Dışarısı çok soğuk enkaz altında yakınları olanlar enkaz başında, çocuğuna bez, mama bulmak için çırpınan ebeveynler. Diğer taraftan izlediklerinin etkisinden uyuyamayanlar. Yardım etmek için can hıraş çırpınan yurdumun güzel insanları... Öbür tarafta ise hayat hala normal seyrinde devam ediyormuş gibi yaşayan duyarsızlaşmış mahluklar. Utanıyorum sizler adına insanlığımdan utanıyorum.
'Sevgileri yarınlara bıraktınız.' der Behçet Necatigil şiirinde. 'Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.' Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız. Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız. Biz hiç ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız. Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düşlerimizde sessizce. Onları hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa. Gizli bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız. Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç sevgiyle dokunmak birine. Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve avucumuza yanar bir top gibi düşen. Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çoçuk gibi varolduğuna şükrederek. Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel kanıtı. Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yaşamın kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla birgün bize hiç lazım olmayacak. Vakit olmaz yaşamak için. Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına. Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz kavgalarda tükenir nefesler. Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda. Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız gecelerde gözyaşlarımız bizi affetmez. Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç ümit vaad edilmez çorak topraklarda. Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini görmeden kapanır gönül gözü. Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine. Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından. Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için. Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü. Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen. Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan. Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek yaşamın hecelerini yanyana dizer. Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere? Bir kelebek misali yorulur kanatcıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz. Gecelere düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak. Bırak! Ruhun öldüğü anlaşılsın. Bırak! Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan. Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain, sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri. Kader değildir sevgisiz yaşamak. Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama yine de kutsaldır Ganj. Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka. İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz’in ruhu çırpınır beyaz köpükleriyle yüreğimizde. Eğer zaman varsa yaşanacak. `her akşam seninle / yeşil bir zeytin tanesi / bir parça mavi deniz / alır beni / seni düşündükçe / gül dikiyorum ellerimin değdiği yere.` Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene, söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine. (bir dergiden alıntı)
DUYARSIZLAŞMA; ÇIKARIMIZ SÖZ KONUSU OLMAYINCA, GÖZLERİMİZİ KÖR, KULAKLARIMIZI SAĞIR ETMEK DEMEK DEĞİL Mİ?
HİÇ TANIMADIĞIN BİRİNİN DERDİNE YANMAK; HOŞ BİR DÜŞÜNCE DEĞİL Mİ?
SEVGİYİ NİÇİN YARINLARA BIRAKTIK? ..
BİZ, BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN EMANET ALMADIK MI?
YARINLARIN ÇOCUKLARI İÇİN, BUGÜN NELER YAPABİLDİK? ... VEYA DUYARLI OLABİLSEYDİK NELER YAPABİLİRDİK?
Kuran'da birçok ayet insanı düşünmeye, akıl etmeye çağırıyor. İslam bilginlerine göre de, yaratılan ilk şey, akıl. Peki, Allah'ın ayetleri karşısında aklın rolü nedir? İkisi arasında çatışma olur mu?
İslam araştırmacıları, Allah'ın yarattığı ilk şeyin akıl olduğunu söylüyor. Hatta Hz. Peygamber bir hadisinde 'ilk yaratılan aklımdır' diyor. Kuran'da yüzlerce ayet '...düşünmez misiniz? ' '...akletmez misiniz? ' '....fıkhetmez misiniz? ' gibi ifadelerle son buluyor. Peki, insan aklının, dinlerin getirdiği vahiy karşısındaki değeri ne? Akıl (ilim) ile vahiy (din) çatışır mı? Çatıştığı zaman hangisi tercih etmeli veya nasıl bir yöntem izlenmeli? İslam ve Hıristiyan felsefeciler bu sorulara nasıl cevap veriyor?
Bütün bu soruları, felsefe bakış açısıyla değerlendirerek cevap veren araştırmacıların ortak görüşü, akıl ile vahiy arasında bir aykırılığın olmayacağı yolunda. Ancak bilinen şu ki, insanın düşünce tarihi boyunca metafizik problemler hep varolagelmiş. İnsanın bu problemleri akılla çözme girişimine de felsefe denmiş. (bir dergiden alıntı)
HİÇ DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ OLDU MU ACABA, İNSANIN VAROLUŞU NEYE BAĞLI? ..
İNSANI VAR EDEN VEYA İNSANI TÜKETEN VE YOK EDEN YİNE AKIL DEĞİL Mİ? ..
AKLIMIZA NE DERECEDE GÜVENMELİYİZ? ..
AKLA AŞIRI GÜVEN DUYMA İNSAN İLİŞKİLERİMİZİ NE DERECEDE ETKİLER? ..
İNSAN, 'BİLMİYORUM! ..' DERSE NE KAYBEDER? VEYA İNSAN 'BİLİYORUM! ..' DERSE NE KAZANIR? ..
DUYARSIZ KALDIĞIMIZ SORULARA, ŞİMDİ BİR CEVAP ARAMAYA NE DERSİNİZ? ..
'SORULAR DOĞRUYSA HANGİ DUVAR YIKILMAZ? ...' Ahmet TELLİ
Hep bildiğimiz bir şeydir. Bildiğimiz gibi de yaşamaya çalışırız. Her anlamda kendimize benzeyen insanlarla dost olmaya yakınlık kurmaya çalışırız. Atalarımızın da dediği gibi, davul dengi dengine çalmalı. Belki davulun tokmakları birbirine uymazsa ahenkli sesler çıkmayabilir, ritim bozulabilir. Boşuna sarfedilmemiş bu söz... hala dilimizde yaşadığına göre. Dostluklarda, yakınlıklarda en büyük etken ekonomik uyum olarak çıkıyor dilimizde. Bu çok anlamsız gelse de, yaygın bir kanıdır. Belki de çok örnek gördüğümüzden midir, nedir böyle düşünürüz. Oysa yaşamımız süresince gerçek dostluklar kurduğumuz, gönülden bağlandığımız insanlar yok mudur? Sosyal sınıf, statüko, parasal güç hükmünü geçiremez böyle ilişkilere. Biz kendimizi çok mutlu, rahat ve emniyette hissederiz bu insanlar karşısında. Dertlerimizi de, sevinçlerimizi de paylaşırız. Dertlerimizi küçültür, sevinçlerimizi kat kat arttırır varlıklarıyla. Öyle insanlar vardır ki, paylaşmadan nefes alamaz, yaşayamaz. Yaşamının sevincini paylaşmaktan alır. Sanki dünyadaki varlık sebepleri, paylaşıp topluma hizmet etmek içindir. Mutlaka çok özel dostları, sırdaşları vardır. Mutlaka arkadaşlarının, dostlarının sırdaşlığını da yapmışlardır... ama öyle vergen öyle cömerttirler ki, bu davranışlarında bile etkisini gösterir. Güleç yüzlüdürler. Düşününce onunla yaşadığımızı anlıyorum. Onun sesini duymadığımız, haberini okumadığımız çok az gün vardır, eğer incelersek... Sesinin to-nunda bile, neşenin,hayatı kavramanın coşkusunu duyabilirdik. Gerçekten çalışmayı ibadet gibi yapan bu insanın yüzünde, her zaman insana güven aşılayan bir rahatlık görünürdü. Yaptığı her konuşma (en problemli konularda bile) espri yüklü olurdu ve mutlaka kahkahalar atarak tezini savunurdu. Bazen ortaya attığı tezleri ve Türkiye’nin geleceğiyle ilgili hayalleri insanların başını döndürecek kadar mal-i hülya (olmayacak hayal) boyutunda olsa da... o imkansız olanı başarmaktan haz duyup, gözlerimizin önüne sermekle pek çok şeyi kanıtlıyordu. İnsanları şevklendirmek, güçlendirmek için bütün maharetini seferber etmekten kaçınmıyordu. Bir gün işe giderken, Şişli’deki duvar panolarından birinde henüz piyasada bilinmeyen bir firmanın gömleklerini giyip, reklamını yaptığını görmüştüm. Ne tuhaf adamsın diye düşünmüştüm. Şimdi o firma, dış ticaretiyle en ön sıralarda olan bir tekstil firması haline geldi. Reklamına çıkıp onları desteklerken, aynı sektörde, kendi tekstil ürünleri olmasına aldırış etmemişti. Rekabetinde bile insanca bir yaklaşım içindeydi. “Ben... ben... ben...” demiyordu. Her zaman “yapacağız... yapacağız... yapacağız... biz... biz... biz...” diye konuşurdu... (bir dergiden alıntı)
YAZININ GERİ KALAN KISMINI YAZMAYI DÜŞÜNMÜYORUM. ÇÜNKÜ, BAHSEDİLEN KİŞİ GİBİ DUYARLI OLAN VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN; “yapacağız... yapacağız... yapacağız... biz... biz... biz...” DİYEN KAÇ KİŞİ VAR ARAMIZDA? .. TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN DUYARLI OLAN İNSANLARI KENDİMİZE ÖRNEK ALABİLMELİYİZ. YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR: BAZI İNSANLAR KENDİLERİNİ UNUTARAK, DOST EDİNMİŞ OLDUKLARININ DERDİNE DÜŞEREK; KENDİ KİŞİSEL ÇIKARLARINI BİR KENARA BIRAKARAK; TÜRKİYE’NİN MUTLU GELECEĞİ İÇİN, TÜRK HALKININ MUTLU GELECEĞİ İÇİN ÇALIŞIYOR. “ÇALIŞ... ÇALIŞ... ÇALIŞ...” SÖZÜ BİZİ MOTİVE EDEMEYECEK KADAR ZAYIF MI? .. YOKSA DUYARSIZ KALIŞIMIZIN CEZASI OLARAK; KULAKLARIMIZDA BİRİKEN PAS İLE Mİ MEZARA GİRECEĞİZ? .. DUYARSIZLIĞIMIZLA; KARATOPRAK BİZİ KABUL EDER Mİ? ..
DÜŞÜNMEMİZ GEREK; “ÇALIŞ... ÇALIŞ... ÇALIŞ...” DİYEN ARAMIZDAKİ İNSAN KİMDİ? ..
Sabahattin Eyüboğlu 'Mavi ve Kara' denemesinde sanatın karşılığı olarak maviyi, paranın karşılığı olarak da karayı kullanır. Ve 'Son yıllarda kara maviyi, yani para sanatı bulandırıyor gibi geliyor bana' der. Sanatçının, para kaygısı olmadan pîr aşkına çalıştığı zaman gerçek eserler verdiğini, önce para dediği zaman ise, o saf kaynağın kuruduğunu mavinin kara ile kirlendiğini belirtir. Sanatçının kazanmasını, hattâ asıl onun kazanmasını, fakat paranın kulu olmamasını öğütleyerek şöyle der: 'Sanatçının bir evliya olmasını, dünyadan elini eteğini çekip, güzellik yaratmanın mutluluğu ile yetinmesini mi istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasını istiyorum, ama sanatçı kalması, insanlığın en temiz sesi olması şartıyla.' (bir dergiden alıntı)
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN ŞİİRİ
O SAATTE SELENDİĞİN HER YER BİR DUVAR
O saatte selendiğin her yer bir duvar Bağırsan da kimse duymaz sabaha kadar Taşlara vur başını, dilersen ağla Seninle üzülecek, gelecek mi var? .. Ümit Yaşar OĞUZCAN
DUYARSIZ KALIŞIMIZIN SEBEBİYLE ÜRETKEN OLAMIYORUZ. KENDİMİZİ UNUTUP, BİR BAŞKASININ DERDİNE ÇARE ÜRETMEK İSTESEK VE ASIL GEREKLİ OLANI VEREREK DOSTLUĞU YAŞATABİLSEK....
Gerçeği kimi zaman güzelde, kimi kere Hak'da bulan Sait Faik, güzel ve haklı bir dünyanın özlemini çekmiş, insanlara sevgiyle ve ilgiyle bakmasını öğretmiş, insanda insanlığı görmüş ve göstermiştir. Onun öykülerinde insan sevgisi sel gibi akar, 'Sevgi Susuzluğu' ve 'Yaşama Sevinci' hemen de her hikâyesinde ağır basar. Akbal'ın dediği gibi 'dünya ermişi'dir o. Küçücük bir şey, bir kibritin çakışı, bir sigara dumanı bile onu coşturmaya, yaşama sevincini buram buram tüttürmeye yeter: 'Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fısırdayıp da sonradan 'peki emret anam, yanayım' diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuşuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billûr billûr, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cigaralarımızın dumanına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, ne sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cigara dumanı.' (bir dergiden alıntı)
BİR İNSAN KAYBETTİĞİ DEĞERLERİ FARK EDİNCE, KAYBETTİĞİ DEĞERİ GÖZÜNDE BÜYÜTÜR.
BİR DAHA ASLA KİBRİT ÇAKIP SİGARA İÇEMEYECEĞİMİZİ DÜŞÜNEBİLİRSEK; KİBRİT VE SİGARA GÖZÜMÜZDE BÜYÜR.
BEN 29-32 YAŞ ARASINI HERŞEYİMİ KAYBETMİŞ OLARAK GÖRDÜM VE BİR YUDUM SUYUN KIYMETİNİ O ZAMAN ANLADIM. 32 YAŞINA KADAR BİR KOŞTURMACA İÇİNDE YAŞAMIMI SÜRDÜRDÜM. KOŞTURMA İÇERİSİNE GİREN YAPAMADIKLARININ ETKİSİ ALTINDA HER ŞEYDEN ŞİKAYETÇİ OLUR. KOŞTURMA İÇİNE GİREN, YAŞADIĞI STRES YÜZÜNDEN ALGILAMASI ZAYIFLAR VE SAHİP OLDUĞU BİR ÇOK DEĞERİN FARKINDALIĞINI YAŞAYAMAZ.
SANATÇI; İŞ YAPMAZ AMA BİZE YAŞAMAYI ÖĞRETİR.
KOŞTURMA İÇİNDE KENDİNİ TÜKETEN TOPLUM NE ZAMAN SİLKİNİP KENDİNE GELECEK? ..
DUYARSIZLIKTAN VAZGEÇMEK İÇİN; İLLAKİ ÖLÜMÜ TATMAK MI GEREK? ...
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN ŞİİRİ:
SEVENLERİZ SEVMEYİ YAŞAMAK BİLENLERİZ
Sevenleriz, sevmeyi yaşamak bilenleriz. Yaşarken bile her gün bin defa ölenleriz Bizim can pazarında ölümden korkumuz yok Biz herkesin gittiği o yerden gelenleriz Ümit Yaşar OĞUZCAN
Kişi, bir an öldüğünü ve herşeyini kaybettiğini düşünsün ve SAİT FAİK'in kibrit alevi ve sigara dumanını konu alan yazıyı bir kez daha okusun.
KİBRİT ALEVİ VE SİGARA DUMANI BASİTE İNDİRGENEBİLİR Mİ? ..
Yazılan bir yazı veya bir şiir bizi hayata bağlayan bir kıvılcım olamaz mı? ..
BAŞARI İÇİN DUYARLI OLMAK ŞART DEĞİL Mİ? ..
TÜKETİCİNİN DERDİNİ DERT EDİNMEYEN FABRİKATÖR; NE ZAMANA KADAR GÜLEBİLİR? ..
ÜRETİCİ OLMAK İÇİN PARA GETİRİSİ OLAN BİR İŞ YAPMAK ZORUNLULUĞUMUZ MU VAR? ... KİBRİT ALEVİNDE TUTUŞMAYI ÖĞRENMEK VE İNSANLARA IŞIK OLABİLMEK; ÜRETKENLİK OLARAK KABUL EDİLEMEZ Mİ? ...
'YÜZ YIL YANARIM YANMAYI ÖĞRENDİMSE...' Ümit Yaşar OĞUZCAN
Sanatçı olmanın sancısı içinde kıvranan Sait, bir öyküsünde sanatçının doğuşunu, toplum içindeki yeri ve işlevini anlatırken kimbilir nasıl rahatlamıştır: 'Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış, ateşin karşısında okumak üzereydim. Bütün kabile halkı bana kızmıştı: 'Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak? ' Gündüz güneşin altında böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta Rüzgâr denizi homur homur söyletirken, martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi saracaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim. 'Ne susarsın be herif' diyeceklerdi. 'Hani bülbül gibi öterdin geceleri' Ertesi sabah beni, balığa giderken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.'
Sanatçının yeri, değeri ve görevi bundan daha güzel anlatılabilir mi, bilmem. Yine de her şeyden bezdiği, bunaldığı, yazı yazmamaya karar verdiği, herkes gibi olmayı düşündüğü günleri olur Sait'in. İşte böyle bir gününde adada dolaşırken, balıkçıların pay bölüşmesinden doğan adaletsiz bir duruma tanık olur. Duygulanır ve sanatçı dürtüsü onu yazmaya zorlar. Direnir bir süre, ama nafile. Gerisini ondan dinleyelim: 'Yapamadım. Koştum tütüncüye kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa. küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.' İşte gerçek sanatçı budur. Yazmadan edemeyendir. Yazmak zorunda olandır.' (bir dergiden alıntı)
'Sait Faik'i en çok üzen, çevresinin ve özellikle annesinin kendisine işsiz gözüyle bakmasıdır. İçi içini yer ve zaman zaman sorar dostlarına: 'Yahu, şu kadar yazı yazıyorum, bana işsiz denebilir mi? '
Ona, 'Yaşamak nedir? ' diye soranlara şöyle karşılık verir: 'Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak. Beyoğlu'nda bir aşağı, bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle bir hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.' Buna rağmen Sait Faik, sık sık bir işe, bir baltaya sap olamamanın acısını çekmiş, boş gezenin boş kalfası olup olmadığının bunalımını yaşamış ve kendini 'lüzumsuz adam' olarak hissetmiştir. Kırk yaşında annesinden harçlık almak, elbet ki onur yaralar ve bir yerde sarsar insanı. Ama böyle de olsa o, sanatçı doğuşunun gereğini yerine getirmek zorundadır. Kaldı ki, sanatçının da bir yeri yok mudur toplumda? ' (bir dergiden alıntı)
BENİ DE AVARELİKLE SUÇLADILAR. 'BU DÜNYADA İŞİN İŞ' DEDİLER. BİLMEZLER Kİ SANATÇILARI ANLAMAK VE ONLARIN BİZE HEDİYE ETMEYE ÇALIŞTIĞI AŞKI YAŞAMAK İSTEDİĞİMİ.
BİRBİRİMİZE OLAN DUYARSIZLIĞIMIZ YÜZÜNDEN SADECE SANATÇILARIN KALBİ KIRILMIYOR. TOPLUM İÇİNDE İNSANCA YAŞAMA KENDİNİ ADAYAN MALESEF, ACILAR İÇİNDE KIVRANIYOR.
BENİM YAŞIM 33. HALA BABA PARASI YİYİYORUM. VE BENİ DÜŞÜNÜP; 'MADDİ YÖNDEN KENDİ-KENDİME YETEBİLMEM İÇİN DOSTÇA BİR YAKLAŞIM GÖSTERENİ GÖRMEDİM'
'BABA PARASI YEMEK MARİFET Mİ? . HAZIRA DAĞLAR BİLE DAYANMAZ.'
SANATÇI, MADDİ GÜCE ULAŞMAYA FIRSAT BULAMAZ. ÇÜNKÜ, O, İNSANLIĞIN NE DEMEK OLDUĞUNU BİLENDİR. O, SADECE TOPLUM İÇİNDEKİ YARALARI GÜNDEME GETİRİR. KİTAP SATIP, PARA KAZANABİLEN YAZAR GÖRMEDİM. HİÇ OLMAZSA; SANATÇI DOSTLARIMIZIN HAYALİNİ KURDUĞU BİR DÜNYA İÇİN ÇABA SARF EDEN OLABİLMELİYİZ. NERDE KALDI BARIŞ, SEVGİ VE DOSTLUK ORTAMI? .. AKLIMIZI; KASADA BİRİKEN CİROYA YÖNLENDİRİSEK; ELBETTE, SANATÇILARIN ÇIĞLIĞINI DUYAMAYIZ... BİZİM GÖZÜMÜZÜ PARA DOYURABİLİR Mİ? ...
'Sanatçı da bir görevli. Görünmez iplerle gönülleri dokuyan, insanlara birbirini tanıma ve sevme eğilimi veren bir insan. Bir gönül işçisi. Öyleyse toplum da onu kabul etmeli, gereken saygıyı göstermelidir. Çünkü sanatçıya saygı duyma, insana, emeğe, hayata, özgürlüğe saygı duymakla eşdeğerlidir.' (bir dergiden alıntı.)
SANATÇILARIN EMEĞİNE KARŞI OLAN DUYARSIZLIĞIMIZ YÜZÜNDEN; NE KENDİMİZİ TANIYABİLDİK, NE DE TOPLUMU OLUŞTURAN BİREYE HİTAP EDEN SANATÇI DOSTLARIMIZI GERÇEK ANLAMI İLE TANIYABİLDİK.
Dışarısı çok soğuk enkaz altında yakınları olanlar enkaz başında, çocuğuna bez, mama bulmak için çırpınan ebeveynler. Diğer taraftan izlediklerinin etkisinden uyuyamayanlar. Yardım etmek için can hıraş çırpınan yurdumun güzel insanları... Öbür tarafta ise hayat hala normal seyrinde devam ediyormuş gibi yaşayan duyarsızlaşmış mahluklar. Utanıyorum sizler adına insanlığımdan utanıyorum.
bir ölçüde her insanda olması gereken birşey.yoksa,dünyanın acıları hassas ruhlu olanları yer bitirir.
'gelme yanıma sen başkasın ben başka'
diye şarkı sözü yazdırabilen bişey, duyarsızmılar? bu başka bişey...
bencillik kutsallaştıkça, duyarsızlaşma da had safhaya varacak... yazık...!
SEVGİLERİ YARINLARA BIRAKTINIZ! ..
'Sevgileri yarınlara bıraktınız.' der Behçet Necatigil şiirinde.
'Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.'
Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız.
Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız.
Biz hiç ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız.
Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düşlerimizde sessizce.
Onları hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa.
Gizli bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız.
Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç sevgiyle dokunmak birine.
Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve avucumuza yanar bir top gibi düşen.
Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çoçuk gibi varolduğuna şükrederek.
Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel kanıtı.
Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yaşamın kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla birgün bize hiç lazım olmayacak.
Vakit olmaz yaşamak için.
Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına.
Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz kavgalarda tükenir nefesler.
Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda.
Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız gecelerde gözyaşlarımız bizi affetmez.
Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç ümit vaad edilmez çorak topraklarda.
Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini görmeden kapanır gönül gözü.
Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine.
Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından.
Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için. Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü.
Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen.
Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan.
Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek yaşamın hecelerini yanyana dizer.
Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere?
Bir kelebek misali yorulur kanatcıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz.
Gecelere düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak.
Bırak!
Ruhun öldüğü anlaşılsın.
Bırak!
Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan.
Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain, sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri.
Kader değildir sevgisiz yaşamak.
Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama yine de kutsaldır Ganj.
Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka.
İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz’in ruhu çırpınır beyaz köpükleriyle yüreğimizde.
Eğer zaman varsa yaşanacak.
`her akşam seninle / yeşil bir zeytin tanesi / bir parça mavi deniz / alır beni / seni düşündükçe / gül dikiyorum ellerimin değdiği yere.`
Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene, söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine.
(bir dergiden alıntı)
DUYARSIZLAŞMA; ÇIKARIMIZ SÖZ KONUSU OLMAYINCA, GÖZLERİMİZİ KÖR, KULAKLARIMIZI SAĞIR ETMEK DEMEK DEĞİL Mİ?
HİÇ TANIMADIĞIN BİRİNİN DERDİNE YANMAK; HOŞ BİR DÜŞÜNCE DEĞİL Mİ?
SEVGİYİ NİÇİN YARINLARA BIRAKTIK? ..
BİZ, BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN EMANET ALMADIK MI?
YARINLARIN ÇOCUKLARI İÇİN, BUGÜN NELER YAPABİLDİK? ... VEYA DUYARLI OLABİLSEYDİK NELER YAPABİLİRDİK?
Aklın, vahiy karşısında değeri nedir?
Kuran'da birçok ayet insanı düşünmeye, akıl etmeye çağırıyor. İslam bilginlerine göre de, yaratılan ilk şey, akıl. Peki, Allah'ın ayetleri karşısında aklın rolü nedir? İkisi arasında çatışma olur mu?
İslam araştırmacıları, Allah'ın yarattığı ilk şeyin akıl olduğunu söylüyor. Hatta Hz. Peygamber bir hadisinde 'ilk yaratılan aklımdır' diyor. Kuran'da yüzlerce ayet '...düşünmez misiniz? ' '...akletmez misiniz? ' '....fıkhetmez misiniz? ' gibi ifadelerle son buluyor. Peki, insan aklının, dinlerin getirdiği vahiy karşısındaki değeri ne? Akıl (ilim) ile vahiy (din) çatışır mı? Çatıştığı zaman hangisi tercih etmeli veya nasıl bir yöntem izlenmeli? İslam ve Hıristiyan felsefeciler bu sorulara nasıl cevap veriyor?
Bütün bu soruları, felsefe bakış açısıyla değerlendirerek cevap veren araştırmacıların ortak görüşü, akıl ile vahiy arasında bir aykırılığın olmayacağı yolunda. Ancak bilinen şu ki, insanın düşünce tarihi boyunca metafizik problemler hep varolagelmiş. İnsanın bu problemleri akılla çözme girişimine de felsefe denmiş.
(bir dergiden alıntı)
HİÇ DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ OLDU MU ACABA, İNSANIN VAROLUŞU NEYE BAĞLI? ..
İNSANI VAR EDEN VEYA İNSANI TÜKETEN VE YOK EDEN YİNE AKIL DEĞİL Mİ? ..
AKLIMIZA NE DERECEDE GÜVENMELİYİZ? ..
AKLA AŞIRI GÜVEN DUYMA İNSAN İLİŞKİLERİMİZİ NE DERECEDE ETKİLER? ..
İNSAN, 'BİLMİYORUM! ..' DERSE NE KAYBEDER?
VEYA
İNSAN 'BİLİYORUM! ..' DERSE NE KAZANIR? ..
DUYARSIZ KALDIĞIMIZ SORULARA, ŞİMDİ BİR CEVAP ARAMAYA NE DERSİNİZ? ..
'SORULAR DOĞRUYSA HANGİ DUVAR YIKILMAZ? ...'
Ahmet TELLİ
Hayırlarla Yoğrulmuş Hayat
Hep bildiğimiz bir şeydir. Bildiğimiz gibi de yaşamaya çalışırız. Her anlamda kendimize benzeyen insanlarla dost olmaya yakınlık kurmaya çalışırız. Atalarımızın da dediği gibi, davul dengi dengine çalmalı. Belki davulun tokmakları birbirine uymazsa ahenkli sesler çıkmayabilir, ritim bozulabilir. Boşuna sarfedilmemiş bu söz... hala dilimizde yaşadığına göre.
Dostluklarda, yakınlıklarda en büyük etken ekonomik uyum olarak çıkıyor dilimizde. Bu çok anlamsız gelse de, yaygın bir kanıdır. Belki de çok örnek gördüğümüzden midir, nedir böyle düşünürüz. Oysa yaşamımız süresince gerçek dostluklar kurduğumuz, gönülden bağlandığımız insanlar yok mudur? Sosyal sınıf, statüko, parasal güç hükmünü geçiremez böyle ilişkilere. Biz kendimizi çok mutlu, rahat ve emniyette hissederiz bu insanlar karşısında. Dertlerimizi de, sevinçlerimizi de paylaşırız. Dertlerimizi küçültür, sevinçlerimizi kat kat arttırır varlıklarıyla.
Öyle insanlar vardır ki, paylaşmadan nefes alamaz, yaşayamaz. Yaşamının sevincini paylaşmaktan alır. Sanki dünyadaki varlık sebepleri, paylaşıp topluma hizmet etmek içindir. Mutlaka çok özel dostları, sırdaşları vardır. Mutlaka arkadaşlarının, dostlarının sırdaşlığını da yapmışlardır... ama öyle vergen öyle cömerttirler ki, bu davranışlarında bile etkisini gösterir. Güleç yüzlüdürler.
Düşününce onunla yaşadığımızı anlıyorum. Onun sesini duymadığımız, haberini okumadığımız çok az gün vardır, eğer incelersek... Sesinin to-nunda bile, neşenin,hayatı kavramanın coşkusunu duyabilirdik. Gerçekten çalışmayı ibadet gibi yapan bu insanın yüzünde, her zaman insana güven aşılayan bir rahatlık görünürdü. Yaptığı her konuşma (en problemli konularda bile) espri yüklü olurdu ve mutlaka kahkahalar atarak tezini savunurdu. Bazen ortaya attığı tezleri ve Türkiye’nin geleceğiyle ilgili hayalleri insanların başını döndürecek kadar mal-i hülya (olmayacak hayal) boyutunda olsa da... o imkansız olanı başarmaktan haz duyup, gözlerimizin önüne sermekle pek çok şeyi kanıtlıyordu. İnsanları şevklendirmek, güçlendirmek için bütün maharetini seferber etmekten kaçınmıyordu.
Bir gün işe giderken, Şişli’deki duvar panolarından birinde henüz piyasada bilinmeyen bir firmanın gömleklerini giyip, reklamını yaptığını görmüştüm. Ne tuhaf adamsın diye düşünmüştüm. Şimdi o firma, dış ticaretiyle en ön sıralarda olan bir tekstil firması haline geldi. Reklamına çıkıp onları desteklerken, aynı sektörde, kendi tekstil ürünleri olmasına aldırış etmemişti. Rekabetinde bile insanca bir yaklaşım içindeydi.
“Ben... ben... ben...” demiyordu. Her zaman “yapacağız... yapacağız... yapacağız... biz... biz... biz...” diye konuşurdu... (bir dergiden alıntı)
YAZININ GERİ KALAN KISMINI YAZMAYI DÜŞÜNMÜYORUM. ÇÜNKÜ, BAHSEDİLEN KİŞİ GİBİ DUYARLI OLAN VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN; “yapacağız... yapacağız... yapacağız... biz... biz... biz...” DİYEN KAÇ KİŞİ VAR ARAMIZDA? ..
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN DUYARLI OLAN İNSANLARI KENDİMİZE ÖRNEK ALABİLMELİYİZ. YAŞADIKLARIMDAN ÖĞRENDİĞİM BİR ŞEY VAR: BAZI İNSANLAR KENDİLERİNİ UNUTARAK, DOST EDİNMİŞ OLDUKLARININ DERDİNE DÜŞEREK; KENDİ KİŞİSEL ÇIKARLARINI BİR KENARA BIRAKARAK; TÜRKİYE’NİN MUTLU GELECEĞİ İÇİN, TÜRK HALKININ MUTLU GELECEĞİ İÇİN ÇALIŞIYOR. “ÇALIŞ... ÇALIŞ... ÇALIŞ...” SÖZÜ BİZİ MOTİVE EDEMEYECEK KADAR ZAYIF MI? .. YOKSA DUYARSIZ KALIŞIMIZIN CEZASI OLARAK; KULAKLARIMIZDA BİRİKEN PAS İLE Mİ MEZARA GİRECEĞİZ? .. DUYARSIZLIĞIMIZLA; KARATOPRAK BİZİ KABUL EDER Mİ? ..
DÜŞÜNMEMİZ GEREK; “ÇALIŞ... ÇALIŞ... ÇALIŞ...” DİYEN ARAMIZDAKİ İNSAN KİMDİ? ..
DUYARSIZ KALMIŞ İSE İNSAN; HATIRLAYABİLİR Mİ İZ BIRAKANLARI? ..
MAVİ VE KARA
Sabahattin Eyüboğlu 'Mavi ve Kara' denemesinde sanatın karşılığı olarak maviyi, paranın karşılığı olarak da karayı kullanır. Ve 'Son yıllarda kara maviyi, yani para sanatı bulandırıyor gibi geliyor bana' der. Sanatçının, para kaygısı olmadan pîr aşkına çalıştığı zaman gerçek eserler verdiğini, önce para dediği zaman ise, o saf kaynağın kuruduğunu mavinin kara ile kirlendiğini belirtir. Sanatçının kazanmasını, hattâ asıl onun kazanmasını, fakat paranın kulu olmamasını öğütleyerek şöyle der: 'Sanatçının bir evliya olmasını, dünyadan elini eteğini çekip, güzellik yaratmanın mutluluğu ile yetinmesini mi istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasını istiyorum, ama sanatçı kalması, insanlığın en temiz sesi olması şartıyla.'
(bir dergiden alıntı)
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN ŞİİRİ
O SAATTE SELENDİĞİN HER YER BİR DUVAR
O saatte selendiğin her yer bir duvar
Bağırsan da kimse duymaz sabaha kadar
Taşlara vur başını, dilersen ağla
Seninle üzülecek, gelecek mi var? ..
Ümit Yaşar OĞUZCAN
DUYARSIZ KALIŞIMIZIN SEBEBİYLE ÜRETKEN OLAMIYORUZ. KENDİMİZİ UNUTUP, BİR BAŞKASININ DERDİNE ÇARE ÜRETMEK İSTESEK VE ASIL GEREKLİ OLANI VEREREK DOSTLUĞU YAŞATABİLSEK....
SELAM; İNSANIN YARARINA SUNULAN BİLGİ OLAMAZ MI? .. SADECE 'NASILSIN? ' DEMEK ÇÖZÜM MÜ? .. ÇARE; DUYARSIZ OLABİLMEK Mİ? .. ÇARE; BENCİLLİK Mİ? ... ÇARE; ÇIKARLARIMIZ VARSA DİKKATE ALMAK MI? ..
Gerçeği kimi zaman güzelde, kimi kere Hak'da bulan Sait Faik, güzel ve haklı bir dünyanın özlemini çekmiş, insanlara sevgiyle ve ilgiyle bakmasını öğretmiş, insanda insanlığı görmüş ve göstermiştir. Onun öykülerinde insan sevgisi sel gibi akar, 'Sevgi Susuzluğu' ve 'Yaşama Sevinci' hemen de her hikâyesinde ağır basar. Akbal'ın dediği gibi 'dünya ermişi'dir o. Küçücük bir şey, bir kibritin çakışı, bir sigara dumanı bile onu coşturmaya, yaşama sevincini buram buram tüttürmeye yeter: 'Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fısırdayıp da sonradan 'peki emret anam, yanayım' diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuşuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billûr billûr, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cigaralarımızın dumanına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, ne sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cigara dumanı.'
(bir dergiden alıntı)
BİR İNSAN KAYBETTİĞİ DEĞERLERİ FARK EDİNCE, KAYBETTİĞİ DEĞERİ GÖZÜNDE BÜYÜTÜR.
BİR DAHA ASLA KİBRİT ÇAKIP SİGARA İÇEMEYECEĞİMİZİ DÜŞÜNEBİLİRSEK; KİBRİT VE SİGARA GÖZÜMÜZDE BÜYÜR.
BEN 29-32 YAŞ ARASINI HERŞEYİMİ KAYBETMİŞ OLARAK GÖRDÜM VE BİR YUDUM SUYUN KIYMETİNİ O ZAMAN ANLADIM. 32 YAŞINA KADAR BİR KOŞTURMACA İÇİNDE YAŞAMIMI SÜRDÜRDÜM. KOŞTURMA İÇERİSİNE GİREN YAPAMADIKLARININ ETKİSİ ALTINDA HER ŞEYDEN ŞİKAYETÇİ OLUR. KOŞTURMA İÇİNE GİREN, YAŞADIĞI STRES YÜZÜNDEN ALGILAMASI ZAYIFLAR VE SAHİP OLDUĞU BİR ÇOK DEĞERİN FARKINDALIĞINI YAŞAYAMAZ.
SANATÇI; İŞ YAPMAZ AMA BİZE YAŞAMAYI ÖĞRETİR.
KOŞTURMA İÇİNDE KENDİNİ TÜKETEN TOPLUM NE ZAMAN SİLKİNİP KENDİNE GELECEK? ..
DUYARSIZLIKTAN VAZGEÇMEK İÇİN; İLLAKİ ÖLÜMÜ TATMAK MI GEREK? ...
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN ŞİİRİ:
SEVENLERİZ SEVMEYİ YAŞAMAK BİLENLERİZ
Sevenleriz, sevmeyi yaşamak bilenleriz.
Yaşarken bile her gün bin defa ölenleriz
Bizim can pazarında ölümden korkumuz yok
Biz herkesin gittiği o yerden gelenleriz
Ümit Yaşar OĞUZCAN
Kişi, bir an öldüğünü ve herşeyini kaybettiğini düşünsün ve SAİT FAİK'in kibrit alevi ve sigara dumanını konu alan yazıyı bir kez daha okusun.
KİBRİT ALEVİ VE SİGARA DUMANI BASİTE İNDİRGENEBİLİR Mİ? ..
Yazılan bir yazı veya bir şiir bizi hayata bağlayan bir kıvılcım olamaz mı? ..
BAŞARI İÇİN DUYARLI OLMAK ŞART DEĞİL Mİ? ..
TÜKETİCİNİN DERDİNİ DERT EDİNMEYEN FABRİKATÖR; NE ZAMANA KADAR GÜLEBİLİR? ..
ÜRETİCİ OLMAK İÇİN PARA GETİRİSİ OLAN BİR İŞ YAPMAK ZORUNLULUĞUMUZ MU VAR? ... KİBRİT ALEVİNDE TUTUŞMAYI ÖĞRENMEK VE İNSANLARA IŞIK OLABİLMEK; ÜRETKENLİK OLARAK KABUL EDİLEMEZ Mİ? ...
'YÜZ YIL YANARIM YANMAYI ÖĞRENDİMSE...'
Ümit Yaşar OĞUZCAN
SEVGİLERİMLE...
'SANATÇININ GÖREVİ
Sanatçı olmanın sancısı içinde kıvranan Sait, bir öyküsünde sanatçının doğuşunu, toplum içindeki yeri ve işlevini anlatırken kimbilir nasıl rahatlamıştır: 'Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış, ateşin karşısında okumak üzereydim. Bütün kabile halkı bana kızmıştı: 'Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak? ' Gündüz güneşin altında böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta Rüzgâr denizi homur homur söyletirken, martılar hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, birbirine sokulma hissi saracaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim. 'Ne susarsın be herif' diyeceklerdi. 'Hani bülbül gibi öterdin geceleri' Ertesi sabah beni, balığa giderken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.'
Sanatçının yeri, değeri ve görevi bundan daha güzel anlatılabilir mi, bilmem. Yine de her şeyden bezdiği, bunaldığı, yazı yazmamaya karar verdiği, herkes gibi olmayı düşündüğü günleri olur Sait'in. İşte böyle bir gününde adada dolaşırken, balıkçıların pay bölüşmesinden doğan adaletsiz bir duruma tanık olur. Duygulanır ve sanatçı dürtüsü onu yazmaya zorlar. Direnir bir süre, ama nafile. Gerisini ondan dinleyelim: 'Yapamadım. Koştum tütüncüye kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa. küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.' İşte gerçek sanatçı budur. Yazmadan edemeyendir. Yazmak zorunda olandır.'
(bir dergiden alıntı)
SANATÇININ GÖREVİ GÖZLEMLEYİP RAPOR ETMEKTİR. İÇİMİZDEN BİRİ ÇIKIP, İNSANLIĞIN DERDİNİ DERT EDİNECEK BİRİ YOK MU? ..
BİZ İNSANLAR SADECE OKUYUP KENARA ATMAK İÇİN Mİ YARATILDIK? ..
EMEĞE SAYGI; ONA İTAAT ETMEK DEMEK DEĞİL MİDİR? .
SANATÇILARI SEVDİĞİMİZİ SÖYLERİZ. SEVMEK O KADAR BASİT Mİ? ..
SEVMEK; DERTLERİN PAYLAŞIMI ANLAMINA GELEMEZ Mİ? ...
KASALARDA BİRİKEN PARA; MAHŞERDE CENNETİ PAYLAŞIRKEN DE ETKİLİ OLABİLİR Mİ? ..
CENNET; BİRBİRİBMİZİ ANLADIĞIMIZ VE DUYARLI OLDUĞUMUZ YER ANLAMINA GELEMEZ Mİ? .
'SESİMİ DUYAN VAR MI? ...'
SEVGİLERİMLE...
'Sait Faik'i en çok üzen, çevresinin ve özellikle annesinin kendisine işsiz gözüyle bakmasıdır. İçi içini yer ve zaman zaman sorar dostlarına: 'Yahu, şu kadar yazı yazıyorum, bana işsiz denebilir mi? '
Ona, 'Yaşamak nedir? ' diye soranlara şöyle karşılık verir: 'Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak. Beyoğlu'nda bir aşağı, bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle bir hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.' Buna rağmen Sait Faik, sık sık bir işe, bir baltaya sap olamamanın acısını çekmiş, boş gezenin boş kalfası olup olmadığının bunalımını yaşamış ve kendini 'lüzumsuz adam' olarak hissetmiştir. Kırk yaşında annesinden harçlık almak, elbet ki onur yaralar ve bir yerde sarsar insanı. Ama böyle de olsa o, sanatçı doğuşunun gereğini yerine getirmek zorundadır. Kaldı ki, sanatçının da bir yeri yok mudur toplumda? '
(bir dergiden alıntı)
BENİ DE AVARELİKLE SUÇLADILAR. 'BU DÜNYADA İŞİN İŞ' DEDİLER. BİLMEZLER Kİ SANATÇILARI ANLAMAK VE ONLARIN BİZE HEDİYE ETMEYE ÇALIŞTIĞI AŞKI YAŞAMAK İSTEDİĞİMİ.
BİRBİRİMİZE OLAN DUYARSIZLIĞIMIZ YÜZÜNDEN SADECE SANATÇILARIN KALBİ KIRILMIYOR. TOPLUM İÇİNDE İNSANCA YAŞAMA KENDİNİ ADAYAN MALESEF, ACILAR İÇİNDE KIVRANIYOR.
BENİM YAŞIM 33. HALA BABA PARASI YİYİYORUM. VE BENİ DÜŞÜNÜP; 'MADDİ YÖNDEN KENDİ-KENDİME YETEBİLMEM İÇİN DOSTÇA BİR YAKLAŞIM GÖSTERENİ GÖRMEDİM'
'BABA PARASI YEMEK MARİFET Mİ? . HAZIRA DAĞLAR BİLE DAYANMAZ.'
SANATÇI, MADDİ GÜCE ULAŞMAYA FIRSAT BULAMAZ. ÇÜNKÜ, O, İNSANLIĞIN NE DEMEK OLDUĞUNU BİLENDİR. O, SADECE TOPLUM İÇİNDEKİ YARALARI GÜNDEME GETİRİR. KİTAP SATIP, PARA KAZANABİLEN YAZAR GÖRMEDİM. HİÇ OLMAZSA; SANATÇI DOSTLARIMIZIN HAYALİNİ KURDUĞU BİR DÜNYA İÇİN ÇABA SARF EDEN OLABİLMELİYİZ. NERDE KALDI BARIŞ, SEVGİ VE DOSTLUK ORTAMI? .. AKLIMIZI; KASADA BİRİKEN CİROYA YÖNLENDİRİSEK; ELBETTE, SANATÇILARIN ÇIĞLIĞINI DUYAMAYIZ... BİZİM GÖZÜMÜZÜ PARA DOYURABİLİR Mİ? ...
DUYARSIZLIĞA BİR SON VERİLSİN İSTERİM...
SEVGİLERİMLE...
'Sanatçı da bir görevli. Görünmez iplerle gönülleri dokuyan, insanlara birbirini tanıma ve sevme eğilimi veren bir insan. Bir gönül işçisi. Öyleyse toplum da onu kabul etmeli, gereken saygıyı göstermelidir. Çünkü sanatçıya saygı duyma, insana, emeğe, hayata, özgürlüğe saygı duymakla eşdeğerlidir.'
(bir dergiden alıntı.)
SANATÇILARIN EMEĞİNE KARŞI OLAN DUYARSIZLIĞIMIZ YÜZÜNDEN; NE KENDİMİZİ TANIYABİLDİK, NE DE TOPLUMU OLUŞTURAN BİREYE HİTAP EDEN SANATÇI DOSTLARIMIZI GERÇEK ANLAMI İLE TANIYABİLDİK.
'KUSURSUZ DOST ARAYAN DOSTSUZ KALIR' SÖZÜNÜ HATIRLAYIP; SANATÇI DOSTLARIMIZIN OLGUN DAVRANIŞLARI İLE KENDİMİZİ DONATSAK VE SANATÇI DOSTLARIMIZIN YÜREĞİNDE TAŞIDIĞI SEVGİ İLE; YÜREĞİMİZİ İNSANLIK ADINA NAKŞETMİŞ OLSAK KIYAMET Mİ KOPAR? ...
SEVGİLERİMLE...