“Gerçek entelektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar” Edward Said
edwar Said... ismine bile yansımış olan 'yersiz yurtsuz'luğu... dini inancın aslında aynı doğruları görmeyi engellemeyeceğini... doğulu olmanın grurunu ve yaz ikindilerini düşündürüyor bana...
Ölümünden bir kac yil önce 'Out of Place' adli kitabinda Kudüs, Kahire, Lübnan ve daha sonra ABD deki ilk genclik ve okul yillarini cok samimi ve hüzünlü bir bicimde anlatmis.
Edward Said’in ölümünden sonra, necip Türk medyası, onun 1978’den bu yana, özellikle ‘Oryantalizm’ konusunda yazdıklarının, sanki bu ülkenin entelektüel ve siyasi tarihi ile hiçbir ilgisi yokmuş, ya da bu toplumun insanı için herhangi bir anlam ifade etmiyormuş gibi davrandı. Meğer, ne kadar çok Edward Said uzmanı varmış Türkiye’de de bizim haberimiz yokmuş!
Gazetelerin kitap ekleri, Said’in post–kolonyal düşünceye katkılarından söz eden yazılarla dolup taştı. Onun Albert Camus ya da Joseph Conrad üzerine söyledikleri, aktarmacı Türk entelijansiyası tarafından, her zamanki gibi mümkün olduğunca, aslına sadık kalınarak nakledildi. Kimileri de lütfedip, onun Oryantalizm hakkında söylediklerini özetlemeye gayret gösterdi; ama heyhat, Said’in Oryantalizm üzerine söylediklerinin, Türkiye’nin zihin ve siyaset tarihi bağlamında ne anlama geldiği üzerinde hiç durulmadı!
Daha önce de kimbilir kaç defa yazdım. Antiemperyalist bir kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını kazanmış olan bir ülkenin entelijansiyasının, rahmetli Cemil Meriç üstadımızın ifadesiyle ‘sömürgeciliğin keşif kolu’ olan Oryantalizm konusunda çok daha hassas olmaları gerekirdi; – ama öyle olmadı! Anlışanlı entelijansiyamız, nedense bu konuda en ufak bir hassasiyet bile göstermedi. Halbuki, Batı’nın bize bakışını temelli bir biçimde belirleyen, ‘Oryantalizm’ idi. Oryantalizm, Edward Said’in meseleyi ele alış tarzından çok önce, Fonksiyonalist Antropolojiyle entelektüel dolaşıma girmiş bir kavramdı. Tuhaftır, Edward Said’in temellendirdiği anlamda Oryantalizmin bir nevi tarihöncesi sayılabilecek olan Fonksiyonalist Antropoloji ile Emperyalizm ve Sömürgecilik (Kolonyalizm) arasındaki bağıntılara bizde ilk dikkati çeken, daha sonra Amerika’ya yerleşip Türkiye ile ilgili her şeyi (Türkçe dahil!) unutmaya and içen Muzaffer Şerif Başoğlu olmuştur. Başoğlu, 1939 yılında, ‘İnsan’ Dergisine yazdığı ‘İptidai Zihniyet Problemi’ başlıklı makalesinde, kendilerini ‘yüksek gören istilacılar’olarak tanımladığı Avrupalıların, ‘muhtelif sebeplerin tesiri altında teknik ve kültürel gelişmelerinde geri kalmış olan iptidailer’in zihniyetini, ‘doğuştan alçak’ gördüklerini, bu suretle kendilerinde onlara (‘iptidai’, yani ‘ilkel’ diye adlandırdıklarına H.Y.) sürekli bir surette hükmetme hakkı buldukları vehmine’ kapıldıklarını bildirir. Bu konuda Türkiye’de, bilebildiğim kadarıyla, iki yazı daha yazılmıştır. Biri benim ‘Felsefe ve Ulusal Kültür’ adlı kitabımdaki ‘Bilim ve Emperyalizm’ başlıklı yazıdır; öteki ise, rahmetli Cemil Meriç’in ‘Kültürden İrfana’sında yer alan ‘Sömürgecilik ve Klasik Antropoloji’ başlıklı yazı.. Fonksiyonalist Antropolojinin, Emperyalizmi ve Sömürgeciliği meşru gösterme konusundaki ideolojik tavrını sergilemek, teşhir etmek; Oryantalizmin bilinçdışımıza nüfuz ederek, kendimizi Avrupalıların bizi gördüğü gibi ‘ilkel’ görmeye kışkırtan bir menhus hastalık olduğunu ortaya koymak, yukarda da belirttim, Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren bu ülkenin entelijansiyasına düşerdi. Ama bu üç yazı dışında ne bir ses, ne nefes!
‘Şarkiyatçılık’ üzerine yazan, hatta bu konuda kitap yayınlayan bazı öğretim üyesi dostlarımız, Edward Said’in tezlerini, maalesef, tıpkı onun eleştirdiği neviden bir ‘sömürge entelektüeli’ gibi okumuşlardır. Oryantalizmin, zihinler üzerine inşa ettiği tahakküm mekanizmasının teorik dökümünü, Said’den yola çıkarak ve sadakatle aktarmışlar, ama, bu mekanizmanın Türk entelijansiyası üzerindeki kuşatıcı, baskıcı yıldırıcı hakimiyetini çözümleme ve sergilemede aciz kalmışlar; bir yandan Said’in görüşlerini naklederken, öte yandan, romanlarında (hem de Said’in teorik dökümünü yaptığı anlamda!) Oryantalizmin dik alasını icra eden bir romancımızı göklere çıkarmakta asla beis görmemişlerdir. Hani tutarlılık, nerde ‘derin okuma’? İsmet Paşa’nın dediği gibi: ‘Hadi canım sen de! ’
Türkiye’deki ‘sömürge entelektüelleri’nin bilmedikleri şudur: Said’i ezberlemek bir şeydir, anlamak başka şey! Hiçbiri Said’den yola çıkarak Türkiye’yi, Türkiye’nin Modernleşme sonrası zihniyet tarihini, sözümona Türk entelijansiyasını analiz etmedi! Said, Necatigil’in deyişiyle, ‘onları onlara gösteren ayna’ydı; – o yüzden bakamadılar aynalara: Baksalar, kendilerini göreceklerdi çünkü...
Edward Said öldü. Ağır ve acımasız, amanvermez bir hastalıkla savaşıyordu. Sonunda, beklenen oldu: Said,68 yaşında yenik düştü kansere; –ve ben, uzun yıllardan beri ilk defa, hiç tanışmadığım, görmediğim, elini sıkmadığım, kucaklaşmadığım, sesini bile duymadığım birinin ölümünden sonra, kendimi ağır bir hüznün, umarsız bir kederin akarında buldum.
Jose Ortega Y Gasset’in, ‘The Dehumanisation of Art’ta, bir gerçekliğin, farklı bakışaçılarından, birbirinden farklı birçok gerçekliğe bölündüğünü kanıtlamak için yazdığı bir denemeyi anımsıyorum. Ölmek üzere olan önemli bir kişinin yatağı başında, hastanın eşi, doktor ve arkaplanda ise, bütünüyle profesyonel nedenlerle orada bulunan bir gazeteci ile bir ressam durmaktadır. Ressam, tesadüfen oradadır. Eş, doktor, gazeteci ve ressam aynı olayı, hastanın ölümünü izlemektedirler. Ama bu olayın, orada hazır bulunanlardan her birini çok farklı biçimde etkilediğini bildirir Ortega; –şöyle der: ‘Bu sahnenin, olayı büyük bir acıyla yaşayan eş için ifade ettiği şeyle, orada kayıtsızca olupbitenleri seyreden ressam için ifade ettiği şey arasında hemen hemen hiçbir ilişki yoktur.’ Ortega, ölümün ne ifade ettiğinin ‘ölçülebilmesi’ için, bu olayla orada hazır bulunanlar arasındaki ‘teessüri mesafe’nin (‘emotional distance’) bilinmesi gerektiğini söyler.
Şunu söylemek istiyorum: Said, ölürken onun yanı başında değildim. Ortega’nın tasvir ettiği bağlamda bir ‘yakınlık’ da olmadı onunla aramızda. Ama, o ‘teessüri mesafe’nin kısaldığını, iyice kısaldığını; onun, bir okuryazar olarak benim yaşamımdaki entelektüel ağırlığının, duygusal (ya da ‘teessüri’) bir ağırlığa dönüştüğünü farkettim birden. Ruh’un diyalektiği, galiba böyle bir şey işte!
Şunu da söylemeliyim: ‘Oryantalizm’e, ‘Beginnings’e, ‘Kış Ruhu’na, ‘Entelektüel’e, ‘Kültür ve Emperyalizm’e... ilişkin okumalarımın, beni, sadece zihinsel düzlemde değil, ama, ‘insanca, pek insanca’ düzlemde bir okumaya hazırladığının da ayırdındaydım elbet. Said benim için gerçek bir yirminci yüzyıl aydınıydı: Yazıyor, ama İsrail tanklarını da taşlıyordu...
Bir ‘teessüri’ ölüm yazısında yeri da denebilir. Ama, Said’in, Oryantalizm’in, “Şark” ile (çoğu zaman) “Garp” arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemi [olduğu]’na ilişkin belirlemesini; dahası, bu biçemin (üslubun) , ‘Şarkla–Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek– uğraşan’ Oryantalizmin, ‘Şark’a egemen olmakta, Şark’ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullan[dığı]’ bir ‘Batı biçemi’ olduğuna ilişkin tanımlamasını da, burada zikretmeden geçemeyeceğimizi düşünüyorum. Said için ‘Garp’la Şark arasındaki ilişki, bir iktidar, bir egemenlik ilişkisi[dir]’. Bryan S.Turner, Asaf Hüseyin, Robert Olson ve Cemil Kureşi’nin ortaklaşa editörlüğünü yaptıkları Oryantaliztler ve İslamiyatçılar: Oryantalizt İdeolojinin Eleştirisi’ başlıklı derlemeye yazdığı, ‘Oryantalizm ve İslamda Sivil Toplum Meselesi’ adlı yazısında bu tanımı daha da açık seçik kılacak ve elbette daha kapsamlı, kuşatıcı bir dilegetirişe dönüştürür: ‘Oryantalizm, Batı’nın tanımladığı ve kontrol ettiği kavramlar, tablolar ve kategorilerin içinde anlamlandırılabilecek garip, erotik, farklı, ama anlaşılabilir ve kavranabilir bir Doğu anlayışını ön plana çıkaran bir söylemdir. Bilmek, tahakküm etmektir.’ Bilgi ile iktidar (ya da, ’tahakküm’) mekanizmaları arasındaki bağıntıları da Fuat Keyman, Mahmut Mutman ve Meyda Yeğenoğlu, birlikte yayına hazırladıkları ‘Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark’ın ‘Giriş’ bölümünde şöyle ifade etmişlerdir:’ “Doğu” veya daha genel olarak dünyanın Batı Avrupa ve Kuzey Amerika “dışı” yerleri üzerine son iki ve üç yüzyılda geliştirilen tarihsel, coğrafi, antropolojik bilgiler ve düşünceler, edebi ve sanatsal söylemler ve temsiller, bu bilgileri ve söylemleri geliştiren Batılıların ekonomik ve siyasal güç konumlarından, bu güç konumuna bağlı ideolojik söylemlerden ve psişik–öznel kuruluştan, fantazilerden ve mitlerden bağımsız değildir.’
Pekiyi de, bütün bunların bizim için, Bir Doğu’lu (‘Şark’lı) bir toplum olarak Türk toplumu için ne anlamı var? Bana öyle geliyor ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini kuşatıcı bir biçimde anlayabilmek için Said’in ‘Oryantalizm’ ini okumak gerekir. Acaba Sayın Erdoğan, Sayın Gül ve Dışişleri Bakanlığımızın, görevleri gereği bu meseleyle uğraşan bürokratları, Said’i okumuşlar mıdır? Okumuşlarsa, bizim AB umutlarımızın hiçbir kayıt ve koşulda gerçekleşme olanağı bulunmadığını öğrenmiş olmaları gerekir. Said, bize, AB’ye girme çabalarının bir Sisyphos mitos’u olduğunu gösteriyor çünkü; –ya da ateşten denizleri mumdan kayıklarla geçmeye kalkışmak, demek olduğunu!
1935 yılında Kudüs’te doğan Edward Said,2003’te ABD’de öldü. O Kudüs’ün çocuğuydu ve “tarihi Kudüs’ün Müslüman kimliği”nin tipik temsilcilerinden biriydi. Kudüs Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal bir şehirdir. Dinlerin ve peygamberlerin en büyük hatıraları bu şehrin mekanlarına sinmiş durumda. Her dinden insan Kudüs’te kendinden bir şey bulur. Bu açıdan Edward Said için Kudüs hem aidiyetinin mekanı hem ana yurdunun merkeziydi.
Kudüs tarihi çoğulcu kimliğini İslamiyet’e borçludur. Çünkü ancak Müslümanların hakimiyeti dönemlerinde üç din bir arada ve barış içinde yaşama imkanlarını bulabilmiştir. Bunu en iyi bilen ve tasdik edenlerden biri de Edward Said’di.
Edward Said, iki özelliğiyle her zaman hatırlanacaktır: Bunlardan biri “Oryantalizm” adlı şaheser çalışmasıyla, diğeri Filistin mücadelesine verdiği destekle. Edward Said, tarihi Müslüman ulemanın ve 19. yüzyıl Batı aydınlarının bir bölümünün yaptıklarının bir benzerini yaptı hayatı boyunca. Muhalif entelektüel kimliğiyle boy gösterdi.
O, sadece dört duvar arasında bilimsel çalışma yapan, yazı yazan ve bununla yetinen biri değildi. Her fırsatta davası uğruna aktif çalışmalar yaptı, gösterilere katıldı, protestolara imza attı, Filistinli çocukların yanında İsrail tanklarına taş attı ve böylelikle kamusal alana çıkan bir entelektüel ve bilim adamı profili çizdi.
Edward Said, Hıristiyan bir ailede doğmuş ve hep Hıristiyan kalmış biri olmakla beraber, İslam diniyle ve Müslümanlarla ilişkisini daima sıcak tutmuş, onlarla birlikte mücadele etmişti. Hiçbir şekilde kendi davasını onların davasından ayrı görmüyordu. Haberlerin Ağında İslam adlı kitabını, Batı’da iletişim kurumları ve medyanın İslam’a ilişkin utanç verici manipülasyonlarını teşhir etti.
Birçok çalışmasında Batı’nın niçin bir “Müslüman öteki” yaratma ihtiyacını ortaya koymaya çalıştı ve kendini hep Müslümanların yanında tutum almak zorunda hissetti. Bunun en büyük ispatı bir Filistinli olarak Filistin mücadelesine verdiği destek değildir sadece, doğrudan “Oryantalizm” kitabıdır. Kendi alanında bir dönüm noktası sayılan kitabında Said, Batı’nın Müslüman Doğu’ya bakışının tarihî, kültürel, politik ve edebî köklerine iniyor, oryantalizmin Batılı zihnin bir inşaı olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Edward Said bu kitabında herkese şunu gösterdi: Batı için Doğu sadece coğrafi bir evren değil, aynı zamanda dinî bir vakıadır ve bu dinî vakıayı domine eden diğer dinlerden (Yahudilik, Hıristiyanlık vd.) çok Müslümanlıktır. Çünkü dün olduğu gibi bugün de Doğu ile İslam iç içe geçmiş bulunmaktadır ve bu karşılıklı kurbiyet Batı’nın bilinçaltında yerleşik bir unsur olarak yerini almış bulunmaktadır. Batı’nın gözünde Doğu Hıristiyanlığı makbul değilse, bunun bir sebebi İslamiyet’le olan tarihî beraberliğidir.
Batı’nın tahrifatlarına örnek verirken Edward Said’in başvurduğu argümanların büyük bir bölümü İslamiyet ve İslam kültürüyle ilgilidir. Bu açıdan Batı’nın oryantalizm üzerinden Doğu’ya yönelttiği zihinsel saldırılara kendisinin de maruz kaldığını düşünüyordu. Oryantalizm kitabıyla yaptığı şey bir tür kendini savunmadır. Çünkü Edward Said’i yakından izleyenler bilir ki, bu büyük Filistinli yazar, İslamiyet’le beraber veya başka bir ifadeyle İslamiyet üzerinden Doğu Hıristiyanlığı’nı da savunmuştur.
Edward Said yüksek kariyer sahibi bir insandı. Adam gibi adamdı. Batı’nın kalbinde en yüksek perdeden bildiği doğruları savundu; ruhunu ve bilgisini satmadı; haksızlıklara, iki yüzlü politikalara ve hukuk ihlallerine karşı tepkilerini ortaya koydu. Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü. Geriye zengin bir miras bıraktı. Bu mirasa Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Filistinliler ortaktır.
Dr. Edward Said’i ilk kez Herald Tribune gazetesinde 1974’te yazdığı Arap ve Müslümanlara yönelik Batı ırkçılığını eleştiren makalesini okuduğumda tanımıştım. Said, makalesinde Amerikalılardan ezici bir çoğunluğun, Arap topraklarını kurak çöller, her Arap’ı şehvet düşkünü ve kendisi devesi üzerinde, arkasında ise örtülü dört kadınıyla birlikte çöllerde gezinen biri olduğuna inandıklarını ifade ediyordu. O makaleden beridir onun siyasi ve kültürel ürünlerini yoğun bir şekilde takip ediyorum. Filistin Ulusal Konseyi bizleri bir araya getirdiği zaman mutluluğum had safhadaydı. Onun Ebu Ammar’ın (Yaser Arafat) ve Filistin yönetiminin Batı dünyasında yaşananlar ve ABD’deki siyasî çalışma araçları hususundaki cehaletlerine getirdiği keskin yorumlarını dinlemek için yanına oturmuştum. Bu yüzden konseyin 1991 yılında Cezayir’de gerçekleştirilen dönem toplantısında istifasını sunmasına ve Oslo anlaşmalarına katı muhalif bir tutum sergilemesine hiç şaşırmamıştım. Son gelişmeler görüşlerinin doğruluğunu ortaya koymuştu çünkü.
Duruş sahibi bir insandı ve gerçek bağımsız Arap aydınını temsil ediyordu. Kendini soyutlamayı kararlaştırdığında ilkelerine ve kendi sorunlarına bağlandı. Arap medeniyetini kötülemeye veya İslam hakkında yanıltıcı bir tablo sunmaya çalışanlarla çok çetince savaştı.
Edward Said, asla Irak rejiminin yanında olmadı. Irak rejimine, lideri Saddam Hüseyin’e ve diktatörlüğüne yönelik eleştirilerinde oldukça sertti; ancak Amerikan kibrine de hep karşı çıktı. Onun Amerikan yönetiminin Kuveyt’i kurtarmak gibi insanî hedeflere gizlenmiş emperyalist niyetlerinin farkında olması, Kenan Mekki ve Fuad Acemi gibi Amerikan emperyalist hedeflere hizmet yolunda çalışan bazı Iraklıların ve Arapların saldırılarının hedefi haline getirdi.
Edward Said’in periyodik olarak yazdığı Körfez ülkeleri gazetelerinden bir tanesi, ABD’ye karşı kışkırtıcı görüşlere yer verildiği için Said’in yazısını yayınlamama yolunu seçmişti. Said çok kızmış, kraldan çok kralcı olunmasını garipsemiş ve adı geçen gazeteyle ilişiğini koparma kararı almıştı. Makalelerini ücretsiz olarak gazetemize göndermeye başladı ve yayınlanması karşılığı ödemede bulunulmasını reddetti.
Edward Said, sadece Filistinliler ve Araplar için değil, tüm insanlık için ilmî ve akademik bir övünç vesilesiydi. Hayatını, deneyimlerini ve engin bilgisini kültürel emperyalizmin bütün şekil ve renkleriyle mücadelede kullandı. Asla grupçu veya ırkçı olmadı. İslam’ı ve İslam medeniyetini hiçbir Müslüman’ın savunamayacağı şekilde savundu. Amerika’da yaşadığı halde Amerika’ya karşı koydu. Coca Cola ve Mc Donald’s kültürüyle Amerikanlaşmış, kendi Müslüman ve Arap köklerini hor gören Arap ve Müslümanlarla asla uzlaşmadı.
Edward Said, nerede olursa olsun Arap kaygılarını taşıyan, nezaket, kültürel derinlik, siyasî ve akademik deneyim, başkalarını ikna etmede ve akıllarından önce kalplerini kazanmadaki seçkin üslubu bir arada toplayan eşsiz bir şahsiyete sahip olduğu gibi farklı yeteneklere de sahip dünyanın dört bir yanında sorunlarımızın elçisi ve işaretlerimizden bir işaretti.
Araplar olarak bizlerin gerçek serveti, petrol kuyuları değil, Edward Said, Faruk El–Baz, Ahmed Zuveyl, Necip Mahfuz, Mahmud Derviş, Adonis, El–Cevahiri ve Abdurrahman Munif gibi önemli akıllarımızdır. Petrol aidatları bizleri parçaladı ve içimizdeki bazı beyinsizlerin yüzünden lanete dönüştü. Bu durum Edward Said gibi ümmetin rehberlerini bu beyinsizler ve özellikle de içlerinden yönetimde bulunanlar sebebiyle Arap görüntüsünde oluşan bozuklukları iyileştirme mücadelesi vermek zorunda bırakmıştır.
Geriye Edward Said’den açıkça özür dilemem gerektiğini itiraf etmem kaldı. Filistin yönetimi ile birlikte Ramallah’a gitmeleri ve görev almaları sebebiyle eleştirdiği bazı Filistinli aydınların zafer günlerinde onu eleştirmiştim. Yönelttiğim eleştiri çekingen ve özür dileme mahiyetinde oldukça yumuşaktı; ancak eleştiri konusunda oldukça hassas olduğu için çok üzülmüş ve beni azarlamıştı. Çok pişmanlık duymuş, üzülmesiyle üzülmüş ve suçluluk duygusu hissetmiştim. Bir kez daha özür dileğimi tekrarlıyorum.
Evet Edward Said’i kaybettik. Kaybımız çok büyük gerçekten. Belki de onun yerini doldurmak için çok yıllara veya asırlara ihtiyaç duyacağız. Allah’tan rahmet diliyoruz.
(Londra’da yayımlanan El–Kudüs gazetesi,26 Eylül 2003) Gazetenin yazı işleri müdürü
Edward Said ile 14 yıldan fazla ‘birlikte’ çalışma onuruna sahibim. Kendisi, ‘Sen bir takımın üyesisin.’ diyerek, ‘için’ kelimesi yerine ‘birlikte’ kelimesi kullanmamda ısrar ederdi. Gerçekten de öyleydi. Onun yaşamının parçası olan herkes, takımının bir üyesi gibi hissederdi. Bu olağanüstü insan, büyüleyici bir öğretmen, konuşmacı, yazar, edebiyat, müzik ve kültür eleştirmeni, klasik piyanist, insan hakları savunucusu ve ezilmiş Filistin halkının başta gelen sözcüsüydü. Aynı zamanda, bir eş, baba, meslektaş ve arkadaştı. Kendisi belki de en iyi, Batı’da Ortadoğu ve İslami araştırmaların yönünü değiştiren Oryantalizm kitabı ile tanınıyor. Ancak, aynı zamanda Arap–İsrail ihtilafı üzerine çeşitli kitaplar yazdı. Bu eserlerinde, Amerikalı okurlarına bıkmadan ve öncelikle, Filistinlilerin İsrail yönetiminin 1948’den günümüze dek uyguladığı ve onları evlerinden çıkaran, yaşamlarını ve toplumlarını paramparça eden sistematik bir politikanın ‘kurbanları’ olduğunu açıkladı. Bununla birlikte, Yahudilerin Avrupa’daki tarihlerini göz önüne alarak İsraillilerin çoğunun korkularını anlıyordu; ancak tarihsel olarak kendilerine hiçbir kötülük yapmayan Filistinlileri işgal altına almalarını hiçbir şeyin meşru kılmayacağını da biliyordu.
Bütün bunları, Amerika’nın genellikle Arap ve Müslümanlara düşman iklimi içinde cesurca yaptı.
Kendisi Filistin halkının Amerika’daki en etkili sözcüsü haline geldi ve Filistin yönetimiyle yakın ilişkisi bulunan sürgündeki Filistin Parlamentosu’nun üyesi oldu.1993’te Oslo Anlaşmaları ile dehşete kapılan Profesör Said, Arapça ve İngilizce yazdığı seri makalelerle bu anlaşmalara ve şartlarını gizlice müzakere eden Filistin liderliğine ağır eleştirilerde bulundu. Bu anlaşmaların, Filistinlilerin yaşamlarını daha zorlaştıracağını ve İsraillilere Filistinlilerin yaşamlarını daha fazla çekilmez hale getirecekleri ve nihayetinde Güney Afrika’daki ayrımcılığa benzer bir devlete doğru gidileceğini doğru bir şekilde tahmin etti. İsrail’in Filistin kent ve kasabalarını yeniden işgal edeceğini dahi tahmin etti. Dedikleri oldu. Bugün, bir yandan İsrailliler ile Filistinlileri birbirinden ayıran bir duvar örülürken bir yandan da Filistinlilerin evleri yıkılıyor ve toprakları müsadere ediliyor. Kendisi, Filistinlilerin direnişinin artacağını ve Filistinlilere artarak uygulanan zulmün daha fazla şiddete yol açacağını da tahmin etmişti. Bunlar doğal olarak onu, Amerikan yönetimi, Yaser Arafat, Ehud Barak ve Ariel Şaron hakkında ağır eleştiriler yapmaya yöneltti.
Edward Said, aynı zamanda Arap ve İslam dünyası konusunda bıkmadan usanmadan çalıştı. Hıristiyan bir ailede dünyaya gelmesine karşın kendisini daha çok Arap–İslam medeniyetinin bir parçası olarak hissediyordu. Medyada, Araplar, Müslümanlar ve İslam’ın kendisi konusunda yapılan olumsuz tasvirlerden müteessir oluyordu. Bu nedenle, bu konuda yanlış yönlendirme yapan gazete, dergi ve filmler konusunda çok sayıda eleştirel makale yazdı. ‘Haberlerin Ağında İslam’ adlı kitabını,1979’daki İran rehine krizinin Amerikan medyasındaki yansıtılışının bir sonucu olarak kaleme aldı. İslam, medenileşmemiş barbarların, fanatiklerin ve katillerin dini olarak sunuldu ve bu yaklaşım filmlere ve diğer televizyon programlarına yansıtılageldi. O, sadece bu yansıtma biçimini eleştirmedi, aynı zamanda bu yanlış betimlemelerin neden yapıldığını ve Amerikan dış ve iç siyasetini desteklemenin bir yönü şeklinde sürdürüldüğünü ortaya koydu. Doğru bilgileri elde etme imkanı bulunmasına rağmen bugün İslam’a, Müslümanlara ve Araplara olan düşmanlık hiç bu kadar yüksek bir noktaya çıkmadı. Kendisi bazan kafasını sallayarak ‘işlerin’ yıllar geçtikçe daha çok kötüye gittiğini söylerdi.
Profesör Said, belki de en çok siyasi çalışmalarıyla tanınır; ancak asıl katkılarını edebi ve kültürel eleştiri alanlarında yapmıştır. Müzik eleştirisi alanında da muazzam katkıları olmuştur. İsrailli yakın arkadaşı orkestra şefi Daniel Barenboim ile bir dizi projede birlikte çalışmıştır. Bana göre bunlardan en önemlisi, İsrailli, Arap ve Filistinli genç müzisyenleri aynı orkestrada bir araya getiren Doğu–Batı Divanı’dır. Profesör Said ve Barenboim, New York’taki iki ayrı programda halkın karşısına çıktı. Buradaki tartışmalar ve diğer özel görüşmeler geçtiğimiz yıl ‘Paradokslar ve Paralellikler: Müzik ve Toplumda Gezintiler.’ adlı kitabın ortaya çıkmasını sağladı.
Geride kalan yıllarda 20’nin üzerinde kitap ve düzinelerce makale yazan bu olağanüstü insan, her zaman dostlarına da zaman ayırmıştır. Kendisi için önem arz eden konularda, cana yakın, etkili, eğlenceli ve hararetli olmuştur. Ofisinin önünde her zaman onunla görüşmek için bekleyen öğrencileri ve diğer insanlar ol
Filistin davasının efsane ismi Edward Said hayatını kaybetti
Filistin davasının ileri gelen savunucularından Filistinli Profesör Edward Said, New York’ta tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
67 yaşındaki Said,1990’lı yılların başından bu yana lösemi tedavisi görüyordu. Sürgündeki Filistin Parlamentosu’nda 14 yıl görev yapan Said’in, uluslararsı basında makaleleri yayımlanıyordu. Edebi metin eleştirmenliği de yapan Said,1935'te varlıklı bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak Kudüs’te dünyaya geldi; çocukluğunu Kahire'de, yaşamının büyük bölümünü ise ABD’de geçirdi.
‘Filistin Sorunu’, ‘Son Gökyüzünün Ardından’, ‘Müziksel Ayrıntılar’, ‘Kültürel Emperyalizm’ ve ‘Oryantalizm’ gibi eserlere imza atan Said, yazılarında Filistinlilere zulmettiğini söylediği İsrail’i de kıyasıya eleştirdi.10 kitabı 14 dile çevrilen Said'in 1978'de yayınlanan Oryantalizm adlı eseri dünya çapında büyük çığır açmıştı.
Edward Said,2000’de Lübnan sınırında bir İsrail karakoluna taş atarak tartışmalara yol açmış, öğretim görevlisi olarak çalıştığı Columbia Üniversitesi, profesörü söz konusu eylemin yasaları çiğnemediği gerekçesiyle korumuştu.1957 yılında Princeton Üniversitesi’nden mezun olan Edward Said, Harvard’da yüksek lisans eğitimi görmüş ve yine aynı üniversiteden profesörlük unvanı almıştı. Said, Columbia’nın yanı sıra Yale, Harvard ve Johns Hopkins üniversitelerinde ders veriyordu.
Saddam ve Hafız Esad’ı despot liderler olarak niteleyen Said, ‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Salman Rüşdi için ölüm fetvası çıkaran Humeyni'yi de sert bir dille kınamıştı.
80’li yılların sonunda Filistin lideri Arafatla görüş ayrılığına düşen Said, bu yüzden Filistin’e gitmiyordu. Said, Arafat'ın kabul ettiği Oslo görüşmelerini özellikle Filistinli mültecilere ihanet olarak görerek protesto etmişti. Filistinlilere “çok az toprak ve sınırlı hakimiyet vadeden” Oslo sürecinin hiçbir yere varamayacağını savunan Said'in öngörüleri aradan geçen yıllar içinde ‘bir şekilde’ gerçekleşmiş oldu.
Arap entelektüelleri içinde bazılarının ‘zirve isim’ diye niteledikleri Edward Said, Siyonizm'i kökten reddedişinin yanı sıra, Filistinlilerle İsraillilerin birlikte yaşamasını da kesin bir dille reddediyordu. Çok yönlülüğüyle de tanınan Said, İslam medeniyetinin önde gelen savunucularından biri olmasının yanı sıra müzik eleştirileri de yazan mükemmel bir piyanistti. Filistin, kendi dramını dünyaya haykıran bu efsane ismi kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyor. Edward Said, evli ve iki çocuk babasıydı. Dış Haberler Servisi
Bir elinde kalem, öbüründe kılıç: Son entelektüel öldü
Ölen o muydu yoksa entelektüel camiada boynu bükük kalan Filistinli çocuklar mı? Ölen o muydu yoksa açtığı çığırda dünyanın dört bucağında onun izinden yürüyen onbinlerce cesur beyin mi? Ölen o muydu yoksa yaşadığımız çağın mürailiklerini hiçbir taviz vermeden zalimlerin yüzüne haykıran ortak vicdanımız mı? Edward Said bugün ölmüş. Üzgünüm. Hayır, zannettiğiniz gibi “Yaşasaydı kimbilir daha ne değerli eserler verecekti? ” gibi her ölünün ardından söylenmesi adet olmuş dolmalara itibar ettiğim için değil. Beni üzen, artık onun gibi hakiki bir “entelektüeli” bulmak için daha çok bekleyecek oluşumuz. Her gün birer birer dönen, dökülen, saçılan –yalnız Türkiye’de değil, dünyada da böyle durum- aydınların cirit attığı bir zamanda onun gibi benzersiz bir profilin artık yaşamadığına üzülüyorum.
David Barsamian, kendisiyle yaptığı dizi röportajları “The Pen and the Sword” (Kalem ve Kılıç) başlığı altında kitaplaştırırken Said’in bu yönüne çengelliyordu dikkatimizi.
Hele çağımızda, diyordu kendisi, entelektüelin sorumluluğu çok daha ağırlaşmıştır. Çünkü içinden çıktığı ve kendisini sorumlu hissettiği toplum, iktidarın manipülasyonuna o kadar açık hale gelmiştir ki, entelektüelin uyarı ve muhalefet görevi daha hayatî bir meseledir artık. Halkın sesinin boğulduğu, kendisini temsil edemediği, iktidarın bilgi bombardımanına maruz kaldığı ve zulümlere razı olmaya zorlandığı bir zamanda Said entelektüelin görevini, bu oyunu bozmak ve çoğunlukla yitirdiğimiz bir tür eleştirel ve siyasî düşünümü (teemmülü) topluma geri getirmek olarak koyuyordu.
İyi ama bunu başkaları da yapmıyor muydu zaten? diye sorabilirsiniz haklı olarak. Said’i büyük yapan nokta, entelektüelin sorgulama görevini altını çizerek vurgulaması değil, aynı zamanda entelektüelin bir “davası” olması gerektiğini ve bu dava uğruna mücadele ederken ne entelektüelliğinden, ne de davasından hiçbir taviz vermeden yoluna devam etmesiydi.
Kudüs doğumlu (1935) Protestan bir Filistinli olarak Amerika’ya gitmiş, orada hem de Yahudi lobisinin ağırlığından dolayı adı Columbia Juniversity’ye çıkmış olan bir üniversitede, hem de Filistinli bir Arap olarak İngiliz Edebiyatı bölümünde profesörlüğe kadar yükselmiş ve burada Amerikalılara İngiliz edebiyatını öğretme makamına yükselmiştir. Ama bütün bunları birilerine veya hükümete yaranmak suretiyle değil, bileğinin hakkıyla, aynı zamanda da Filistin davasının en büyük müdafilerinden birisi olarak yılmadan mücadele ederek, her mahfilde ezilen halkının çığlığını dünyaya duyurmaya çalışarak gerçekleştirmiştir ki, bence asıl zor olan da budur.
Hatta bence bu, çığır açan ve sosyal bilimlerin gövdesinde bir daha kapanmayacak bir yarık meydana getiren “Oryantalizm” (1978) adlı kitabı yazmaktan da büyük bir olaydır.
Yine de “Oryantalizm”in hakkını yemek doğru olmaz bu duygusal yazıda. Aslında hem İslamiyat ile ilgili alanlarda, hem de sosyal bilimlerin hemen bütün alanlarında (coğrafya dahil) Oryantalizmin bir Doğu imajı var ettiğini ve bu imajı, dünyaya ve en önemlisi de Doğu’nun kendisine gerçek Doğu imiş gibi lanse ettiğini ortaya çıkartan, Oryantalizmin masum bir araştırma alanı olmadığını, aynı zamanda siyasî manipülasyonun tam da göbeğinde bulunduğunu haykıran da Edward Said’den başkası değildi. Hasılı, sosyal bilimlerde S.Ö. ve S.S., yani Said’den Önce ve Said’den Sonra diye derin bir yırtılmadan söz etmek mümkün.
Aynı zamanda Kültür ve Emperyalizm, Haberlerin Ağında İslam, Filistin Sorunu gibi kitaplarıyla yıllarca Türk okuyucusunun gündemine oturmuş bulunan Said’in beni en fazla etkileyen kitaplarından birisi “Entelektüel”dir. Bu kitabında, dönmüş ve dönmekte olan entelektüellere unutulmaz sözler sarfetmişti. Bu kitabı özellikle hızla savrulanların ve herşeyi davasının değil, kendisinin etrafında döndürmek isteyenlerin dikkatle okuması gerekiyor sanıyorum.
Edward Said ölmüş dün gece. Onunla birlikte yeryüzü, tam da kalemini bukalemun yapanların cirit attığı bir zamanda kılıçlaşan bir kalem ve kalemleşen bir kılıcı da kaybetmiş oldu.
Mazlumların ve mazlumların yanında olanların başı sağolsun!
Edward Said'in 'Entelektüel'i (Oral Çalışlar, Cumhuriyet Gazetesi,05.01.2001;
Elinde taşla Filistinli çocuklarla birlikte direnen bir yaşlı adamın fotoğrafı geçenlerde gazetelerde yer aldı. Filistinli bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak 1935 yılında Kudüs'te doğan Edward Said 'di bu. Edward Said, Filistin halkının acılarla dolu tarihinin Batı dünyasındaki en önemli tanıklarındandı. Said, New York Columbia Üniversitesi'nde edebiyat profesörü olarak çalışıyor.
Said, Batı'da Filistinlilerin haklarını savunan önde gelen aydınlardan birisi. Bunun acısını da çekmiş, nedenlerini de bilimsel bir gözle yorumlamış önemli bir bilim adamı. Said, 'Ayrıntı' yayınlarından çıkan 'Entelektüel' başlıklı makalelerinden oluşan derlemesinde, aydınlar üzerine düşüncelerini açıklıyordu.
Günümüz tartışmalarına da ışık tutan bu düşünceleri, dikkatle okuyorum. Bazı bölümlerini de sizlerle paylaşmak istedim. Ortadoğu'da, topraklarında boy veren bağnazlık üzerine söyledikleri ne kadar evrensel: 'Bir entelektüelin ahlakı ve ilkeleri, düşünce ve eylemi tek yönde götüren tek bir yakıt kaynağı olan bir motorla işleyen bir türlü kapalı dişli muhafazası oluşturmamalıdır. Entelektüel etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebileceği bir mekâna sahip olmak zorundadır. Bugünün dünyasında otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerden biridir çünkü.'
Edward Said bu tehditlere boyun eğmeden nasıl ayakta kalınabileceğini de şöyle açıklıyor: 'Bu tehdide tek başına karşı koymak güçtür. Hem inançlarınla tutarlı olmak hem aynı zamanda serpilecek, düşünce değiştirecek, yeni şeyler keşfedecek veya bir zamanlar kenara attığın şeyleri yeniden keşfedecek kadar özgür kalmanın bir yolunu bulmak daha da güçtür. Bir entelektüel olmanın en çetin yanı, yazdıkların ve yaptığın müdahaleler aracılığıyla vazettiğin şeyi, bir kuruma, bir sistemin ya da yönetimin emriyle harekete geçen bir robota dönüşüp katılaşmadan temsil etmektir.'
Said, bunu başarmanın mümkün ama zor olduğunu belirtiyor: 'Hem bunu hem de tetikte durup iradeni gevşetmemeyi başarabilmiş olmanın tek yolu, bir entelektüel olarak elinizden geldiğince iyi ve aktif bir biçimde gerçeği temsil etmek ile bir haminin ya da otoritenin sizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın sizin elinizde olduğunu kendinize hatırlatmanızdır.'
Sonunu ise şöyle bağlıyor: 'Laik entelektüel için 'o' tanrılar hep iflas eder.'
Aydının iki ateş arasında kalmasını da çok güzel açıklar Said bir başka makalesinde: ' Oscar Wilde 'ın kendisi için kullandığı tanımı ödünç alırsak, tanınmış entelektüeller yaşadıkları dönemle simgesel bir ilişki içindedirler her zaman; halkın kafasında sürmekte olan bir mücadele ya da savaşmakta olan bir topluluk yararına seferber edilecek bir başarıyı, ünü ve şöhreti temsil ederler. Öte yandan toplum içindeki bazı hizipler entelektüeli yanlış tarafta gördükleri zaman (buna mesela İrlanda'da sık sık rastlanmıştır; ama komünistlerle antikomünistlerin birbirine girdiği Soğuk Savaş yıllarında Batı'nın büyük kentlerinde de bu tür bir şey olmuştur) ya da diğer gruplar saldırıya geçmek için seferber oldukları zaman, içinde bulundukları toplumun rezaletlerinin ceremesi genellikle yine bu tanınmış entelektüellere çıkartılmıştır.'
Edward Said, Michel Foucault 'nun entelektüeller üzerine yazdıklarını bugün okumak, bu sıkışık Türkiye ortamında okumak, konunun ne kadar evrensel olduğunu gösteriyor. Biraz da rahatlama sağlıyor.
***
Türkiye cinnetin eşiğinde yaşıyor.23 yaşında bir genç, öfke ve çılgınlık içinde kendisiyle birlikte başka insanları da havaya uçuruyor. Her şeyi zorla halletmeye kararlı bir yönetme iradesi, bu eylemleri gerekçe göstererek kendisine meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Bildirisiyle 'Ben yaptım' diyen 'örgüt', bu iradeye bombalarla destek sağlıyor. Zor zoru, şiddet şiddeti çağırıyor. Durup düşünme zamanı.
''Somut, duygudaş ve çok sesli bir biçimde başkalarını düşünmek,
yalnızca 'biz'i düşünmekten daha verimlidir (ve daha güçtür).''
Edward W. Said, Kültür ve Emperyalizm
“Gerçek entelektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları, hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar” Edward Said
edwar Said...
ismine bile yansımış olan 'yersiz yurtsuz'luğu...
dini inancın aslında aynı doğruları görmeyi engellemeyeceğini...
doğulu olmanın grurunu ve yaz ikindilerini düşündürüyor bana...
Ölümünden bir kac yil önce 'Out of Place' adli kitabinda Kudüs, Kahire, Lübnan ve daha sonra ABD deki ilk genclik ve okul yillarini cok samimi ve hüzünlü bir bicimde anlatmis.
Edward Said’i Anlamak?
Edward Said’in ölümünden sonra, necip Türk medyası, onun 1978’den bu yana, özellikle ‘Oryantalizm’ konusunda yazdıklarının, sanki bu ülkenin entelektüel ve siyasi tarihi ile hiçbir ilgisi yokmuş, ya da bu toplumun insanı için herhangi bir anlam ifade etmiyormuş gibi davrandı. Meğer, ne kadar çok Edward Said uzmanı varmış Türkiye’de de bizim haberimiz yokmuş!
Gazetelerin kitap ekleri, Said’in post–kolonyal düşünceye katkılarından söz eden yazılarla dolup taştı. Onun Albert Camus ya da Joseph Conrad üzerine söyledikleri, aktarmacı Türk entelijansiyası tarafından, her zamanki gibi mümkün olduğunca, aslına sadık kalınarak nakledildi. Kimileri de lütfedip, onun Oryantalizm hakkında söylediklerini özetlemeye gayret gösterdi; ama heyhat, Said’in Oryantalizm üzerine söylediklerinin, Türkiye’nin zihin ve siyaset tarihi bağlamında ne anlama geldiği üzerinde hiç durulmadı!
Daha önce de kimbilir kaç defa yazdım. Antiemperyalist bir kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını kazanmış olan bir ülkenin entelijansiyasının, rahmetli Cemil Meriç üstadımızın ifadesiyle ‘sömürgeciliğin keşif kolu’ olan Oryantalizm konusunda çok daha hassas olmaları gerekirdi; – ama öyle olmadı! Anlışanlı entelijansiyamız, nedense bu konuda en ufak bir hassasiyet bile göstermedi. Halbuki, Batı’nın bize bakışını temelli bir biçimde belirleyen, ‘Oryantalizm’ idi. Oryantalizm, Edward Said’in meseleyi ele alış tarzından çok önce, Fonksiyonalist Antropolojiyle entelektüel dolaşıma girmiş bir kavramdı. Tuhaftır, Edward Said’in temellendirdiği anlamda Oryantalizmin bir nevi tarihöncesi sayılabilecek olan Fonksiyonalist Antropoloji ile Emperyalizm ve Sömürgecilik (Kolonyalizm) arasındaki bağıntılara bizde ilk dikkati çeken, daha sonra Amerika’ya yerleşip Türkiye ile ilgili her şeyi (Türkçe dahil!) unutmaya and içen Muzaffer Şerif Başoğlu olmuştur. Başoğlu, 1939 yılında, ‘İnsan’ Dergisine yazdığı ‘İptidai Zihniyet Problemi’ başlıklı makalesinde, kendilerini ‘yüksek gören istilacılar’olarak tanımladığı Avrupalıların, ‘muhtelif sebeplerin tesiri altında teknik ve kültürel gelişmelerinde geri kalmış olan iptidailer’in zihniyetini, ‘doğuştan alçak’ gördüklerini, bu suretle kendilerinde onlara (‘iptidai’, yani ‘ilkel’ diye adlandırdıklarına H.Y.) sürekli bir surette hükmetme hakkı buldukları vehmine’ kapıldıklarını bildirir. Bu konuda Türkiye’de, bilebildiğim kadarıyla, iki yazı daha yazılmıştır. Biri benim ‘Felsefe ve Ulusal Kültür’ adlı kitabımdaki ‘Bilim ve Emperyalizm’ başlıklı yazıdır; öteki ise, rahmetli Cemil Meriç’in ‘Kültürden İrfana’sında yer alan ‘Sömürgecilik ve Klasik Antropoloji’ başlıklı yazı.. Fonksiyonalist Antropolojinin, Emperyalizmi ve Sömürgeciliği meşru gösterme konusundaki ideolojik tavrını sergilemek, teşhir etmek; Oryantalizmin bilinçdışımıza nüfuz ederek, kendimizi Avrupalıların bizi gördüğü gibi ‘ilkel’ görmeye kışkırtan bir menhus hastalık olduğunu ortaya koymak, yukarda da belirttim, Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren bu ülkenin entelijansiyasına düşerdi. Ama bu üç yazı dışında ne bir ses, ne nefes!
‘Şarkiyatçılık’ üzerine yazan, hatta bu konuda kitap yayınlayan bazı öğretim üyesi dostlarımız, Edward Said’in tezlerini, maalesef, tıpkı onun eleştirdiği neviden bir ‘sömürge entelektüeli’ gibi okumuşlardır. Oryantalizmin, zihinler üzerine inşa ettiği tahakküm mekanizmasının teorik dökümünü, Said’den yola çıkarak ve sadakatle aktarmışlar, ama, bu mekanizmanın Türk entelijansiyası üzerindeki kuşatıcı, baskıcı yıldırıcı hakimiyetini çözümleme ve sergilemede aciz kalmışlar; bir yandan Said’in görüşlerini naklederken, öte yandan, romanlarında (hem de Said’in teorik dökümünü yaptığı anlamda!) Oryantalizmin dik alasını icra eden bir romancımızı göklere çıkarmakta asla beis görmemişlerdir. Hani tutarlılık, nerde ‘derin okuma’? İsmet Paşa’nın dediği gibi: ‘Hadi canım sen de! ’
Türkiye’deki ‘sömürge entelektüelleri’nin bilmedikleri şudur: Said’i ezberlemek bir şeydir, anlamak başka şey! Hiçbiri Said’den yola çıkarak Türkiye’yi, Türkiye’nin Modernleşme sonrası zihniyet tarihini, sözümona Türk entelijansiyasını analiz etmedi! Said, Necatigil’in deyişiyle, ‘onları onlara gösteren ayna’ydı; – o yüzden bakamadılar aynalara: Baksalar, kendilerini göreceklerdi çünkü...
HİLMİ YAVUZ
[email protected]
12.10.2003
Oryentalizmin yilmaz elestirmeni....
Edward Said’in ölümü üzerine bir ‘Teessür’ yazısı
Edward Said öldü. Ağır ve acımasız, amanvermez bir hastalıkla savaşıyordu. Sonunda, beklenen oldu: Said,68 yaşında yenik düştü kansere; –ve ben, uzun yıllardan beri ilk defa, hiç tanışmadığım, görmediğim, elini sıkmadığım, kucaklaşmadığım, sesini bile duymadığım birinin ölümünden sonra, kendimi ağır bir hüznün, umarsız bir kederin akarında buldum.
Jose Ortega Y Gasset’in, ‘The Dehumanisation of Art’ta, bir gerçekliğin, farklı bakışaçılarından, birbirinden farklı birçok gerçekliğe bölündüğünü kanıtlamak için yazdığı bir denemeyi anımsıyorum. Ölmek üzere olan önemli bir kişinin yatağı başında, hastanın eşi, doktor ve arkaplanda ise, bütünüyle profesyonel nedenlerle orada bulunan bir gazeteci ile bir ressam durmaktadır. Ressam, tesadüfen oradadır. Eş, doktor, gazeteci ve ressam aynı olayı, hastanın ölümünü izlemektedirler. Ama bu olayın, orada hazır bulunanlardan her birini çok farklı biçimde etkilediğini bildirir Ortega; –şöyle der: ‘Bu sahnenin, olayı büyük bir acıyla yaşayan eş için ifade ettiği şeyle, orada kayıtsızca olupbitenleri seyreden ressam için ifade ettiği şey arasında hemen hemen hiçbir ilişki yoktur.’ Ortega, ölümün ne ifade ettiğinin ‘ölçülebilmesi’ için, bu olayla orada hazır bulunanlar arasındaki ‘teessüri mesafe’nin (‘emotional distance’) bilinmesi gerektiğini söyler.
Şunu söylemek istiyorum: Said, ölürken onun yanı başında değildim. Ortega’nın tasvir ettiği bağlamda bir ‘yakınlık’ da olmadı onunla aramızda. Ama, o ‘teessüri mesafe’nin kısaldığını, iyice kısaldığını; onun, bir okuryazar olarak benim yaşamımdaki entelektüel ağırlığının, duygusal (ya da ‘teessüri’) bir ağırlığa dönüştüğünü farkettim birden. Ruh’un diyalektiği, galiba böyle bir şey işte!
Şunu da söylemeliyim: ‘Oryantalizm’e, ‘Beginnings’e, ‘Kış Ruhu’na, ‘Entelektüel’e, ‘Kültür ve Emperyalizm’e... ilişkin okumalarımın, beni, sadece zihinsel düzlemde değil, ama, ‘insanca, pek insanca’ düzlemde bir okumaya hazırladığının da ayırdındaydım elbet. Said benim için gerçek bir yirminci yüzyıl aydınıydı: Yazıyor, ama İsrail tanklarını da taşlıyordu...
Bir ‘teessüri’ ölüm yazısında yeri da denebilir. Ama, Said’in, Oryantalizm’in, “Şark” ile (çoğu zaman) “Garp” arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemi [olduğu]’na ilişkin belirlemesini; dahası, bu biçemin (üslubun) , ‘Şarkla–Şark hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek– uğraşan’ Oryantalizmin, ‘Şark’a egemen olmakta, Şark’ı yeniden yapılandırmakta, Şark üzerinde yetke kurmakta kullan[dığı]’ bir ‘Batı biçemi’ olduğuna ilişkin tanımlamasını da, burada zikretmeden geçemeyeceğimizi düşünüyorum. Said için ‘Garp’la Şark arasındaki ilişki, bir iktidar, bir egemenlik ilişkisi[dir]’. Bryan S.Turner, Asaf Hüseyin, Robert Olson ve Cemil Kureşi’nin ortaklaşa editörlüğünü yaptıkları Oryantaliztler ve İslamiyatçılar: Oryantalizt İdeolojinin Eleştirisi’ başlıklı derlemeye yazdığı, ‘Oryantalizm ve İslamda Sivil Toplum Meselesi’ adlı yazısında bu tanımı daha da açık seçik kılacak ve elbette daha kapsamlı, kuşatıcı bir dilegetirişe dönüştürür: ‘Oryantalizm, Batı’nın tanımladığı ve kontrol ettiği kavramlar, tablolar ve kategorilerin içinde anlamlandırılabilecek garip, erotik, farklı, ama anlaşılabilir ve kavranabilir bir Doğu anlayışını ön plana çıkaran bir söylemdir. Bilmek, tahakküm etmektir.’ Bilgi ile iktidar (ya da, ’tahakküm’) mekanizmaları arasındaki bağıntıları da Fuat Keyman, Mahmut Mutman ve Meyda Yeğenoğlu, birlikte yayına hazırladıkları ‘Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark’ın ‘Giriş’ bölümünde şöyle ifade etmişlerdir:’ “Doğu” veya daha genel olarak dünyanın Batı Avrupa ve Kuzey Amerika “dışı” yerleri üzerine son iki ve üç yüzyılda geliştirilen tarihsel, coğrafi, antropolojik bilgiler ve düşünceler, edebi ve sanatsal söylemler ve temsiller, bu bilgileri ve söylemleri geliştiren Batılıların ekonomik ve siyasal güç konumlarından, bu güç konumuna bağlı ideolojik söylemlerden ve psişik–öznel kuruluştan, fantazilerden ve mitlerden bağımsız değildir.’
Pekiyi de, bütün bunların bizim için, Bir Doğu’lu (‘Şark’lı) bir toplum olarak Türk toplumu için ne anlamı var? Bana öyle geliyor ki, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini kuşatıcı bir biçimde anlayabilmek için Said’in ‘Oryantalizm’ ini okumak gerekir. Acaba Sayın Erdoğan, Sayın Gül ve Dışişleri Bakanlığımızın, görevleri gereği bu meseleyle uğraşan bürokratları, Said’i okumuşlar mıdır? Okumuşlarsa, bizim AB umutlarımızın hiçbir kayıt ve koşulda gerçekleşme olanağı bulunmadığını öğrenmiş olmaları gerekir. Said, bize, AB’ye girme çabalarının bir Sisyphos mitos’u olduğunu gösteriyor çünkü; –ya da ateşten denizleri mumdan kayıklarla geçmeye kalkışmak, demek olduğunu!
(Said üzerine yazmaya devam edeceğim.)
28.09.2003/Zaman/Hilmi Yavuz
Edward Said
1935 yılında Kudüs’te doğan Edward Said,2003’te ABD’de öldü. O Kudüs’ün çocuğuydu ve “tarihi Kudüs’ün Müslüman kimliği”nin tipik temsilcilerinden biriydi. Kudüs Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için kutsal bir şehirdir. Dinlerin ve peygamberlerin en büyük hatıraları bu şehrin mekanlarına sinmiş durumda. Her dinden insan Kudüs’te kendinden bir şey bulur. Bu açıdan Edward Said için Kudüs hem aidiyetinin mekanı hem ana yurdunun merkeziydi.
Kudüs tarihi çoğulcu kimliğini İslamiyet’e borçludur. Çünkü ancak Müslümanların hakimiyeti dönemlerinde üç din bir arada ve barış içinde yaşama imkanlarını bulabilmiştir. Bunu en iyi bilen ve tasdik edenlerden biri de Edward Said’di.
Edward Said, iki özelliğiyle her zaman hatırlanacaktır: Bunlardan biri “Oryantalizm” adlı şaheser çalışmasıyla, diğeri Filistin mücadelesine verdiği destekle. Edward Said, tarihi Müslüman ulemanın ve 19. yüzyıl Batı aydınlarının bir bölümünün yaptıklarının bir benzerini yaptı hayatı boyunca. Muhalif entelektüel kimliğiyle boy gösterdi.
O, sadece dört duvar arasında bilimsel çalışma yapan, yazı yazan ve bununla yetinen biri değildi. Her fırsatta davası uğruna aktif çalışmalar yaptı, gösterilere katıldı, protestolara imza attı, Filistinli çocukların yanında İsrail tanklarına taş attı ve böylelikle kamusal alana çıkan bir entelektüel ve bilim adamı profili çizdi.
Edward Said, Hıristiyan bir ailede doğmuş ve hep Hıristiyan kalmış biri olmakla beraber, İslam diniyle ve Müslümanlarla ilişkisini daima sıcak tutmuş, onlarla birlikte mücadele etmişti. Hiçbir şekilde kendi davasını onların davasından ayrı görmüyordu. Haberlerin Ağında İslam adlı kitabını, Batı’da iletişim kurumları ve medyanın İslam’a ilişkin utanç verici manipülasyonlarını teşhir etti.
Birçok çalışmasında Batı’nın niçin bir “Müslüman öteki” yaratma ihtiyacını ortaya koymaya çalıştı ve kendini hep Müslümanların yanında tutum almak zorunda hissetti. Bunun en büyük ispatı bir Filistinli olarak Filistin mücadelesine verdiği destek değildir sadece, doğrudan “Oryantalizm” kitabıdır. Kendi alanında bir dönüm noktası sayılan kitabında Said, Batı’nın Müslüman Doğu’ya bakışının tarihî, kültürel, politik ve edebî köklerine iniyor, oryantalizmin Batılı zihnin bir inşaı olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Edward Said bu kitabında herkese şunu gösterdi: Batı için Doğu sadece coğrafi bir evren değil, aynı zamanda dinî bir vakıadır ve bu dinî vakıayı domine eden diğer dinlerden (Yahudilik, Hıristiyanlık vd.) çok Müslümanlıktır. Çünkü dün olduğu gibi bugün de Doğu ile İslam iç içe geçmiş bulunmaktadır ve bu karşılıklı kurbiyet Batı’nın bilinçaltında yerleşik bir unsur olarak yerini almış bulunmaktadır. Batı’nın gözünde Doğu Hıristiyanlığı makbul değilse, bunun bir sebebi İslamiyet’le olan tarihî beraberliğidir.
Batı’nın tahrifatlarına örnek verirken Edward Said’in başvurduğu argümanların büyük bir bölümü İslamiyet ve İslam kültürüyle ilgilidir. Bu açıdan Batı’nın oryantalizm üzerinden Doğu’ya yönelttiği zihinsel saldırılara kendisinin de maruz kaldığını düşünüyordu. Oryantalizm kitabıyla yaptığı şey bir tür kendini savunmadır. Çünkü Edward Said’i yakından izleyenler bilir ki, bu büyük Filistinli yazar, İslamiyet’le beraber veya başka bir ifadeyle İslamiyet üzerinden Doğu Hıristiyanlığı’nı da savunmuştur.
Edward Said yüksek kariyer sahibi bir insandı. Adam gibi adamdı. Batı’nın kalbinde en yüksek perdeden bildiği doğruları savundu; ruhunu ve bilgisini satmadı; haksızlıklara, iki yüzlü politikalara ve hukuk ihlallerine karşı tepkilerini ortaya koydu. Onuruyla yaşadı, onuruyla öldü. Geriye zengin bir miras bıraktı. Bu mirasa Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Filistinliler ortaktır.
27.09.2003 /Ali Bulaç/Zaman
Edward Said’den özür diliyoruz
Abdulbari Atwan /Zaman
Dr. Edward Said’i ilk kez Herald Tribune gazetesinde 1974’te yazdığı Arap ve Müslümanlara yönelik Batı ırkçılığını eleştiren makalesini okuduğumda tanımıştım. Said, makalesinde Amerikalılardan ezici bir çoğunluğun, Arap topraklarını kurak çöller, her Arap’ı şehvet düşkünü ve kendisi devesi üzerinde, arkasında ise örtülü dört kadınıyla birlikte çöllerde gezinen biri olduğuna inandıklarını ifade ediyordu.
O makaleden beridir onun siyasi ve kültürel ürünlerini yoğun bir şekilde takip ediyorum. Filistin Ulusal Konseyi bizleri bir araya getirdiği zaman mutluluğum had safhadaydı. Onun Ebu Ammar’ın (Yaser Arafat) ve Filistin yönetiminin Batı dünyasında yaşananlar ve ABD’deki siyasî çalışma araçları hususundaki cehaletlerine getirdiği keskin yorumlarını dinlemek için yanına oturmuştum. Bu yüzden konseyin 1991 yılında Cezayir’de gerçekleştirilen dönem toplantısında istifasını sunmasına ve Oslo anlaşmalarına katı muhalif bir tutum sergilemesine hiç şaşırmamıştım. Son gelişmeler görüşlerinin doğruluğunu ortaya koymuştu çünkü.
Duruş sahibi bir insandı ve gerçek bağımsız Arap aydınını temsil ediyordu. Kendini soyutlamayı kararlaştırdığında ilkelerine ve kendi sorunlarına bağlandı. Arap medeniyetini kötülemeye veya İslam hakkında yanıltıcı bir tablo sunmaya çalışanlarla çok çetince savaştı.
Edward Said, asla Irak rejiminin yanında olmadı. Irak rejimine, lideri Saddam Hüseyin’e ve diktatörlüğüne yönelik eleştirilerinde oldukça sertti; ancak Amerikan kibrine de hep karşı çıktı. Onun Amerikan yönetiminin Kuveyt’i kurtarmak gibi insanî hedeflere gizlenmiş emperyalist niyetlerinin farkında olması, Kenan Mekki ve Fuad Acemi gibi Amerikan emperyalist hedeflere hizmet yolunda çalışan bazı Iraklıların ve Arapların saldırılarının hedefi haline getirdi.
Edward Said’in periyodik olarak yazdığı Körfez ülkeleri gazetelerinden bir tanesi, ABD’ye karşı kışkırtıcı görüşlere yer verildiği için Said’in yazısını yayınlamama yolunu seçmişti. Said çok kızmış, kraldan çok kralcı olunmasını garipsemiş ve adı geçen gazeteyle ilişiğini koparma kararı almıştı. Makalelerini ücretsiz olarak gazetemize göndermeye başladı ve yayınlanması karşılığı ödemede bulunulmasını reddetti.
Edward Said, sadece Filistinliler ve Araplar için değil, tüm insanlık için ilmî ve akademik bir övünç vesilesiydi. Hayatını, deneyimlerini ve engin bilgisini kültürel emperyalizmin bütün şekil ve renkleriyle mücadelede kullandı. Asla grupçu veya ırkçı olmadı. İslam’ı ve İslam medeniyetini hiçbir Müslüman’ın savunamayacağı şekilde savundu. Amerika’da yaşadığı halde Amerika’ya karşı koydu. Coca Cola ve Mc Donald’s kültürüyle Amerikanlaşmış, kendi Müslüman ve Arap köklerini hor gören Arap ve Müslümanlarla asla uzlaşmadı.
Edward Said, nerede olursa olsun Arap kaygılarını taşıyan, nezaket, kültürel derinlik, siyasî ve akademik deneyim, başkalarını ikna etmede ve akıllarından önce kalplerini kazanmadaki seçkin üslubu bir arada toplayan eşsiz bir şahsiyete sahip olduğu gibi farklı yeteneklere de sahip dünyanın dört bir yanında sorunlarımızın elçisi ve işaretlerimizden bir işaretti.
Araplar olarak bizlerin gerçek serveti, petrol kuyuları değil, Edward Said, Faruk El–Baz, Ahmed Zuveyl, Necip Mahfuz, Mahmud Derviş, Adonis, El–Cevahiri ve Abdurrahman Munif gibi önemli akıllarımızdır. Petrol aidatları bizleri parçaladı ve içimizdeki bazı beyinsizlerin yüzünden lanete dönüştü. Bu durum Edward Said gibi ümmetin rehberlerini bu beyinsizler ve özellikle de içlerinden yönetimde bulunanlar sebebiyle Arap görüntüsünde oluşan bozuklukları iyileştirme mücadelesi vermek zorunda bırakmıştır.
Geriye Edward Said’den açıkça özür dilemem gerektiğini itiraf etmem kaldı. Filistin yönetimi ile birlikte Ramallah’a gitmeleri ve görev almaları sebebiyle eleştirdiği bazı Filistinli aydınların zafer günlerinde onu eleştirmiştim. Yönelttiğim eleştiri çekingen ve özür dileme mahiyetinde oldukça yumuşaktı; ancak eleştiri konusunda oldukça hassas olduğu için çok üzülmüş ve beni azarlamıştı. Çok pişmanlık duymuş, üzülmesiyle üzülmüş ve suçluluk duygusu hissetmiştim. Bir kez daha özür dileğimi tekrarlıyorum.
Evet Edward Said’i kaybettik. Kaybımız çok büyük gerçekten. Belki de onun yerini doldurmak için çok yıllara veya asırlara ihtiyaç duyacağız. Allah’tan rahmet diliyoruz.
(Londra’da yayımlanan El–Kudüs gazetesi,26 Eylül 2003) Gazetenin yazı işleri müdürü
27.09.2003
Edward W. Said’in hatırasına
Zaineb Istrabadi /29.09.2003/Zaman
Edward Said ile 14 yıldan fazla ‘birlikte’ çalışma onuruna sahibim. Kendisi, ‘Sen bir takımın üyesisin.’ diyerek, ‘için’ kelimesi yerine ‘birlikte’ kelimesi kullanmamda ısrar ederdi. Gerçekten de öyleydi. Onun yaşamının parçası olan herkes, takımının bir üyesi gibi hissederdi. Bu olağanüstü insan, büyüleyici bir öğretmen, konuşmacı, yazar, edebiyat, müzik ve kültür eleştirmeni, klasik piyanist, insan hakları savunucusu ve ezilmiş Filistin halkının başta gelen sözcüsüydü. Aynı zamanda, bir eş, baba, meslektaş ve arkadaştı.
Kendisi belki de en iyi, Batı’da Ortadoğu ve İslami araştırmaların yönünü değiştiren Oryantalizm kitabı ile tanınıyor. Ancak, aynı zamanda Arap–İsrail ihtilafı üzerine çeşitli kitaplar yazdı. Bu eserlerinde, Amerikalı okurlarına bıkmadan ve öncelikle, Filistinlilerin İsrail yönetiminin 1948’den günümüze dek uyguladığı ve onları evlerinden çıkaran, yaşamlarını ve toplumlarını paramparça eden sistematik bir politikanın ‘kurbanları’ olduğunu açıkladı. Bununla birlikte, Yahudilerin Avrupa’daki tarihlerini göz önüne alarak İsraillilerin çoğunun korkularını anlıyordu; ancak tarihsel olarak kendilerine hiçbir kötülük yapmayan Filistinlileri işgal altına almalarını hiçbir şeyin meşru kılmayacağını da biliyordu.
Bütün bunları, Amerika’nın genellikle Arap ve Müslümanlara düşman iklimi içinde cesurca yaptı.
Kendisi Filistin halkının Amerika’daki en etkili sözcüsü haline geldi ve Filistin yönetimiyle yakın ilişkisi bulunan sürgündeki Filistin Parlamentosu’nun üyesi oldu.1993’te Oslo Anlaşmaları ile dehşete kapılan Profesör Said, Arapça ve İngilizce yazdığı seri makalelerle bu anlaşmalara ve şartlarını gizlice müzakere eden Filistin liderliğine ağır eleştirilerde bulundu. Bu anlaşmaların, Filistinlilerin yaşamlarını daha zorlaştıracağını ve İsraillilere Filistinlilerin yaşamlarını daha fazla çekilmez hale getirecekleri ve nihayetinde Güney Afrika’daki ayrımcılığa benzer bir devlete doğru gidileceğini doğru bir şekilde tahmin etti. İsrail’in Filistin kent ve kasabalarını yeniden işgal edeceğini dahi tahmin etti. Dedikleri oldu. Bugün, bir yandan İsrailliler ile Filistinlileri birbirinden ayıran bir duvar örülürken bir yandan da Filistinlilerin evleri yıkılıyor ve toprakları müsadere ediliyor. Kendisi, Filistinlilerin direnişinin artacağını ve Filistinlilere artarak uygulanan zulmün daha fazla şiddete yol açacağını da tahmin etmişti. Bunlar doğal olarak onu, Amerikan yönetimi, Yaser Arafat, Ehud Barak ve Ariel Şaron hakkında ağır eleştiriler yapmaya yöneltti.
Edward Said, aynı zamanda Arap ve İslam dünyası konusunda bıkmadan usanmadan çalıştı. Hıristiyan bir ailede dünyaya gelmesine karşın kendisini daha çok Arap–İslam medeniyetinin bir parçası olarak hissediyordu. Medyada, Araplar, Müslümanlar ve İslam’ın kendisi konusunda yapılan olumsuz tasvirlerden müteessir oluyordu. Bu nedenle, bu konuda yanlış yönlendirme yapan gazete, dergi ve filmler konusunda çok sayıda eleştirel makale yazdı. ‘Haberlerin Ağında İslam’ adlı kitabını,1979’daki İran rehine krizinin Amerikan medyasındaki yansıtılışının bir sonucu olarak kaleme aldı. İslam, medenileşmemiş barbarların, fanatiklerin ve katillerin dini olarak sunuldu ve bu yaklaşım filmlere ve diğer televizyon programlarına yansıtılageldi. O, sadece bu yansıtma biçimini eleştirmedi, aynı zamanda bu yanlış betimlemelerin neden yapıldığını ve Amerikan dış ve iç siyasetini desteklemenin bir yönü şeklinde sürdürüldüğünü ortaya koydu. Doğru bilgileri elde etme imkanı bulunmasına rağmen bugün İslam’a, Müslümanlara ve Araplara olan düşmanlık hiç bu kadar yüksek bir noktaya çıkmadı. Kendisi bazan kafasını sallayarak ‘işlerin’ yıllar geçtikçe daha çok kötüye gittiğini söylerdi.
Profesör Said, belki de en çok siyasi çalışmalarıyla tanınır; ancak asıl katkılarını edebi ve kültürel eleştiri alanlarında yapmıştır. Müzik eleştirisi alanında da muazzam katkıları olmuştur. İsrailli yakın arkadaşı orkestra şefi Daniel Barenboim ile bir dizi projede birlikte çalışmıştır. Bana göre bunlardan en önemlisi, İsrailli, Arap ve Filistinli genç müzisyenleri aynı orkestrada bir araya getiren Doğu–Batı Divanı’dır. Profesör Said ve Barenboim, New York’taki iki ayrı programda halkın karşısına çıktı. Buradaki tartışmalar ve diğer özel görüşmeler geçtiğimiz yıl ‘Paradokslar ve Paralellikler: Müzik ve Toplumda Gezintiler.’ adlı kitabın ortaya çıkmasını sağladı.
Geride kalan yıllarda 20’nin üzerinde kitap ve düzinelerce makale yazan bu olağanüstü insan, her zaman dostlarına da zaman ayırmıştır. Kendisi için önem arz eden konularda, cana yakın, etkili, eğlenceli ve hararetli olmuştur. Ofisinin önünde her zaman onunla görüşmek için bekleyen öğrencileri ve diğer insanlar ol
Müslüman ortadoguda, müslüman toplumlarin haklarini onlardan daha saglam takip eden hristiyan yazar...
metis elöz, sen daha iyi bilirsin böle seyleri...
Filistin davasının efsane ismi Edward Said hayatını kaybetti
Filistin davasının ileri gelen savunucularından Filistinli Profesör Edward Said, New York’ta tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
67 yaşındaki Said,1990’lı yılların başından bu yana lösemi tedavisi görüyordu. Sürgündeki Filistin Parlamentosu’nda 14 yıl görev yapan Said’in, uluslararsı basında makaleleri yayımlanıyordu. Edebi metin eleştirmenliği de yapan Said,1935'te varlıklı bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak Kudüs’te dünyaya geldi; çocukluğunu Kahire'de, yaşamının büyük bölümünü ise ABD’de geçirdi.
‘Filistin Sorunu’, ‘Son Gökyüzünün Ardından’, ‘Müziksel Ayrıntılar’, ‘Kültürel Emperyalizm’ ve ‘Oryantalizm’ gibi eserlere imza atan Said, yazılarında Filistinlilere zulmettiğini söylediği İsrail’i de kıyasıya eleştirdi.10 kitabı 14 dile çevrilen Said'in 1978'de yayınlanan Oryantalizm adlı eseri dünya çapında büyük çığır açmıştı.
Edward Said,2000’de Lübnan sınırında bir İsrail karakoluna taş atarak tartışmalara yol açmış, öğretim görevlisi olarak çalıştığı Columbia Üniversitesi, profesörü söz konusu eylemin yasaları çiğnemediği gerekçesiyle korumuştu.1957 yılında Princeton Üniversitesi’nden mezun olan Edward Said, Harvard’da yüksek lisans eğitimi görmüş ve yine aynı üniversiteden profesörlük unvanı almıştı. Said, Columbia’nın yanı sıra Yale, Harvard ve Johns Hopkins üniversitelerinde ders veriyordu.
Saddam ve Hafız Esad’ı despot liderler olarak niteleyen Said, ‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Salman Rüşdi için ölüm fetvası çıkaran Humeyni'yi de sert bir dille kınamıştı.
80’li yılların sonunda Filistin lideri Arafatla görüş ayrılığına düşen Said, bu yüzden Filistin’e gitmiyordu. Said, Arafat'ın kabul ettiği Oslo görüşmelerini özellikle Filistinli mültecilere ihanet olarak görerek protesto etmişti. Filistinlilere “çok az toprak ve sınırlı hakimiyet vadeden” Oslo sürecinin hiçbir yere varamayacağını savunan Said'in öngörüleri aradan geçen yıllar içinde ‘bir şekilde’ gerçekleşmiş oldu.
Arap entelektüelleri içinde bazılarının ‘zirve isim’ diye niteledikleri Edward Said, Siyonizm'i kökten reddedişinin yanı sıra, Filistinlilerle İsraillilerin birlikte yaşamasını da kesin bir dille reddediyordu. Çok yönlülüğüyle de tanınan Said, İslam medeniyetinin önde gelen savunucularından biri olmasının yanı sıra müzik eleştirileri de yazan mükemmel bir piyanistti. Filistin, kendi dramını dünyaya haykıran bu efsane ismi kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyor. Edward Said, evli ve iki çocuk babasıydı. Dış Haberler Servisi
26.09.2003 /Zaman
Bir elinde kalem, öbüründe kılıç: Son entelektüel öldü
Ölen o muydu yoksa entelektüel camiada boynu bükük kalan Filistinli çocuklar mı? Ölen o muydu yoksa açtığı çığırda dünyanın dört bucağında onun izinden yürüyen onbinlerce cesur beyin mi? Ölen o muydu yoksa yaşadığımız çağın mürailiklerini hiçbir taviz vermeden zalimlerin yüzüne haykıran ortak vicdanımız mı?
Edward Said bugün ölmüş. Üzgünüm. Hayır, zannettiğiniz gibi “Yaşasaydı kimbilir daha ne değerli eserler verecekti? ” gibi her ölünün ardından söylenmesi adet olmuş dolmalara itibar ettiğim için değil. Beni üzen, artık onun gibi hakiki bir “entelektüeli” bulmak için daha çok bekleyecek oluşumuz. Her gün birer birer dönen, dökülen, saçılan –yalnız Türkiye’de değil, dünyada da böyle durum- aydınların cirit attığı bir zamanda onun gibi benzersiz bir profilin artık yaşamadığına üzülüyorum.
David Barsamian, kendisiyle yaptığı dizi röportajları “The Pen and the Sword” (Kalem ve Kılıç) başlığı altında kitaplaştırırken Said’in bu yönüne çengelliyordu dikkatimizi.
Hele çağımızda, diyordu kendisi, entelektüelin sorumluluğu çok daha ağırlaşmıştır. Çünkü içinden çıktığı ve kendisini sorumlu hissettiği toplum, iktidarın manipülasyonuna o kadar açık hale gelmiştir ki, entelektüelin uyarı ve muhalefet görevi daha hayatî bir meseledir artık. Halkın sesinin boğulduğu, kendisini temsil edemediği, iktidarın bilgi bombardımanına maruz kaldığı ve zulümlere razı olmaya zorlandığı bir zamanda Said entelektüelin görevini, bu oyunu bozmak ve çoğunlukla yitirdiğimiz bir tür eleştirel ve siyasî düşünümü (teemmülü) topluma geri getirmek olarak koyuyordu.
İyi ama bunu başkaları da yapmıyor muydu zaten? diye sorabilirsiniz haklı olarak. Said’i büyük yapan nokta, entelektüelin sorgulama görevini altını çizerek vurgulaması değil, aynı zamanda entelektüelin bir “davası” olması gerektiğini ve bu dava uğruna mücadele ederken ne entelektüelliğinden, ne de davasından hiçbir taviz vermeden yoluna devam etmesiydi.
Kudüs doğumlu (1935) Protestan bir Filistinli olarak Amerika’ya gitmiş, orada hem de Yahudi lobisinin ağırlığından dolayı adı Columbia Juniversity’ye çıkmış olan bir üniversitede, hem de Filistinli bir Arap olarak İngiliz Edebiyatı bölümünde profesörlüğe kadar yükselmiş ve burada Amerikalılara İngiliz edebiyatını öğretme makamına yükselmiştir. Ama bütün bunları birilerine veya hükümete yaranmak suretiyle değil, bileğinin hakkıyla, aynı zamanda da Filistin davasının en büyük müdafilerinden birisi olarak yılmadan mücadele ederek, her mahfilde ezilen halkının çığlığını dünyaya duyurmaya çalışarak gerçekleştirmiştir ki, bence asıl zor olan da budur.
Hatta bence bu, çığır açan ve sosyal bilimlerin gövdesinde bir daha kapanmayacak bir yarık meydana getiren “Oryantalizm” (1978) adlı kitabı yazmaktan da büyük bir olaydır.
Yine de “Oryantalizm”in hakkını yemek doğru olmaz bu duygusal yazıda. Aslında hem İslamiyat ile ilgili alanlarda, hem de sosyal bilimlerin hemen bütün alanlarında (coğrafya dahil) Oryantalizmin bir Doğu imajı var ettiğini ve bu imajı, dünyaya ve en önemlisi de Doğu’nun kendisine gerçek Doğu imiş gibi lanse ettiğini ortaya çıkartan, Oryantalizmin masum bir araştırma alanı olmadığını, aynı zamanda siyasî manipülasyonun tam da göbeğinde bulunduğunu haykıran da Edward Said’den başkası değildi. Hasılı, sosyal bilimlerde S.Ö. ve S.S., yani Said’den Önce ve Said’den Sonra diye derin bir yırtılmadan söz etmek mümkün.
Aynı zamanda Kültür ve Emperyalizm, Haberlerin Ağında İslam, Filistin Sorunu gibi kitaplarıyla yıllarca Türk okuyucusunun gündemine oturmuş bulunan Said’in beni en fazla etkileyen kitaplarından birisi “Entelektüel”dir. Bu kitabında, dönmüş ve dönmekte olan entelektüellere unutulmaz sözler sarfetmişti. Bu kitabı özellikle hızla savrulanların ve herşeyi davasının değil, kendisinin etrafında döndürmek isteyenlerin dikkatle okuması gerekiyor sanıyorum.
Edward Said ölmüş dün gece. Onunla birlikte yeryüzü, tam da kalemini bukalemun yapanların cirit attığı bir zamanda kılıçlaşan bir kalem ve kalemleşen bir kılıcı da kaybetmiş oldu.
Mazlumların ve mazlumların yanında olanların başı sağolsun!
26.09.2003/Zaman/Mustafa Armağan
Edward Said'in 'Entelektüel'i (Oral Çalışlar, Cumhuriyet Gazetesi,05.01.2001;
Elinde taşla Filistinli çocuklarla birlikte direnen bir yaşlı adamın fotoğrafı geçenlerde gazetelerde yer aldı. Filistinli bir Hıristiyan ailenin çocuğu olarak 1935 yılında Kudüs'te doğan Edward Said 'di bu. Edward Said, Filistin halkının acılarla dolu tarihinin Batı dünyasındaki en önemli tanıklarındandı. Said, New York Columbia Üniversitesi'nde edebiyat profesörü olarak çalışıyor.
Said, Batı'da Filistinlilerin haklarını savunan önde gelen aydınlardan birisi. Bunun acısını da çekmiş, nedenlerini de bilimsel bir gözle yorumlamış önemli bir bilim adamı. Said, 'Ayrıntı' yayınlarından çıkan 'Entelektüel' başlıklı makalelerinden oluşan derlemesinde, aydınlar üzerine düşüncelerini açıklıyordu.
Günümüz tartışmalarına da ışık tutan bu düşünceleri, dikkatle okuyorum. Bazı bölümlerini de sizlerle paylaşmak istedim. Ortadoğu'da, topraklarında boy veren bağnazlık üzerine söyledikleri ne kadar evrensel: 'Bir entelektüelin ahlakı ve ilkeleri, düşünce ve eylemi tek yönde götüren tek bir yakıt kaynağı olan bir motorla işleyen bir türlü kapalı dişli muhafazası oluşturmamalıdır. Entelektüel etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebileceği bir mekâna sahip olmak zorundadır. Bugünün dünyasında otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerden biridir çünkü.'
Edward Said bu tehditlere boyun eğmeden nasıl ayakta kalınabileceğini de şöyle açıklıyor: 'Bu tehdide tek başına karşı koymak güçtür. Hem inançlarınla tutarlı olmak hem aynı zamanda serpilecek, düşünce değiştirecek, yeni şeyler keşfedecek veya bir zamanlar kenara attığın şeyleri yeniden keşfedecek kadar özgür kalmanın bir yolunu bulmak daha da güçtür. Bir entelektüel olmanın en çetin yanı, yazdıkların ve yaptığın müdahaleler aracılığıyla vazettiğin şeyi, bir kuruma, bir sistemin ya da yönetimin emriyle harekete geçen bir robota dönüşüp katılaşmadan temsil etmektir.'
Said, bunu başarmanın mümkün ama zor olduğunu belirtiyor: 'Hem bunu hem de tetikte durup iradeni gevşetmemeyi başarabilmiş olmanın tek yolu, bir entelektüel olarak elinizden geldiğince iyi ve aktif bir biçimde gerçeği temsil etmek ile bir haminin ya da otoritenin sizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın sizin elinizde olduğunu kendinize hatırlatmanızdır.'
Sonunu ise şöyle bağlıyor: 'Laik entelektüel için 'o' tanrılar hep iflas eder.'
Aydının iki ateş arasında kalmasını da çok güzel açıklar Said bir başka makalesinde: ' Oscar Wilde 'ın kendisi için kullandığı tanımı ödünç alırsak, tanınmış entelektüeller yaşadıkları dönemle simgesel bir ilişki içindedirler her zaman; halkın kafasında sürmekte olan bir mücadele ya da savaşmakta olan bir topluluk yararına seferber edilecek bir başarıyı, ünü ve şöhreti temsil ederler. Öte yandan toplum içindeki bazı hizipler entelektüeli yanlış tarafta gördükleri zaman (buna mesela İrlanda'da sık sık rastlanmıştır; ama komünistlerle antikomünistlerin birbirine girdiği Soğuk Savaş yıllarında Batı'nın büyük kentlerinde de bu tür bir şey olmuştur) ya da diğer gruplar saldırıya geçmek için seferber oldukları zaman, içinde bulundukları toplumun rezaletlerinin ceremesi genellikle yine bu tanınmış entelektüellere çıkartılmıştır.'
Edward Said, Michel Foucault 'nun entelektüeller üzerine yazdıklarını bugün okumak, bu sıkışık Türkiye ortamında okumak, konunun ne kadar evrensel olduğunu gösteriyor. Biraz da rahatlama sağlıyor.
***
Türkiye cinnetin eşiğinde yaşıyor.23 yaşında bir genç, öfke ve çılgınlık içinde kendisiyle birlikte başka insanları da havaya uçuruyor. Her şeyi zorla halletmeye kararlı bir yönetme iradesi, bu eylemleri gerekçe göstererek kendisine meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Bildirisiyle 'Ben yaptım' diyen 'örgüt', bu iradeye bombalarla destek sağlıyor. Zor zoru, şiddet şiddeti çağırıyor. Durup düşünme zamanı.