Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: -Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -On yılda, demiş kavak. -On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! -Doğru, demiş kavak. Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa: -Neler oluyor bana ağaç? -Ölüyorsun, demiş kavak. -Niçin? -Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Bir hikayenin nerede bittigini bilmek onemlidir. Insanlar iste bunu bilemezler; hikayenin nerede bittigini. Cogu zaman bilemezler.... Bütün yikimlarin,mutsuzluklarin,üzüntülerin esrari buradadir.......
Hayatlarini hikayelere benzetmeye calistiklari icin mutsuz olurlar...
'O Yahudi, bir kadını çocuğu ile putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı. Çocuğu anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı. Kadın put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde 'ben ölmedim' diye haykırdı. 'Ana gel. Gerçi zahirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum. Bu ateş; perde olarak zahirde bir gözbağıdır. Fakat hakikatte mana yakasından baş çıkartmış, zuhur etmiş bir rahmettir. Ana gel, Allah'ın buhranını gör ki bu suretle Hak hastalarının zevk ve işaretini göresin. Ana hakikatte ateş olan, fakat zahiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim'in sırlarını gör. Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan çok pek korkuyordum. Hâlbuki senden doğunca havası hoş, rengi güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum. Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım. Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsa nefesi var. Şekli yok kendisi var bir cihan... O zahiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret. Ana, analık hakkı için gel, gir... Bu ateşin ateşlik hassası yok. Ana, gel, gir... tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir... Devleti elinden kaçırma.'...............................................................................mesnevi
bence hikaye dedelerimizin ve ebelerimizin bizleri avutmak amcıylaanlattıkları hayal ürünü kişilerin hayatlarıdır bu anlatılanlar zaman zaman kulaktan kulaga nlatıldıgında bircok deyişiklikler ortaya cıkmıştır bunu engellemek içi yazıya dökülmüşyür...
Sanırım en çok hikaye anlatan adam Dede Korkut'muş. La fonteine daha çok masal anlatırmış. Her ikisi de ders alınası şeyler anlatırmış. Biri masal diğeri hikaye.
bana hikayee annatmaaa! ben çok dinledim bu hikayeleri..... bana felsefe de yapma, önüme gelen sokrat kesildi başıma......tezine bişey yapmıyayım şimdi.....
iki tür hikaye vardır....durum hikayesi ve olay hikayesi...bunların temsilcileri ''' guy de maupassant ''' ve ''' anton çehov''......bugün okulda bu konuyu işledik.....
Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini gerçekten çok seven bir bulutla yıldız vardı... Bulut gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu yıldızsa; en parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıydı...Gökyüzündeki her varlık onların sevgisini kıskanırdı...Tatlı bir kıskançlıktı onlarınkisi... Ama biri vardı ki; bulut ve yıldızın ayrılmalarını yürekten istiyordu...Hem de yıldızın en yakın arkadaşı olmasına rağmen...Bulut biraz saftı, kimseyi kıramazdı...Yıldızsa bulutu için elinden gelen her şeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirdi... Zaten onun için bir bulutu bir de çok sevdiği dostu peri vardı... Bir derdi olduğunda gider periye anlatırdı...Nereden bilebilirdi ki, perinin bir gün bunların hepsiniyıldızla bulutun ayrılmalari için kullanacağını? Bir gün nazar değdi bulutla yıldıza...Hiç yoktan bir sebepten tartıştılar.Bulut, çekti gitti, hatalı olmasına rağmen.Yıldızsa 'Nasılsa bulutum beni seviyor, dönecektir.' diye düşündü... Fakat hiç bir şey beklendiği gibi gitmedi... Bulut dönmedi. Kim bilir, belki de cesaret edemedi dönmeye.Tek bir gerçek vardı ki:O da; ikisinin de çok üzgün olduklarıydı...Gökyüzündeki iyilik melekleri bile ağladılar onların durumlarına ama ne fayda...Ertesi gün yıldız olanları en yakın dostu periye anlattı...Periyse göstermelik bir hüzne büründü...Eline büyük bir fırsat geçmişti. Artık hayatı boyuncakıskandığı kişiye karşı kozları vardı elinde.O kişi, en yakın dostu yıldız olmasına rağmen kullanacaktı kozlarını... Hem de büyük bir zevkle... Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmediğini söyledi. Bulutsa üzüldü, boynunu büktü ama elindenhiç bir şey gelmeyeceğini düşündü...Çünkü yıldız inatçıydı..Bir kere olmaz dediyse, bir daha olur demezdi.Peri de bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp ona olan sevgisini itiraf etti...Bulut da kimseyi kıramadığı için perinin,yıldızının yerine geçmesine izin verdi...Yıldız, günlerce bulutunun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi... Ama bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi. Gece yola çıktı.Bulut, dostu sandığı periyle birlikte ayda eleleydi... Melekler dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza...Çok üzüldü ve çaresiz, döndü arkasını gitti...Yavaş yavaş sönmeye başladı...O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu..Bulutsa artık ne o kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi.Yıldız, ilk zamanlar her şeyden vazgeçti, hayata küstü...Ama kolay pes etmezdi.Kısa bir süre sonra hayatıyla ilgili o önemli kararı verdi.O güne kadar hiç görmediği güneşin yanına gidecektive biraz daha ışık isteyecekti ondan. Çok geçmeden daha önce hiç görmediği güneşin yanına gitti...Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi...Güneş ışık yerine sevgisini verdi yıldıza...O gün bu gündür yıldız,dünyaya güneşin sevgisini yansıtır....Bulutsa; hep gözyaşlarını akıtır dünyaya...Bir de yüreğinde kopan fırtınaları...
sepeti üç franga ekmek için bakkal çırağına sarkıtırken ölen kadın.. mevsimin tam diğer mevsime geçiştiği an.. bir hastahanenin inşşat iskelesinin altından uyarılara rağmen geçerken adam şaşırdı kafasına düşüp onu felç bırakan ameleye.. üstelik botlarıyla o kireç kirlisi botlarıyla düşüyor diye şaşırdı.. ilkokul önünde simitçi..
birazdan.. ilkokul önünde.. çene kemiği biraz daha önde.. siyah ve tekerleği olan sandalyesinin üzerinde oturup uzaklara anlamlı gibi bakıyor önünde tabla izole bantla çevrili levrek ve gevrek olmayan çünkü simit olan daireler satıyor.. pembe ve pembesi dökük kapının önünde.. çünkü içerideyken defalarca tartıştı hademelerle.. insancı biriydi coğrafya hocası.. o gelip biraz olsun yatıştırdı.. esnaf kaypaklığı yok üzerinde.. asaletinden değil.. beceremiyor yaşlandı artık.. o uzaklara bakışlar bilenleri aldatamıyor.. ne kadar uzağa bakabilir ki.. bak okul dağılıyor..
okul dağıldıktan bira sonra geç dağılan bir kaç çocuk kavga edermiş gibi yapıp simitçinin tablasını tekmeliyor gavurun dölleri diyor.. siyah önlük giyilmiyor artık..çocuklar hergün okula gidiyor.. öğretmenimizi çok seviyoruz.. simitçinin simit satmaktan başka daha sağlam daha devlet ayakları olduğundan şüpheleniyor.. zaten bu sevimli ama siyah önlüksüz çocukları simitçinin aleyhine ebeveynleri kışkırtıyor.. tekerlekli sandelye yuvarlak olduğu için yanında var.. herşeye incece bir açıklamamız hep vardır öğretememenim.. çocuklar her sabah okula gidiyor.. gülünecek şey değil elma kemikleri öne çıksın diye bir müddet aç bıraktılar.. satışlarıda arttı fenamı? bi hersabahbirsürüçocukokulagidiyorvehalkımızısandığınızdandaha fazla seviyoruz.. türkümdoğruyumderken müslümanımçalışkanım kürdümvekürdüm diyenlerde vardı aramızda.. biz her mevsim her sabah okulda beslenirdik ikinci ders sonrası...
DUDAKLA BARDAK ARASI Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. Islerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala: - Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabi hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki!
Deyivermiş. Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna Çağırtmis. Şarap bardağını eline alarak: - Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman içemeyeceğimi tekrar
iddia edebilir misin? diye sormuş. Köle şöyle cevap vermiş: - Belli olmaz efendim. Içebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada basiniza neler gelebileceğini de bilemem! Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrakgibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış...
Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:
'Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden? '
Şapka satarak geçinen bir adamın yolu bir gün bir ormana düşer...
Bir süre yürüdükten sonra sıcaktan ve yorgunluktan bunalır, bir ağacın altına oturup, şapkalarla dolu sepetini de yere koyar ve uykuya dalar...
Birkaç saat sonra adam tuhaf sesler duyarak uyanır…
Kafasını sepete çevirdiğinde sepetin bomboş olduğunu görür!
Bir de kafasını kaldırıp ağaca bakar ki, ağacın dallarında bir sürü maymun, her birinin kafasında adamın şapkaları...
Adam düşünmeye başlar:
- 'Ben şimdi napıcam, şapkaları bu maymunlardan nasıl alıcam...? '..
Düşünceli bir şekilde kafasını kaşırken yukarı baktığında maymunların kendisini taklit ettiğini, kafalarını kaşıdığını görür...
Adam ellerini havaya kaldırır, maymunlar da aynısını yapar…
Derken adam napıcağını bulur…
Kendi başındaki şapkasını çıkartıp yere atar, tabi maymunlar da kafalarındaki şapkaları hemen yere atarlar…
Adam böylece bütün şapkaları toplayıp sepetine koyar...
Aradan uzun yıllar geçer...
Şapkacı adamın yaşlanmasından dolayı şapka işlerine torunu bakmaktadır, o da dedesi gibi şapka satıcısı olmuş hayatından mutludur...
FAKAT
Günlerden bir gün onun da yolu aynı ormana düşer...
Hava yine çok sıcaktır ve genç adam bir ağacın altına oturur, şapkalarla dolu sepetini yanına koyar ve uykuya dalar...
Bir saat sonra uyandığında sepetin içinde şapkalar olmadığını fark eder!
Derken tuhaf sesler duyduğundan kafasını yukarı kaldırır, gördüğü manzara karşısında tüyleri diken diken olur 'ağacın üstünde bir sürü maymun, hepsinin kafasında birer şapka...'
Adam düşünür:
- 'Dedem yıllar once bana bir hikaye anlatmıştı, ne yapacağımı çok iyi biliyorum...' der.
Şapkacı torun kafasını kaşımaya başlar, maymunlar da aynısını yapar...
Adam ellerini havaya kaldırır, maymunlar da ellerini kaldırır...
Ve adam gülümseyerek kendi başındaki şapkayı çıkarıp yere fırlatır.
O anda maymunlardan biri ağaçtan iner, adamın yere attığı şapkayı kapar, adama da bir tokat atar!
- 'Sadece senin mi deden var lan it! ' der ve bu hikaye de burada biter.
Kavak Ağacı ile Kabak...
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
Bu hikayenin başrolünü ben kaptım
Sana bıraktım figüran halimi
Yansıttım kara renkli perdeye
Tüm yaşan/ama/mışlığı
Hikayedir Hikaye
Birazcıkta şelale
İnsanoğlu Anlamaz
Sevinçten Uçamaz
HİKÂYE
Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!
Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!
Cahit KÜLEBİ
Bir hikayenin nerede bittigini bilmek onemlidir.
Insanlar iste bunu bilemezler; hikayenin nerede bittigini.
Cogu zaman bilemezler....
Bütün yikimlarin,mutsuzluklarin,üzüntülerin esrari buradadir.......
Hayatlarini hikayelere benzetmeye calistiklari icin mutsuz olurlar...
'O Yahudi, bir kadını çocuğu ile putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı. Çocuğu anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı. Kadın put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde 'ben ölmedim' diye haykırdı.
'Ana gel. Gerçi zahirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum. Bu ateş; perde olarak zahirde bir gözbağıdır. Fakat hakikatte mana yakasından baş çıkartmış, zuhur etmiş bir rahmettir. Ana gel, Allah'ın buhranını gör ki bu suretle Hak hastalarının zevk ve işaretini göresin.
Ana hakikatte ateş olan, fakat zahiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim'in sırlarını gör. Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan çok pek korkuyordum. Hâlbuki senden doğunca havası hoş, rengi güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum. Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.
Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsa nefesi var. Şekli yok kendisi var bir cihan... O zahiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret.
Ana, analık hakkı için gel, gir... Bu ateşin ateşlik hassası yok. Ana, gel, gir... tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir... Devleti elinden kaçırma.'...............................................................................mesnevi
bence hikaye dedelerimizin ve ebelerimizin bizleri avutmak amcıylaanlattıkları hayal ürünü kişilerin hayatlarıdır bu anlatılanlar zaman zaman kulaktan kulaga nlatıldıgında bircok deyişiklikler ortaya cıkmıştır bunu engellemek içi yazıya dökülmüşyür...
(saygılarımla arz ederim)
Üst üste anlatıcıları var bu hikâyelerin.
Sanırım en çok hikaye anlatan adam Dede Korkut'muş. La fonteine daha çok masal anlatırmış. Her ikisi de ders alınası şeyler anlatırmış. Biri masal diğeri hikaye.
her an her saat hikaye anlatıp duruyoruz
birde anlasak hikayeleri ne iyi olacak..
tabikki birde okudugumuz hikayeler var...
ne bileyim hikaye işte
bana hikayee annatmaaa! ben çok dinledim bu hikayeleri.....
bana felsefe de yapma, önüme gelen sokrat kesildi başıma......tezine bişey yapmıyayım şimdi.....
kahramanları... kazananları..kaybedenleri...
küçük şeylerin büyük hikayelere dönüşebileceğini...
iki ezan... iki isim...
kulağa okunan, menareden okunan sala...
nufusa kağıtına yazılan isim...mezar taşına yazılan isim...
arasında yaşanan her şey bir hikayedir...
hikaye yaşamaktır...
Leyla Erbil.
denize doğru apansız döndü beyaz mantolu adam ve yürüdü. sonra gözden kayboldu.
Alın size bir hikaye örneği ;)
Kadın-Seni hâla seviyorum ama......
Erkek-Hıııhı tabi tabi bizde yiyoz bu hikayeyi...
Eşik Cini.
Ferit Edgü.
iki tür hikaye vardır....durum hikayesi ve olay hikayesi...bunların temsilcileri ''' guy de maupassant ''' ve ''' anton çehov''......bugün okulda bu konuyu işledik.....
Eduardo Galeano.
Çehov.
Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini gerçekten çok seven bir bulutla yıldız vardı... Bulut gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu yıldızsa; en parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıydı...Gökyüzündeki her varlık onların sevgisini kıskanırdı...Tatlı bir kıskançlıktı onlarınkisi... Ama biri vardı ki; bulut ve yıldızın ayrılmalarını yürekten istiyordu...Hem de yıldızın en yakın arkadaşı olmasına rağmen...Bulut biraz saftı, kimseyi kıramazdı...Yıldızsa bulutu için elinden gelen her şeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirdi... Zaten onun için bir bulutu bir de çok sevdiği dostu peri vardı... Bir derdi olduğunda gider periye anlatırdı...Nereden bilebilirdi ki, perinin bir gün bunların hepsiniyıldızla bulutun ayrılmalari için kullanacağını? Bir gün nazar değdi bulutla yıldıza...Hiç yoktan bir sebepten tartıştılar.Bulut, çekti gitti, hatalı olmasına rağmen.Yıldızsa 'Nasılsa bulutum beni seviyor, dönecektir.' diye düşündü... Fakat hiç bir şey beklendiği gibi gitmedi... Bulut dönmedi. Kim bilir, belki de cesaret edemedi dönmeye.Tek bir gerçek vardı ki:O da; ikisinin de çok üzgün olduklarıydı...Gökyüzündeki iyilik melekleri bile ağladılar onların durumlarına ama ne fayda...Ertesi gün yıldız olanları en yakın dostu periye anlattı...Periyse göstermelik bir hüzne büründü...Eline büyük bir fırsat geçmişti. Artık hayatı boyuncakıskandığı kişiye karşı kozları vardı elinde.O kişi, en yakın dostu yıldız olmasına rağmen kullanacaktı kozlarını... Hem de büyük bir zevkle... Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmediğini söyledi. Bulutsa üzüldü, boynunu büktü ama elindenhiç bir şey gelmeyeceğini düşündü...Çünkü yıldız inatçıydı..Bir kere olmaz dediyse, bir daha olur demezdi.Peri de bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp ona olan sevgisini itiraf etti...Bulut da kimseyi kıramadığı için perinin,yıldızının yerine geçmesine izin verdi...Yıldız, günlerce bulutunun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi... Ama bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi. Gece yola çıktı.Bulut, dostu sandığı periyle birlikte ayda eleleydi... Melekler dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza...Çok üzüldü ve çaresiz, döndü arkasını gitti...Yavaş yavaş sönmeye başladı...O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu..Bulutsa artık ne o kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi.Yıldız, ilk zamanlar her şeyden vazgeçti, hayata küstü...Ama kolay pes etmezdi.Kısa bir süre sonra hayatıyla ilgili o önemli kararı verdi.O güne kadar hiç görmediği güneşin yanına gidecektive biraz daha ışık isteyecekti ondan. Çok geçmeden daha önce hiç görmediği güneşin yanına gitti...Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi...Güneş ışık yerine sevgisini verdi yıldıza...O gün bu gündür yıldız,dünyaya güneşin sevgisini yansıtır....Bulutsa; hep gözyaşlarını akıtır dünyaya...Bir de yüreğinde kopan fırtınaları...
Y. Bilinmiyor
Sait Faik.
1 varmıs 1de yokmus...ama ben hiç yokmusum megerse hiç olmamısım...
dostluklar hikaye insanlar hikaye bu hal davranıslarsa yalan....hemde heppp:(! ! !
sepeti üç franga ekmek için bakkal çırağına sarkıtırken ölen kadın..
mevsimin tam diğer mevsime geçiştiği an..
bir hastahanenin inşşat iskelesinin altından uyarılara rağmen geçerken adam şaşırdı kafasına düşüp onu felç bırakan ameleye..
üstelik botlarıyla o kireç kirlisi botlarıyla düşüyor diye şaşırdı..
ilkokul önünde simitçi..
birazdan..
ilkokul önünde.. çene kemiği biraz daha önde.. siyah ve tekerleği olan sandalyesinin üzerinde oturup uzaklara anlamlı gibi bakıyor önünde tabla izole bantla çevrili levrek ve gevrek olmayan çünkü simit olan daireler satıyor.. pembe ve pembesi dökük kapının önünde.. çünkü içerideyken defalarca tartıştı hademelerle.. insancı biriydi coğrafya hocası.. o gelip biraz olsun yatıştırdı..
esnaf kaypaklığı yok üzerinde.. asaletinden değil.. beceremiyor yaşlandı artık.. o uzaklara bakışlar bilenleri aldatamıyor.. ne kadar uzağa bakabilir ki.. bak okul dağılıyor..
okul dağıldıktan bira sonra geç dağılan bir kaç çocuk kavga edermiş gibi yapıp simitçinin tablasını tekmeliyor gavurun dölleri diyor..
siyah önlük giyilmiyor artık..çocuklar hergün okula gidiyor.. öğretmenimizi çok seviyoruz.. simitçinin simit satmaktan başka daha sağlam daha devlet ayakları olduğundan şüpheleniyor.. zaten bu sevimli ama siyah önlüksüz çocukları simitçinin aleyhine ebeveynleri kışkırtıyor..
tekerlekli sandelye yuvarlak olduğu için yanında var.. herşeye incece bir açıklamamız hep vardır öğretememenim.. çocuklar her sabah okula gidiyor.. gülünecek şey değil elma kemikleri öne çıksın diye bir müddet aç bıraktılar.. satışlarıda arttı fenamı?
bi hersabahbirsürüçocukokulagidiyorvehalkımızısandığınızdandaha fazla seviyoruz..
türkümdoğruyumderken müslümanımçalışkanım kürdümvekürdüm diyenlerde vardı aramızda..
biz her mevsim her sabah okulda beslenirdik ikinci ders sonrası...
biri gelir açar perdeyi
biri seyreder alemi
biri gelir ışığı yakar
biri sadece alkışlar
biri zaten hiç konuşmamıştır
biri uzaktan hep bağırır
biri gülerken ağlatır çoğu zaman
biri sadece dudağını ısırır
bu hikaye başlıyor
ve hayat insandan daha hızlı gidiyor
biri gelir çeker perdeyi
biri zaten çoktan gitmiştir
biri gelir söndürür ışığı
biri bilir ki işi bitmiştir
bu hikaye burda bitiyor
ve hayat insanın çok vaktini alıyor.
DUDAKLA BARDAK ARASI
Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir
bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. Islerin bir an önce bitmesini sağlamak
için de
kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir
gün pek
bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:
- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden
yapılacak şarabi hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki!
Deyivermiş.
Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler
yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını
emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir
bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan
köleyi de huzuruna Çağırtmis. Şarap bardağını eline alarak:
- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman içemeyeceğimi tekrar
iddia edebilir misin?
diye sormuş.
Köle şöyle cevap vermiş:
- Belli olmaz efendim. Içebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile
bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada basiniza neler gelebileceğini
de bilemem!
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş.
Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş.
Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış.
Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında
öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrakgibi azı
dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış...
Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:
'Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den,
Nasip değil ise ne gelir elden? '
Sevgiyle kalın...
masal gerçekçi olmayan
doyamadım dönüp bakmaya, ne de güzel durmuş yanyana der bir Türk büyüğü:]
bknz. şık kelimeler kombinasyonu
kaç bölük pörçük hikaye çıkar acaba tek bir hayattan?
Şapka satarak geçinen bir adamın yolu bir gün bir ormana düşer...
Bir süre yürüdükten sonra sıcaktan ve yorgunluktan bunalır, bir ağacın altına oturup, şapkalarla dolu sepetini de yere koyar ve uykuya dalar...
Birkaç saat sonra adam tuhaf sesler duyarak uyanır…
Kafasını sepete çevirdiğinde sepetin bomboş olduğunu görür!
Bir de kafasını kaldırıp ağaca bakar ki, ağacın dallarında bir sürü maymun, her birinin kafasında adamın şapkaları...
Adam düşünmeye başlar:
- 'Ben şimdi napıcam, şapkaları bu maymunlardan nasıl alıcam...? '..
Düşünceli bir şekilde kafasını kaşırken yukarı baktığında maymunların kendisini taklit ettiğini, kafalarını kaşıdığını görür...
Adam ellerini havaya kaldırır, maymunlar da aynısını yapar…
Derken adam napıcağını bulur…
Kendi başındaki şapkasını çıkartıp yere atar,
tabi maymunlar da kafalarındaki şapkaları hemen yere atarlar…
Adam böylece bütün şapkaları toplayıp sepetine koyar...
Aradan uzun yıllar geçer...
Şapkacı adamın yaşlanmasından dolayı şapka işlerine torunu bakmaktadır,
o da dedesi gibi şapka satıcısı olmuş hayatından mutludur...
FAKAT
Günlerden bir gün onun da yolu aynı ormana düşer...
Hava yine çok sıcaktır ve genç adam bir ağacın altına oturur, şapkalarla dolu sepetini yanına koyar ve uykuya dalar...
Bir saat sonra uyandığında sepetin içinde şapkalar olmadığını fark eder!
Derken tuhaf sesler duyduğundan kafasını yukarı kaldırır, gördüğü manzara karşısında tüyleri diken diken olur
'ağacın üstünde bir sürü maymun, hepsinin kafasında birer şapka...'
Adam düşünür:
- 'Dedem yıllar once bana bir hikaye anlatmıştı, ne yapacağımı çok iyi biliyorum...' der.
Şapkacı torun kafasını kaşımaya başlar,
maymunlar da aynısını yapar...
Adam ellerini havaya kaldırır,
maymunlar da ellerini kaldırır...
Ve adam gülümseyerek kendi başındaki şapkayı çıkarıp yere fırlatır.
O anda maymunlardan biri ağaçtan iner,
adamın yere attığı şapkayı kapar, adama da bir tokat atar!
- 'Sadece senin mi deden var lan it! ' der ve bu hikaye de burada biter.