doksanlı yıllar pazar günleri sinema kuşağı tüm aile efradının televizyon karşısında başlayacak filmi beklemesi sevgili babacığımın elleriyle ince belli bardaklara kattığı çayı ikram etmesi vizyondaki film holivood yapımı bir Kızılderili filmi itiraf ederim ki biz Kızılderilileri holivood senaristlerinin bize göstermek istediği gibi görüyoruz, barbar, cahil geri kalmış yıllar yıllar sonra anlayacağız kendi okumalarımızı oluşturduğumuzda ancak Kızılderililer barbar değildi cahil değildi geri kalmamışlardı özgünlerdi sahicilerdi kendilerdi fakat sinemanın üstünde tepindiği bu çarpıtma bir kenara biz de aynı zaman ve mekanda aynı filmi izleyen ailemizle ne kadar zenginmişiz ne kadar huzurlu ne çok mutlu
deli sizsiniz böyle bir çağda akıllı kaldığınız için. ben sizin akla hayale sığmayan yanınızım siz ki dünyayı üstünüze giyseniz yine de açıkta kalırsınız çünkü gözleriniz dipsiz bir ambar sanki. ah siz, mezarlıklar müdür olsanız bundan daha iyi bir koyup hiç almasanız bir tohum gibi kendinizi toprağa. İbrahim Tenekeci
üstada sormuşlar efendim siz eskiden şöyleyken şöyleydiniz şimdi ise böyleyken böylesiniz değişen ne oldu? üstadın cevabı: efendim eskiyi ben buruşturup çöpe attım çöptekileri de çöpçüler karıştırır. yine de karıştırmak istiyorsanız buyrunuz. üstad: şairlerin şairi necip fazıl kısa kürek
Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken
Gidersen kim sular fesleğenleri Kuşlar nereye sığınır akşam olunca
Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor Bir de seni ekliyorum susuşlarıma
Selamsız saygısız yürüyelim sokakları Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar Adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız Yüreğimize alırız onları, ısıtırız Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam
Gidersen kar yağar avuçlarıma Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar
Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık
Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine
Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür Bir tufan olurum sustuğun her yerde Ahmet Telli
Sarılabileceğin herkesi öldürdün sen. Seninle konuşabilecek her şeyi susturdun. Sevdiğin müzikler seni sevmiyor artık. Dokunduğun tenleri çürüttün sen; yazıldığın şiirleri utandırdın her harfinden.
Sen oradan geçerken bir ev bile kendini canlı hissederdi; taştan, duvardan yapılmamış gibi olurdu bu şehir. Seni öpebilecek her dudağı kanattın sen, seni sarabilecek her kolu koparttın, sana güzel bakan her gözü kör ettin.
Elbette yalnız değilsin ama seni üzecekler kaldı etrafında. Seni kıracak olanlar, sana acı verecek olanlar kaldı. Bu yüzden kırıldım diye ağlama sakın sen, bu yüzden acı çekiyorum diye kahırlanma sakın. İçin yanarsa şayet, içindeki bıçakları o ateşte ısıtıp bu yarayı dağlama.
Birgün çok yalnız kalırsan bunu tekrar et: "gidecek bir yerim vardı, orayı yıktım."
okuduğum kitapta kilisenin ilk çağlardan bu yana çevirdiği entrikalar yaptığı kıyımlar anlatılmış orada tartışma kilise ve papaların yaptığı yanlışlar üzerinden yürümüş kimse Hristiyanlığa çatmamış topyekün Hristiyanlığı yargılayıp mahkum etmemiş. mutlaka aradan sıyrılıp Hristiyanlık ve topyekün tanrıya da mal etmiş olabilir yaşanan olumsuzlukları ama onlara bu tartışmanın başatı denemez. özetle elmalar ve armutlar yerinde kalmış
derin yalnızlık sıktığım portakal suyunu da masaya getirip zorlama bir coşkuyla hadi bakalım diyorum. kahvaltımızı yapalım acele et çıkmamız lazım. bu gün okulun ilk günü. oğlum bu gün okula başlayacak. yepyeni okul formasını giymiş, ne de yakışmış. bir kaç lokma yemeye zorluyor kendisini ona göstermemeye uğraştığım tedirginliğimi yoğun bir çabayla sesime yüklediğim coşkuyla kapamaya çalışıyorum. çok sessiz benim oğlum evde sessiz, sokakta sessiz, alış verişte sessiz bir iki çocuğun olduğu ortamlarda sessiz ilk adımı hep karşıdan bekliyor, tek arkadaşı benim benimleyken dünyalar onun oluyor, her şeyi sevgiyi mutluluğu, acıyı, nefreti,durgunluğu, coşkuyu yalnız benimle paylaşabiliyor. yalnızlığı beni hep tedirgin ediyor, içimde bir kıymık ve okıymığın verdiği ince bir sızı. babasının ölümünden sonra daha da arttı insanlarla iletişime geçememe hali bana daha da düşkünleşti. kreşe bile devam etmek istemedi, ilkokuldan önceki bir yıl günlerini evde benim işten dönmemi bekleyerek geçirdi. onu açılsın oynasın diye götürdüğüm parklarda tek başına bir kenarda oynuyor, kimseye karışmamayı tercih ediyordu, ömrünün en nadir bir iki çocukla oynadığı zamanlarını hatırlıyorum çok mutluydu, dünyalar onun olmuştu, hele adının söylenmesinin kızgınlıkla bile olsa onu çok mutlu ettiğini fark etmiştim. bu gün okula gidecek olan oğlum yaşamında çok önemli bir başlangıç yapıyordu, biliyordum bu onun üstesinden gelinmesi çok zor bir ödevdi son bir kaç hafta sürekli okulla ilgili sorular sordu ben onu bırakıp gidecek miydim bir daha hiç gelmeyecek miydim insanlar ona nasıl davranacaktı. minik ellerini bıraktım haydi şu sıraya otur dedim, pırıl pırıl bakan onlarca çocuk vardı orada, onlardan biri de benim yavrumdu parmaklarımı sıkı sıkı sarmış haldeki minik eli çözüldü, duraksayarak gösterdiğim yere oturdu. arkama baktım el salladım göz yaşlarımı görmesin diye hızla uzaklaştım. aradan geçen bir kaç gün çok coşkuluydu bana arkadaşlarını öğretmenini anlatıyordu bol bol yaptığı bazı saçma şakalara arkadaşlarının kahkahalarla güldüklerini teneffüste kaçırdığı gol için nasıl tartıştıklarını falan filan öğretmeni o gün aferin ilk sen yaptın deyip başını okşamıştı, ertesi gün niye arkadaşına vurdun deyip azarlamıştı olay ne olursa olsun anlatırken çok mutluydu. bir gün işten izin alıp okula gittim sınıfından bir iki öğrenci gördüm oğlumu sordum tanımıyorlardı sınıfa çıktım oğlumu bahçede boşuna aramıştım sınıfta en arka sırada tek başına oturuyordu, sıralarında sohbet eden bir iki öğrenciyi imrenerek dinliyordu, o zaman anladım oğlum bana hikayeler uyduruyordu, iyi ama neden öğretmeni onun çok sessiz sakin bir çocuk olduğunu kendisine bir şey sorulmadıkça hiç ağzını açmadığını verdiği cevapların da bir iki kelimelik olduğunu anlattığında hiç şaşırmadım. evde bu konuyu sorduğumda bana cevap vermedi onun yerine kocaman göz bebeklerini gözlerime dikip yalan söylediği için çok özür dilermiş gibi baktı. takip eden günlerde artık oğlum hikayeler anlatmıyordu sessizce yemeğini yiyip, sessizce odasına geçip ödevlerini yapıyor, sessizce televizyon izliyor ve uykusu geldiğinde sessizce uyuyordu. bu hali içime işliyordu, bir gün oğlum bana anne arkadaşlarımı eve çağırabilir miyim dedi. çok şaşırdım çünkü oğlumun hiç arkadaşı olmadığını biliyordum tabiiii oğlum dedim oğlum çok mutluydu, yanağıma bir öpücük kondurdu. pasta da yapar mısın anne tabiii ki hem de senin istediğin gibi kakaolu dedim anneciğim çok mutluyum dedi. ertesi gün işten geldim. görünürde hiçbir tuhaflık yoktu. oğlum benden önce gelmişti. anne dedi içeride misafirlerimiz var gel seni onlarla tanıştırayım. hayret hiç ayakkabı yoktu kapıda. elimden tutup odaya beraber girmemizi sağladı. bu barış barış bu annem dedi ben sesim titreyerek memnun oldum barış dedim bu da Ahmet hoş geldin Ahmet dedim kalbim hızlanmıştı. oğlum dikkatle bana bakıyor bir saniye bile gözlerini benden ayırmıyordu. nasıl buldun anne arkadaşlarımı çok iyiler yavrum çok hoşlar diyebildim. benim annem çok harikadır dedi kendisi böbürlenerek. ben pastayı getireyim diyip hızla kendimi odadan dışarı attım. mutfakta hıçkırıklarımı içime atarak ağladım, oğlumun duymasını istemiyordum onu yıllardır ilk kez bu kadar coşkulu ve mutlu görüyordum uyandırmaya kıyamadım dokunduğumda kırılıverecek cam bir dünyaydı ev eşyalar ve oğlum dağılıp gidivermesine buna sebep olanın ben olmasına gönlüm razı gelmiyordu. oğlumun odadan kahkahaları duyuluyordu, gözlerimi kurulayıp kendimi teskin ettikten sonra pasta tabaklarıyla odaya girdim oğlum masaya tabakları yerleştiriyordu itinayla beni de oturttuktan sonra hep beraber sohbet ederek pastalarımızı yedik hayatımda yediğim en acı nimetti o pasta bizi bir gören kesinlikle deli olduğumuzu anlardı. oğlum arkadaşlarını yolcu etti bu olayı bir daha konuşmadık psikiyatrın söylediğine göre oğlumunki çok derin bir yalnızlıktı. çocuk zihni bu yalnızlığın ona yüklediği duygusal yükü taşıyamamıştı. oğlum benim güzel oğlum sen dünyanın en sevgi dolu en sevmeye sevilmeye muhtaç kalbindeki sevgiyle en kalabalık insanısın.
eskiden filmler vardı sizi içine alan sahici acıları olan sevinçleri olan sahici kahramanları olan yanlışları sizin yanlışlarınız olan doğruları sizinkilere eş değer ızdıraplar vardı mutlulukları vardı yalnız evimizi değil gönlümüzü de şenlendiren dolduran ısıtan son yıllarda hiç böyle bir film izlediniz mi son yıllarda hiç film izlediniz mi gerçek bir hikayesi olan hikayesi sizin hikayenizle bir yerde çakışan hatta çakışmak ne iç içe geçen hikaye üretememe sorunu yaşıyor sinema tükenmişlik sendromu yaşıyor. her şeyi aşkı mutluluğu sevinci anlık hazlara dönüştürünce modern yaşam üzüntüler beğendiğn eşyaya mala mülke sahip olamamaktan öte gidemeyince hikayenin metni gitti geriye kraker tadında hazzı kaldı sadece diziler filmler erotik sahneler yer almadıkça sakız gibi sündürülmedikçe şehvet hayvani anlık heves gibi şeyler aşk ambalajıyla pazarlanınca izenmez oldu. film koptu sinema bitti
kendim için yazıyorum, yazılması gerekiyordu yazdım. yazdıklarımı birilerinin anlamasını beklemiyorum, birinin onu anlamış olması bir armağan olur olsa olsa. armağanlar beklenmedik bir zamanda gelir. beklemiyorum.
izledikten sonra görüşlerimi sunabilirim son yıllarda yeni yapım filmlerde derinleşememe sorunu görüyorum bakalım bu filmde de aynı soruna rastlayacak mıyım?
benim trajedim şu birkaç satırda. sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşulacak lakırdım yok. yani dilimle zevklerimle heyecanlarımlayarımla büyük doğu kadrosundanım. düşüncelerimleinançlarımlayöne yakınım. bu bir kopuş, bir parçalanış, başka bir trajedi de şu. yabancı dil bilenlertürkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum.daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler kendi dillerini de bilmiyor.
ben çektirdiğim ilk vesikalık fotoğraftaki yüzümü arıyorum ben çektirdiğim ilk vesikalık fotoğraftaki yüzümü arıyorum ben çektirdiğim ilk vesikalık fotoğraftaki yüzümü arıyorum ben seni arıyorum
hayatımı hep bir yaşamım daha varmış gibi, asıl bir yaşamım varmış ve bu onun provasıymış gibi dilediğim gibi karalayabileceğim nasılsa bir yedeği daha olan bir resim defteri sayfası gibi yaşamışım gibi bir yerlerde beni bekleyen fedakarlıklar, dostluklar ümitler varmış ta ben ertelemişim gibi şaşamak nasıl bir şey ise öyle yaşadığımı farkettim.
insan bir kere aşık olmaya görsün her şeyi sevdiğine yormaya başlar. izlediğim filmlerdeki kadınlar, okuduğum tüm şiirlerdeki kadınlar hep sen. istanbulu da sana yoruyorum. sonbaharı da bu son bahar hayatımın en uzun sonbaharı fakat ne garip sen hayatımda azaldıkça sonbahar uzuyor.sonbaharı sana yormak belki de bu yüzden dünyanın en yorucu işi gibi geliyor. zor sahiden zor sonbaharda gitmekten söz ediyorum ben yitik bir zamanı arıyorum ben yitik bir zamanı arıyorum ben yitik bir zamanı arıyorum ben seni arıyorum
Öğretmen sıraların arasında geziyor, benim başımda durduğunu hissediyorum, normalde gürültülü olan sınıf şu an sessiz, çünkü bu öğretmen gürültü yapanları yanlarına gelip yavaşça uyarıyor, bize verdiği çalışmayı kontrol ediyor, arasıra dikkatini çeken bazılarını inceliyor, düşüncelerini paylaşıyor, elindeki tükenmez kalemle kağıtlarımıza işaretler bırakıyor. benim kağıdıma dikkatle baktığını farkediyorum, eğilip babanı çok mu özledin diyor. çok özledim özlenmez mi o benim babam hiç baba özlenmez mi bunları demedim, gözümden akan istemsizce bir iki damla yaşa bakıp canım benim hadi git bir yüzünü yıka diyor, küçük ve sıcak elini kıvır kıvır simsiyah saçlarımdan geçiriyor, lavaboya gitmek üzere sınıftan çıkıyorum. bir mektup yazmanızı istiyorum diyor, dağıtacağım kağıtlara o bizim rehber öğretmenimiz neredeyse iki haftada bir sınıfımıza geliyor, bizim öğretmenimiz erkek olduğu için bir kadın öğretmen şefkatine ihtiyaç duymuyor değiliz bu kadın bize bu şefkati fazlasıyla veriyor, onu tüm sınıf çok seviyoruz hatta koridorda tastladığımızda öğretmenim noolur sınıfımıza gelin bu ders diye etrafını sarıyoruz o zaman da bizi kırmayıp öğretmenimizle ayarlayıp sınıfımıza geliyor, yine bu gün de öyle gelmişti onun ilgisi hoşumuza gidiyor, ben bu gün istediğiniz sevdiğiniz birine mektup yazacaksınız dediğinde babama yazmak istedim. lavabodan döndüğümde sınıfın kapısında beni bekliyordu baban nerde dedi öldü dedim, çenemi elleri arasına alıp yüzümü kendine çevirdi kara gözlerimden esmer yüzüme yaşlar gene dökülmeye başladı, sarıldı bana ne zaman dedi üç yıl önce dedim hastaydı babam öldü bana baban uzakta değil o hep seninle hatta şimdi bile seni hissediyor dedi bunu öyle ciddi ve içten söylemişti ki inandım ona ya da belki inanmak istedim, inanmazsam o zarif yaratığı kıracağımı düşünüp kıyamadım ona inanmış gibi yaptım beni rahatlatmak bana kendimi iyi hissettirmek için çırpınıyordu senin baban iyi adammış dedi nerden biliyorsun dedim içimden senin gibi bir evlat yetiştirmiş ona ağlayan onu özleyen efendi çalışkan dürüst bir evlat yetiştirmiş dedi ona sıkı sıkı sarıldım minik ellerim ellerindeydi ne yap biliyor musun dedi yazdığın mektubu babana götür oku dedi öyle yapacağım öğretmenim öyle yapacağım zarif insan seni dinleyeceğim
yanlışa yanlışla cevap vermek kanı kanla yıkamaya benzer yanlışı aklamaktan başka bir işe yaramaz yanlış yapana sabredecek gücün varsa bekle ya da arkanı dönüp git umulurdu ki yanlışını düzeltsin belki döner gelir özür diler dönmezse de o zaten üstünde durulmaya değmez birisidir
doksanlı yıllar
pazar günleri
sinema kuşağı
tüm aile efradının televizyon karşısında başlayacak filmi beklemesi
sevgili babacığımın elleriyle ince belli bardaklara kattığı çayı ikram etmesi
vizyondaki film
holivood yapımı bir Kızılderili filmi
itiraf ederim ki
biz Kızılderilileri holivood senaristlerinin bize göstermek istediği gibi görüyoruz,
barbar, cahil
geri kalmış
yıllar yıllar sonra anlayacağız
kendi okumalarımızı oluşturduğumuzda ancak
Kızılderililer barbar değildi
cahil değildi
geri kalmamışlardı
özgünlerdi
sahicilerdi kendilerdi
fakat sinemanın üstünde tepindiği bu çarpıtma bir kenara
biz de aynı zaman ve mekanda aynı filmi izleyen ailemizle ne kadar zenginmişiz
ne kadar
huzurlu
ne çok mutlu
Deli
deli sizsiniz böyle bir çağda
akıllı kaldığınız için.
ben sizin
akla hayale sığmayan yanınızım
siz ki dünyayı üstünüze giyseniz
yine de açıkta kalırsınız çünkü gözleriniz
dipsiz bir ambar sanki.
ah siz,
mezarlıklar müdür olsanız bundan daha iyi
bir koyup hiç almasanız bir tohum gibi
kendinizi toprağa.
İbrahim Tenekeci
üstada sormuşlar
efendim siz eskiden şöyleyken şöyleydiniz şimdi ise böyleyken böylesiniz
değişen ne oldu?
üstadın cevabı:
efendim eskiyi ben buruşturup çöpe attım
çöptekileri de çöpçüler karıştırır.
yine de karıştırmak istiyorsanız buyrunuz.
üstad: şairlerin şairi necip fazıl kısa kürek
Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken
Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca
Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma
Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam
Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar
Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık
Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine
Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde
Ahmet Telli
artık yiyebileceğin kadar piştim
çevirin artık
diyor cellatların yanan ızgara üstüne attığı kurban
herşeyle dalga geçebilen adam
Sarılabileceğin herkesi öldürdün sen.
Seninle konuşabilecek her şeyi susturdun.
Sevdiğin müzikler seni sevmiyor artık.
Dokunduğun tenleri çürüttün sen;
yazıldığın şiirleri utandırdın her harfinden.
Sen oradan geçerken bir ev bile
kendini canlı hissederdi;
taştan, duvardan yapılmamış gibi olurdu bu şehir.
Seni öpebilecek her dudağı kanattın sen,
seni sarabilecek her kolu koparttın,
sana güzel bakan her gözü kör ettin.
Elbette yalnız değilsin ama
seni üzecekler kaldı etrafında.
Seni kıracak olanlar,
sana acı verecek olanlar kaldı.
Bu yüzden kırıldım diye ağlama sakın sen,
bu yüzden acı çekiyorum diye
kahırlanma sakın.
İçin yanarsa şayet,
içindeki bıçakları o ateşte ısıtıp
bu yarayı dağlama.
Birgün çok yalnız kalırsan bunu tekrar et:
"gidecek bir yerim vardı, orayı yıktım."
Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın.
Aslında yokum ben bu oyunda,
ömrüm beni yok saysın...
Yaşam bir ıstaka;
gelir vurur ömrünün coşkusuna.
Hani tutulur dilin,
konuşamazsın…
Tırmandıkça yücelir dağlar.
Sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü;
tutunamazsın!
Eloğlu sevdalardan dem tutar,
aşk büyütür yıldızlardan;
senin ise düşlerin yasak,
dokunamazsın...
Birini sevmişsindir geçen yıllarda.
Açık bir yara gibidir hâlâ.
Hâlâ ne çok özlersin onu,
ağlayamazsın…
Yolunda köprüler çürür.
Sesin, sessizlik sanki bir uğultuda.
Savurur hayat kül eyler seni,
doğrulamazsın!
Yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda.
Her şey çeker ve iter,
anlatamazsın...
Yaşam bir ıstaka,
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna.
Sesinde çığlıklar boğulur ama,
bağıramazsın…
Sonra vakt erişir, toprak gülümser sana;
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın…
Yazdırmalısın mezar taşına:
Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın,
aslında hiç olmadım ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…
okuduğum kitapta kilisenin ilk çağlardan bu yana çevirdiği entrikalar
yaptığı kıyımlar anlatılmış
orada tartışma
kilise ve papaların yaptığı yanlışlar üzerinden yürümüş
kimse
Hristiyanlığa çatmamış
topyekün Hristiyanlığı yargılayıp mahkum etmemiş.
mutlaka aradan sıyrılıp Hristiyanlık ve topyekün tanrıya da mal etmiş olabilir yaşanan olumsuzlukları
ama onlara bu tartışmanın başatı denemez.
özetle elmalar ve armutlar yerinde kalmış
doğayı yarattığına göre
tanrı iyi olmalı
derin yalnızlık
sıktığım portakal suyunu da masaya getirip zorlama bir coşkuyla hadi bakalım diyorum.
kahvaltımızı yapalım
acele et çıkmamız lazım.
bu gün okulun ilk günü.
oğlum bu gün okula başlayacak.
yepyeni okul formasını giymiş, ne de yakışmış.
bir kaç lokma yemeye zorluyor kendisini
ona göstermemeye uğraştığım tedirginliğimi yoğun bir çabayla sesime yüklediğim coşkuyla kapamaya çalışıyorum.
çok sessiz benim oğlum
evde sessiz, sokakta sessiz, alış verişte sessiz
bir iki çocuğun olduğu ortamlarda sessiz
ilk adımı hep karşıdan bekliyor, tek arkadaşı benim
benimleyken dünyalar onun oluyor,
her şeyi sevgiyi mutluluğu, acıyı, nefreti,durgunluğu, coşkuyu
yalnız benimle paylaşabiliyor. yalnızlığı beni hep tedirgin ediyor, içimde bir kıymık ve okıymığın verdiği ince bir sızı.
babasının ölümünden sonra daha da arttı insanlarla iletişime geçememe hali
bana daha da düşkünleşti.
kreşe bile devam etmek istemedi,
ilkokuldan önceki bir yıl günlerini evde benim işten dönmemi bekleyerek geçirdi.
onu açılsın oynasın diye götürdüğüm parklarda tek başına bir kenarda oynuyor, kimseye karışmamayı tercih ediyordu, ömrünün en nadir bir iki çocukla oynadığı zamanlarını hatırlıyorum
çok mutluydu, dünyalar onun olmuştu, hele adının söylenmesinin kızgınlıkla bile olsa onu çok mutlu ettiğini fark etmiştim.
bu gün okula gidecek olan oğlum yaşamında çok önemli bir başlangıç yapıyordu, biliyordum
bu onun üstesinden gelinmesi çok zor bir ödevdi
son bir kaç hafta
sürekli okulla ilgili sorular sordu
ben onu bırakıp gidecek miydim
bir daha hiç gelmeyecek miydim
insanlar ona nasıl davranacaktı.
minik ellerini bıraktım
haydi şu sıraya otur dedim,
pırıl pırıl bakan onlarca çocuk vardı orada,
onlardan biri de benim yavrumdu
parmaklarımı sıkı sıkı sarmış haldeki minik eli çözüldü, duraksayarak gösterdiğim yere oturdu.
arkama baktım el salladım
göz yaşlarımı görmesin diye hızla uzaklaştım.
aradan geçen bir kaç gün çok coşkuluydu
bana arkadaşlarını öğretmenini anlatıyordu bol bol
yaptığı bazı saçma şakalara arkadaşlarının kahkahalarla güldüklerini teneffüste kaçırdığı gol için nasıl tartıştıklarını falan filan
öğretmeni o gün aferin ilk sen yaptın deyip başını okşamıştı,
ertesi gün niye arkadaşına vurdun deyip azarlamıştı
olay ne olursa olsun anlatırken çok mutluydu.
bir gün işten izin alıp okula gittim
sınıfından bir iki öğrenci gördüm
oğlumu sordum
tanımıyorlardı
sınıfa çıktım
oğlumu bahçede boşuna aramıştım
sınıfta en arka sırada tek başına oturuyordu, sıralarında sohbet eden bir iki öğrenciyi imrenerek dinliyordu, o zaman anladım
oğlum bana hikayeler uyduruyordu, iyi ama neden
öğretmeni onun çok sessiz sakin bir çocuk olduğunu kendisine bir şey sorulmadıkça hiç ağzını açmadığını
verdiği cevapların da bir iki kelimelik olduğunu anlattığında hiç şaşırmadım.
evde bu konuyu sorduğumda bana cevap vermedi
onun yerine kocaman göz bebeklerini gözlerime dikip yalan söylediği için çok özür dilermiş gibi baktı.
takip eden günlerde artık oğlum hikayeler anlatmıyordu
sessizce yemeğini yiyip, sessizce odasına geçip ödevlerini yapıyor, sessizce televizyon izliyor ve uykusu geldiğinde sessizce uyuyordu.
bu hali içime işliyordu,
bir gün oğlum bana anne arkadaşlarımı eve çağırabilir miyim dedi.
çok şaşırdım
çünkü oğlumun hiç arkadaşı olmadığını biliyordum
tabiiii oğlum dedim
oğlum çok mutluydu, yanağıma bir öpücük kondurdu.
pasta da yapar mısın anne
tabiii ki hem de senin istediğin gibi kakaolu dedim
anneciğim çok mutluyum dedi.
ertesi gün işten geldim.
görünürde hiçbir tuhaflık yoktu.
oğlum benden önce gelmişti.
anne dedi içeride misafirlerimiz var
gel seni onlarla tanıştırayım.
hayret hiç ayakkabı yoktu kapıda.
elimden tutup odaya beraber girmemizi sağladı.
bu barış
barış bu annem dedi
ben sesim titreyerek
memnun oldum barış dedim
bu da Ahmet
hoş geldin Ahmet dedim kalbim hızlanmıştı.
oğlum dikkatle bana bakıyor bir saniye bile gözlerini benden ayırmıyordu.
nasıl buldun anne arkadaşlarımı
çok iyiler yavrum çok hoşlar diyebildim.
benim annem çok harikadır dedi kendisi böbürlenerek.
ben pastayı getireyim diyip hızla kendimi odadan dışarı attım.
mutfakta hıçkırıklarımı içime atarak ağladım, oğlumun duymasını istemiyordum
onu yıllardır ilk kez bu kadar coşkulu ve mutlu görüyordum
uyandırmaya kıyamadım
dokunduğumda kırılıverecek cam bir dünyaydı ev eşyalar ve oğlum
dağılıp gidivermesine buna sebep olanın ben olmasına gönlüm razı gelmiyordu.
oğlumun odadan kahkahaları duyuluyordu, gözlerimi kurulayıp kendimi teskin ettikten sonra pasta tabaklarıyla odaya girdim
oğlum masaya tabakları yerleştiriyordu
itinayla beni de oturttuktan sonra hep beraber sohbet ederek pastalarımızı yedik
hayatımda yediğim en acı nimetti o pasta
bizi bir gören kesinlikle deli olduğumuzu anlardı.
oğlum arkadaşlarını yolcu etti
bu olayı bir daha konuşmadık
psikiyatrın söylediğine göre oğlumunki çok derin bir yalnızlıktı.
çocuk zihni bu yalnızlığın ona yüklediği duygusal yükü taşıyamamıştı.
oğlum benim
güzel oğlum
sen dünyanın en sevgi dolu en sevmeye sevilmeye muhtaç kalbindeki sevgiyle en kalabalık insanısın.
eskiden filmler vardı
sizi içine alan
sahici acıları olan
sevinçleri olan
sahici kahramanları olan
yanlışları sizin yanlışlarınız olan
doğruları sizinkilere eş değer
ızdıraplar vardı
mutlulukları vardı yalnız evimizi değil gönlümüzü de şenlendiren dolduran ısıtan
son yıllarda hiç böyle bir film izlediniz mi
son yıllarda hiç film izlediniz mi
gerçek bir hikayesi olan
hikayesi sizin hikayenizle bir yerde çakışan hatta çakışmak ne
iç içe geçen
hikaye üretememe sorunu yaşıyor sinema
tükenmişlik sendromu yaşıyor.
her şeyi aşkı mutluluğu sevinci anlık hazlara dönüştürünce modern yaşam
üzüntüler beğendiğn eşyaya mala mülke sahip olamamaktan öte gidemeyince
hikayenin metni gitti
geriye kraker tadında hazzı kaldı sadece
diziler filmler
erotik sahneler yer almadıkça
sakız gibi sündürülmedikçe
şehvet
hayvani anlık heves gibi şeyler aşk ambalajıyla pazarlanınca
izenmez oldu.
film koptu
sinema bitti
kendim için yazıyorum, yazılması gerekiyordu yazdım.
yazdıklarımı birilerinin anlamasını beklemiyorum, birinin onu anlamış olması bir armağan olur olsa olsa.
armağanlar beklenmedik bir zamanda gelir.
beklemiyorum.
izledikten sonra görüşlerimi sunabilirim
son yıllarda yeni yapım filmlerde derinleşememe sorunu görüyorum
bakalım bu filmde de aynı soruna rastlayacak mıyım?
bu gün ne izleyelim
dört oskar ödüllü 2010 yapımı
sosyal ağ
filmini
cemil meriç
sıra dışı bir düşünür
benim trajedim şu birkaç satırda.
sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşulacak lakırdım yok.
yani dilimle zevklerimle heyecanlarımlayarımla büyük doğu kadrosundanım.
düşüncelerimleinançlarımlayöne yakınım.
bu bir kopuş, bir parçalanış, başka bir trajedi de şu.
yabancı dil bilenlertürkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum.daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler kendi dillerini de bilmiyor.
bu ülke seni seviyor mahzun aydın
ben çektirdiğim ilk vesikalık fotoğraftaki yüzümü arıyorum
ben çektirdiğim ilk vesikalık fotoğraftaki yüzümü arıyorum
ben çektirdiğim ilk vesikalık fotoğraftaki yüzümü arıyorum
ben seni arıyorum
hayatımı
hep bir yaşamım daha varmış gibi,
asıl bir yaşamım varmış ve bu onun provasıymış gibi
dilediğim gibi karalayabileceğim nasılsa bir yedeği daha olan bir resim defteri sayfası gibi yaşamışım gibi
bir yerlerde beni bekleyen fedakarlıklar, dostluklar ümitler varmış ta ben ertelemişim gibi şaşamak
nasıl bir şey ise öyle yaşadığımı farkettim.
insan bir kere aşık olmaya görsün her şeyi sevdiğine yormaya başlar.
izlediğim filmlerdeki kadınlar, okuduğum tüm şiirlerdeki kadınlar hep sen.
istanbulu da sana yoruyorum. sonbaharı da
bu son bahar hayatımın en uzun sonbaharı
fakat ne garip
sen hayatımda azaldıkça sonbahar uzuyor.sonbaharı sana yormak belki de bu yüzden dünyanın en yorucu işi gibi geliyor.
zor sahiden
zor
sonbaharda gitmekten söz ediyorum
ben yitik bir zamanı arıyorum
ben yitik bir zamanı arıyorum
ben yitik bir zamanı arıyorum
ben seni arıyorum
ben sabah ışığını arıyorum
ben sabah ışığını arıyorum
ben sabah ışığını arıyorum
ben seni arıyorum
ben umut arıyorum
ben umut arıyorum
ben umut arıyorum
ben seni arıyorum
yakınlaşmış bir ölüm mü?
insan alışıyor bir şekilde
benim aklım sende hala
susuşunda
gözlerini kaçırışında kaldı aklım
gidişinde en çok
"hem ben bir kez öldüm
bir kere daha ölürüm"
bu içine içine kaçış nedir
çok mu dertsiz duruyorum dert anlatmayınca
çok mu çaresiz oluyorum kederden ağlayınca
her imkan bir imtihandır
bu gün yalnız kendime açığım
offfshare yaniiii
susmak öyle midir oysa
susarsın
sadece susarsın
bir laf ediyorsun
sonra o lafı izah etmek için bir ton laf daha ediyorsun
öğretmenim
Öğretmen sıraların arasında geziyor, benim başımda durduğunu hissediyorum,
normalde gürültülü olan sınıf şu an sessiz, çünkü bu öğretmen gürültü yapanları yanlarına gelip yavaşça uyarıyor, bize verdiği çalışmayı kontrol ediyor, arasıra dikkatini çeken bazılarını inceliyor, düşüncelerini paylaşıyor, elindeki tükenmez kalemle kağıtlarımıza işaretler bırakıyor.
benim kağıdıma dikkatle baktığını farkediyorum, eğilip babanı çok mu özledin diyor.
çok özledim
özlenmez mi o benim babam
hiç baba özlenmez mi
bunları demedim, gözümden akan istemsizce bir iki damla yaşa bakıp
canım benim
hadi git bir yüzünü yıka diyor, küçük ve sıcak elini kıvır kıvır simsiyah saçlarımdan geçiriyor, lavaboya gitmek üzere sınıftan çıkıyorum.
bir mektup yazmanızı istiyorum diyor, dağıtacağım kağıtlara
o bizim rehber öğretmenimiz
neredeyse iki haftada bir sınıfımıza geliyor, bizim öğretmenimiz erkek olduğu için bir kadın öğretmen şefkatine ihtiyaç duymuyor değiliz
bu kadın bize bu şefkati fazlasıyla veriyor, onu tüm sınıf çok seviyoruz
hatta koridorda tastladığımızda öğretmenim noolur sınıfımıza gelin bu ders diye etrafını sarıyoruz
o zaman da bizi kırmayıp öğretmenimizle ayarlayıp sınıfımıza geliyor, yine bu gün de öyle gelmişti
onun ilgisi hoşumuza gidiyor,
ben bu gün istediğiniz sevdiğiniz birine mektup yazacaksınız dediğinde
babama yazmak istedim.
lavabodan döndüğümde sınıfın kapısında beni bekliyordu
baban nerde dedi
öldü dedim, çenemi elleri arasına alıp yüzümü kendine çevirdi
kara gözlerimden esmer yüzüme yaşlar gene dökülmeye başladı, sarıldı bana
ne zaman dedi üç yıl önce dedim
hastaydı babam öldü
bana baban uzakta değil
o hep seninle
hatta şimdi bile seni hissediyor dedi
bunu öyle ciddi ve içten söylemişti ki inandım ona
ya da belki inanmak istedim, inanmazsam o zarif yaratığı kıracağımı düşünüp kıyamadım ona inanmış gibi yaptım
beni rahatlatmak bana kendimi iyi hissettirmek için çırpınıyordu
senin baban iyi adammış dedi
nerden biliyorsun dedim
içimden
senin gibi bir evlat yetiştirmiş
ona ağlayan onu özleyen efendi çalışkan
dürüst bir evlat yetiştirmiş dedi
ona sıkı sıkı sarıldım
minik ellerim ellerindeydi
ne yap biliyor musun dedi
yazdığın mektubu babana götür oku dedi
öyle yapacağım öğretmenim
öyle yapacağım zarif insan
seni dinleyeceğim
nasıl sevmemi istersen öyle seveceğim seni
nen olmamı istersen on olacağım
yanlışa yanlışla cevap vermek
kanı kanla yıkamaya benzer
yanlışı aklamaktan başka bir işe yaramaz
yanlış yapana sabredecek gücün varsa bekle
ya da arkanı dönüp git
umulurdu ki yanlışını düzeltsin
belki döner gelir özür diler
dönmezse de o zaten üstünde durulmaya değmez birisidir