Sahîh rivâyet ile Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr dînin direğidir. Ömer fitnenin kilididir. Ömer hayâtda oldukça fitne olmaz. Osmân münâfıkların mihnetidir. Ya’ni ibtilâsıdır. [Belâya düşürdükleri kimsedir.] Onun kâtilleri tarafında olanlar münâfık olup, Cehennemin aşağılarında olsalar gerekdir. Alî bendendir ve ben Alîdenim. Onun olduğu yerde ben olurum. Benim olduğum yerde Alî olur.)
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, doğru rivâyet ile bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben ilmin şehriyim. Ebû Bekr zemînidir. Ömer dıvârlarıdır. Osmân semâsıdır. Alî kapısıdır. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî hakkında hayr söyleyiniz!) Eğer hayr söylerseniz, önünüze hayr gelir. Onların dostlukları bereketinden hepiniz hayr bulursunuz. Eğer bedbahtlık ve şer söylerseniz, onların yüksekliklerine zerre mikdârı eksiklik gelmez. Lâkin, o ni’mete kavuşamamış bîçâre kendi bedbaht olup, o şer [kötülük] sebebi ile, o din serverlerinin şefâ’atinden mahrûm olur. Aslâ kurtuluş bulmaz.
Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer onları beyân edersek, söz uzar.
İmâm-ı Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.
Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)
Tanımak ve uygun şekilde davranmak… Başta eşler olmak üzere çocuklar, aile büyükleri, hısım ve akrabalar gibi ailenin tüm üyeleri maddî ve manevî varlıklarıyla kendi içinde bir bütünü oluştururlar. Dolayısıyla aile üyeleri birbirini tanımalı, karşısındakinin ihtiyaç ve beklentilerini anlamak için emek vermeli, ilişkilerini kendine nasıl davranılmasını istiyorsa o duyarlılıkla kurmalıdır. Bu özelliklere sahip üyeleri olan bir ailede şu türden davranışlar karşılıklı olarak görülür: Birbirlerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Huzurlu ve hoşnut olacakları bir yaşama ortamını oluştururlar. Uyarmak gereken durumlar olduğunda uyarılarını incitmeden yaparlar. Birbirlerinin saygınlıklarını zedeleyici davranışlardan sakınırlar. Haram olmayan konularda imkânlar elverdiğince birbirlerinin isteklerini yerine getirirler.
İlkelere uymak… Toplumun en küçük birimi ve temeli ailedir. Aile, bir kadın ve bir erkeğin birlikte yaşama arzularının kesişmesi ile oluşur. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bu en küçük toplumsal kurumun çerçevesi bütün toplumlarda hukuk zemininde belirlenmiştir. Ancak çoğu kez aile dendiğinde büyükanne, büyükbaba, hala, amca, teyze, dayı gibi kişileri de kuşatan geniş bir insan topluluğunu anlarız. Dolayısıyla aile kurumu sadece akla hitap eden yazılı, kesin ve net hukukî kurallara dayalı bir kurum değildir. Aile denildiğinde, bu kurumu oluşturan geniş bir insan grubunun, farklı maddî ve mânevî ihtiyaçları ve beklentileri de gündeme gelir. Bu da hukukun yanı sıra ahlâk ile toplumun yaygın iyi ve güzel âdet ve geleneklerini dikkate almayı, bunlara uygun davranışlar sergilemeyi gerekli kılar. Hem fert, hem aile, hem de toplum, sulh ve salah içinde, felâh ve saadet dolu bir hayatı ancak bu şekilde kurup sürdürebilir.
Birliği korumak ve yardımlaşmak… Saygı, sevgi, karşılıklı güven ve birbirini koruma ve gözetme duyarlılığının var olduğu evlilik birliği içinde eşlerin ve çocukların mutluluğu gerçekleşir. Evlilik birliğinin korunması esas olarak eşlerin görevidir. Bu görevi ifa ederken eşler, birbirlerini maddî ve mânevî olarak destekler ve yardımlaşırlar. Ama aynı zamanda ailenin bütün üyeleri birbirine destek olur, yardım eder. Örneğin “Seni seviyorum”, “Sana nasıl yardım edebilirim?”, “Allah eksikliğini vermesin”, “Allah kazadan belâdan korusun”, “İyi ki varsın” gibi cümlelerin duyulduğu ailelerde kişi ihtiyaç duyduğu desteği, sevgiyi, güveni bulur. Çünkü “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” Herkes beraber olmak, sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ve önemli olduğunu hissetmek ister. Aile, bireye bu duyguları sağlayan bir çatı olmalıdır ki kişi kendini hayat yolculuğunda daha güçlü hissetsin.
Haklara ve yükümlülüklere riayet etmek... Kadın ve erkek bir bütünün iki parçası, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Biyolojik, psikolojik, toplumsal, kültürel ve dinî işlevleri olan aile kurumu kadın ve erkeğin hayatı paylaşma iradeleriyle kurulur. Nikah akdi ile birlikte her iki taraf da birbirlerine karşı belirli haklara sahip olmuş ve belirli yükümlülükler üstlenmiş olur. Eşler, kurdukları aile yuvasının mutluluğunu el birliği ile sağlamak için karşılıklı hak ve yükümlülüklerini bir ömür boyu saygı ve sevgiyle yerine getirmelidirler. Böylece hem kendi küçük dünyalarına hem de içinde yer aldıkları topluma huzur ve mutluluk kaynağı olurlar.
Korumak ve geliştirmek… İnsanın sahip olduğu tüm maddî ve mânevî nimetler, aynı zamanda üstündeki birer emanettir. Kendi bedeni de; eşi, evlâdı, hısım akrabası, kardeş ve dostları da; onlarla paylaştığı sevgi, saygı, sıcaklık da… Emanet ise gereğince korunmayı ve sahibine onun belirlediği şekilde iade edilmeyi gerektirir. Dolayısıyla inanan insan, kendisine emanet verilmiş tüm nimetlerin kadir ve kıymetini bilip onlara karşı görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirir.
Şükretmek ve ibadet etmek… Allah insanı yarattı ve diğer yarattıklarından üstün kıldı. Yeryüzüne bolluk içinde yerleştirdi. Güzel, temiz ve pak şeylerle rızıklandırdı. Karada ve denizde taşıdı. Semayı üstüne gölgelik kıldı. Yeryüzünün dağlarında ve düzlerinde onun için barınaklar var etti. Sıcaktan, soğuktan ve her türlü dış tesirden koruyacak elbiseler verdi ona. Saymaya devam etsek saymakla bitiremeyeceğimiz çeşit çeşit nimetler bahşetti. İnsan bu nimetlerden en uygun şekilde yararlanır, vereni anar, O’na kalbi sevgi ve saygıyla dopdolu bir şekilde şükreder. Dünya nimetlerinin geçici olduğunu bilerek Allah’ın huzuruna çıkacağı güne ibadetleriyle hazırlık yapar.
Düşünmek ve yaşamak… Allah, âlemdeki her şeyi ve insanı, daha önce hiçbiri var değilken ve herhangi bir örnekleri de yokken bir hikmetle yarattı. Mümin, kendisine ve çevresine bakıp bu hikmet üzerine düşünür ve yaratılış hikmetine uygun bir hayat sürer. Çünkü yaşadığı hayat ve ölümden sonraki hayatın sebebinin de sonuçlarının da o hikmetle ilişkili olduğunu bilir.
Tanımak… Allah’ın peygamberlerinin hepsi bizden birileridir, bizim gibi insanlardır. Ancak onları Allah seçmiş, vahiylerini onlara emanet etmiş, onlar da Allah’ın kendilerine emanet ettiği mesajlarını bizlere hakkıyla iletmişlerdir. İlettikleri bu mesajları açıklamış, öğretmiş ve kendi yaşantılarıyla da nasıl yaşanması gerektiği noktasında örnek olmuşlardır. Onlar öyle mübarek ve iyi insanlardır ki bizim bir sıkıntıya uğramamız onlara çok ağır gelir. Müminlere çok düşkündürler, çok şefkatli ve merhametlidirler. Allah, kullarına hitabı olan kitabında o güzel peygamberlerinden örnekler verir. Onlara dikkat kesilmemizi ister. Bu da ancak onların tanınması, hayatlarının öğrenilip yollarına adım adım uyulmasıyla mümkündür.
Yolunda olmak… Peygamberlerimiz bizlere Allah’ın mesajlarını ileten, açıklayıp öğreten, güzel ahlâklarıyla örnek olup yolumuzu aydınlatan rehberlerdir. Onlar bize mutluluğun, felâhın, huzurun ve her türlü güzelliğin kaynağını bildirip müjdeler saçmışlardır. Aynı zamanda mutsuzlukların, elemlerin, kederlerin ve kötülüğün sebeplerini bildirip bizi uyarmışlardır. Biz de o güzel insanlara uyar, onların yaptıklarını yapar ve kaçındıklarından kaçınırız. Çünkü biliriz ki kim peygambere itaat ederse kesinlikle Allah’a itaat etmiş olur.
Hürmet ve muhabbet… Allah, hayat verip türlü nimetlerle donatarak dünyaya gönderdiği kullarını yalnız bırakmamış, vahyiyle her zaman insanın yanında olup ona yol göstermiştir. İnsanların arasından bazı kullarını seçip onlara vahyini iletmiş, onlar aracılığıyla insanlara hitap etmiştir. Peygamberler de diğer bütün insanlar gibi etten kemikten yaratılmış kullardır. Diğer insanların sıkıntılarına benzer sıkıntılar, sevinçlerine benzer sevinçler yaşamışlar, bu arada Allah’ın verdiği nebîlik ve resûllük görevlerini hakkıyla yerine getirerek O’na geri dönmüşlerdir. İlki Hz. Âdem sonu Hz. Muhammed(s.a.s.) olan bu mübarek halkanın her biri bizim peygamberimizdir. Hiçbirini ayrı tutmadan hepsini sevgi ve saygıyla anar, dualarımızda zikrederiz. Adları geçince hürmet ve muhabbetle dolarız.
İnsanın görev ve sorumluluklarının başında, Allah’a inanmak ve ona kulluk etmek gelir. İnsanın yükümlü olduğu bütün diğer görev ve sorumluluklar Allah’a imanın bir sonucu, Allah’a kulluğun bir tezahürüdür. İnsan, varlığını borçlu olduğu Rabbini sever, O’na saygı duyar, şükreder, O’nun emirlerine uyar, yasaklarından sakınır. Bütün bunlar kul olmanın gereğidir.
Allah, yeryüzünde insanların ihtiyaçlarını karşılayacak imkânları var etmiştir. Hayvanların derilerinden, yünlerinden, yapağılarından faydalanırız. Dağlarda düzlerde barınaklarımız, sıcaktan soğuktan koruyan giyeceklerimiz vardır. Güzel ve temiz yiyecekler, çeşit çeşit ağaçlar ve yemişleri önümüzdedir. Rabbimiz açıkça yahut gizlice üzerimize nimetlerini ihsan etmeye devam etmektedir. Bunları aramızda paylaştırmakta, kimine çok, kimine az; kimine bir şeyi, kimine ötekini vermektedir. Böylece aramızda iş bölümü ve paylaşım gerçekleşmektedir.
Özel hayat, üçüncü kişilerin merak alanı dışında kalması gereken, kişiye özgü ve ona özel yaşama alanıdır. İnsanların bireysel özgürlüğünü ve mahremiyetini koruması için önemli ve gereklidir. Özel alanlarını kısmen veya tamamen başkalarının bilgisine açıp açmamak veya başkalarını bu alana dâhil edip etmemek kişilerin kendi takdirinde olan bir konudur.
Özel hayat kavramı, kişinin başkalarının görmesini, duymasını veya bilgi edinmesini istemediği özellikleri, durumları, mekânları, belgeleri vb. ifade eder. Örneğin kişinin aile hayatı, evi, özel evrakları, yazışma ve haberleşmeleri, sırları ve bunlarla ilgili bilgilerin hepsi özel hayat kavramına dâhildir.
Allah, insanları iman konusunda özgür bırakmıştır. O dileseydi kimse ortak koşmaz, herkes iman ederdi. Allah, insanların birtakım zorlamalarla değil, kendi iradeleri ile inanmalarını ister. İnsanın hesaba çekilebileceği inanç, ancak özgür iradesi ile tercih ettiği inançtır. Kişi istediği inancı seçme ve inancının gereklerine göre dua ve ibadet etme hususunda özgürdür.
Bütün insanlık bir zamanlar bir tek topluluktu. Sonra insanlar anlaşmazlıklar yaşamaya başladılar. Birbirlerinden koptular ve farklı toplumlar oluşturdular. Bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberlerini peşi peşine gönderdi. Onlar Allah’ın vahiylerini tebliğ eden, Allah’tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Peygamberler hakikatleri ortaya seren ilâhî vahiyleri insanlara ilettiğinde, artık dileyen iman etmiş, dileyen inkâr etmiştir. Allah’ın hidayetine mazhar olanlar, ilâhî vahyi dikkatle dinleyip sözlerin en güzeline uyarak iman ederler. Bu ilâhî sözler, bireylerin gerek birbirleriyle, gerek çevreleriyle ilişkilerini birtakım kural ve ilkelerle düzenler.
İslâm insanı maddî ve mânevî bakımdan geliştirecek ve fikirlerini başkalarına aktarmasını sağlayacak olan eğitimi bir hak olarak kabul eder. Eğitim hakkı, hem öğretme hem de öğrenme hakkını kapsar. Her iki hak da aynı zamanda birer ödevdir. Nitekim Sevgili Peygamberimizin(s.a.s.) Medine’de mescidinin ve evinin yanı başında oluşturduğu Suffe, tarih boyunca müslümanların hayat verdikleri birçok eğitim kurumunun öğretme ve öğrenme hakkını teslim etmede ilhamı ve öncüsü olmuştur.
Eğitim, diğer bütün insan hak ve özgürlüklerinin tanınması, korunması ve geliştirilmesine katkıda bulunur. Yoksulluğun ve gelir farkının azaltılması, toplumsal adaletin sağlanması, ekonomik kalkınmanın temini, işsizliğin azaltılması, sağlığın geliştirilmesi vb. ancak eğitime erişim hakkının bütün bireylere eşit olarak sağlanması ve eğitim düzeyinin yükseltilmesi ile mümkündür.
Allah, insanları hayatla ölüm arasında sürecek yolculuklarına iyi kötü hiçbir şey bilmeyen mâsum yavrular olarak başlatır. O’nun bahşettiği akıl, kulak, göz, kalp gibi nimetler sayesinde insan, yolculuğu boyunca heybesine bir şeyler katar. Alelâde bir beşer olmaktan kâmil bir insan olmaya doğru giden bu yolculuğun en önemli belirleyicisi eğitimdir. Çünkü ilim, insanı dünya ve âhiret işlerinde hakka ve hakikate yöneltecek bir vasıtadır. Rabbimiz kulları içinden âlim olanların kendisine derin saygı duyduklarını bildirir
İnsanı topraktan yaratan, çoğalıp yeryüzünde yayılmasını sağlayan, birbirlerinde huzur bulmaları için eşler yaratan ve aralarında sevgi ve merhamet bağları var eden Allah’tır. Göklerin ve yerin yaratılması, insanların dillerinin ve renklerinin farklı olması, gecelerin uykuya ayrılması, gökten inen yağmurla yeryüzünün yeniden diriltilmesi, göğün ve yerin kendi düzenlerinde durması… Hepsi Allah’ın insanların önüne serdiği delilleri, akıllara sunduğu işaretleridir: Göklerde ve yerde kim ve ne varsa yalnızca O’na aittir, hepsi O’na boyun eğmektedir.
Allah meleklerinden insana saygı göstermelerini istemiş, bu şekilde insanların da birbirlerine saygı göstermelerinin zorunlu olduğuna işaret etmiştir. Buradaki saygı gösterme hem ahlâkî hem de hukukî bir terimdir. Dolayısıyla bununla kastedilen, hakka riayet etmektir.
İnsan haklarının ve özgürlüklerinin kabulü, bütün insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. Bu hak ve özgürlükler, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme imkânları sağlar.
Sahîh rivâyet ile Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr dînin direğidir. Ömer fitnenin kilididir. Ömer hayâtda oldukça fitne olmaz. Osmân münâfıkların mihnetidir. Ya’ni ibtilâsıdır. [Belâya düşürdükleri kimsedir.] Onun kâtilleri tarafında olanlar münâfık olup, Cehennemin aşağılarında olsalar gerekdir. Alî bendendir ve ben Alîdenim. Onun olduğu yerde ben olurum. Benim olduğum yerde Alî olur.)
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, doğru rivâyet ile bildirmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ben ilmin şehriyim. Ebû Bekr zemînidir. Ömer dıvârlarıdır. Osmân semâsıdır. Alî kapısıdır. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî hakkında hayr söyleyiniz!) Eğer hayr söylerseniz, önünüze hayr gelir. Onların dostlukları bereketinden hepiniz hayr bulursunuz. Eğer bedbahtlık ve şer söylerseniz, onların yüksekliklerine zerre mikdârı eksiklik gelmez. Lâkin, o ni’mete kavuşamamış bîçâre kendi bedbaht olup, o şer [kötülük] sebebi ile, o din serverlerinin şefâ’atinden mahrûm olur. Aslâ kurtuluş bulmaz.
Refi’üddîn “rahmetullahi aleyh”, Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak ben ümmetimden, onları Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da’vet etdiğim gibi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevgisini de isterim.) Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer onları beyân edersek, söz uzar.
İmâm-ı Refî’uddîn Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd ile, Abdüllah bin Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet eyler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Muhakkak Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu, haccı ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden birine buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme gitmek üzere haşr olunur.)
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.
Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)
Tanımak ve uygun şekilde davranmak… Başta eşler olmak üzere çocuklar, aile büyükleri, hısım ve akrabalar gibi ailenin tüm üyeleri maddî ve manevî varlıklarıyla kendi içinde bir bütünü oluştururlar. Dolayısıyla aile üyeleri birbirini tanımalı, karşısındakinin ihtiyaç ve beklentilerini anlamak için emek vermeli, ilişkilerini kendine nasıl davranılmasını istiyorsa o duyarlılıkla kurmalıdır. Bu özelliklere sahip üyeleri olan bir ailede şu türden davranışlar karşılıklı olarak görülür: Birbirlerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Huzurlu ve hoşnut olacakları bir yaşama ortamını oluştururlar. Uyarmak gereken durumlar olduğunda uyarılarını incitmeden yaparlar. Birbirlerinin saygınlıklarını zedeleyici davranışlardan sakınırlar. Haram olmayan konularda imkânlar elverdiğince birbirlerinin isteklerini yerine getirirler.
İlkelere uymak… Toplumun en küçük birimi ve temeli ailedir. Aile, bir kadın ve bir erkeğin birlikte yaşama arzularının kesişmesi ile oluşur. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bu en küçük toplumsal kurumun çerçevesi bütün toplumlarda hukuk zemininde belirlenmiştir. Ancak çoğu kez aile dendiğinde büyükanne, büyükbaba, hala, amca, teyze, dayı gibi kişileri de kuşatan geniş bir insan topluluğunu anlarız. Dolayısıyla aile kurumu sadece akla hitap eden yazılı, kesin ve net hukukî kurallara dayalı bir kurum değildir. Aile denildiğinde, bu kurumu oluşturan geniş bir insan grubunun, farklı maddî ve mânevî ihtiyaçları ve beklentileri de gündeme gelir. Bu da hukukun yanı sıra ahlâk ile toplumun yaygın iyi ve güzel âdet ve geleneklerini dikkate almayı, bunlara uygun davranışlar sergilemeyi gerekli kılar. Hem fert, hem aile, hem de toplum, sulh ve salah içinde, felâh ve saadet dolu bir hayatı ancak bu şekilde kurup sürdürebilir.
Birliği korumak ve yardımlaşmak… Saygı, sevgi, karşılıklı güven ve birbirini koruma ve gözetme duyarlılığının var olduğu evlilik birliği içinde eşlerin ve çocukların mutluluğu gerçekleşir. Evlilik birliğinin korunması esas olarak eşlerin görevidir. Bu görevi ifa ederken eşler, birbirlerini maddî ve mânevî olarak destekler ve yardımlaşırlar. Ama aynı zamanda ailenin bütün üyeleri birbirine destek olur, yardım eder. Örneğin “Seni seviyorum”, “Sana nasıl yardım edebilirim?”, “Allah eksikliğini vermesin”, “Allah kazadan belâdan korusun”, “İyi ki varsın” gibi cümlelerin duyulduğu ailelerde kişi ihtiyaç duyduğu desteği, sevgiyi, güveni bulur. Çünkü “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” Herkes beraber olmak, sevilmek, takdir edilmek, beğenilmek ve önemli olduğunu hissetmek ister. Aile, bireye bu duyguları sağlayan bir çatı olmalıdır ki kişi kendini hayat yolculuğunda daha güçlü hissetsin.
Haklara ve yükümlülüklere riayet etmek... Kadın ve erkek bir bütünün iki parçası, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Biyolojik, psikolojik, toplumsal, kültürel ve dinî işlevleri olan aile kurumu kadın ve erkeğin hayatı paylaşma iradeleriyle kurulur. Nikah akdi ile birlikte her iki taraf da birbirlerine karşı belirli haklara sahip olmuş ve belirli yükümlülükler üstlenmiş olur. Eşler, kurdukları aile yuvasının mutluluğunu el birliği ile sağlamak için karşılıklı hak ve yükümlülüklerini bir ömür boyu saygı ve sevgiyle yerine getirmelidirler. Böylece hem kendi küçük dünyalarına hem de içinde yer aldıkları topluma huzur ve mutluluk kaynağı olurlar.
Korumak ve geliştirmek… İnsanın sahip olduğu tüm maddî ve mânevî nimetler, aynı zamanda üstündeki birer emanettir. Kendi bedeni de; eşi, evlâdı, hısım akrabası, kardeş ve dostları da; onlarla paylaştığı sevgi, saygı, sıcaklık da… Emanet ise gereğince korunmayı ve sahibine onun belirlediği şekilde iade edilmeyi gerektirir. Dolayısıyla inanan insan, kendisine emanet verilmiş tüm nimetlerin kadir ve kıymetini bilip onlara karşı görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirir.
Şükretmek ve ibadet etmek… Allah insanı yarattı ve diğer yarattıklarından üstün kıldı. Yeryüzüne bolluk içinde yerleştirdi. Güzel, temiz ve pak şeylerle rızıklandırdı. Karada ve denizde taşıdı. Semayı üstüne gölgelik kıldı. Yeryüzünün dağlarında ve düzlerinde onun için barınaklar var etti. Sıcaktan, soğuktan ve her türlü dış tesirden koruyacak elbiseler verdi ona. Saymaya devam etsek saymakla bitiremeyeceğimiz çeşit çeşit nimetler bahşetti. İnsan bu nimetlerden en uygun şekilde yararlanır, vereni anar, O’na kalbi sevgi ve saygıyla dopdolu bir şekilde şükreder. Dünya nimetlerinin geçici olduğunu bilerek Allah’ın huzuruna çıkacağı güne ibadetleriyle hazırlık yapar.
Düşünmek ve yaşamak… Allah, âlemdeki her şeyi ve insanı, daha önce hiçbiri var değilken ve herhangi bir örnekleri de yokken bir hikmetle yarattı. Mümin, kendisine ve çevresine bakıp bu hikmet üzerine düşünür ve yaratılış hikmetine uygun bir hayat sürer. Çünkü yaşadığı hayat ve ölümden sonraki hayatın sebebinin de sonuçlarının da o hikmetle ilişkili olduğunu bilir.
Tanımak… Allah’ın peygamberlerinin hepsi bizden birileridir, bizim gibi insanlardır. Ancak onları Allah seçmiş, vahiylerini onlara emanet etmiş, onlar da Allah’ın kendilerine emanet ettiği mesajlarını bizlere hakkıyla iletmişlerdir. İlettikleri bu mesajları açıklamış, öğretmiş ve kendi yaşantılarıyla da nasıl yaşanması gerektiği noktasında örnek olmuşlardır. Onlar öyle mübarek ve iyi insanlardır ki bizim bir sıkıntıya uğramamız onlara çok ağır gelir. Müminlere çok düşkündürler, çok şefkatli ve merhametlidirler. Allah, kullarına hitabı olan kitabında o güzel peygamberlerinden örnekler verir. Onlara dikkat kesilmemizi ister. Bu da ancak onların tanınması, hayatlarının öğrenilip yollarına adım adım uyulmasıyla mümkündür.
Yolunda olmak… Peygamberlerimiz bizlere Allah’ın mesajlarını ileten, açıklayıp öğreten, güzel ahlâklarıyla örnek olup yolumuzu aydınlatan rehberlerdir. Onlar bize mutluluğun, felâhın, huzurun ve her türlü güzelliğin kaynağını bildirip müjdeler saçmışlardır. Aynı zamanda mutsuzlukların, elemlerin, kederlerin ve kötülüğün sebeplerini bildirip bizi uyarmışlardır. Biz de o güzel insanlara uyar, onların yaptıklarını yapar ve kaçındıklarından kaçınırız. Çünkü biliriz ki kim peygambere itaat ederse kesinlikle Allah’a itaat etmiş olur.
Hürmet ve muhabbet… Allah, hayat verip türlü nimetlerle donatarak dünyaya gönderdiği kullarını yalnız bırakmamış, vahyiyle her zaman insanın yanında olup ona yol göstermiştir. İnsanların arasından bazı kullarını seçip onlara vahyini iletmiş, onlar aracılığıyla insanlara hitap etmiştir. Peygamberler de diğer bütün insanlar gibi etten kemikten yaratılmış kullardır. Diğer insanların sıkıntılarına benzer sıkıntılar, sevinçlerine benzer sevinçler yaşamışlar, bu arada Allah’ın verdiği nebîlik ve resûllük görevlerini hakkıyla yerine getirerek O’na geri dönmüşlerdir. İlki Hz. Âdem sonu Hz. Muhammed(s.a.s.) olan bu mübarek halkanın her biri bizim peygamberimizdir. Hiçbirini ayrı tutmadan hepsini sevgi ve saygıyla anar, dualarımızda zikrederiz. Adları geçince hürmet ve muhabbetle dolarız.
İnsanın görev ve sorumluluklarının başında, Allah’a inanmak ve ona kulluk etmek gelir. İnsanın yükümlü olduğu bütün diğer görev ve sorumluluklar Allah’a imanın bir sonucu, Allah’a kulluğun bir tezahürüdür. İnsan, varlığını borçlu olduğu Rabbini sever, O’na saygı duyar, şükreder, O’nun emirlerine uyar, yasaklarından sakınır. Bütün bunlar kul olmanın gereğidir.
Allah, yeryüzünde insanların ihtiyaçlarını karşılayacak imkânları var etmiştir. Hayvanların derilerinden, yünlerinden, yapağılarından faydalanırız. Dağlarda düzlerde barınaklarımız, sıcaktan soğuktan koruyan giyeceklerimiz vardır. Güzel ve temiz yiyecekler, çeşit çeşit ağaçlar ve yemişleri önümüzdedir. Rabbimiz açıkça yahut gizlice üzerimize nimetlerini ihsan etmeye devam etmektedir. Bunları aramızda paylaştırmakta, kimine çok, kimine az; kimine bir şeyi, kimine ötekini vermektedir. Böylece aramızda iş bölümü ve paylaşım gerçekleşmektedir.
Özel hayat, üçüncü kişilerin merak alanı dışında kalması gereken, kişiye özgü ve ona özel yaşama alanıdır. İnsanların bireysel özgürlüğünü ve mahremiyetini koruması için önemli ve gereklidir. Özel alanlarını kısmen veya tamamen başkalarının bilgisine açıp açmamak veya başkalarını bu alana dâhil edip etmemek kişilerin kendi takdirinde olan bir konudur.
Özel hayat kavramı, kişinin başkalarının görmesini, duymasını veya bilgi edinmesini istemediği özellikleri, durumları, mekânları, belgeleri vb. ifade eder. Örneğin kişinin aile hayatı, evi, özel evrakları, yazışma ve haberleşmeleri, sırları ve bunlarla ilgili bilgilerin hepsi özel hayat kavramına dâhildir.
Allah, insanları iman konusunda özgür bırakmıştır. O dileseydi kimse ortak koşmaz, herkes iman ederdi. Allah, insanların birtakım zorlamalarla değil, kendi iradeleri ile inanmalarını ister. İnsanın hesaba çekilebileceği inanç, ancak özgür iradesi ile tercih ettiği inançtır. Kişi istediği inancı seçme ve inancının gereklerine göre dua ve ibadet etme hususunda özgürdür.
Bütün insanlık bir zamanlar bir tek topluluktu. Sonra insanlar anlaşmazlıklar yaşamaya başladılar. Birbirlerinden koptular ve farklı toplumlar oluşturdular. Bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberlerini peşi peşine gönderdi. Onlar Allah’ın vahiylerini tebliğ eden, Allah’tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Peygamberler hakikatleri ortaya seren ilâhî vahiyleri insanlara ilettiğinde, artık dileyen iman etmiş, dileyen inkâr etmiştir. Allah’ın hidayetine mazhar olanlar, ilâhî vahyi dikkatle dinleyip sözlerin en güzeline uyarak iman ederler. Bu ilâhî sözler, bireylerin gerek birbirleriyle, gerek çevreleriyle ilişkilerini birtakım kural ve ilkelerle düzenler.
İslâm insanı maddî ve mânevî bakımdan geliştirecek ve fikirlerini başkalarına aktarmasını sağlayacak olan eğitimi bir hak olarak kabul eder. Eğitim hakkı, hem öğretme hem de öğrenme hakkını kapsar. Her iki hak da aynı zamanda birer ödevdir. Nitekim Sevgili Peygamberimizin(s.a.s.) Medine’de mescidinin ve evinin yanı başında oluşturduğu Suffe, tarih boyunca müslümanların hayat verdikleri birçok eğitim kurumunun öğretme ve öğrenme hakkını teslim etmede ilhamı ve öncüsü olmuştur.
Eğitim, diğer bütün insan hak ve özgürlüklerinin tanınması, korunması ve geliştirilmesine katkıda bulunur. Yoksulluğun ve gelir farkının azaltılması, toplumsal adaletin sağlanması, ekonomik kalkınmanın temini, işsizliğin azaltılması, sağlığın geliştirilmesi vb. ancak eğitime erişim hakkının bütün bireylere eşit olarak sağlanması ve eğitim düzeyinin yükseltilmesi ile mümkündür.
Allah, insanları hayatla ölüm arasında sürecek yolculuklarına iyi kötü hiçbir şey bilmeyen mâsum yavrular olarak başlatır. O’nun bahşettiği akıl, kulak, göz, kalp gibi nimetler sayesinde insan, yolculuğu boyunca heybesine bir şeyler katar. Alelâde bir beşer olmaktan kâmil bir insan olmaya doğru giden bu yolculuğun en önemli belirleyicisi eğitimdir. Çünkü ilim, insanı dünya ve âhiret işlerinde hakka ve hakikate yöneltecek bir vasıtadır. Rabbimiz kulları içinden âlim olanların kendisine derin saygı duyduklarını bildirir
İnsanı topraktan yaratan, çoğalıp yeryüzünde yayılmasını sağlayan, birbirlerinde huzur bulmaları için eşler yaratan ve aralarında sevgi ve merhamet bağları var eden Allah’tır. Göklerin ve yerin yaratılması, insanların dillerinin ve renklerinin farklı olması, gecelerin uykuya ayrılması, gökten inen yağmurla yeryüzünün yeniden diriltilmesi, göğün ve yerin kendi düzenlerinde durması… Hepsi Allah’ın insanların önüne serdiği delilleri, akıllara sunduğu işaretleridir: Göklerde ve yerde kim ve ne varsa yalnızca O’na aittir, hepsi O’na boyun eğmektedir.
Allah meleklerinden insana saygı göstermelerini istemiş, bu şekilde insanların da birbirlerine saygı göstermelerinin zorunlu olduğuna işaret etmiştir. Buradaki saygı gösterme hem ahlâkî hem de hukukî bir terimdir. Dolayısıyla bununla kastedilen, hakka riayet etmektir.
İnsan haklarının ve özgürlüklerinin kabulü, bütün insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. Bu hak ve özgürlükler, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme imkânları sağlar.