Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Diyalektik sizce ne demek, Diyalektik size neyi çağrıştırıyor?

Diyalektik terimi Emirhan Kutlu tarafından tarihinde eklendi

  • Osman Polat
    Osman Polat

    mantıklı bir yöntem, hayatın kendisi!

  • Aytekin Gökkaya
    Aytekin Gökkaya

    *Diyalektik, doğayı toplumu ve düşünceyi karşıtlarıyla ele alan ve durmaksızın devindiren ve geliştiren süreçtir.

    Bu anlamıyla doğanın işleyiş mekanizmasını kavramak için hem bir pusula hem de harita işlevi gören olmazsa olmazıdır bilimin. Toplumları geliştiren tözdür diyalektik. Düşünenin gerçeğe varmak için kullanabileceği tek bilimsel yöntemdir.

  • İmelda Cisil
    İmelda Cisil

    durum,hal,pozisyon,olay ve olgularin birbirinden bagimsiz neden ve sonuc iliskileri icerisinde bir butun oldugunu savunan gorustur.

  • Emma Libertarian
    Emma Libertarian

    Yakından takip ediyorum.merak etme hocam.=)
    Ama heç çarpıtılmasın ben Hegel'in diyalektik yöntemini benimsiyorum..=))

  • Ahmet Yasin
    Ahmet Yasin

    Diyalektik: Evren, diyalektikle işler. Bu işleyişi kavrayabilmek içinse ona ancak diyalektikle işleyen bir bilinçle bakmak gerekirdi. Diyalektiğin hem bir yasa olarak saptanışının, hem de bir yöntem olarak kullanılışının nedeni budur.

    Diyalektik terim ilkçağ Yunanlılarında tartışmacılık anlamında kullanılıyordu, ve bu bakımdan bütün bilgiciler diyalektikçi sayılmıştı. Bu tartışmaların zamanla boş söz oyunlarına dönüşmesi insanlığın gerçeğe yaklaşmada en parlak buluşu olan diyalektiğin gözden düşmesine ve yüzyıllarca küçümsemesine sebep oldu.

    *Müzik seslerin katışması hakkında nasıl bir takım kurallar verirse, diyalektik de kavramların katışması hakkında kurallar veren bir sanattır. (Platon)

    *Diyalektik, düşünsel gelişmenin biçimidir. (Fichte)

    *Benim bireyliğimin kökü, beni başkasına bağlayan bağla belirlenmiştir. (Fichte)
    Genellikle diyalektik dış diyalektiktir, devimle devimin kavranması birbirinden ayrıdır. Birincisi nesnelere bakmanın, onların nedenlerini göstermenin bir yoludur. İkincisi ise nesnenin içinden düşünülmesidir. Nesne kendisi için, dış ilişkilere ve yasalara bağlı olmadan ele alınır. Nesnenin içine girilir ve gözlemlenir. Nesnenin üzerinde, kendi iç belirlenimlerine göre düşünülür. Böylece nesne kendisini açar, karşıt belirlenimler taşıdığını ve ancak kendisini böylelikle aştığını gösterir. (Hegel-Felsefe Tarihi Üstüne Dersler)

    *Bilimin gelişmesiyle kendini sınırlamayan ve başıboş bir özgürlük içinde alabildiğine pratik gerçeklikten uzaklaşan düşünce, zorunlu olarak metafiziği gerektirmiştir. Her an gelişen bilimle sınırlanan ve bilimsel pratikle kendini denetleyerek gelişme yoluna giren düşünce de böylece zorunlu olarak diyalektiği gerektirmektedir.

    *Bütün doğa, en küçük şeyden en büyüğüne, bir kum taneciğinden güneşe, ilk canlı hücreden insana kadar sürekli bir meydana geliş ve yok oluş, sürekli bir akış durmayan bir devim (hareket) ve değişme içindedir. Nesnel denen eğitişim (diyalektik) , bütün doğada geçerlidir. Öznel denen eğitişim, yani eyitişimsel düşünce ise bütün doğada zıtların karşıtlığından doğan devimin geçerliliğini yansıtır. Düşünce ve bilinç, insan beyninin ürünüdür. İnsan da doğanın bir ürünüdür, doğa çevresinde doğayla birlikte gelişmiştir. Bundan şu doğal sonuca varılır ki, insan beyninin ürünleri -ki, sonuç olarak onlar da doğanın ürünleri demektir- doğayla gelişme halinde değil doğanın bütünüyle uygunluk halindedir. (Diyalektik Ve Tarihsel Materyalizm -Marks)

    *Diyalektik, doğayı toplumu ve düşünceyi karşıtlarının çatışarak aşılmasıyla durmaksızın devindiren ve geliştiren süreçtir.

    Demek ki doğanın işleyiş mekanizmasıdır, toplumun geliştirici gücüdür, düşüncenin gerçeğe varmak için kullanabileceği tek bilimsel yöntemdir. Materyalist Diyalektiğe gelinceye kadar metafizik düşünce, ister idealist, ister materyalist yönde olsun, ne doğayı, ne toplumu ve ne de düşünceyi çözümleyememiştir. Doğa nedir ve nasıl işler, toplum nedir ve neden böyledir, düşünce nedir ve insan neden böyle düşünür? Bütün bunlar saçmasapan nedenlere bağlanıyor, hayal ürünü varsayımlarla açıklanmaya çalışılıyordu. Tarihte ilkkez gerçek nedenler diyalektik düşünceyle meydana konabilmiştir ve böylelikle tarihte ilkkez insan neden insan olduğunu ya da olması gerektiğini anlamuıştır.

    Diyalektiğin üç büyük yasası maddesel doğadan, tarihsel toplumdan ve bilinçsel düşünceden gözlemlenerek şöylece saptanmıştır;
    -her olay ve olgudaki gelişmenin, o olay ve olgunun iç gelişmelerinden doğan kendiliğinden bir devimle gerçekleştiğini açıklayan Karşıtların birliği ve savaşı yasası, her olay ve olgudaki gelişmenin sayıca çoğalmaların birdenbire nitelik değişmesini gerektirmesiyle gerçekleştiğini açıklayan Nicelikten niteliğe geçiş yasası, her olay ve olgudaki gelişmenin eskinin olumlu yanlarını özümseyen bir yenileşmeyle gerçekleştiğini açıklayan Olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası...

    doğanın, toplumun ve düşüncenin işleyiş mekanizmasını açıklayan bu üç büyük diyalektik yasası şu diyalektiksel yasalarla tamamlanır:
    1- Özel ve Genel
    2- İçerik ve Biçim
    3- Öz ve Olgu
    4- Neden ve Sonuç
    5- Zorunluk ve Rastlantı
    6- Olanak ve Geçerlik
    7- Tümel, tekil ve tikel
    8- Görünüş ve Gerçek
    9- Kuram (teori) ve Kılgı (pratik)
    10- Soyut ve Somut
    11- Mantıksal ve tarihsel vb. gibi bağımlı ulamlar (kategoriler) arasındaki diyalektiksel bağlılığı açıklayan yasalar...

    Diyalektiğin iyice kavranabilmesi için özellikle şu kavramların bilinmesi gerekir;
    1- Özdek (madde)
    2- Devim (hareket)
    3- Bilinç
    4- Oluş
    5- Yasa
    6- Zaman ve Uzay (mekan)
    7- Bilgi
    8- Kuram ve eylem
    Diyalektik, nesnel gerçekliğin gelişme yasası olmakla nesnel diyalektik ve nesnel gerçekliğin insan bilincinde yansıması olmakla öznel diyalektik olarak algılanır.

    DİYALEKTİK MATERYALİZM
    Bilimsel dünya görüşü, iki büyük öğretiden meydana gelmiştir. Tarihsel Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm. Her iki öğretide diyalektik bir bağımlılık içindedir ve birbirini bütünler. Bundan başka ve aynı zamanda tarihsel gelişmeleri içinde düşünsel felsefeyle uygusalş bilimin bütün olumlu verileri de bu öğretilerde bütünlenmiştir. 'Çağdaş fizik doğum sancıları çekmekte ve diyalektik materyalizmi doğurmaktadır. Diyalektik materyalizmi; doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar. Bundan ötürüdür ki eytişimci (diyalektikçi) ve özdekçidir (materyalisttir) . Diyalektik 'devim ve gelişme', Materyalizm, doğanın insan düşüncesinden bağımsız olarak varlığı' anlamındadır. Tarihsel ve diyalektik materyalist öğreti, ham ve metafizik yapılı diyalektikle ham ve metafizik yapılı materyalizmi aşıp yeni ve bilimsel birer anlam kazanan diyalektikle materyalizmin bağımlılığını ortaya koymakla oluşmuştur. Bu oluşma, bilim ve felsefe tarihinde tek ve en büyük bir devimdir. Bu oluşma sonucudur ki doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olay ve olgular aydınlanmış, kolaylıkla anlaşılır olmuş, gerçekler meydana çıkmıştır. Bu oluşma sonucudur ki bilim felsefeleşmiş ve felsefe bilimselleşmiştir, bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşarak tek ve bütün bir bilgi olmuştur. Diyalektik materyalizm'le, idealizm olduğu kadar, materyalizm de aşılmıştır. Metafizik olduğu kadar diyalektik de aşılmıştır, materyalizm diyalektikselleşirken diyalektik, materyalizmselleşmiştir. Diyalekikle materyalizm arasındaki bileşim, evrenin anlaşılmasını olduğu kadar değiştirmesini de zorunlu ve olanaklı kılmıştır. Bu yüzdendir ki diyalektik ve tarihsel materyalizm öğretisi, hem bilimsel-felsefesel bir kuram, hem de ve aynı zamanda bilimsel-felsefesel bir yötemdir. Tek ve biricik bilimsel dünya görüşü diyalektik materyalizmdir. Bu dünya görüşü diyalektikseldiri; çünkü doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olaylara yaklaşma ve onları inceleyip kavrama yöntemi diyalektiktir; bu dünya görüşü materyalizmdir; çünkü doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olayları yorumlayışı materyalisttir. Diyalektik materyalizm 'bulunan doğabilimsel sonuçlarla o sonuçlar üstünde düşünme tarzını karşıtlığı yüzünden, öğrenciler kadar öğretmenleri ve okurlar kadar yazarları da umutsuzluğa düşüren o sonusz karışıklığa' son vermiştir. Diyalektik materyalizmin bilimselliği, bilimsel verilere dayanmasından ve ancak bilimsel verilerle biçimlenmesinden ileri gelir. Bilimseldir, çünkü bilimle çelişmez, tersine bilimsel souçlarla upuygundur. Bilimseldir, çünkü evrene, fantastik peşin yargılarla değil, evrene özgü gerçek ilişkileri çözümleyerek yaklaşır. Bilimseldir çünkü evrenin bilimle bilinebileceğini savunur, hiçbir boş inanç ve gericilikle bağdaşmaz. Görüldüğü gibi bu bilimsellik, kimilerinin sandığı gibi yakıştırılmış bir bilimsellik değil, bilime dayanan ve bilimi savunan, bilimle güçlenen, ve bilimin gelişmesiyle oluşan bir kuramın gerçek bilimselliğidir. Gerek idealizmin ve gerek ham materyalizmin bilimsel olmadıkları ise doğa bilimlerine ters düşen kavramlarından, ve yorumlarından kolaylıkla anlaşılır. 'Bilimin her gelişmesinde diyalektik materyalist bilgilerin geçerliliği yeniden denetlenmeli ve geliştirilmelidir'. Diyalektik materyalizm gelişme olgusunun genel yasalarının bilimi'dir, öylesine ki, bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanlarda geçerli özel yasalara bağlar, diyalektik materyalizm ise bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve bilincin işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış bilimsel yasalardır. Bu yasalar 'karşıtlıran birliği ve savaşı yasasıdır, nicelikten niteliğe ve nitelikten nicelğiğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası' adlarıyla anılırlar. Bu yasalar evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte dönüşümlerle, nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yenin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik materyalizm hem bilme hem de yapmanın öğretisi olmakla kuramla kırgının bağımlılığını da ortaya koymuştur. kuramsız kılgı ve kılgısız kuram olmaz. Kılgı kuramla başarılı olabildiği gibi kuramda kılgıdan yansır. Diyalektik materyalizmin gereği gibi anlaşılması için yukarıda sayılı üç genel yasayla;
    Madde
    Devim
    Bilinç
    Zaman ve uzay, oluş, yasa vb. gibi kavramların diyalektik materyalist tanımlarının ve özel ve genel, içerik ve biçim, öz ve olgu, neden ve sonuç, zorunluuk ve rastlantı, olanak ve gereklilik, mantıksal ve tarihsel vb. gibi ulamların bir birileriyle olan sıkı bağımlılıkların, yansı kuramı adıyla anılan diyalektik materyalist bilgi kuramının ve tarihsel materyalizm öğretisinin bilinmesi, bilimsel gelişmeyle sınırlı olarak, tüm olay ve olguların bilinmesi, ve ileride olacaklarında doğru olarak tahmin edilmesi demektir.

    DİYALEKTİK YÖNTEM
    Doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular diyalektik gelişme yasalarıyla oluşur. Öyleyse bu oluşmayı anlamak için ona diyalektik yötemle yaklaşmak zorunludur. Diyalektik, bu yüzden, gelişmenin yasası olduğu kadar onu inceleme yötemidir. Aynı zamanda, inceleme ve bilme yötemi yöntemi olduğu kadar, gerçekliği değiştirme yötemidir. Çünkü oluşmanın nasıl gerçekleştiği bilince, o oluşmaya nasıl incelemek ve o oluşmayı değiştirmek için ne türlü davranmak gerektiği de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde diyalektik yötemi kullanmak, o olguya diyalektik bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler metafizik ve mekanik bilgilerin tam karşıtı olan bilgilerdir. Diyalektik kavrayış, çok yönlü bir kavrayıştır, bu yüzden de formüllere bağlanıp reçetelenemez. Her şeyden önce metafizik ve mekanik düşünme alışkanlığından kurtulmak gerekir, bunun için de diyalektiğin iyice bilinmesi başlıca koşuldur. 'Doğayı, tarihi ya da bilinçsel etkinliğimizi incelediğimiz zaman hiçbir şeyin olduğu gibi yerde kalmadığını, herşeyin değişip, geliştiğini görürüz. İlişkiler, tepkiler, değişimler ve bileşimlerle karşılaşırız. Hem de bu tabloyu bir bütün olarak görürüz, devinen nesneden çok devimle bakarız. Doğal diyalektikçi olan eski Yunan filozoflarının yaptığı da budur ve bunu dile getiren ilk düşünür de Herakleitos'tur. Ama geneliği doğru olarak saptayan bu görüş, ayrıntıları açıklamaya yetmez. Ayrıntılar açıklanmadıkça da 'bütün' anlaşılamaz. Bu ayrıntıları açıklayabilmemiz için onları doğal ve tarihsel ilişkilerinden koparıp ayırmamız, ayrı ayrı incelememiz gerekir. Nitekim böyle yapıldı. Ama bu zorunlu soyutlama, doğal nesneleri ve süreçleri, canlılıkarı içinde değil, ölülükleri içinde inceleme alışkanlığı doğurdu. Bacon'la Locke bu inceleme biçimini doğa bilimlerinden felsefeye aktarınca metafizik düşünme yötemi doğmuş oldu. Metafizikçi için nesneler ve onların insan üzerindeki yansıları birbirinden ayrılmıştır, birbirlerinden ayrı olarak incelenmeleri gerekir. Bir şey ya vardır, ya yoktur, bir şey aynı zamanda hem kendisi ve hem de kendisinden başka bir şey olamaz. Olumluyla olumsuz birbirlerini kesinlikler kovar, nedenle sonuç birbirlerine karşı birer karşısav durumundadır. Metafizik düşünme yöntemi ilk bakışta çok açık görünür. Ne var ki araştırmanın geniş alanına açıldıkça belli bri alanda yeterli ve gerekli olan bu yöntemin yetmezliği, tek yanlılığı, çözülmez çelişkilere düştüğü meydana çıkar. Ayrı ayrı nesneleri incelerken onların arasındaki ilişkileri unutur, devimleriyle geçmişlerini ve geleceklerini görmez oluruz. Ağaçları tek tek incelerken ormanı görmeyiz. Oysa her örgensel varlık her an hem aynıdır, hem aynı değildir. Her an dışardan sağlanmış maddeleri özümler ve başka maddeleri dışarı atar, öyleki her an kendisidir ve gene de kendisinden başka bir şeydir. Daha yakınan incelenince bir karşıtlığın iki ucunun, örneğin olumluyla olumsuzun, karşıt oldukarı kadar ayrılmaz ve karşıtlıklarına rağmen birbirleriyle iç içe olduklarını görürüz. Bunun gibi, nedenle sonucun ancak tek olaylarda geçerli kavramlar olduklarını, oysa o tek olayı evrenin bütünüyle olan genel ilişkisi içinde düşününce birbirleriyle rastlaştıklarını ve süreklü olarak yer değiştirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne aldığımız zaman nedenle sonucun birbirine karıştığını, burada sonuç olan şeyin orada neden ve orada neden olanın burada sonuç olduğunu anlarız.
    Böylesine süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa diyalektik yöntemi, nesleri ve onların betimlenmelerini, düşüncelerini; ilişkileri, sıralamaları, devimleri, başlangıçları ve betimleri içinde kavrar. Doğa, diyalektiğin kanıtıdır ve metafizik olarak değil diyalektiksel işler. Doğada hiçbir şey kalktığı yerde dönen bir çemberin değişmezliğinde devinmez, tersine, gerçek tarihsel bir evrimle devinir. Yöntem, belli bir amaca varmak için izlenmesi gereken ilkeleri saptar. Doğru düşünme ve doğru uygulama amacına da varılır. Metafizik yöntem, belli ve dar alanlarda, bütünü parçalarında da tanımak için ya da parçalarını da tanıyarak bütünü daha iyi tanımak için soyutlamanın gerekli bulunduğu alanlarda geçerlidir. Bunun taban tabana karşıtı olan diyalektik yöntemiyse doğanın işleyiş biçiminden çıkarılmıştır ve gerçekten bilmenin geniş alanlarında; doğanın, toplumun ve bilincin tüm olay ve olgularında geçerlidir. Diyalektik yöntemi bilimseldir ve bilimlerin gelişmesiyle oluşmuştur, metafizik yöntemse kurgusaldır ve kurgusal soyutlamalarla oluşmuş, hiçbir zaman da bilimlerle bağdaşamamaştır. Diyalektiksel inceleme, somuttan soyuta ve sonra yeniden somuta varan bir yol izler. Diyalektiksel yöntem, parçalarını da tanıyarak bütünü daha iyi tanımak için en soyuta indiği evrede bile doğa ve son çözümlemede doğanın ürünü olan toplum ve insan bilinci olay ve olgularını;
    1- bütünsellikleri
    2- çok yanlılıkları
    3- bağımlılıkları
    4- devimsellikleri
    5- çelişmeleri
    6- değişkenlikleri
    7- gelişkenlikleri, içinde inceler.
    Diyalektik yöntemle inceleme önce bu olgu ve olayları tanıyıp bilmeyi (bilim) , sonra onlar üstünde doğru düşünmeyi (kuram) , daha sonra da bu doğru düşünmenin sonucu olarak doğru uygulamayı (kılgı) gerçekleştirir. Bilimsel veriler göstermiştir ki doğa, toplum ve bilinç diyalektiksel olarak işlemektedir; öyleyse bunların olay ve olgularını incelemek için bunlara aynı yöntemle eşdeyişle diyalektiksel bir düşünüşle yaklaşmak gerekir. Diyalektiksel olarak işleyen doğa, toplum ve bilinç olaylarına onlara ters düşen metafizik yöntemle yaklaşılamaz. Doğa, toplum ve bilinç olaylarını diyalektik yöntemiyle tanımak, onlar üstünde düşünmek ve onları insansal eylemle etkileyebilmek için:
    1- Onları somut bütünlükleriyle ele almak gerekir. Soyutlama, ancak onları parçalarında da tanıyarak bütünlüklerini daha iyi tanımak için yapılır. Onların gerçek bilgisi bu soyutlamanın yeniden somutlanmasıyla elde edilir.
    2- Onları çok yanlılıkları içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu çok yanlıdır, tek yanını tanımakla bütünü tanınamaz.
    3- Onları bağımlılıkları içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu, başkaca bir çok olay ve olgularla bağımlıdır.bu bağımlılıklarından kopararak onu incelemek, onun tanınmasını olanaksız kılar.
    4- Onları devimlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu devimseldir. Geçmişi, şimdisi ve sonrası vardır. Bu, her olay ve olgunun bir tarihi olduğunu dile getirir. Hiçbir olay ve olgu geçmişinden koparılarak ve sonrasına bağlanmadan tanınamaz.
    5- Onları çelişmeleri içinde ele almak gerekir. Devimselliği gerçekleştiren çelişmedir. Neyle, neden, nasıl ve hangi yöne doğru çeliştiği bilinmeyen hiçbir olay ve olgu tanınamaz.
    6- Onlarıu değişkenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular, kimi yavaş kimi hızlı, ama tümü de sürekli olarak değişirler. Bu değişkenlik devimselliğin zorunlu sonucudur. Onları değişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar.
    7- Onları gelişkinlikleri içinde ele almak gerekir. Gelişme, devim ve değişmenin zorunlu sonucudur. Olay ve olguların değişmeleri basitten karmaşığa, alttan üste ya da aşağıdan yukarıya, az gelişmişten daha gelişmişe doğru gelişen bir süreç izler. Onları bu gelişmelerinin dışında ve gelişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar.
    Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde edilir ve metafizik yöntemin geniş araştırmalardaki tüm yanılgılarının nedeni de kolaylıkla anlaşılmış olur. Demek ki metafizik yöntem, olay ve olguları bütünlüklerinden soyutlanmış olarak, tek yanlı, bağımsız, devimsiz, çelişmesiz, değişmesiz ve gelişmesiz bir durumda ele alır ve öyle görür. Oysa olay ve olgularla bağımlı, devimli, çelişmeli, değişmeli ve gelişmeseldirler. Demek ki ve pek açık olarak metafizik yötemin tutumu ve tutumun sonunda vardığı sonuçlar yanlıştır. Diyelektik yöntemi, doğa, toplum ve bilinç olaylarını tanımanın ve onlar üstünde düşünmenin ve yeniden kurmanın da yöntemidir. Yöntemin bu niteliği, olguları bütünüyle tanıması ve bilmesi sonucudur. Ancak bilinen değiştirilebilir, bilinmeyen değiştirilemez. Bundan başka doğa, toplum ve bilincin bizat kendileri her an bilinçli insan pratiğiyle değiştirilmekte ve insansal yaşama daha elverişli biçimlere dönüştürülmektedir. Değiştirmenin yöntemi olan diyalektik yöntem, bu yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karşıtı olan değişmezliğin yöntemi metafizik yöntemse bu yüzden tutucu ve gericidir. Diyalektik yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde diyalektiğin üç temel gelişme yasasını (zıtların birliği ve çatışması, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş, yadsımanın yadsıması yasalarını) daima gözününde tutar, onların bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur.

    MARKSİST DİYALEKTİK
    1-) 'Evrensen Bağımlılık ve Karşılıklı Etki' ya da 'Evrensel Birliktenlik Yasa' ilkesi. Varolan tüm nesneler birbirleriyle ilinti halindedir. Evren, birbirlerine zorunlu şekilde bağlı olarak gelişen nesnelerin meydana getirdiği bir bütündür. İşte bundan dolayıdır ki; diyalektik metot, üzerine eğildiği nesneyi, tek başına ve soyut bir varlık olarak değil, bir bütün parçası olarak ve o bütünü meydana getiren öteki varlıklarla ilintisi içinde ele alıp inceler.
    Buna göre; nesneyi
    1- bütünsellikleri
    2- çok yanlılıkları
    3- bağımlılıkları
    4- devimsellikleri
    5- çelişmeleri
    6- değişkenlikleri
    7- gelişkenlikleri içinde inceler.

    2-) 'Genel Değişme ve Sürekli Gelişme' ilkesi. Varlık sürekli bir değişimdir, bir halden bir başka hale geçiştir. Alt bir plandan daha üst bir plana doğru gerçekleşir; dolayısıyla da, genel bir çelişmeye yol açar. Evrende hiçbir şey, değişmeksizin kalamaz. Varlığın ve insan düşüncesinin en genel kanunlarındaki değişmezlik bile, mutlak değil, gerçeğin 'değişir'liğine oranla süren bir değişmezliktir. Mutlak olarak değişmeyen tek şey 'değişmenin' kendisidir. Değişmeyi sağlayan da evrensel harekettir.'Hareket, maddenin varoluş şeklidir. Hiçbir yerde ve hiçbir vakit, hareketsiz madde olmamıştır ve olamaz' (Engels) . Ama bu değişme düz bir şekilde değil, alt plandan daha üst bir plana doğru gerçekleşir. Aşma, varlığın yeni nitelikler edinme yoluyla, yeni ve daha üstün bir gerçekliğe dönüşerek diyalektik bir şekilde gelişmesidir.

    3-) 'Niteliksel Değişme' ilkesi. Varlıktaki değişme, önce bir nicelik birikimi şeklinde başlar; yani başlangıçta bu, 'niceliksel' karekter taşıyan bir değişmedir. Niceliksel birikimlerin sonucu olan niteliksel değişme, bir sıçrama şeklinde ortaya çıkar. Demek ki meydana çıkan herşey, çoğu zaman hiç farkına varılmaksızın ve ağır ağır ilerleyen bir hazırlanma sonucunda zorunlu olarak meydana gelmektedir; ama bir çoğu zaman, durmaksızın ve gizliden gizliye biriken niceliksel değişmelerin niteliksel bir değişmeye dönüşünü, ancak sıçrama anında farkederiz.

    4-) 'Çelişme' ilkesi. (Diğer bir adıyla yadsımanın yadsıması. Karşıtların birliği ve çatışması ve ya olumsuzlamanın olumsuzlanması) Bir varlıkta, o varlığı kendisi olmaya sürüklüyen yönsemenin yanı sıra, başka bir varlık olmaya sürekleyen karşıt bir eğilim vardır ve her türlü değişme, işte bu karşıt güçlerin çelişmesinden doğar. İçlerinde karşıtlık olmasaydı, bütün nesneler hep aynı kalırdı. Kendi karşıtını içinde taşımak demek kendi yokoluş şartını, yani kendi olumsuzlamasını içinde taşımak demektir. Ama kendini olumsuzlayarak değişmeye uğrayan ve yeni bir varlık olarak ortaya çıkan şey de kendi karşıtını içinde taşıyacağından, o da kendini olumsuzlayacak; böylece, daha üstün plandaki bu ikinci olumsuzlama, ilk olumsuzlamayı ortadan kaldırmış olacaktır. Çelişme ilkesinin temel kavramı oaln olumsuzlamanın olumsuzlanması budur.

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Diyalektik Materyalizm
    John Pickard

    18 Ekim 2000




    Marksizmin yöntemini tartışırken, işçi hareketi içindeki eylemlerimize, katıldığımız tartışmalarda ileri sürdüğümüz argümanlara ve yazdığımız makalelere temel oluşturan fikirleri ele almaktayız.

    Genel olarak Marksizmin üç ana kaynaktan biçimlendiği kabul edilir. Kaynaklardan biri, Marx’ın, Fransız politikasına, özellikle de Fransa’daki 1790’ların burjuva devrimi ve onu takip eden 19. yüzyılın ilk dönemlerinin sınıf mücadelesine ilişkin analizini geliştirmesidir. Marksizmin kaynaklarından bir diğeri “İngiliz ekonomi politiği” denilen şeydir, yani Marx’ın İngiltere’de geliştiği şekliyle kapitalist sistemi analiz etmesidir. Marksizmin aynı zamanda tarihsel olarak başlangıç noktası olan diğer kaynağının da “Alman felsefesi” olduğu söylenir ve benim burada üzerinde durmak istediğim de onun bu yönüdür.

    Öncelikle söylemeliyiz ki, Marksizmin temeli materyalizmdir. Yani Marksizm tüm gerçekliğin özünün madde olduğu, bilincin maddeyi değil maddenin bilinci yarattığı fikrinden hareket eder.

    Başka bir deyişle, düşünce ve düşünce kaynaklı olduğu söylenen herşey –sanatsal fikirler, bilimsel fikirler, hukuka, politikaya, ahlâka, vs. ilişkin fikirler– tüm bunlar gerçekte maddi dünyadan kaynaklanmaktadır. “Bilinç”, yani düşünce ve düşünce süreçleri, beynin bir ürünüdür; ve beynin kendisi de, dolayısıyla fikirler de, canlı maddenin gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Yani o da maddi dünyanın bir ürünüdür.

    Dolayısıyla insan bilincinin ve toplumunun gerçek doğasını anlamak için, Marx’ın da ortaya koyduğu gibi mesele “insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, tasavvur ettiklerinden … değil, gerçek ve faal insandan hareket edip, gerçek yaşam süreçlerini temel alarak bunların ideolojik yansımalarının ve yankılarının gelişimini göstermek suretiyle elle tutulur canlı insana varmaktır. İnsan zihninde oluşan inanılmaz hayaller bile ampirik olarak gösterilebilen ve maddi temellere dayanan maddi yaşam süreçlerinin doğurduğu imgeler olmak durumundadır. Böylelikle, ahlâk, din, metafizik ve her çeşit ideoloji ve de bunlara tekabül eden bilinç şekilleri bağımsız görünümlerini kaybederler. Bunların tarihleri yoktur, gelişimleri yoktur; ancak insanlar maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek kendi öz gerçeklikleriyle birlikte, düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir; bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci yöntemde hareket noktası, yaşayan birey olarak görülen bilinçtir; gerçek yaşama uygun düşen ikinci yöntemde ise, bu hareket noktası bizzat gerçek yaşayan bireylerdir, ve bilinç sadece onların bilinci olarak ele alınır.” (Alman İdeolojisi, Birinci Bölüm)

    Dolayısıyla bir materyalist sadece fikirler için değil, maddi olguların kendileri için de açıklama arar ve tanrılar ve benzeri doğaötesi müdahale odaklarına değil maddi sebeplere bakar. Bu Marksizmin çok önemli bir yönü olup, onu kapitalist toplumda yerleşmiş bulunan diğer düşünme yöntemlerinden ve mantıklardan ayırır.

    17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa ülkelerinde bilimsel düşüncenin gelişimi gerçekten de çelişkili bir nitelik sergiledi ve bu hâlâ burjuva teorisyenlerin tipik yaklaşım biçimidir. Bir yandan materyalist yönteme doğru bir gelişme vardı. Bilimciler nedenleri arıyordu. Doğal olgulara Tanrı takdiri mucizeler olarak bakmakla yetinmiyor, onlara bir açıklama arıyorlardı. Ama aynı zamanda bu bilimcilerin henüz tutarlı veya üzerinde çalışılmış bir materyalist anlayışları yoktu; genellikle de doğal olgulara getirdikleri açıklamaların ardında, zincirin sonunda Tanrının elini işbaşında görüyorlardı.

    Böyle bir yaklaşım, içinde yaşadığımız maddi dünyanın temelde kendi dışındaki güçlerce belirlendiğini ve gerçek dünyadan bağımsız varolabildikleri için bilincin veya fikirlerin önde geldiğini kabul etmek veya en azından buna açık kapı bırakmak anlamına gelir. Materyalizmin felsefi karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyoruz.

    Bu yaklaşıma göre insanlığın ve toplumun –ve de sanatın, bilimin, vs.– gelişimini belirleyen maddi süreçler değil fikirlerin gelişimi, insan düşüncesinin mükemmelleşmesi veya yozlaşmasıdır. Ve bu genel yaklaşımın, itiraf edilsin ya da edilmesin, kapitalizmin her türlü felsefesini kapsaması tesadüf değildir.

    Burjuva filozoflar ve tarihçiler genel olarak varolan sistemi veri alırlar. Kapitalizmin, yeni ve daha üstün bir sisteme yerini bırakması mümkün olmayan nihai ve tam bir sistem olduğunu kabul ederler. Ve tüm geçmiş tarihi, zavallı fanilerin kapitalizmin gerçekleştirdiğine ya da gerçekleştirebileceğine inandıkları bir tür “mükemmel topluma” ulaşma gayretleri olarak sunarlar.

    Bu yüzden, geçmişin hatta bugünün en büyük burjuva bilimcilerinin ve düşünürlerinin eserlerine baktığımızda materyalist ve idealist fikirleri nasıl kafalarında karmakarışık ettiklerini görebiliriz. Örneğin mekaniğin yasalarını ve gezegenlerle gök cisimlerinin hareket yasalarını incelemiş olan Isaac Newton, bu hareketlerin zihin veya düşünceyle belirlendiğini düşünmüyordu. Ama tüm maddeye bir ilk itiş verildiğini, bu ilk itkinin de bir tür doğaüstü güç tarafından, Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.

    Aynı şekilde, bugün birçok biyolog için bitki ve hayvan türlerinin bir türden diğerine evrildiğini ve insanoğlunun kendisinin de önceki türlerin gelişiminden ibaret olduğunu kabul etmek kolaydır. Ama yine de bunların pek çoğu, insan aklıyla hayvan aklı arasında, ölümden sonra insan vücudunu terk eden “ebedi ruh”tan ibaret bir fark olduğu fikrine sıkı sıkıya sarılırlar. En yetenekli bilimcilerden bazıları dahi bilimsel olarak gerçekten geri olan ve bilimden ziyade büyü ve batıl inanca yakın duran bu tür idealist fikirlerle materyalist yöntemi harmanlamış durumdadır.

    Bu yüzden Marksizm, her türlü idealizmle kökten bir kopuşu ve onun yerine gerçekten olup bitenin materyalist bir kavrayışını temsil eder. Bu anlamda materyalizm, Marksizmin temel hareket noktalarından birini oluşturur. Diğer temel kalkış noktası da diyalektiktir.

    Diyalektik
    Diyalektik kısaca hareketin mantığı veya hareket içindeki eylemciler için sağduyu mantığıdır. Hepimiz biliriz ki nesneler hareketsiz kalmazlar, değişirler. Ama diyalektikle çelişkili olan ve kapitalist toplumun bağrına gömülü “formel mantık” adlı bir başka mantık daha vardır. Belki de bu yöntemin içeriğini tarif etmekle başlamak gerekli.

    Formel mantık “özdeşlik yasası”na (“A” eşittir “A”) , yani şeylerin kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu düşüncesine dayanır. Özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da vardır; örneğin “A” “A”ya eşitse, “B”ye veya “C”ye eşit olamaz.

    Görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir. Aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. Örneğin matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. Formel mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz. Bir bir daha iki eder, üç etmez. Aynı şekilde, formel mantığın yöntemi mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.

    Örneğin 18. yüzyılda İskandinav biyolog Linnaeus, bilinen tüm bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. Linnaeus tüm canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens türünü temsil etmektedir.

    Sınıflandırma sistemi biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. İlk defa bitki ve hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini karşılaştırmayı mümkün kıldı. Ama formel mantığa dayanmaktaydı. Homo sapiens’in Homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. Başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. Bu sisteme göre bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.

    Aynı durum Dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım yarattığı kimya için de geçerlidir. Dalton’un teorisi maddenin atomlardan oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı– fikrine dayanıyordu.

    Dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. Ve eğer herhangi bir atom başka bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.

    Artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu görmek önemlidir. Formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. Örneğin, Linnaeus sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle Charles Darwin’in çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.

    Darwin, örneğin Linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat çekti. Aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.

    Yani Charles Darwin’in zamanında bile Linnaeus sistemine bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. Ve tabii ki, Darwin’in kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.

    Ve bu Linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu. Darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına Tanrının ilk altı günde yarattığı tür sayısına –tabii Nuh Tufanında telef olanlar hariç– eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu. Ama Darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.

    Biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. Başka bir deyişle, atomlar tamamen farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. Bugün pek çok atomun, pek çok kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. Örneğin, Uranyum ve diğer radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.

    Öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya başladığını görebiliriz. Ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan diyalektik yöntemdir.

    Formel mantıkçı “A” “A”ya eşittir derken, diyalektikçi “A”nın “A”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya Troçki’nin yazılarında kullandığı bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. Eğer bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak, bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.

    Öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa ihtiyacımız var. Ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.

    Ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. Diyalektiğin yasaları –burada bir uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.

    Nicelikten Niteliğe
    Başlangıç olarak “niceliğin niteliğe dönüşümü yasası”nı ele alalım. Bu yasa değişim süreçlerinin –evrendeki hareketin– tedrici ve düzenli olmadığını söyler. Görece tedrici ve küçük değişimlerin yaşandığı dönemlerle devâsa değişimlerin –nicel olarak değil ancak nitel olarak ölçülebilecek değişimler– yaşandığı dönemler.

    Yine doğa bilimlerinden bir örnek verecek olursak, suyun ısınmasını ele alabiliriz. Suya ısı verdikçe gerçekleşen değişimi sıcaklık derecesi cinsinden tam olarak ölçebilirsiniz (“nicelik”) . Diyelim 10°C’den (çeşme suyu sıcaklığı) yaklaşık 98°C’ye kadar değişim nicel olacaktır; yani daha sıcak olmasına rağmen su, su olarak kalacaktır.

    Ama o andan sonra sudaki değişimin nitel hale geldiği ve suyun buhara dönüştüğü bir nokta gelir. 98 dereceden 102 dereceye ısıtılırken suda meydana gelen değişimi nicel olarak tanımlayamazsınız. Nicel değişimin birikimi (gittikçe daha çok ısıtmak) sonucu nitel bir değişimin (sudan buhara) oluştuğunu söylememiz gerek.

    İşte niceliğin niteliğe dönüşümünden bahsederken Marx ve Engels’in kastettiği de buydu. Aynı şey türlerin gelişiminde de görülebilir. Her bir tür içinde her zaman çok büyük çeşitlilik görülür. Bu odaya bir göz atarsak Homo sapiens’deki çeşitliliği görebiliriz. Bu çeşitlilik nicel olarak örneğin boy, ağırlık, deri rengi, burun uzunluğu, vs. cinsinden ölçülebilir.

    Ama eğer çevre değişimlerinin etkisiyle evrimsel dönüşüm bir noktaya varırsa bu nicel değişimler nitel değişime yol açabilir. Başka bir deyişle, artık hayvan ve bitkideki söz konusu değişimi sadece nicel ayrıntılar açısından tanımlayamazsınız. Artık birbirinden nitel olarak farklı türler söz konusudur.

    Örneğin, bir tür olarak bizler şempanze ve gorillerden nitel olarak farklıyız; onlar da diğer memeli türlerinden nitel olarak farklılar. Ve bu nitel farklılıklar, bu evrim sıçramaları, geçmişteki nicel değişimlerin ürünüdür.

    Marksizmin düşüncesine göre, ani değişim dönemlerinin arasına serpiştirilmiş tedrici değişim dönemleri her zaman olacaktır. Gebelik döneminde tedrici bir gelişim dönemi görülür, sonunda ise son derece hızlı bir gelişim dönemi. Aynı durum toplumun gelişiminde de geçerlidir. Marksistler sık sık bu gebelik benzetmesini savaşların devrimlere dönüşümünü tarif etmek için kullanmışlardır. Bunlar toplumsal gelişme içinde nitel sıçramaları temsil ederler; ama onlar da toplumdaki nicel çelişkilerin birikimiyle ortaya çıkmışlardır.

    Yadsımanın Yadsınması
    Diyalektiğin ikinci yasası da “yadsımanın yadsınması yasası”dır; ve yine kulağa gerçekte olduğundan daha karmaşık gelmektedir. Burada “yadsıma” sadece bir şeyin yok olması, başka bir şeye dönüşerek ölmesi anlamına gelir.

    Örneğin insanlık tarihinin ilk dönemlerinde sınıflı toplumun gelişmesi, daha önceki sınıfsız toplumun yadsınmasını temsil ediyordu. Ve gelecekte komünizmin gelişimiyle birlikte, bugünkü sınıflı toplumun yadsınması demek olan başka bir sınıfsız toplum göreceğiz.

    Yani yadsımanın yadsınması yasası yalnızca bir sistemin doğarken başka bir sistemi yok olmaya ittiğini söyler. Ama bu yeni sistemin kalıcı veya değişmez olduğu anlamına gelmez. O da toplumda daha sonra görülecek gelişme ve değişim süreçleri sonucunda yadsınır. Nasıl sınıflı toplum sınıfsız toplumun yadsınmasıysa, komünist toplum da sınıflı toplumun yadsınması olacaktır: yadsımanın yadsınması.

    Diyalektiğin bir başka kavramı da “zıtların iç içe geçmesi” yasasıdır. Bu yasa, değişim süreçlerinin çelişkiler sayesinde, tüm doğal ve toplumsal süreçlerin içinde gömülü olan farklı unsurlar arasındaki çatışmalar sayesinde ortaya çıktığını söyler.

    Zıtların iç içe geçmesine doğa biliminden en iyi örnek belki de “kuantum teorisi”dir. Bu teori enerjinin ikili bir karakter göstermesi üzerine kuruludur; bazı deneylere göre enerji dalgalar halinde vardır, tıpkı elektromanyetik enerjide olduğu gibi. Ama diğer bazı durumlarda, enerji kendini parçacıklar halinde açığa çıkarır. Başka bir deyişle, bilimciler arasında genellikle kabul gördüğü gibi, madde ve enerji aynı anda iki farklı biçimde –bir taraftan gözle görülemeyen bir dalga, diğer taraftan içinde belirli bir enerji “kuantumu” (miktar) taşıyan bir parçacık– varolabilir.

    Dolayısıyla modern fizikteki kuantum teorisinin temeli çelişkidir. Ama bilim alanında bilinen daha birçok çelişki mevcuttur. Örneğin elektromanyetik enerji pozitif ve negatif kuvvetlerin birbiri üzerindeki etkisi aracılığıyla harekete geçer. Manyetizma bir kuzey kutbunun bir de güney kutbunun varoluşuna bağlıdır. Bu ikisi tek başlarına varolamazlar. Tam da çelişkili kuvvetlerin bir ve aynı sistem içerisinde bir bütün halinde bulunmaları nedeniyle vardırlar ve işlerler.

    Benzer biçimde bugün her toplum bir sistem içinde bütünleşmiş çelişkili unsurlar taşımaktadır ve bu da herhangi bir toplumun, herhangi bir ülkenin istikrarlı ve değişmeden kalmasını imkânsız kılmaktadır. Formel mantığın tersine diyalektik yöntem bu çelişkileri ortaya döküp yaşanan değişimin temeline inmek üzere bizi eğitir.

    Marksistler her toplumsal sürecin içinde çelişkili unsurlar olduğunu söylemekten çekinmezler. Tam tersine, asıl bu süreç içindeki çıkar çatışmalarının tanınıp anlaşılması sayesinde, değişimin muhtemel doğrultusunu ve bu durumda işçi sınıfının bakış açısına göre çaba harcamak için gerekli ve mümkün hedef ve amaçları saptayabiliriz.

    Beri yandan Marksizm formel mantığı toptan terk etmez. Ama toplumsal gelişmeleri anlamak bakımından formel mantığın ancak tâli bir rol oynaması gerektiği görülmelidir.

    Hepimiz gündelik ihtiyaçlarımız için formel mantığı kullanırız. Bu mantık, gündelik işlerimizi yürütmek ve iletişim kurmak için gerekli kestirimleri yapmamızı sağlar. Formel mantıktan yararlanmadan, bir eşittir bir yaklaşımını kullanmadan normal bir yaşam süremezdik.

    Ama öte yandan formel mantığın sınırlarını da görmemiz gerekir, ki bunlar süreçleri daha derinlemesine ve ayrıntılı incelediğimizde ve toplumsal ve politik süreçleri daha yakından gözlediğimizde bilimde aşikâr hale gelen sınırlardır.

    Diyalektik, bilimciler arasında nadiren kabul görür. Bazı bilimciler diyalektikçidir, ama çoğunluğu bugün bile materyalist bir yaklaşımı her türlü formel ve idealist fikirle harmanlamaktadır.

    Doğa bilimlerinde durum bu olduğuna göre, sosyal bilimler söz konusu olduğunda haydi haydi böyledir. Bunun sebepleri son derece açıktır. Toplumu ve toplumsal süreçleri bilimsel bakış açısından incelemeye çalışırsanız, kapitalist sistemin çelişkileriyle ve toplumun sosyalist dönüşümü ihtiyacıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.

    Öğrenme ve araştırma merkezleri olduğu varsayılan üniversiteler, kapitalizmde egemen sınıf ve devletten bağımsız olmaktan uzaktırlar. Bu nedenledir ki, doğa bilimlerinin diyalektik materyalizme meyleden bir bilimsel yöntemi hâlâ söz konusu olabilmektedir; ama iş sosyal bilimlere gelince, kolej ve üniversitelerde formalizmin ve idealizmin en berbatını bulursunuz.

    Bu durum yüksek maaşlı profesör ve akademisyenlerin yerleşik çıkarlarından bağımsız değildir. Toplumdaki ayrıcalıklı konumlarının, öğretmekle yükümlü oldukları şeyler üzerinde etki ve yansımaları olması kaçınılmaz ve açıktır. Kendi görüşleri ve önyargıları, öğrencilerine ve benzer şekilde tüm okullara taşıdıkları “bilgi”ye nüfuz eder.

    Bilhassa burjuva tarihçiler, tüm sosyal bilimciler arasında en sığ görüşlü olanlardır. Tarihin dün sona erdiğini hayal eden burjuva tarihçilerin örneklerini kaç kez gördük! İçinde bulunduğumuz İngiltere’de, 17. 18. ve 19. yüzyıllar söz konusu olunca, İngiliz emperyalizminin dehşetini; köle ticaretine bulaştığını; sömürge halklarının kanla bastırılmasından sorumlu olduğunu; aynı zamanda kadın ve çocuklar da dahil İngiliz işçilerinin kömür madenlerinde, pamuk fabrikalarında, vs. en kötü sömürüye maruz kalmasından sorumlu olduğunu kabul ediyormuş görünürler.

    Tüm bu kötülükleri kabul ederler; ama ancak düne kadar. İş bugüne gelince, İngiliz emperyalizmi birden demokratik ve ilerici kesilir.

    Bu tümüyle tek yanlı, tümüyle çarpık bir tarih görüşüdür ve Marksist yöntemin tam tersidir. Marx ve Engels’in tutumu, toplumsal süreçlere aynı doğaya baktıkları gibi diyalektik açıdan –gerçekten vuku bulan süreçler açısından– bakmaktı.

    İşçi hareketi içindeki günlük tartışma ve münakaşalarda sık sık formalist insanlarla karşı karşıya geliriz. Soldaki birçok insan dahi olaylara, hareket doğrultusunu anlamadan, tamamen katı ve formel biçimde bakmaktadır.

    İşçi hareketinin sağ kanadı ve sol kanadın bir kısmı Marksist teorinin bir dogma olduğuna, “teori”nin eylemcinin sırtındaki 300 kiloluk yüke benzediğine ve bu yükten ne kadar çabuk kurtulunursa o kadar aktif ve etkili olunabileceğine inanmaktadır.

    Ama bu, Marksist teorinin tüm doğasının kökten yanlış anlaşılmasıdır. Aslına bakacak olursak Marksizm dogmanın tam zıddı olup, tam da etrafımızda gerçekleşen değişim süreçleriyle başa çıkmanın yöntemidir.

    Hiçbir şey sabit değildir ve hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Formalistler, toplumu donuk bir fotoğraf gibi görürler ve şeylerin neden ve nasıl değiştiğini anlamadıkları için karşılaştıkları durumlardan korkabilirler. Bu türden bir yaklaşımın, değişimin kaçınılmazlığını anlamadan şeyleri oldukları gibi kabul eden dogmatik bir kavrayışa yol açması kolaydır.

    Bu yüzden Marksist teori, işçi hareketi içindeki her türlü eylem için çok temel bir araçtır. Olayların gelişim yönüne kendimizi odaklamak için sınıf mücadelesi içindeki çelişkili güçlere karşı sürekli dikkatli olmalıyız.

    Elbette kendimizi kapitalist toplumda egemen olan düşünce çerçevesinden kurtarıp Marksist yöntemi benimsemek her zaman kolay olmuyor. Marx’ın dediği gibi bilime giden kestirme bir yol yoktur. Yeni politik fikirlerle boğuşurken bazen zor yolu denemek zorundasınızdır.

    Ama Marksist teorinin tartışılması ve incelenmesi, kesinlikle her eylemcinin gelişiminin esaslı bir parçasıdır. Öncü işçileri mücadelenin tüm karmaşası içinde bir pusula ve harita ile donatan yalnızca bu teori olacaktır. Eylemci olmak her zaman iyi bir şeydir. Ama içine girdiğimiz süreçleri bilinçle kavramaksızın, pusula ve haritası olmayan bir kaşiften daha etkili olamazsınız.

    Ve eğer bilimin yardımı olmadan keşif yapmaya kalkarsanız, ne kadar enerji dolu olursanız olun, yıllar boyu pek çok eylemcinin maalesef yaptığı gibi, er ya da geç bir uçuruma veya bataklığa düşüp yok olursunuz.

    Bir pusula ve haritanız varsa yönünüzü tayin edebilirsiniz. Belli bir anda nerede olduğunuzu, nereye gittiğinizi ve nerede olacağınızı saptayabilirsiniz. İşte Marksist teoriye vâkıf olmamızı gerektiren temel neden de budur. İşçi hareketi içindeki eylemlerimiz söz konusu olduğunda, Marksist teori bize kesinlikle paha biçilmez bir eylem kılavuzu sunar.

    [Bu yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının kısa bir özetidir ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır.]

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • Hazel Parlak
    Hazel Parlak

    İkna etme ve karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir. (derslerden öğrendiğim kadarıyla)

  • Mâi Eflatun
    Mâi Eflatun

    sözü iyi kullanıp gerçekleri çarpıtma...

    tehlikeli sular...

  • Özge
    Özge

    GERÇEK DİYALEKTİK

    Allah bir, eli ikidir. Allah, Mukaddes Kitabı Kur'an-ı Kerim'de; 'iki elinden' söz etmektedir. Bunun anlamı: Tanrı'nın vücudu, kendisi bir,- Sıfatları - nicelikleri iki kategoride top­lanmıştır. Bunlara 'Celâl' ve 'Cemâl' denir. Yani Tanrı'nın Celâli (şiddeti) ve Cemâli (merhameti, şefkati) vardır.

    'Biliniz! Allah, şedidü'l ikâb'dır ve Allah, Gafurürrahim'dir'. (Maide-98)

    'Halaktübiyedeyye - iki elimle yarattım'. (Sâd -75) .

    Yani Tanrı'nın Zâti zamiri (özne) Bir, Tek, Eşsiz, Son­suz; Sıfatları: ikidir. İşte doğadaki 'dualizim, ikilik', yani 'çelişkiler', hep bu 'İki Sıfatından' kaynaklanmaktadır. Zi­ra doğa, Tanrı'nın 'kozmik görüntüsüdür. 'Ayna' sıdır. Ayna­da bu iki Sıfatını göstermekte ve temaşa (görüp gözetmek) et­mektedir.

    Pozitif-Negatif, Erkek-Dişi, Sert-Yumuşak, Öfke-Şefkat, Kuvvetli-Zayıf, Güzel-Çirkin, Bilgin-Cahil, İyi-Kötü. Gece-Gündüz, Gök-Yer... Tüm çelişkiler; dualizmin-ikiliğin temel nedeni ya da kaynağı, Tanrı'nın Celâl ve Cemâl niteliğinin çeşitli yansımalarıdır.

    Celâlinden; kahri, şiddet, keskin koyu kırmızı ışınlar; Cemâlinden; şefkat, merhamet, tüm güzellikler, tatlı yeşil, sarı, pembe ışınlar yansır. Ve bu ışınlar, doğada ve insanda 'çelişkiler' yaratır. Ve dengeyi sağlar. Bazen Celâli, bazen da Cemâli, objektif ve sübjektif âlemde hâkim olarak doğa ve bi­rey yaşamına devam eder.

    'O, her an bir şandadır (bir belirmede, bir iş yapmakta­dır) '. (Rahman-29) .

    Bu durumda Allah, Hay-diri ve Fail'dir-işleyendir. Tüm işleri; bazen Celâlinden ve bazen da Cemâlindendir. O neden­le doğada ve insanda 'hal-durum' bir değildir. Hal-durum iki­dir. Zaten hal bir olsa; doğada hayat-yaşam çekilmez olur. Do­ğa ve insan hal-durum değişiklikleri ile her an yeni bir durum alır yeni bir değişiklik olur. Doğa ve insan tazelenir. Yaşam, heyecanlı canlı ve tatlı olur.

    Doğada statik durum yoktur. Dinamizm hâkimdir.

    İşte diyalektik budur. Diyalektiğin Özü, gerçeği de budur.

    Tanrı-Vücud, Var olan 'Bir' ve 'Tek' ve de 'Eşsiz (Zira Tanrı, gerçek var. Gerçek varın, yani vücud'un yapısı Nur, Işık ve Kuvvettir) ', Var (Vücud) Bir, Eli (nitelikleri) ikidir: Celâl-Şiddet ve Cemâl-Şefkat ve güzellik. Celâl ve Cemâl'in teza­hürleri-belirtileri doğada yaygındır.

    Bu çelişkiler yukarıda da söz ettiğimiz gibi 'İlk İnsan', 'Âdem'in cesedinde ise toplu haldedir. Âdem'in cesedinde (dış yapısında) doğada olan 'her şey”in özü-cevheri (element­leri) bulunur. Onun için çok girift ve karmaşık bir durum al­mıştır.

    Doğadaki vahşet, tüm vahşi bitki’de hayvanlar; İnsan'ın bedeninde gizlenmiştir. İnsanda iç güdüler özelliği olarak gö­rülen 'şiddet ve saldırganlık' içgüdüsü, 'tahakküm etmek' içgü­düsü, 'seks' içgüdüsü v.b. kötü ve tehlikeli içgüdüler...Kazım YARDIMCI
    MUHAMMED İSA ADEM ADLI KİTABINDAN....
    http://www.varliktanveriler.com/new/kitap/miay/index.htm