengin evinin o duvar çatlaginin içinde yillar önceden saklanmis bir hazine vardi. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok magrur, ama hiç paylasmayi sevmeyen insanlar olduklari için bu defineyi bulmayi hakketmemislerdi. Çatlagi kapayip, onlari bu hazineden ebediyyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yataginda yatarken ölüm melegi, adamin karisini almaya geldi. Kadinin hayatini bagislamasina karsilik ona inegi verdim. Her sey her zaman göründügü gibi degildir. Isler bazen istendigi gibi gitmez göründügünde, aslinda olan budur. Eger inançli isen, her iste bir hayir oldugunu düsünürsün. O hayrin ne oldugunu da, bir süre sonra anlarsin..'
BİR KURBAĞA SÜRÜSÜ ormanda yürürken, içlerinden ikisi bir çukura düştü. Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplandılar. Çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayıp dışarı çıkması mümkün gözükmüyordu. Yukarıdaki kurbağalar, boşuna çabalamamalarını söylediler arkadaşlarına: “Çukur çok derin. Dışarı çıkmanız imkânsız.” Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hâlâ boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylüyorlardı. Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya devam etti. Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler. Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle daha yaptı, bu kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı. Çünkü, bu kurbağa sağırdı. O yüzden, arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştı… Paul Estridge
Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu. Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar. Erkek, “Aklıma bir fikir geldi” dedi. “Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.” Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.
Öldükten sonra, yapılmasını ve yapılmamasını istediklerimi sizinle konuşmak isterdim. Ama bildiğim kadarıyla pek mümkün değil ve mümkünse de sanırım bu sizin için korkutucu bir deneyim olurdu.
Dolayısıyla şimdiden vasiyetnamemi yazmak istedim. Mirasımı paylaşmak isteyenler için üzgünüm; bu vasiyet sadece cenaze törenimde yapılmasını istediklerimle ilgili. Öldükten sonra kütüphanemdeki kitaplarımı kendi kütüphanelerine götürmek isteyen ve beni çok seven dostlarım var biliyorum. Ne dostlar ama, öldükten sonra kitaplarını alsak dediler kaç defa. İnanmazsınız, yine de dostlarımın içinde en çok sevdiklerim onlar…
Lafı çok uzattık, gelelim vasiyetime. Ne istiyorum? Cenaze törenimde eş dost, tanıdık akraba kim gelirse (tabii gelen olursa! ! !) , lütfen birbirlerine son zamanlarda ne tür değişiklikler olduğunu sorsun. “Annen nasıl, baban nasıl, çocuklar nasıl, işler nasıl, okul nasıl, gelin nasıl, damat nasıl” ve akıllarına gelen diğer tüm “nasıl”ları sorsunlar. Şehir yaşamında insanlar, dostlar, tanıdıklar, akrabalar pek bir araya gelemiyorlar, düğünler, cenazeler vesile oluyor böyle şeylere. Onun için bir araya geldiklerinde böyle şeyler sormaları normaldir. Bu isteklerimden birincisiydi. Eğer derseniz, “zaten herkes böyle yapıyor, ” ben de derim ki, “evet, ama bir vicdan azabıyla yapıyor.” Ölü orda yatıyor, yas günü filan, sen kalkmış bilmem kimin kaynanasının sağlığını soruyorsun. Bir yakınındaki -akıl bu ya çağrışım yapıyor- kaynanalarla ilgili bir fıkra anlatıyor, dayanamıyor gülmekten patlamak istiyorsun, ama suçluluk duygusu ve mahcubiyet içinde, anlık bir şekilde sırıtıyorsun. Şimdi ben istiyorum ki, cenazeme katılanlar vicdan azabı çekmeden konuşsunlar, gülüşsünler. Zaten yapıyorlar, hani ben istiyorum ki, bu yasal olsun. Allah dostlara, aile büyüklerine uzun ömür versin, ben de gidiyorum cenazelere ve aynı duruma düşüyorum. Eşi dostu görüyorum, hatır soruyorum. Bazen yaramazlık yapıp ölen kişiyle ilgili çok komik bir anı anlatıyorum. Sonra herkes gülecek ama gülemiyor; tatlı bir tebessüme bir an bürünüyor ve bunu telafi etmek için ardından daha uzun süren asık suratlı bir sessizliğe giriyor. Tam sahtekarlık anlayacağınız. “Çok güleceğim geldi, ama yastayım.” İşte bunu cenazemde istemiyorum.
Gelelim, ikinci isteğime. Bu biraz yük gelebilir size ama ne yapalım, adamın vasiyeti, geride kalanlara görevdir. Hani hoca, bir ara cemaate sorar ya, “merhumu nasıl bilirdiniz? ” İşte bu soruya “iyi bilirdik” demeyin. Gerçi bazıları, cenazeye “iyi bilirdik” demek için gidiyor, ama artık her hoca da sormuyor bu soruyu, o zaman “iyi bilirdik”ler ağzın içinde kalıyor. Peki ne istiyorum? İstediğim şu hocayla konuşun / konuş (elbette cenazeme gelen bir kişi olursa, bakarsın o da nasip olmaz. Bilemez insan nasıl öleceğini bakarsın bir dostun kalmaz, bakarsın bir atom bombası düşmüştür, mezarın bilinmez. Peki ne istiyorum, normal bir cenaze töreni nasip olursa, biri hocadan önceden izin alsın, desin ki, çıkıp iki dakika bu adamla ilgili onu gerçekten iyi yapan / ondan öğrendiğimiz / onu sevmemize yol açan bir şeyi anlatacağız. Diyelim ki, “Zarifti, her sabah eşine günaydın derdi.” Ya da diyelim ki, “Hep sözünü tutardı; bazen geç olurdu, bir hafta, iki hafta… bazen bir yıl… ama sonunda hep sözünü yerine getirirdi.” Ya da “Çok iyi kadayıf yapardı, ama bol cevizli kısmını hep kendine saklardı.” Bunlar latife ile karışık gerçek isteklerim. Yani istediğim şey, cenazemde çok uzun değil, en az iki, en fazla yine iki dakika, mümkünse insanın yüzünü gülümseten iki hoş sözle anılmak. Derseniz ki, yahu sen öyle bir adamsın senin için bulamayız iki çift güzel söz, o zaman deyin ki “Çok bonkördü, söylenilecek bütün güzel sözleri diğer merhumlara bıraktı.”
Bu benim vasiyetim, ama isterim ki her cenaze böyle olsun. Sahtekarlıktan uzak, ölen kişiyi gerçekten andığımız. Allah ölümü evinizden yakınınızdan uzak etsin. Ama doğum, düğün, cenaze. Bu üçü yaşamın parçası. Üçünü de kucaklamak lazım. Ölüm en sevdiklerimizi alıp götürse de.
Not:
1. Ne hastayım, ne de başka bir şey var. Sağ salimim.
2. www.meliharat.com’dan makale listeme üye olursanız bu çarşamba “Muhsin Ertuğrul”un vasiyetini de yorumlayarak göndereceğim.
Bir işadamı, aracının içinde elinde cep telefonu hararetli bir şekilde iş konuşması yapıyordu. Bağıra çağıra konuşurken arabadan inmeye karar vererek şoför kapısını açtı.
Ne var ki, arkadan gelen bisikletli bir adam aniden açılan kapıya çarptı. Arabanın kapısı zarar görürken, işadamının cep telefonu da yere düştü. İşadamı, yerden doğrulmaya çalışan bisikletliye bağırmaya başladı: “Ne kadar dikkatsizsin, önüne baksana! ! ! ” İki adam gayri ihtiyari arabanın kaputunun önüne geçtiler. İşadamı söylenmeye devam ederken o an hiç beklenmedik bir şey daha oldu. Arkadan gelen bir kamyon, hem bisikleti hem de cep telefonunu çiğnedi. İş adamı iyice çileden çıktı. Bisikletli adama daha da kızgın bir şekilde konuşmaya devam etti. “Senin yüzünden bugün hayatımın en önemli iş görüşmesini kaybettim. Tek bağlantı imkanım cep telefonuydu o da yok artık! ! ! ” Adam aynı şeyleri bağıra çağıra tekrar ediyordu ki, bisikletli adam sakin bir şekilde ilginç bir şey sordu: “Bisikletle arabana çarpmamış olmamı mı tercih ederdin? ” İşadamı tereddütsüz bir şekilde “Elbette! ! ! Keşke arabama bisikletinle çarpmamış olsaydın! ! ! ” diye bağırmaya devam etti.
O an bir sihir oldu. Zaman üç dakika geriye, hikayenin en başına adamın otomobilde konuştuğu ana gitti. Adam yine arabada hararetle cep telefonuyla konuşuyordu. Arabanın elli metre arkasından bisikletli adam belirdi. Ancak paçasının tozunu almak için kaldırıma yanaştı ve durdu. Bu sırada işadamı elinde cep telefonu hararetli bir şekilde iş konuşmasını yaparak dikkatsiz bir şekilde arabadan çıktı. Süratli bir şekilde arkadan gelen kamyonu fark etmedi ve bu sefer hem cep telefonu hem de kendisi kamyonun altında kaldı.
****
Liseyi bitiren genç adam, doğum gününde ailesiyle birlikte bir restoranda oturuyordu. Masadaki herkesin delikanlıya doğum günü hediyelerini verdiler. Delikanlının ablası ona profesyonel bir fırça seti hediye etti. Delikanlının hayali ressam olmaktı. Babası ise önce bir zarf uzattı. Zarfın içinde ülkenin en önemli özel okullarından birinin hukuk fakültesine kabul edilmesiyle ilgili bir mektup vardı. Ne var ki, delikanlı hukuk okumak istemiyordu. Babasının hediyeleri ise bitmemişti, bir BMW anahtarı da uzattı. Çocuk şaşırdı, bir BMW de istememişti. Yemekten sonra hep birlikte dışarı çıktılar, restoranın önünde üstü açık kırmızı bir BMW duruyordu. Herkesin hoşlanacağı harika bir arabaydı ama delikanlı ne BMW’leri seviyor, ne de kırmızıdan hoşlanıyordu. Araba gencin değil, babasının tarzıydı. Baba ise, oğlunu ülkenin en iyi okuluna soktuğu ve insanların rüyalarında göreceği bir arabayı hediye ettiği için takdir bekliyordu. Çocuk babasının gönlü kırılmasın diye, teşekkür etti ama içinden keşke bunlar olmasaydı dedi. O an yine bir sihir oldu. Önünde durdukları binanın tepesindeki boyacılardan birinin boya kovası çocuğun kafasına düştü ve çocuk hastaneye kaldırıldı.
Gözlerini hastanede açtı, ne kadar süredir hastanede yattığını bilmiyordu. Yatağında uyandığında doktor olduğunu düşündüğü biri yanına geldi. “Geçmiş olsun efendim, daha iyisiniz şu anda, ancak sizi taburcu etmeden önce zihinsel yeteneklerinizi test edeceğim” diyerek, bir deste iskambil kağıdı çıkarttı. “Şimdi size birer birer kâğıtları göstereceğim, hangilerinin sinek, maço, karo olduğunu söyleyeceksiniz.” Adam kâğıtları göstermeye başladı. Genç de kâğıtları gördükçe, kâğıtların cinsini söylüyordu. Test bitince genç adam, hepsini bildiğini varsayarak “Nasıldım ama? ” diyerek gururlandı. Testi yapan adam ise, “Hiçbirini bilemediniz.” dedi. Tekrar kartları çıkardı ve kartlardaki sembollerin orijinal renklerinde olmadığını gösterdi. Örneğin, sinek normalde siyah renkte iken bu destede kırmızıydı. Bütün semboller orijinalinden farklı renkteydi ve genç gördüğünü değil, rengin ona çağrıştırdığını söylemişti. Testi yapan görevli, “Siz görmüyorsunuz, görmeye koşullandığınızı görüyorsunuz” dedi. Adam dışarı çıktı ve bir süre sonra doktor odaya girdi. Genç “Zihinsel yeteneklerimle ilgili testi geçemedim, şimdi ne olacak? ” diye sordu. Doktor “Ne testi? ” dedi, “Size test filan yapılmadı! ” “Ama iskambil kâğıtlarıyla gelen bey, dikkat testi filan gibi bir şey.” “Efendim, hastanemizde böyle testler yapılmamaktadır.”
Bir süre öncesine kadar direktörüm Nermin Hanım oldukça otoriter bir yönetici profili çiziyordu. Hem benimle olan ilişkisi, hem de altındaki orta düzeydeki yöneticilerin birçoğu ile arası iyi değildi.
Bir kısmı dışında, onun fikirlerini hep onaylayanlar ya da ne olursa olsun “evet, efendim” diyenlerle arası gayet iyi idi.
Direktörümüz Nermin Hanım iyi bir insandı; ama kesinlikle dinlemesini bilmiyordu. İşe hakimdi ve aldığı kararların birçoğu da iyi kararlardı. Ne var ki, bu kararlar daha iyi şekilde alınabilirdi ya da daha iyi alternatifler tercih edilebilirdi. Fakat Nermin Hanım, tam bildiğini okuyan bir insandı. Nermin Hanım, toplantılara kendi fikirleriyle giriyor ve kendi kararlarıyla çıkıyordu. Açıkçası dikkate alınmamaktan, dinlenmemekten, müşteriler ve şirketim için daha iyi olabileceklerin önüne geçilmesinden mutsuzdum.
Bir gün başka şirketimizden başka bir gruba iletişim semineri için gelen papyonlu bir danışmana durumu ayak üstü anlattım ve tavsiyesini istedim. Bana iki şey söyledi: “İletişim kuramadığınız birini önce açıkça onaylamanız gerekir. Onaylamak demek, iletişim kuramadığınız kişinin, sizin onunla aynı fikirleri paylaştığınızı samimi bir şekilde ifade ettiğinizi göstermeniz demektir. İnsanlar kendileriyle aynı fikirleri paylaşan insanları severler; farklı düşünenler ve bunu güçlü bir şekilde ifade edenlerse çoğunlukla “düşman” ibaresiyle bilinçaltına yazılır. Onun için önce onaylama metoduyla, iletişim kanalının içine girmelidir.
İkinci olarak eğer bir çözümü denediniz ve işe yaramadıysa bu çözümü sürdürmeyin. Yeni bir şey deneyin. Hatta dikkat çekici ve sıra dışı bir şey deneyin.”
Yaptığımız bu kısa konuşmayı not aldım ve iki söze özetledim; “onu onayla” ve “sıra dışı bir şey yap.”
Nermin Hanım ve çalışma arkadaşlarımızla ilk girdiğimiz toplantıda Nermin Hanım’la yine görüşlerimiz uyuşmadığı halde onu açıkça onayladım. Hatta onun fikirlerinin neden doğru olduğunu değişik örneklerle arkadaşlara açıkladım. Hem Nermin Hanım, hem de arkadaşlar çok şaşırdılar. Ancak sonra odama gittim ve kapının arkasındaki ayaklı askıya, üçgen boş bir askı astım.
Bir sonraki toplantıda bu sefer uyuşamadığımız iki fikir vardı; ama bunlar için de hiçbir şey söylemedim ve yine Nermin Hanım’ın fikirlerini açık ve güçlü bir şekilde onayladım. Ve odama gidip askıma, iki askı daha astım.
Nermin Hanım’ın bu durum hoşuna gitmeye başladı. Bana bakışları bile daha bir olumlu olmuştu. Artık hiç itiraz etmiyordum; ama sadece baş sallayarak ya da “tamam efendim” diyerek onaylamıyordum. Onun fikirlerinin niçin doğru olduğunu ispatlayan zekice bir konuşma yaparak onaylıyordum. Bu arada uyuşmazlık içinde olduğumuz konuların her biri için odamdaki askıya askı asmaya devam ettim. Üç ay sonra askıda boş yer kalmadığı gibi, üçgen askılar yere kadar uzamıştı. Bir gün Nermin Hanım, bir evrak bırakmaya odama geldi ve askıları gördü. Dostça bir ses tonuyla bana bu askıların ne olduğunu sordu. Ben de kendisine oturmasını teklif edip karşına geçtim ve hikayeyi anlattım.
Yaşama felsefemi, papyonlu danışmanı ve onaylama reçetesini ve uyuşamadığımız her bir sorunu askıya astığımı... Ha bu arada, onun fikirlerini savunmak için onun bakış açısından yaklaşmamı ve onu daha iyi anlamamı sağladığını da belirttim. Nermin Hanım, yere kadar uzanmış askılara baktı ve yüzünde bir tebessümle “Bu kadar konuda ayrı düşünüyorduk, ama sen bunları hiç söylemedin ha... Kendini bunca süre tuttun, bravo sana.” dedi. Aslında onu kandırmış olduğumu düşünerek kızmasından korkuyordum, ama daha iyi bir şey oldu. Dedi ki, “Cumartesi günü, eğer uygun olursan ofiste buluşalım ve uyuşamadığımız bu konularda seni dinlemek istiyorum.” dedi. Cumartesi sabahı ofiste birlikte kahvaltı ettik ve ardından işyerinin sorunlarını ele aldık. Nermin Hanım, izleyen her toplantıda bana görüşlerimi sordu ve çoğunlukla benim görüşlerimle kendi görüşlerini harmanlayarak karar almaya başladı. Bir de yeni bir adet edindi. Arada bir odama uğrayıp bakıyor, askımda boş askı var mı diye...
kabiliyetler,yetenekler,hayaller uçuşup gitti yılların ardindan.
çok şey olmayabilirdik lakin kesinlikle bir şey olurduk en azından şimdinin hicliginden iyi olan.
Ben bilmem kanal 7 bilir, stv bilir.
En ibret verici (!) zirâ onlar bilir/kurar...
İbret vermeleri önemli değil, mühim olan almak..
aşk
ders alınmış olan hikayeleri okuyup insanların nasıl tepki verdiklerini merak ediyorum bu kadar
hayat
bakınız sırlar dünyası,kalp gözü,sır kapısı,büyük buluşma
adamın biri varmış 1950 lerde,aldıgı dolarların hakkını verebilmek için amerikanın kanlı ellerini memleketimize sokma gafletinde bulunmuş...................ve şimdi durum ortada..............kimi alkışlar kimi yuhalar..................emperyalizme karşı mücadele eden kemalistlerin menderes i sevmeleri hep komigime gitmiştir....................nazım ı okumadan menderes hakkında yorum yapmamalı bence........................en iyi o anlatır.....
seri katillerden biri imam hatip mezunuymuş.......pardon mezun olamadan adam öldürmüş......egitimli....
tansu ciller in iktidar günleri....ınınınnnııınnnn...
anlatılır..herkes de dinler evet ama ibret alınır mı? ..tartışılır..herkes yaşayarak tecrübe etmeyi tercih ediyor..
HERSEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL
Iki melek yeryüzünü dolasmaya çikmislar.. Tabii insan kiliginda.. Aksam olmus.. Kentin en zengin semtinde lüks bir villanin kapisini Tanri misafiri olarak çalmislar.. Ev sahipleri somurtarak buyur etmisler onlari.. Yemek falan teklif etmemisler.. Sicacik misafir odalari yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki silte atip 'Geceyi burada geçirebilirsiniz' demisler..Silteleri betona sererken, yasli melek duvarda bir çatlak görmüs. Elini uzatmis. Söyle bir sürmüs yariga.. Duvar eskisinden saglam olmus.Genç melek 'Niye yaptin bunu? ' diye sormus merakla..'Her sey her zaman göründügü gibi degildir' demis yasli melek yavasça..
Ertesi aksam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuslar. Her seyleri bir tanecik inekleri imis. Onun sütünü satip geçiniyorlarmis. Ev sahipleri mütevazi sofralarina almis onlari..
Allah ne verdiyse beraber yemisler. Yatma zamani gelince kadin 'Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalisiniz' demis.. 'Bizim yatakta siz yatin,bir rahat uyuyun. Biz su divanda idare ederiz.'
Günes dogarken uyanan melekler, zavalli adamla karisini iki gözleri iki çesme aglar bulmuslar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatiyormus.Genç melek öfkeden deliye dönmüs..'Bunu Nasıl yaparsin.. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine Nasıl izin verirsin.. Önceki gece gittigimiz villada her sey vardi, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir sey vermediler. Sen onlarin bodrumlarini tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her seylerini paylastilar. Ineklerinin ölmesine göz yumdun? ..'Her sey her zaman göründügü gibi degildir evlat' demis, yasli melek gene..'Nasıl yani? ' diye daha da öfkeyle yinelemis sorusunu genç melek..
'Her sey her zaman göründügü gibi degildir evlat' demis yasli melek bir daha.. Ve anlatmis..'Ilk gittigimiz zengin evinin o duvar çatlaginin içinde yillar önceden saklanmis bir hazine vardi. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok magrur, ama hiç paylasmayi sevmeyen insanlar olduklari için bu defineyi bulmayi hakketmemislerdi. Çatlagi kapayip, onlari bu hazineden ebediyyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yataginda yatarken ölüm melegi, adamin karisini almaya geldi. Kadinin hayatini bagislamasina karsilik ona inegi verdim. Her sey her zaman göründügü gibi degildir. Isler bazen istendigi gibi gitmez göründügünde, aslinda olan budur. Eger inançli isen, her iste bir hayir oldugunu düsünürsün. O hayrin ne oldugunu da, bir süre sonra anlarsin..'
saçmalık...
insan gendi gerçeğinden başka bir gerçekten ibret alamaz.
MÜCADELE
BİR KURBAĞA SÜRÜSÜ ormanda yürürken, içlerinden ikisi bir çukura düştü. Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplandılar. Çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayıp dışarı çıkması mümkün gözükmüyordu.
Yukarıdaki kurbağalar, boşuna çabalamamalarını söylediler arkadaşlarına:
“Çukur çok derin. Dışarı çıkmanız imkânsız.”
Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hâlâ boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylüyorlardı.
Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Diğeri ise çabalamaya devam etti. Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler.
Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle daha yaptı, bu kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı.
Çünkü, bu kurbağa sağırdı. O yüzden, arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştı…
Paul Estridge
EVLİLİK AĞACI
Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.
Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.
Erkek, “Aklıma bir fikir geldi” dedi. “Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.”
Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.
Vasiyetname
Öldükten sonra, yapılmasını ve yapılmamasını istediklerimi sizinle konuşmak isterdim. Ama bildiğim kadarıyla pek mümkün değil ve mümkünse de sanırım bu sizin için korkutucu bir deneyim olurdu.
Dolayısıyla şimdiden vasiyetnamemi yazmak istedim. Mirasımı paylaşmak isteyenler için üzgünüm; bu vasiyet sadece cenaze törenimde yapılmasını istediklerimle ilgili. Öldükten sonra kütüphanemdeki kitaplarımı kendi kütüphanelerine götürmek isteyen ve beni çok seven dostlarım var biliyorum. Ne dostlar ama, öldükten sonra kitaplarını alsak dediler kaç defa. İnanmazsınız, yine de dostlarımın içinde en çok sevdiklerim onlar…
Lafı çok uzattık, gelelim vasiyetime. Ne istiyorum? Cenaze törenimde eş dost, tanıdık akraba kim gelirse (tabii gelen olursa! ! !) , lütfen birbirlerine son zamanlarda ne tür değişiklikler olduğunu sorsun. “Annen nasıl, baban nasıl, çocuklar nasıl, işler nasıl, okul nasıl, gelin nasıl, damat nasıl” ve akıllarına gelen diğer tüm “nasıl”ları sorsunlar. Şehir yaşamında insanlar, dostlar, tanıdıklar, akrabalar pek bir araya gelemiyorlar, düğünler, cenazeler vesile oluyor böyle şeylere. Onun için bir araya geldiklerinde böyle şeyler sormaları normaldir. Bu isteklerimden birincisiydi. Eğer derseniz, “zaten herkes böyle yapıyor, ” ben de derim ki, “evet, ama bir vicdan azabıyla yapıyor.” Ölü orda yatıyor, yas günü filan, sen kalkmış bilmem kimin kaynanasının sağlığını soruyorsun. Bir yakınındaki -akıl bu ya çağrışım yapıyor- kaynanalarla ilgili bir fıkra anlatıyor, dayanamıyor gülmekten patlamak istiyorsun, ama suçluluk duygusu ve mahcubiyet içinde, anlık bir şekilde sırıtıyorsun. Şimdi ben istiyorum ki, cenazeme katılanlar vicdan azabı çekmeden konuşsunlar, gülüşsünler. Zaten yapıyorlar, hani ben istiyorum ki, bu yasal olsun. Allah dostlara, aile büyüklerine uzun ömür versin, ben de gidiyorum cenazelere ve aynı duruma düşüyorum. Eşi dostu görüyorum, hatır soruyorum. Bazen yaramazlık yapıp ölen kişiyle ilgili çok komik bir anı anlatıyorum. Sonra herkes gülecek ama gülemiyor; tatlı bir tebessüme bir an bürünüyor ve bunu telafi etmek için ardından daha uzun süren asık suratlı bir sessizliğe giriyor. Tam sahtekarlık anlayacağınız. “Çok güleceğim geldi, ama yastayım.” İşte bunu cenazemde istemiyorum.
Gelelim, ikinci isteğime. Bu biraz yük gelebilir size ama ne yapalım, adamın vasiyeti, geride kalanlara görevdir. Hani hoca, bir ara cemaate sorar ya, “merhumu nasıl bilirdiniz? ” İşte bu soruya “iyi bilirdik” demeyin. Gerçi bazıları, cenazeye “iyi bilirdik” demek için gidiyor, ama artık her hoca da sormuyor bu soruyu, o zaman “iyi bilirdik”ler ağzın içinde kalıyor. Peki ne istiyorum? İstediğim şu hocayla konuşun / konuş (elbette cenazeme gelen bir kişi olursa, bakarsın o da nasip olmaz. Bilemez insan nasıl öleceğini bakarsın bir dostun kalmaz, bakarsın bir atom bombası düşmüştür, mezarın bilinmez. Peki ne istiyorum, normal bir cenaze töreni nasip olursa, biri hocadan önceden izin alsın, desin ki, çıkıp iki dakika bu adamla ilgili onu gerçekten iyi yapan / ondan öğrendiğimiz / onu sevmemize yol açan bir şeyi anlatacağız. Diyelim ki, “Zarifti, her sabah eşine günaydın derdi.” Ya da diyelim ki, “Hep sözünü tutardı; bazen geç olurdu, bir hafta, iki hafta… bazen bir yıl… ama sonunda hep sözünü yerine getirirdi.” Ya da “Çok iyi kadayıf yapardı, ama bol cevizli kısmını hep kendine saklardı.” Bunlar latife ile karışık gerçek isteklerim. Yani istediğim şey, cenazemde çok uzun değil, en az iki, en fazla yine iki dakika, mümkünse insanın yüzünü gülümseten iki hoş sözle anılmak. Derseniz ki, yahu sen öyle bir adamsın senin için bulamayız iki çift güzel söz, o zaman deyin ki “Çok bonkördü, söylenilecek bütün güzel sözleri diğer merhumlara bıraktı.”
Bu benim vasiyetim, ama isterim ki her cenaze böyle olsun. Sahtekarlıktan uzak, ölen kişiyi gerçekten andığımız. Allah ölümü evinizden yakınınızdan uzak etsin. Ama doğum, düğün, cenaze. Bu üçü yaşamın parçası. Üçünü de kucaklamak lazım. Ölüm en sevdiklerimizi alıp götürse de.
Not:
1. Ne hastayım, ne de başka bir şey var. Sağ salimim.
2. www.meliharat.com’dan makale listeme üye olursanız bu çarşamba “Muhsin Ertuğrul”un vasiyetini de yorumlayarak göndereceğim.
23.03.2003 / Melih Arat/ Zaman
Otoyol 60
Bir işadamı, aracının içinde elinde cep telefonu hararetli bir şekilde iş konuşması yapıyordu. Bağıra çağıra konuşurken arabadan inmeye karar vererek şoför kapısını açtı.
Ne var ki, arkadan gelen bisikletli bir adam aniden açılan kapıya çarptı. Arabanın kapısı zarar görürken, işadamının cep telefonu da yere düştü. İşadamı, yerden doğrulmaya çalışan bisikletliye bağırmaya başladı: “Ne kadar dikkatsizsin, önüne baksana! ! ! ” İki adam gayri ihtiyari arabanın kaputunun önüne geçtiler. İşadamı söylenmeye devam ederken o an hiç beklenmedik bir şey daha oldu. Arkadan gelen bir kamyon, hem bisikleti hem de cep telefonunu çiğnedi. İş adamı iyice çileden çıktı. Bisikletli adama daha da kızgın bir şekilde konuşmaya devam etti. “Senin yüzünden bugün hayatımın en önemli iş görüşmesini kaybettim. Tek bağlantı imkanım cep telefonuydu o da yok artık! ! ! ” Adam aynı şeyleri bağıra çağıra tekrar ediyordu ki, bisikletli adam sakin bir şekilde ilginç bir şey sordu: “Bisikletle arabana çarpmamış olmamı mı tercih ederdin? ” İşadamı tereddütsüz bir şekilde “Elbette! ! ! Keşke arabama bisikletinle çarpmamış olsaydın! ! ! ” diye bağırmaya devam etti.
O an bir sihir oldu. Zaman üç dakika geriye, hikayenin en başına adamın otomobilde konuştuğu ana gitti. Adam yine arabada hararetle cep telefonuyla konuşuyordu. Arabanın elli metre arkasından bisikletli adam belirdi. Ancak paçasının tozunu almak için kaldırıma yanaştı ve durdu. Bu sırada işadamı elinde cep telefonu hararetli bir şekilde iş konuşmasını yaparak dikkatsiz bir şekilde arabadan çıktı. Süratli bir şekilde arkadan gelen kamyonu fark etmedi ve bu sefer hem cep telefonu hem de kendisi kamyonun altında kaldı.
****
Liseyi bitiren genç adam, doğum gününde ailesiyle birlikte bir restoranda oturuyordu. Masadaki herkesin delikanlıya doğum günü hediyelerini verdiler. Delikanlının ablası ona profesyonel bir fırça seti hediye etti. Delikanlının hayali ressam olmaktı. Babası ise önce bir zarf uzattı. Zarfın içinde ülkenin en önemli özel okullarından birinin hukuk fakültesine kabul edilmesiyle ilgili bir mektup vardı. Ne var ki, delikanlı hukuk okumak istemiyordu. Babasının hediyeleri ise bitmemişti, bir BMW anahtarı da uzattı. Çocuk şaşırdı, bir BMW de istememişti. Yemekten sonra hep birlikte dışarı çıktılar, restoranın önünde üstü açık kırmızı bir BMW duruyordu. Herkesin hoşlanacağı harika bir arabaydı ama delikanlı ne BMW’leri seviyor, ne de kırmızıdan hoşlanıyordu. Araba gencin değil, babasının tarzıydı. Baba ise, oğlunu ülkenin en iyi okuluna soktuğu ve insanların rüyalarında göreceği bir arabayı hediye ettiği için takdir bekliyordu. Çocuk babasının gönlü kırılmasın diye, teşekkür etti ama içinden keşke bunlar olmasaydı dedi. O an yine bir sihir oldu. Önünde durdukları binanın tepesindeki boyacılardan birinin boya kovası çocuğun kafasına düştü ve çocuk hastaneye kaldırıldı.
Gözlerini hastanede açtı, ne kadar süredir hastanede yattığını bilmiyordu. Yatağında uyandığında doktor olduğunu düşündüğü biri yanına geldi. “Geçmiş olsun efendim, daha iyisiniz şu anda, ancak sizi taburcu etmeden önce zihinsel yeteneklerinizi test edeceğim” diyerek, bir deste iskambil kağıdı çıkarttı. “Şimdi size birer birer kâğıtları göstereceğim, hangilerinin sinek, maço, karo olduğunu söyleyeceksiniz.” Adam kâğıtları göstermeye başladı. Genç de kâğıtları gördükçe, kâğıtların cinsini söylüyordu. Test bitince genç adam, hepsini bildiğini varsayarak “Nasıldım ama? ” diyerek gururlandı. Testi yapan adam ise, “Hiçbirini bilemediniz.” dedi. Tekrar kartları çıkardı ve kartlardaki sembollerin orijinal renklerinde olmadığını gösterdi. Örneğin, sinek normalde siyah renkte iken bu destede kırmızıydı. Bütün semboller orijinalinden farklı renkteydi ve genç gördüğünü değil, rengin ona çağrıştırdığını söylemişti. Testi yapan görevli, “Siz görmüyorsunuz, görmeye koşullandığınızı görüyorsunuz” dedi. Adam dışarı çıktı ve bir süre sonra doktor odaya girdi. Genç “Zihinsel yeteneklerimle ilgili testi geçemedim, şimdi ne olacak? ” diye sordu. Doktor “Ne testi? ” dedi, “Size test filan yapılmadı! ” “Ama iskambil kâğıtlarıyla gelen bey, dikkat testi filan gibi bir şey.” “Efendim, hastanemizde böyle testler yapılmamaktadır.”
16.03.2003 / Melih Arat / Zaman
Sorunları askıya almak
Bir süre öncesine kadar direktörüm Nermin Hanım oldukça otoriter bir yönetici profili çiziyordu. Hem benimle olan ilişkisi, hem de altındaki orta düzeydeki yöneticilerin birçoğu ile arası iyi değildi.
Bir kısmı dışında, onun fikirlerini hep onaylayanlar ya da ne olursa olsun “evet, efendim” diyenlerle arası gayet iyi idi.
Direktörümüz Nermin Hanım iyi bir insandı; ama kesinlikle dinlemesini bilmiyordu. İşe hakimdi ve aldığı kararların birçoğu da iyi kararlardı. Ne var ki, bu kararlar daha iyi şekilde alınabilirdi ya da daha iyi alternatifler tercih edilebilirdi. Fakat Nermin Hanım, tam bildiğini okuyan bir insandı. Nermin Hanım, toplantılara kendi fikirleriyle giriyor ve kendi kararlarıyla çıkıyordu. Açıkçası dikkate alınmamaktan, dinlenmemekten, müşteriler ve şirketim için daha iyi olabileceklerin önüne geçilmesinden mutsuzdum.
Bir gün başka şirketimizden başka bir gruba iletişim semineri için gelen papyonlu bir danışmana durumu ayak üstü anlattım ve tavsiyesini istedim. Bana iki şey söyledi: “İletişim kuramadığınız birini önce açıkça onaylamanız gerekir. Onaylamak demek, iletişim kuramadığınız kişinin, sizin onunla aynı fikirleri paylaştığınızı samimi bir şekilde ifade ettiğinizi göstermeniz demektir. İnsanlar kendileriyle aynı fikirleri paylaşan insanları severler; farklı düşünenler ve bunu güçlü bir şekilde ifade edenlerse çoğunlukla “düşman” ibaresiyle bilinçaltına yazılır. Onun için önce onaylama metoduyla, iletişim kanalının içine girmelidir.
İkinci olarak eğer bir çözümü denediniz ve işe yaramadıysa bu çözümü sürdürmeyin. Yeni bir şey deneyin. Hatta dikkat çekici ve sıra dışı bir şey deneyin.”
Yaptığımız bu kısa konuşmayı not aldım ve iki söze özetledim; “onu onayla” ve “sıra dışı bir şey yap.”
Nermin Hanım ve çalışma arkadaşlarımızla ilk girdiğimiz toplantıda Nermin Hanım’la yine görüşlerimiz uyuşmadığı halde onu açıkça onayladım. Hatta onun fikirlerinin neden doğru olduğunu değişik örneklerle arkadaşlara açıkladım. Hem Nermin Hanım, hem de arkadaşlar çok şaşırdılar. Ancak sonra odama gittim ve kapının arkasındaki ayaklı askıya, üçgen boş bir askı astım.
Bir sonraki toplantıda bu sefer uyuşamadığımız iki fikir vardı; ama bunlar için de hiçbir şey söylemedim ve yine Nermin Hanım’ın fikirlerini açık ve güçlü bir şekilde onayladım. Ve odama gidip askıma, iki askı daha astım.
Nermin Hanım’ın bu durum hoşuna gitmeye başladı. Bana bakışları bile daha bir olumlu olmuştu. Artık hiç itiraz etmiyordum; ama sadece baş sallayarak ya da “tamam efendim” diyerek onaylamıyordum. Onun fikirlerinin niçin doğru olduğunu ispatlayan zekice bir konuşma yaparak onaylıyordum. Bu arada uyuşmazlık içinde olduğumuz konuların her biri için odamdaki askıya askı asmaya devam ettim. Üç ay sonra askıda boş yer kalmadığı gibi, üçgen askılar yere kadar uzamıştı. Bir gün Nermin Hanım, bir evrak bırakmaya odama geldi ve askıları gördü. Dostça bir ses tonuyla bana bu askıların ne olduğunu sordu. Ben de kendisine oturmasını teklif edip karşına geçtim ve hikayeyi anlattım.
Yaşama felsefemi, papyonlu danışmanı ve onaylama reçetesini ve uyuşamadığımız her bir sorunu askıya astığımı... Ha bu arada, onun fikirlerini savunmak için onun bakış açısından yaklaşmamı ve onu daha iyi anlamamı sağladığını da belirttim. Nermin Hanım, yere kadar uzanmış askılara baktı ve yüzünde bir tebessümle “Bu kadar konuda ayrı düşünüyorduk, ama sen bunları hiç söylemedin ha... Kendini bunca süre tuttun, bravo sana.” dedi. Aslında onu kandırmış olduğumu düşünerek kızmasından korkuyordum, ama daha iyi bir şey oldu. Dedi ki, “Cumartesi günü, eğer uygun olursan ofiste buluşalım ve uyuşamadığımız bu konularda seni dinlemek istiyorum.” dedi. Cumartesi sabahı ofiste birlikte kahvaltı ettik ve ardından işyerinin sorunlarını ele aldık. Nermin Hanım, izleyen her toplantıda bana görüşlerimi sordu ve çoğunlukla benim görüşlerimle kendi görüşlerini harmanlayarak karar almaya başladı. Bir de yeni bir adet edindi. Arada bir odama uğrayıp bakıyor, askımda boş askı var mı diye...
06.04.2003 / Melih Arat / Zaman