Yüce Allah (cc) , Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor:
“Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa, doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.”[1]
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Bil ki Cenab-ı Hak, (bu ayet bir önceki ayetin devamı olarak inzal buyurmuştur) bir önceki âyette şeytanın fakirlikle korkutup, insanlara kötülüğü öğütlediğini, kendisinin ise mağfiret ve fazl-ı ilâhisini vaadettiğini bildirince, Rahman Allah`ın vaadini, şeytanın vaadine (korkutmasına) tercih etmeyi gerektiren şeye dikkat çekmiştir. Hikmet ve akıl, Rahman`ın vaadini tercih eder. Dünyevi lezzetleri elde etmeyi ve hayal ile vehmin hükümlerine tâbi olmayı emrettiği için, şeytanın vaadini ise şehvet ve nefs tercih eder. Hikmetin ve aklın hükümlerinin, hataya düşmekten ve haktan sapmaktan uzak, dosdoğru hükümler; hissin, şehvetin ve nefsin hükümlerinin ise, insanı belâ ve sıkıntıya düşüren hükümler olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh aklın ve hikmetin hükümleri, kabule daha lâyıktır. [2]
Yine Hikmetin aracı akıldır. Kur’an-ı Kerim`de yer alan hükümleri, sırları bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırlarıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. Allah kime ilim, özellikle de Kur`an-ı Kerim`i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan etmiş ve gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.[3]
İmamı Malik diyor ki:
“Benim kalbime geldiğine göre, hikmet, Allah`ın dininde fâkih olmaktır. Hikmet Allah`ın rahmetinden ve faziletinden kalplere sokulan bir emirdir.
Bunu açıklayan şudur:
Bir kişiyi dünya emrinde akıllı görüyoruz. Dünya emirlerine baktığında kılı kırk yararcasına kavrıyor. Fakat başkasının dünya emrinde çok zaif olarak görüyoruz. Ama dininde, dininin emrinde âlim ve onun inceliklerini görüyor. Allah bu mânâyı dilediği kuluna verir ve bu mânâdan dilediği kulunu mahrum eder. Binaenaleyh hikmet, Allah`ın dinindeki fıkh ve anlayıştır.”[4]
İbn Abbâs (r.a.) ’den rivâyete göre, Rasûlullah (a.s) şöyle buyurdu:
'Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.'[5]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Buhari bu hadisi üç yerde farklı Vürudu geçmektedir.
-Buhar, (İ`tîsâm 10) Bize İbnu Vehb, Yûnus`tan haber verdi ki, İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Humeyd haber verip şöyle dedi: Ben Muâviye İbn Ebî Sufyân (r.a) `dan işittim, o hutbe yapıyordu, şöyle dedi: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah Teâlâ her kimin hayrını irâde ederse, ona dîn hususunda (büyük bir) anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız aranızda taksim ediciyim. Veren ise Allah `tır. Bu ümmetin işi, kıyamet kopuncaya -yâhut: Allah`ın emri gelinceye- kadar hep hakk din üzerinde dosdoğru olmakta devam edecektir.'
-Buhari, (Farzu`l-Humus,7) Bize Şu`be, Süleyman ibn Mihrân`dan, Mansûr`dan ve Katâde`den tahdîs etti. Bu üçü de Salim ibn Ebi`l-Ca`d`dan işitmişlerdir. Câbir İbn Abdillah (r.a) : Bizim Ensâr`dan bir adamın bir oğlu doğdu. O kimse Oğluna Muhammed adını vermek istedi, demiştir. Şu`be: Mansûr hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî: Ben oğlumu boynum üzerinde taşıyıp onu Peygamber`e getirdim, dedi. Yine Şu`be: Süleyman el-A`meş hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî`nin (yânî Enes ibn Fudâle`nin) bir oğlu oldu. Onu Muhammed diye isimlemek istedi. Peygamber (a.s) : 'Benim ismimle isimleyiniz, fakat künyem ile künyelenmeyiniz. Çünkü ancak ben Kaastm, yâni taksim edici kılındım, (mirâs ve ganimet mallarını) aranızda ancak ben taksim ederim' buyurdu.
-Buhârî, (İlim, 13) İbn Şihâb dedi ki: Humeyd ibn Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Muâviye ibn Ebî Sufyân`dan hutbe yaparken işittim; şöyle diyordu: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah her kimin hayrını isterse ona din hususunda büyük bir anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız taksim ediciyim. Veren ise Allah`tır. Bu ümmet Allah`ın (kıyamet) emri zuhur edinceye kadar Allah`ın dini üzerinde hep sebat edip duracak ve kendilerine muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.'[6]
Bu hadis üç hükmü şâmildir: Biri, dinde fakih olmanın üstünlüğü; ikincisi, hakikatte vericinin Allah`tan ibaret olduğu; üçüncüsü de, bu ümmetten bir kısmının ebediyyen hak din üzerinde baki olacağıdır. Hadîsin son fıkrası: 'Ümmetimden dâima hak üzere gâlib ve zahir, muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir taife hiç eksik olmayacaktır.'
Devamla der ki: 'Birincisi ilimle ilgili bölüme muvafıktır, ikincisi, sadakalarla ilgili kısma muvafıktır. Üçüncüsü, müçtehidin hiçbir vakit eksik olmayacağı hükmü mevcuttur.' [7]
'Ben yalnız taksim ediciyim.' Bunun manâsı şuraya varıyor: Bana vahyolunan din ilmini teblîğ ederken kimseyi tahsis edip de diğerlerinden gizlediğim yoktur. Allah tarafından bana ne bildirilmiş ise herkese eşitlik üzere tebliğ ediyorum. Ben ancak taksim ediciyim. Tebliğlerim herkese göre farksız olmakla beraber, bu tebliğler muhtelif derecelerde anlaşılıyor. Çünkü anlayışı veren Allah`tır. Allah`ın atası (vergisi) kullarına farklı derecelerde oluyor. Bunun izleri de benim tebliğimden sonra görülüyor. Herkes kısmetini benden alırsa da, veren Allah`tır; ben değilim.[8]
Kıyamete yakın geleceği belirtilen Allah`ın emrinden murat, kalbinde az da olsa iman bulunan herkesin ruhunu kabzedecek olan bir rüzgardır. Kıyamete yakın böyle bir rüzgarla mü`minler teslim-i ruh ettikten sonra geriye şerirler hayatta kalacak ve Kıyamet onların tepesine yıkılacak, Kıyametin korkunç hadisâtını ceza olarak onlar yaşayacaklardır.
Hadis, fıkıh ilminin sadece ezberlemekle olmayacağını, ilaveten Allah`ın lütfünün tecellisiyle olacağını ifade etmektedir. Bu da, her halde ilmin Allah rızası için talebi şartına bağlıdır. Geçmiş alimleri yalanlamak, dil uzatmak gayesiyle fıkıh öğrenmeye çalışanlara ilâhî rahmetin hiç bir zaman açılmayacağı söylenebilir, çünkü niyette ihlas mevcut değil.
Âlimlerimizin anladığına göre hadis, ihlasla tefakkuh edip Allah`ın rahmetine mazhar olacakların, bu ümmet-i merhumeden Kıyamete kadar eksik olmayacağını ifade etmektedir.
İbnu Hacer der ki: 'Bu hadisin ifade ettiği mefhum şudur: Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi olmayı) etmezse yani İslam`ın esaslarını ve bu esasların gerektirdiği teferruatı (furû`u) öğrenmezse hayırdan mahrum kalır.' Bu manâya delil olarak hadisin Ebu Ya`la`da gelen bir kısmında şu ziyadeyi kaydeder: 'Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi) etmezse Allah ona kıymet vermez.'
İbnu Hacer, hadisin sened yönüyle zayıf olduğunu, ancak manânın sahih bulunduğunu belirtir ve: Zira der, kim dinin meselelerini bilmezse ne fakih (bilgili) olur, ne de fıkıh tâlibi. Böylece 'Onun için hayır murat edilmemiştir' diye tarif etmek doğru olur. Bu durumda, alimlerin diğer insanlara karşı üstünlüğünün açık bir şekilde ifade edilmiş olduğu görülmektedir.[9]
Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısında, “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, özetle şöyle anlatılıyor: Kur’an-ı kerimi tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamizisminde, Arap asıllı bir Hristiyandır. Daha sonra Cihan Kütüphanesi (yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendiacele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı. Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayri müslimlerin böyle bir çalışma yapması, düşündürücü olsa gerekdir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayri müslimlere bırakırlar mıydı? Hristiyan yayımcılar tarafından başlatılan Kur’an tercümesi kampanyaları, şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Kur’an-ı kerim tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla o tarihte bir beyanname yayımlamıştır. Bu beyanname özetle şöyleydi: 1- Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir. 2- İkinci Meşrutiyet’ten önce devlet, dini yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu. 3- Meşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayri müslimler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır. 4- Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz. 5- Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemişler ve muvaffak da olmuşlardır. 6- İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, Kur’an tercümesinden değil, islam âlimlerinin, halk için yazdıkları akaid, fıkıh, ahlâk (ilmihâl) kitaplarından öğrenilir. Kişinin kendi anladığı, kendi düşüncesi din olmaz. Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük âlimlerden İmam-ı Birgivîhazretleri, bu konu ile ilgili olarak şu hadis-i şerifleri bildirmektedir: “Bir kimse, Allahın kitabını kendi fikri, görüşü ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa, açıklaması doğru olsa bile hata etmiş olur.” “Kim ki, Kur’an-ı kerimi kendi kafasına göre açıklarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.” Son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an adlı eserinde, Kur’an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır. Bu kitap Bedir Yayınevi tarafından basılmıştır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur! ÖNCE FIKIH ÖĞRENMEK, YANİ İLMİHAL KİTABI OKUYARAK AMEL ETMEK ŞART VE LAZIMDIR.
fıkıh.......fıkıh...........hayatın her karesinde ihtiyacımız olan öz....... lehimizde aleyhimizde olanları bilmek....öğrenmek....... ama her zaman uzak durduğumuz hayatımızın ana temel taşları........ şimdi düşünün hayatın temelini oturtamamış insancık kümeleri var etrafta.yani her yıkılabilir.dikkat etmek lazım.....
Allah Hikmeti Dilediğine Verir
Yüce Allah (cc) , Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor:
“Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa, doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.”[1]
Ayetin Nüzûlü ve Açıklaması
Bil ki Cenab-ı Hak, (bu ayet bir önceki ayetin devamı olarak inzal buyurmuştur) bir önceki âyette şeytanın fakirlikle korkutup, insanlara kötülüğü öğütlediğini, kendisinin ise mağfiret ve fazl-ı ilâhisini vaadettiğini bildirince, Rahman Allah`ın vaadini, şeytanın vaadine (korkutmasına) tercih etmeyi gerektiren şeye dikkat çekmiştir. Hikmet ve akıl, Rahman`ın vaadini tercih eder. Dünyevi lezzetleri elde etmeyi ve hayal ile vehmin hükümlerine tâbi olmayı emrettiği için, şeytanın vaadini ise şehvet ve nefs tercih eder. Hikmetin ve aklın hükümlerinin, hataya düşmekten ve haktan sapmaktan uzak, dosdoğru hükümler; hissin, şehvetin ve nefsin hükümlerinin ise, insanı belâ ve sıkıntıya düşüren hükümler olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh aklın ve hikmetin hükümleri, kabule daha lâyıktır. [2]
Yine Hikmetin aracı akıldır. Kur’an-ı Kerim`de yer alan hükümleri, sırları bilip selim aklı ile ümmete sağladığı hayırlarıyla, infak edene sağladığı pek çok sevaplarıyla infakın faydalarını idrak eden bir kimse, şeytanın vesveselerinden etkilenmez, Allah yolunda harcamakta ve infak etmekte tereddüt göstermez. Allah kime ilim, özellikle de Kur`an-ı Kerim`i ve dini kavrayabilme meziyetini ihsan etmiş ve gösterdiği yola iletmiş ise, o kimse dünya ve ahirette hayra iletilmiş, işleri gerçek şekilleriyle idrak etmiş olur.[3]
İmamı Malik diyor ki:
“Benim kalbime geldiğine göre, hikmet, Allah`ın dininde fâkih olmaktır. Hikmet Allah`ın rahmetinden ve faziletinden kalplere sokulan bir emirdir.
Bunu açıklayan şudur:
Bir kişiyi dünya emrinde akıllı görüyoruz. Dünya emirlerine baktığında kılı kırk yararcasına kavrıyor. Fakat başkasının dünya emrinde çok zaif olarak görüyoruz. Ama dininde, dininin emrinde âlim ve onun inceliklerini görüyor. Allah bu mânâyı dilediği kuluna verir ve bu mânâdan dilediği kulunu mahrum eder. Binaenaleyh hikmet, Allah`ın dinindeki fıkh ve anlayıştır.”[4]
İbn Abbâs (r.a.) ’den rivâyete göre, Rasûlullah (a.s) şöyle buyurdu:
'Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.'[5]
Hadisin Vürûdu ve Açıklaması
Buhari bu hadisi üç yerde farklı Vürudu geçmektedir.
-Buhar, (İ`tîsâm 10) Bize İbnu Vehb, Yûnus`tan haber verdi ki, İbn Şihâb şöyle demiştir: Bana Humeyd haber verip şöyle dedi: Ben Muâviye İbn Ebî Sufyân (r.a) `dan işittim, o hutbe yapıyordu, şöyle dedi: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah Teâlâ her kimin hayrını irâde ederse, ona dîn hususunda (büyük bir) anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız aranızda taksim ediciyim. Veren ise Allah `tır. Bu ümmetin işi, kıyamet kopuncaya -yâhut: Allah`ın emri gelinceye- kadar hep hakk din üzerinde dosdoğru olmakta devam edecektir.'
-Buhari, (Farzu`l-Humus,7) Bize Şu`be, Süleyman ibn Mihrân`dan, Mansûr`dan ve Katâde`den tahdîs etti. Bu üçü de Salim ibn Ebi`l-Ca`d`dan işitmişlerdir. Câbir İbn Abdillah (r.a) : Bizim Ensâr`dan bir adamın bir oğlu doğdu. O kimse Oğluna Muhammed adını vermek istedi, demiştir. Şu`be: Mansûr hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî: Ben oğlumu boynum üzerinde taşıyıp onu Peygamber`e getirdim, dedi. Yine Şu`be: Süleyman el-A`meş hadîsinde şöyle dedi: O Ensârî`nin (yânî Enes ibn Fudâle`nin) bir oğlu oldu. Onu Muhammed diye isimlemek istedi. Peygamber (a.s) : 'Benim ismimle isimleyiniz, fakat künyem ile künyelenmeyiniz. Çünkü ancak ben Kaastm, yâni taksim edici kılındım, (mirâs ve ganimet mallarını) aranızda ancak ben taksim ederim' buyurdu.
-Buhârî, (İlim, 13) İbn Şihâb dedi ki: Humeyd ibn Abdirrahmân şöyle dedi: Ben Muâviye ibn Ebî Sufyân`dan hutbe yaparken işittim; şöyle diyordu: Ben Peygamber (a.s) `den işittim, şöyle buyuruyordu: 'Allah her kimin hayrını isterse ona din hususunda büyük bir anlayış verir. Ben (verici değil) yalnız taksim ediciyim. Veren ise Allah`tır. Bu ümmet Allah`ın (kıyamet) emri zuhur edinceye kadar Allah`ın dini üzerinde hep sebat edip duracak ve kendilerine muhalefet edenler onlara zarar veremeyecektir.'[6]
Bu hadis üç hükmü şâmildir: Biri, dinde fakih olmanın üstünlüğü; ikincisi, hakikatte vericinin Allah`tan ibaret olduğu; üçüncüsü de, bu ümmetten bir kısmının ebediyyen hak din üzerinde baki olacağıdır. Hadîsin son fıkrası: 'Ümmetimden dâima hak üzere gâlib ve zahir, muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir taife hiç eksik olmayacaktır.'
Devamla der ki: 'Birincisi ilimle ilgili bölüme muvafıktır, ikincisi, sadakalarla ilgili kısma muvafıktır. Üçüncüsü, müçtehidin hiçbir vakit eksik olmayacağı hükmü mevcuttur.' [7]
'Ben yalnız taksim ediciyim.' Bunun manâsı şuraya varıyor: Bana vahyolunan din ilmini teblîğ ederken kimseyi tahsis edip de diğerlerinden gizlediğim yoktur. Allah tarafından bana ne bildirilmiş ise herkese eşitlik üzere tebliğ ediyorum. Ben ancak taksim ediciyim. Tebliğlerim herkese göre farksız olmakla beraber, bu tebliğler muhtelif derecelerde anlaşılıyor. Çünkü anlayışı veren Allah`tır. Allah`ın atası (vergisi) kullarına farklı derecelerde oluyor. Bunun izleri de benim tebliğimden sonra görülüyor. Herkes kısmetini benden alırsa da, veren Allah`tır; ben değilim.[8]
Kıyamete yakın geleceği belirtilen Allah`ın emrinden murat, kalbinde az da olsa iman bulunan herkesin ruhunu kabzedecek olan bir rüzgardır. Kıyamete yakın böyle bir rüzgarla mü`minler teslim-i ruh ettikten sonra geriye şerirler hayatta kalacak ve Kıyamet onların tepesine yıkılacak, Kıyametin korkunç hadisâtını ceza olarak onlar yaşayacaklardır.
Hadis, fıkıh ilminin sadece ezberlemekle olmayacağını, ilaveten Allah`ın lütfünün tecellisiyle olacağını ifade etmektedir. Bu da, her halde ilmin Allah rızası için talebi şartına bağlıdır. Geçmiş alimleri yalanlamak, dil uzatmak gayesiyle fıkıh öğrenmeye çalışanlara ilâhî rahmetin hiç bir zaman açılmayacağı söylenebilir, çünkü niyette ihlas mevcut değil.
Âlimlerimizin anladığına göre hadis, ihlasla tefakkuh edip Allah`ın rahmetine mazhar olacakların, bu ümmet-i merhumeden Kıyamete kadar eksik olmayacağını ifade etmektedir.
İbnu Hacer der ki: 'Bu hadisin ifade ettiği mefhum şudur: Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi olmayı) etmezse yani İslam`ın esaslarını ve bu esasların gerektirdiği teferruatı (furû`u) öğrenmezse hayırdan mahrum kalır.' Bu manâya delil olarak hadisin Ebu Ya`la`da gelen bir kısmında şu ziyadeyi kaydeder: 'Kim dinde tefakkuh (anlayış sahibi) etmezse Allah ona kıymet vermez.'
İbnu Hacer, hadisin sened yönüyle zayıf olduğunu, ancak manânın sahih bulunduğunu belirtir ve: Zira der, kim dinin meselelerini bilmezse ne fakih (bilgili) olur, ne de fıkıh tâlibi. Böylece 'Onun için hayır murat edilmemiştir' diye tarif etmek doğru olur. Bu durumda, alimlerin diğer insanlara karşı üstünlüğünün açık bir şekilde ifade edilmiş olduğu görülmektedir.[9]
Salih ÖZBEY
Karagüveç Köyü
Dipnot:
----------
[1] Bakara,2\269.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 5/516-518.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/62-63.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 2/267-276.
[5] Tirmizî, İlm 1; Darimi, Mukaddime,16
[6] Buhârî, Farzu`l-Humus 7, İlm 13, İ`tîsâm 10; Müslim, İmâret 98, (1038) , Zekât 98, 100, (1038)
[7] Müslim, Alâmetu`n-Nübüvve, 53.
[8] Tecrid Ter., I, 65-66.
[9] Kutub-i Site, İ.Canan, 11/491-493.
ayrıca bugünkü imim hatip liselerinde verilen bir dersin ismi=))
Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısında, “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, özetle şöyle anlatılıyor:
Kur’an-ı kerimi tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamizisminde, Arap asıllı bir Hristiyandır.
Daha sonra Cihan Kütüphanesi (yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendiacele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı.
Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayri müslimlerin böyle bir çalışma yapması, düşündürücü olsa gerekdir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayri müslimlere bırakırlar mıydı?
Hristiyan yayımcılar tarafından başlatılan Kur’an tercümesi kampanyaları, şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Kur’an-ı kerim tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla o tarihte bir beyanname yayımlamıştır. Bu beyanname özetle şöyleydi:
1- Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir.
2- İkinci Meşrutiyet’ten önce devlet, dini yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu.
3- Meşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayri müslimler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır.
4- Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz.
5- Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemişler ve muvaffak da olmuşlardır.
6- İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, Kur’an tercümesinden değil, islam âlimlerinin, halk için yazdıkları akaid, fıkıh, ahlâk (ilmihâl) kitaplarından öğrenilir. Kişinin kendi anladığı, kendi düşüncesi din olmaz.
Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük âlimlerden İmam-ı Birgivîhazretleri, bu konu ile ilgili olarak şu hadis-i şerifleri bildirmektedir: “Bir kimse, Allahın kitabını kendi fikri, görüşü ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa, açıklaması doğru olsa bile hata etmiş olur.” “Kim ki, Kur’an-ı kerimi kendi kafasına göre açıklarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an adlı eserinde, Kur’an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır. Bu kitap Bedir Yayınevi tarafından basılmıştır.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur! ÖNCE FIKIH ÖĞRENMEK, YANİ İLMİHAL KİTABI OKUYARAK AMEL ETMEK ŞART VE LAZIMDIR.
fıkar biraz..............................:P
Kişinin amel yönünden faydasına ve zararına olan şeyleri bilmesidir.
araştırdıkça hiçliği tattığım alan............
fıkıh.......fıkıh...........hayatın her karesinde ihtiyacımız olan öz.......
lehimizde aleyhimizde olanları bilmek....öğrenmek.......
ama her zaman uzak durduğumuz hayatımızın ana temel taşları........
şimdi düşünün hayatın temelini oturtamamış insancık kümeleri var etrafta.yani her yıkılabilir.dikkat etmek lazım.....
fâkihlerin kalemlerini,kelâmlarını izlediğimiz bir meydan...
İslâm hukukudur efendim..oldukça ince ve hassas terazilerle sözcükler tartılır ve sonuca bağlanır...