(O kimse ki, malından Allah için harcar, şirk ve isyândan sakınıp ve ihsân olan kelîme-i şehâdeti, yâhud infâk etdiği malın mukâbili va’d-i ilâhiyi tasdîk ede. Biz ona âsân ve râhata sebeb olucu ve Cennete girmeğe sebeb olan yolunu kolaylaşdırırız.) [Leyl sûresi 5, 6, 7.ci âyet-i kerîme meâli.] Demişlerdir ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” şânı hakkında nâzil olmuşdur. Her ne eline geçse halka dağıtırdı. Bunda da Allahü teâlânın buyurduğu üzere iş yapmasından dolayı onu medh buyurdular. Demişlerdir ki, Hüsnâ, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sevâb vermeği va’d etmesidir...
Eshâb-ı Kehfin köpeği, o civânmert olan Eshâb-ı Kehf ile dünyâda birkaç adım yürüdüğü için, mağarada onlar ile berâber oldu. Yatmakda onlar ile oldu. Kıyâmetde ve Cennetde onlar ile olur. Acâib olan odur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”hazretleri, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, sohbetinde bulundu. Mihnetde Onun ile oldu. Da’vetde Onun ile oldu. Seferde Onun ile oldu. Hazarda Onun ile oldu. Mağarada Onun ile oldu. Yolda ve hicretde, cân ve mal vermekde Onunla oldu. Kabrde, şefâ’atde, Onunla olur. Makâm-ı Mahmûdda, Cennetde, Allahü teâlâyı görmekde, Onunla olur. Zikr olunan âyet-i kerîme ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın şânı ile alâkalı olduğunu tefsîrde gördük, işitdik ve yazdık. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında nasıl kötü düşünülebilir? [Eshâb-ı Kehfin köpeği, o mertler ile birkaç adım gitmekle kıymetleniyor da; Ömrü Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanında geçenler kıymetlenmez mi?]..
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu. Bir kimse vardır ki, Cennete girdiği zemân, köşklerde, serâylarda, odalarda bulunan herkes ona merhabâ, merhabâ derler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” dedi ki, biz o kimseyi, o kasrlarda görür müyüz! Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki, Evet, yâ Ebâ Bekr, o mert sensin....
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden Ebû Bekr-i Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem halk olunalıdan beri, yüzyirmidört bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli birisi ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Hiç kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmını, Osmândan çok zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem vücûda geleliden beri, hiçbir behâdırın eli ve kolu ehl-i kâfirin başına, Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli kılıç vurmamışdır.)
Bir hadîs-i şerîfde, Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Cenneti yaratdığı zemândan bugüne ve bugünden kıyâmete kadar, hergünde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostları için, birbirine benzemiyen yediyüz çeşid rahmet ve se’âdeti Cennetde meydâna çıkaracakdır.)
Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, dünyâ göğünde, seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevenler için istigfâr ederler. İkinci gökde seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhüm” buğz edenlere la’net ederler. Üçüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü anhüm” muhabbet edenlere [sevenlere] istigfâr ederler. Dördüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü teâlâ anhümâ” buğz edenlere la’net ederler.)
bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin günlerinden bir gün, Ömerin kendi günlerinden ve kendi vaktinden kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Ömerin günlerinden bir gün, Osmânın bütün günlerinden ve kendi zemânından kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Osmânın aynı şeklde. Alînin günlerinden bir gün, bütün ümmetin kıyâmete kadar olan günlerinden hayrlıdır.)
sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meleklerine, ümmetimin hepsi için umûmî, Osmân ve Alî “radıyallahü anhüm” için husûsî olarak öğünür.)
sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”, hüccet ve izzet ve gayret ve salâbet cihetinden, Allahü teâlânın katında demir bir dağ gibidir. Emr ve yasakları yerine getirmekde kötüleyenlerin [ayblıyanların] sözü ona mâni’ olamaz.)
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Benim Eshâbım Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Nûh aleyhisselâmın ümmetinden, Nûh aleyhisselâma îmân getirip, verdiği habere i’tikâd edip, emrine uyup gemiye binen, dünyâda tûfan azâbından, âhıretde, Cehennem azâbından ve hicrândan, mahrûmlukdan emîn oldu. Her kim ki, Nûh aleyhisselâm hazretlerine îmân getirmedi ve i’tikâd ile emrine uymayıp, gemiye girmedi, dünyâda tûfandan boğulmağa mübtelâ olup ve âhıretde mahrûmluğa, hicrâna ve azâba düçâr oldu [yakalandı]. Böylece, benim ümmetimden her kim ki, eshâbıma muhabbet ederse, dünyâda bid’at ve dalâlet deryâsına gark olmakdan halâs olur [kurtulur]. Âhıretde, ayrılık, mahrûmluk, hicrân azâbından selâmet bulur. Ümmetimden bir kimse, eshâbıma muhabbet etmeyip, benim eshâbım hakkında söylediğim habere i’tikâd etmeyip, eshâbıma buğz ve adâvet etse, dünyâda hâricî ve râfizî yolunu tutmuş, bid’at ve dalâlet tûfanında gark olmuşdur [boğulmuşdur]. Âhıretde hüsrân ve nedâmet ve hicrân acısına gömülüp, artık, kurtuluş ümîdi kalmaz.)
Nu’mân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden mi’râcda, sidret-ül müntehâda süâl etdim. Rabbim o makâmda yok idi. Rabbim o makâmlardan münezzehdir. Dedim, yâ Rabbî, yâ Pâdişâh-ı Mutlak! Benden sonra benim eshâbım aralarında ihtilâf ederler. Ve aralarına ihtilâf salarlar. Sen o hilâf edenlere ve ihtilâf salanlara ne yaparsın. O kimselerden ba’zısı diğerinin sözünü tutar. Ba’zısı bir başkasının sözünü tutar. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Benim Habîbim, benim azîzim! Senin Eshâbın benim katımda yıldızlar gibidir. Ba’zısı ba’zısından nûrludur. Aralarında olan ihtilâflardan dolayı onları afv ederim. Her kimse ki, onlardan birisinin kavliyle ve fetvâsıyla amel eder ve yol giderse, hidâyet üzeredir. O yolu hidâyet ile süslemişim.)
Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bütün âlemlerden, Peygamberlerden ve Resûllerden beni seçdi. Peygamberler ve mürselînden gayri, bütün âlemler üzerine benim Eshâbımı seçdi. Bütün Eshâbımdan Çihâr yârı ihtiyâr etdi [seçdi]. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî. Bunları bütün eshâbımdan büyük ve fazîletli yapdı “radıyallahü anhüm”. Sonra yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin ümmeti arasında benim ümmetimi ihtiyâr etdi [seçdi]. Ümmetim arasında dört devr seçdi. Bu dört devrden üçü birbiri akabincedir. Sahâbe, tâbi’în, tebe-i tâbi’în. Bir kavm ki, vakti Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü vaktidir. [Dördüncü devre, bu devredir.] Bu dört tâifenin zikri Kur’ân-ı mecîdde, Vâkıa sûresinin evvelinde gelmişdir. O üç tâifenin hakkında, (Onların büyük kısmı eski ümmetlerdendir) diye bildirilmiş, dördüncü kısmdakiler ise, (Bir kısmı da sonrakilerdendir) buyurularak bildirilmişdir. [Vâkıa 13-14])
Refî’üddînden “rahmetullahi aleyh” sahîh rivâyet ile bildirildi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Eğer Ebû Bekrin fazîletlerini gök üzerine koysalar idi, ateş üzerinde tencerenin kaynaması gibi, gökün kaynamasını işitirdiniz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, o kimsedir ki, heybeti meleklere te’sîr eder. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” o kimsedir ki, melekler gelip, Onun Kur’ân-ı kerîm okumasını dinlerler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o kimsedir ki, üzerinde yürüdüğü için yer onunla öğünür.)
Hazret-i Ümm-i Selemenin “radıyalahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gökden bir kovanın indiğini gördüm. Ben ki, Resûlullahım! O kovadan on yudum içdim. Sonra ondan Ebû Bekr ikibuçuk yudum içdi. Ömer onbuçuk yudum içdi. Ondan sonra Osmân onikibuçuk yudum içdi. Sonra bu kova semâya kaldırıldı.) Bunun ma’nâsı, Allahü teâlâ bilir, odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin o zemân ömrü on sene kalmışdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ikibuçuk sene hilâfet etdiler. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onbuçuk sene halîfe oldular. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onikibuçuk sene halîfe oldular.
Ebû Sâid-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Rûhum onun yed-inde olan Allahü teâlâ hakkı için, eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka fakîrlere verseniz, onlardan birisinin bir müd mikdârı sadakasının yerini tutmaz ve yarım müdünün sevâbına erişmez.) Bir müd ikiyüzyetmişüç dirhem ve iki dank eder. [875 gramdır.]
Seleme tebnil-Ekvânın “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yıldızlar, semâ ehli için emân halk olundu. Eshâbım, ümmetime emân için halk olundu.) Yıldızlar gökde olduğu müddetçe, semâ ehli âfetlerden emîndirler. Eshâbımın muhabbeti, gönüllerde oldukça, ümmetim dürlü azâblardan emîn olur.
Sahîh rivâyet ile Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yay gibi oluncaya kadar Allahü teâlâya ibâdet etseniz, yay kirişi gibi oluncaya kadar oruc tutsanız, dizleriniz kuru oluncaya kadar nemâz kılsanız, ehl-i beytimden veyâ eshâbımdan birisine buğz etseniz, elbette Allahü teâlâ hazretleri sizi burnunuz üzerine sürüyerek Cehenneme dâhil eder.)
Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her şeyin bir aslı vardır. Îmânın aslı vera’dır. Her şeyin bir fer’i vardır. Îmânın fer’i sabrdır. Her şeyin bir koruyucusu vardır. Bu ümmetin koruyucusu amcam Abbâsdır. Her şeyin bir torunu vardır. Bu ümmetin torunu, oğullarım Hasen ve Hüseyndir. Herşey için bir kanat vardır. Bu ümmetin kanadı, Ebû Bekr ve Ömerdir. Her şey için bir hisâr vardır ki, onun sebebi ile düşman fırsat bulamaz. Bu ümmetin kalkanı ve hisârı, Osmân ve Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”.)
Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rabbimden, ümmetimden râzı olmasını süâl etdim. Allahü teâlâ, bana vahy gönderdi ki, ben ümmetinden, üç kimse hâriç râzı oldum. Bunlar [ya’nî, râzı olmadıklarım], Kur’ân-ı azîm-üş-şâna mahlûkdur diyen. Diğeri o kimse ki, senin eshâbını seb’ eyledi [kötüledi]. Biri o kimse ki, kader ile tekellüm eder [konuşur].) Ya’nî Kaderî olur. [Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar kadere inanmış, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmişlerdir.]
Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Ümmetimden eshâbıma verdiğin bereketi geri tutma. Eshâbımdan Ebû Bekre verdiğin bereketi ondan geri tutma. Eshâbımı Ebû Bekr etrâfında topla. Onun işlerini dağınık etme. Ebû Bekr dâimâ senin işini kendi işleri ve meşgûliyyetleri üzerine tercîh etmişdir. Allahım! Sen Ömer bin Hattâbı azîz kıl. Osmânı sabr ve tehammül üzerine kıl. Alîye tevfiki refîk kıl.)
Safâ ve Merve: Hz. İsmâil’in annesi Hâcer’in su aramak maksadıyla aralarında koştuğu ve Kâbe’nin doğusunda bulunan iki tepeciğin adıdır. Bu iki tepe günümüzde Mescid-i Haram’ın içinde kalmıştır. Hac ibadeti esnasında sa‘y bu iki tepe arasında yapılır.
Tavaf: Hacerülesved’in bulunduğu hizadan başlayıp Kâbe’nin etrafında yedi defa dönmektir. Yedi şavt, bir tavafı oluşturur. • Sa‘y: Kâbe’nin yakınında bulunan Safâ ve Merve tepeleri arasında dört gidiş, üç geliş olmak üzere yedi defa gidip gelmektir.
İhram: Hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, normal zamanlarda yapabildiği kendisine helâl bazı davranışlardan geçici bir süre uzak durması hâlidir. Bu davranışlar şunlardır: çiçek koparmak, ağaç kesmek, avlanmak, saç-sakal tıraşı olmak, dikişli elbise giymek (sadece erkekler için), çorap ve arkası kapalı ayakkabı giymek (sadece erkekler için), koku sürmek veya kokulu sabun vb. kullanmak, eşi ile cinsel münasebette bulunmak gibi.
“Hac Arafat’tır.” Böyle diyor Hz. Peygamber.(s.a.s) Arafat, Mekke’nin doğusunda bir bölge. Arafat’ta vakfe… Hacda yapılması gerekli amellerden biri. Vakfe “durma, duraklama” demek. Hareketli bir ibadet olan hacda durmak… Kısa bir süre için Arafat’ta, Hz. Peygamber’in(s.a.s) Vedâ hutbesini okuduğu yerde durmak... Göz alabildiğince uzanan beyaz çadırların arasında... Bir günlüğüne kurulan bu şehirde… Uçsuz bucaksız bir insan okyanusu olan bu şehirde. Yapman gereken şey sadece durmak... Durmak ve düşünmek.
Hac, sınırları belirlenmiş bir ibadettir. Belirli bir mekâna bağlıdır. Mekke çevresinde, mîkat denilen yerler, hac bölgesinin sınırlarını çizer. Buraya ulaşıldığında haccın ilk farzını yerine getirme zamanı da gelmiştir artık. Mîkatta ihramlıklar giyilir. Bir anda herkes aynı sade elbiseye bürünür. Dil, ırk, cinsiyet, ekonomik ve sosyal farklılıklar… Hepsi önemini yitirmiştir artık. Zaten hac geride bırakmaktır; zamanı, mekânı, eşyayı… İhramlı olmak, her an ibadet halinde olmaktır. Gezerken, uyurken, yemek yerken, namaz kılarken, Kâbe’yi tavaf ederken… Atılan her adımda unutulmaması gereken bir şey vardır artık: “Ben ihramlıyım.” İhram, başka zamanlarda ve mekânlarda serbest olan davranışların terkedilmesi, kişinin kendisine birçok şeyi yasaklaması anlamına gelir.
Ecel: Bir kimsenin ölümü, o kimse için takdir edilen ömrün bitmesiyle gerçekleşir. Bunun nerede, ne zaman, nasıl olacağını hiç kimse bilemez. Ecel, ne bir an öne alınabilir ne de bir an geriye bırakılabilir. İnsanın hastalanıp yatakta ölmesi de, depremde duvar altında kalması da, denizde boğulması da, düşmanı tarafından vurulması da eceliyle ölmesi demektir. Kulun ecelini belirleyen ve takdir eden sadece yüce Rabbimizdir. Hz. Ali’ye düşmanlarının kendisini öldürebileceği söylendiğinde o, ecelin insanı ölümden koruyan sağlam bir kalkan olduğunu belirtmişti. Öyle ya, eceli gelmeden kimse kimseyi öldüremez, o zaman ölüm korkusuyla yapacağından geri durmak niye?
Âfet ve hastalık: Allah’ın kullarını imtihanının farklı şekilleri vardır. Hastalıklar ve musibetler de eğer Allah’a güven ve teslimiyet içinde karşılanır ve gereken davranışlar sergilenirse Allah’a yaklaştıran, günahları azaltan ve arınmaya vesile olan imtihanlardandır. Bütün âfet ve hastalıklar Allah’ın takdiriyle gerçekleşir. Ancak âfet ve hastalıkları engellemek için gerekli tedbirleri almak da kulun görevleri arasındadır. Tedbirsizliklerden kaynaklanan sorunları “Ne yapalım, kaderimizde varmış”, “Allah böyle takdir etmiş” gibi cümlelerle geçiştirmek doğru bir kader ve tevekkül anlayışı değildir. Bu cümleler, ancak gerekli bütün tedbirler alındıktan sonra yine de başa gelen musibetler için yerinde ve haklı olabilir. Böyle bir durumda mümine düşen, teselli ve destek kaynağı olarak yine Rabbimize sığınmak ve her şeyin O’nun takdirinde olduğuna iman etmektir.
Rızık: Rabbimizin canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şeydir. Her türlü yiyecek, içecek, giyecek, kullanılan eşya; mal, mülk, para, mücevher ve servet; çoluk çocuk ve eş; faydalanılan yetenekler, bilgi ve hikmet; gönüllerin ve vücudun her türlü gıdası; en küçüğünden en büyüğüne kadar yararlandığımız her şey rızık kapsamında değerlendirilebilir. Yegâne rızık verici Allah’tır. O herkesin rızkını ayrı ayrı verir. Vereceği şeyleri bazen göklerin ardından, bazen yerin altından, bazen denizin bağrından, bazen de başka kullarının elinden ulaştırır. Kime ne kadar ve nasıl dilerse o şekilde verir. Ancak kulların da çalışıp çabalayıp kendi rızıklarını helâl yoldan kazanmak için gayret göstermeleri gerekir. Allah, kullarının gayretini değerlendirir.
Tevekkül: Allah’a dayanıp güvenme, başkasına değil, sadece Allah’a güvenme, elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah’a bırakma, çalışıp çabalarken Allah’ı daima yanında bilme, Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmeme, sonucu Allah’tan ve yalnız Allah’tan bekleme, Allah’ın takdir edeceği sonuç ne olursa olsun buna razı olma ahlâkıdır. Tembellik, umursamazlık, lâkayıtlık, sorumsuzluk, boşvermişlik, adamsendecilik, uyuşukluk anlamlarına gelmez. Tevekkül sahibi bir kul, bir iş yapmaya karar verdiğinde harekete geçer, elinden geleni yapar, işi bitirir, sonucu Allah’a bırakır ve huzurla bekler. Bundan sonra sonuç ne olursa olsun bunun Allah’tan geldiğini bilir ve başına gelene razı olur.
(O kimse ki, malından Allah için harcar, şirk ve isyândan sakınıp ve ihsân olan kelîme-i şehâdeti, yâhud infâk etdiği malın mukâbili va’d-i ilâhiyi tasdîk ede. Biz ona âsân ve râhata sebeb olucu ve Cennete girmeğe sebeb olan yolunu kolaylaşdırırız.) [Leyl sûresi 5, 6, 7.ci âyet-i kerîme meâli.] Demişlerdir ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” şânı hakkında nâzil olmuşdur. Her ne eline geçse halka dağıtırdı. Bunda da Allahü teâlânın buyurduğu üzere iş yapmasından dolayı onu medh buyurdular. Demişlerdir ki, Hüsnâ, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sevâb vermeği va’d etmesidir...
Eshâb-ı Kehfin köpeği, o civânmert olan Eshâb-ı Kehf ile dünyâda birkaç adım yürüdüğü için, mağarada onlar ile berâber oldu. Yatmakda onlar ile oldu. Kıyâmetde ve Cennetde onlar ile olur. Acâib olan odur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh”hazretleri, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, sohbetinde bulundu. Mihnetde Onun ile oldu. Da’vetde Onun ile oldu. Seferde Onun ile oldu. Hazarda Onun ile oldu. Mağarada Onun ile oldu. Yolda ve hicretde, cân ve mal vermekde Onunla oldu. Kabrde, şefâ’atde, Onunla olur. Makâm-ı Mahmûdda, Cennetde, Allahü teâlâyı görmekde, Onunla olur. Zikr olunan âyet-i kerîme ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın şânı ile alâkalı olduğunu tefsîrde gördük, işitdik ve yazdık. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında nasıl kötü düşünülebilir? [Eshâb-ı Kehfin köpeği, o mertler ile birkaç adım gitmekle kıymetleniyor da; Ömrü Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanında geçenler kıymetlenmez mi?]..
Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu. Bir kimse vardır ki, Cennete girdiği zemân, köşklerde, serâylarda, odalarda bulunan herkes ona merhabâ, merhabâ derler. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” dedi ki, biz o kimseyi, o kasrlarda görür müyüz! Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki, Evet, yâ Ebâ Bekr, o mert sensin....
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden Ebû Bekr-i Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem halk olunalıdan beri, yüzyirmidört bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli birisi ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Hiç kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kelâmını, Osmândan çok zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşdur ki: (Âlem vücûda geleliden beri, hiçbir behâdırın eli ve kolu ehl-i kâfirin başına, Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli kılıç vurmamışdır.)
Bir hadîs-i şerîfde, Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Cenneti yaratdığı zemândan bugüne ve bugünden kıyâmete kadar, hergünde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostları için, birbirine benzemiyen yediyüz çeşid rahmet ve se’âdeti Cennetde meydâna çıkaracakdır.)
Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, dünyâ göğünde, seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevenler için istigfâr ederler. İkinci gökde seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömere “radıyallahü anhüm” buğz edenlere la’net ederler. Üçüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü anhüm” muhabbet edenlere [sevenlere] istigfâr ederler. Dördüncü gökde de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye “radıyallahü teâlâ anhümâ” buğz edenlere la’net ederler.)
bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin günlerinden bir gün, Ömerin kendi günlerinden ve kendi vaktinden kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Ömerin günlerinden bir gün, Osmânın bütün günlerinden ve kendi zemânından kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Osmânın aynı şeklde. Alînin günlerinden bir gün, bütün ümmetin kıyâmete kadar olan günlerinden hayrlıdır.)
sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meleklerine, ümmetimin hepsi için umûmî, Osmân ve Alî “radıyallahü anhüm” için husûsî olarak öğünür.)
sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ömer-ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh”, hüccet ve izzet ve gayret ve salâbet cihetinden, Allahü teâlânın katında demir bir dağ gibidir. Emr ve yasakları yerine getirmekde kötüleyenlerin [ayblıyanların] sözü ona mâni’ olamaz.)
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Benim Eshâbım Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Nûh aleyhisselâmın ümmetinden, Nûh aleyhisselâma îmân getirip, verdiği habere i’tikâd edip, emrine uyup gemiye binen, dünyâda tûfan azâbından, âhıretde, Cehennem azâbından ve hicrândan, mahrûmlukdan emîn oldu. Her kim ki, Nûh aleyhisselâm hazretlerine îmân getirmedi ve i’tikâd ile emrine uymayıp, gemiye girmedi, dünyâda tûfandan boğulmağa mübtelâ olup ve âhıretde mahrûmluğa, hicrâna ve azâba düçâr oldu [yakalandı]. Böylece, benim ümmetimden her kim ki, eshâbıma muhabbet ederse, dünyâda bid’at ve dalâlet deryâsına gark olmakdan halâs olur [kurtulur]. Âhıretde, ayrılık, mahrûmluk, hicrân azâbından selâmet bulur. Ümmetimden bir kimse, eshâbıma muhabbet etmeyip, benim eshâbım hakkında söylediğim habere i’tikâd etmeyip, eshâbıma buğz ve adâvet etse, dünyâda hâricî ve râfizî yolunu tutmuş, bid’at ve dalâlet tûfanında gark olmuşdur [boğulmuşdur]. Âhıretde hüsrân ve nedâmet ve hicrân acısına gömülüp, artık, kurtuluş ümîdi kalmaz.)
Nu’mân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden mi’râcda, sidret-ül müntehâda süâl etdim. Rabbim o makâmda yok idi. Rabbim o makâmlardan münezzehdir. Dedim, yâ Rabbî, yâ Pâdişâh-ı Mutlak! Benden sonra benim eshâbım aralarında ihtilâf ederler. Ve aralarına ihtilâf salarlar. Sen o hilâf edenlere ve ihtilâf salanlara ne yaparsın. O kimselerden ba’zısı diğerinin sözünü tutar. Ba’zısı bir başkasının sözünü tutar. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu: (Benim Habîbim, benim azîzim! Senin Eshâbın benim katımda yıldızlar gibidir. Ba’zısı ba’zısından nûrludur. Aralarında olan ihtilâflardan dolayı onları afv ederim. Her kimse ki, onlardan birisinin kavliyle ve fetvâsıyla amel eder ve yol giderse, hidâyet üzeredir. O yolu hidâyet ile süslemişim.)
Câbir bin Abdüllah “radıyallahü teâlâ anh” rivâyeti ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bütün âlemlerden, Peygamberlerden ve Resûllerden beni seçdi. Peygamberler ve mürselînden gayri, bütün âlemler üzerine benim Eshâbımı seçdi. Bütün Eshâbımdan Çihâr yârı ihtiyâr etdi [seçdi]. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî. Bunları bütün eshâbımdan büyük ve fazîletli yapdı “radıyallahü anhüm”. Sonra yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin ümmeti arasında benim ümmetimi ihtiyâr etdi [seçdi]. Ümmetim arasında dört devr seçdi. Bu dört devrden üçü birbiri akabincedir. Sahâbe, tâbi’în, tebe-i tâbi’în. Bir kavm ki, vakti Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü vaktidir. [Dördüncü devre, bu devredir.] Bu dört tâifenin zikri Kur’ân-ı mecîdde, Vâkıa sûresinin evvelinde gelmişdir. O üç tâifenin hakkında, (Onların büyük kısmı eski ümmetlerdendir) diye bildirilmiş, dördüncü kısmdakiler ise, (Bir kısmı da sonrakilerdendir) buyurularak bildirilmişdir. [Vâkıa 13-14])
Refî’üddînden “rahmetullahi aleyh” sahîh rivâyet ile bildirildi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Eğer Ebû Bekrin fazîletlerini gök üzerine koysalar idi, ateş üzerinde tencerenin kaynaması gibi, gökün kaynamasını işitirdiniz. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, o kimsedir ki, heybeti meleklere te’sîr eder. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” o kimsedir ki, melekler gelip, Onun Kur’ân-ı kerîm okumasını dinlerler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri o kimsedir ki, üzerinde yürüdüğü için yer onunla öğünür.)
Hazret-i Ümm-i Selemenin “radıyalahü teâlâ anhâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Gökden bir kovanın indiğini gördüm. Ben ki, Resûlullahım! O kovadan on yudum içdim. Sonra ondan Ebû Bekr ikibuçuk yudum içdi. Ömer onbuçuk yudum içdi. Ondan sonra Osmân onikibuçuk yudum içdi. Sonra bu kova semâya kaldırıldı.) Bunun ma’nâsı, Allahü teâlâ bilir, odur ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin o zemân ömrü on sene kalmışdı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” ikibuçuk sene hilâfet etdiler. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” onbuçuk sene halîfe oldular. Osmân “radıyallahü teâlâ anh” onikibuçuk sene halîfe oldular.
Ebû Sâid-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Rûhum onun yed-inde olan Allahü teâlâ hakkı için, eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka fakîrlere verseniz, onlardan birisinin bir müd mikdârı sadakasının yerini tutmaz ve yarım müdünün sevâbına erişmez.) Bir müd ikiyüzyetmişüç dirhem ve iki dank eder. [875 gramdır.]
Enes bin Mâlikin “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Üç şey Enbiyâ işlerindendir. Mu’allimlere ve üstâdlara hediyye vermek. Âlimleri mükerrem tutmak. Eshâbımı sevmek.)
Seleme tebnil-Ekvânın “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yıldızlar, semâ ehli için emân halk olundu. Eshâbım, ümmetime emân için halk olundu.) Yıldızlar gökde olduğu müddetçe, semâ ehli âfetlerden emîndirler. Eshâbımın muhabbeti, gönüllerde oldukça, ümmetim dürlü azâblardan emîn olur.
Sahîh rivâyet ile Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirmiş olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yay gibi oluncaya kadar Allahü teâlâya ibâdet etseniz, yay kirişi gibi oluncaya kadar oruc tutsanız, dizleriniz kuru oluncaya kadar nemâz kılsanız, ehl-i beytimden veyâ eshâbımdan birisine buğz etseniz, elbette Allahü teâlâ hazretleri sizi burnunuz üzerine sürüyerek Cehenneme dâhil eder.)
Abdüllah bin Abbâsın “radıyallahü teâlâ anhümâ” rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her şeyin bir aslı vardır. Îmânın aslı vera’dır. Her şeyin bir fer’i vardır. Îmânın fer’i sabrdır. Her şeyin bir koruyucusu vardır. Bu ümmetin koruyucusu amcam Abbâsdır. Her şeyin bir torunu vardır. Bu ümmetin torunu, oğullarım Hasen ve Hüseyndir. Herşey için bir kanat vardır. Bu ümmetin kanadı, Ebû Bekr ve Ömerdir. Her şey için bir hisâr vardır ki, onun sebebi ile düşman fırsat bulamaz. Bu ümmetin kalkanı ve hisârı, Osmân ve Alîdir “radıyallahü teâlâ anhüm”.)
Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Rabbimden, ümmetimden râzı olmasını süâl etdim. Allahü teâlâ, bana vahy gönderdi ki, ben ümmetinden, üç kimse hâriç râzı oldum. Bunlar [ya’nî, râzı olmadıklarım], Kur’ân-ı azîm-üş-şâna mahlûkdur diyen. Diğeri o kimse ki, senin eshâbını seb’ eyledi [kötüledi]. Biri o kimse ki, kader ile tekellüm eder [konuşur].) Ya’nî Kaderî olur. [Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar kadere inanmış, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmişlerdir.]
Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Ümmetimden eshâbıma verdiğin bereketi geri tutma. Eshâbımdan Ebû Bekre verdiğin bereketi ondan geri tutma. Eshâbımı Ebû Bekr etrâfında topla. Onun işlerini dağınık etme. Ebû Bekr dâimâ senin işini kendi işleri ve meşgûliyyetleri üzerine tercîh etmişdir. Allahım! Sen Ömer bin Hattâbı azîz kıl. Osmânı sabr ve tehammül üzerine kıl. Alîye tevfiki refîk kıl.)
Safâ ve Merve: Hz. İsmâil’in annesi Hâcer’in su aramak maksadıyla aralarında koştuğu ve Kâbe’nin doğusunda bulunan iki tepeciğin adıdır. Bu iki tepe günümüzde Mescid-i Haram’ın içinde kalmıştır. Hac ibadeti esnasında sa‘y bu iki tepe arasında yapılır.
Tavaf: Hacerülesved’in bulunduğu hizadan başlayıp Kâbe’nin etrafında yedi defa dönmektir. Yedi şavt, bir tavafı oluşturur. • Sa‘y: Kâbe’nin yakınında bulunan Safâ ve Merve tepeleri arasında dört gidiş, üç geliş olmak üzere yedi defa gidip gelmektir.
İhram: Hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, normal zamanlarda yapabildiği kendisine helâl bazı davranışlardan geçici bir süre uzak durması hâlidir. Bu davranışlar şunlardır: çiçek koparmak, ağaç kesmek, avlanmak, saç-sakal tıraşı olmak, dikişli elbise giymek (sadece erkekler için), çorap ve arkası kapalı ayakkabı giymek (sadece erkekler için), koku sürmek veya kokulu sabun vb. kullanmak, eşi ile cinsel münasebette bulunmak gibi.
“Hac Arafat’tır.” Böyle diyor Hz. Peygamber.(s.a.s) Arafat, Mekke’nin doğusunda bir bölge. Arafat’ta vakfe… Hacda yapılması gerekli amellerden biri. Vakfe “durma, duraklama” demek. Hareketli bir ibadet olan hacda durmak… Kısa bir süre için Arafat’ta, Hz. Peygamber’in(s.a.s) Vedâ hutbesini okuduğu yerde durmak... Göz alabildiğince uzanan beyaz çadırların arasında... Bir günlüğüne kurulan bu şehirde… Uçsuz bucaksız bir insan okyanusu olan bu şehirde. Yapman gereken şey sadece durmak... Durmak ve düşünmek.
Hac, sınırları belirlenmiş bir ibadettir. Belirli bir mekâna bağlıdır. Mekke çevresinde, mîkat denilen yerler, hac bölgesinin sınırlarını çizer. Buraya ulaşıldığında haccın ilk farzını yerine getirme zamanı da gelmiştir artık. Mîkatta ihramlıklar giyilir. Bir anda herkes aynı sade elbiseye bürünür. Dil, ırk, cinsiyet, ekonomik ve sosyal farklılıklar… Hepsi önemini yitirmiştir artık. Zaten hac geride bırakmaktır; zamanı, mekânı, eşyayı… İhramlı olmak, her an ibadet halinde olmaktır. Gezerken, uyurken, yemek yerken, namaz kılarken, Kâbe’yi tavaf ederken… Atılan her adımda unutulmaması gereken bir şey vardır artık: “Ben ihramlıyım.” İhram, başka zamanlarda ve mekânlarda serbest olan davranışların terkedilmesi, kişinin kendisine birçok şeyi yasaklaması anlamına gelir.
Ecel: Bir kimsenin ölümü, o kimse için takdir edilen ömrün bitmesiyle gerçekleşir. Bunun nerede, ne zaman, nasıl olacağını hiç kimse bilemez. Ecel, ne bir an öne alınabilir ne de bir an geriye bırakılabilir. İnsanın hastalanıp yatakta ölmesi de, depremde duvar altında kalması da, denizde boğulması da, düşmanı tarafından vurulması da eceliyle ölmesi demektir. Kulun ecelini belirleyen ve takdir eden sadece yüce Rabbimizdir. Hz. Ali’ye düşmanlarının kendisini öldürebileceği söylendiğinde o, ecelin insanı ölümden koruyan sağlam bir kalkan olduğunu belirtmişti. Öyle ya, eceli gelmeden kimse kimseyi öldüremez, o zaman ölüm korkusuyla yapacağından geri durmak niye?
Âfet ve hastalık: Allah’ın kullarını imtihanının farklı şekilleri vardır. Hastalıklar ve musibetler de eğer Allah’a güven ve teslimiyet içinde karşılanır ve gereken davranışlar sergilenirse Allah’a yaklaştıran, günahları azaltan ve arınmaya vesile olan imtihanlardandır. Bütün âfet ve hastalıklar Allah’ın takdiriyle gerçekleşir. Ancak âfet ve hastalıkları engellemek için gerekli tedbirleri almak da kulun görevleri arasındadır. Tedbirsizliklerden kaynaklanan sorunları “Ne yapalım, kaderimizde varmış”, “Allah böyle takdir etmiş” gibi cümlelerle geçiştirmek doğru bir kader ve tevekkül anlayışı değildir. Bu cümleler, ancak gerekli bütün tedbirler alındıktan sonra yine de başa gelen musibetler için yerinde ve haklı olabilir. Böyle bir durumda mümine düşen, teselli ve destek kaynağı olarak yine Rabbimize sığınmak ve her şeyin O’nun takdirinde olduğuna iman etmektir.
Rızık: Rabbimizin canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her şeydir. Her türlü yiyecek, içecek, giyecek, kullanılan eşya; mal, mülk, para, mücevher ve servet; çoluk çocuk ve eş; faydalanılan yetenekler, bilgi ve hikmet; gönüllerin ve vücudun her türlü gıdası; en küçüğünden en büyüğüne kadar yararlandığımız her şey rızık kapsamında değerlendirilebilir. Yegâne rızık verici Allah’tır. O herkesin rızkını ayrı ayrı verir. Vereceği şeyleri bazen göklerin ardından, bazen yerin altından, bazen denizin bağrından, bazen de başka kullarının elinden ulaştırır. Kime ne kadar ve nasıl dilerse o şekilde verir. Ancak kulların da çalışıp çabalayıp kendi rızıklarını helâl yoldan kazanmak için gayret göstermeleri gerekir. Allah, kullarının gayretini değerlendirir.
Tevekkül: Allah’a dayanıp güvenme, başkasına değil, sadece Allah’a güvenme, elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah’a bırakma, çalışıp çabalarken Allah’ı daima yanında bilme, Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmeme, sonucu Allah’tan ve yalnız Allah’tan bekleme, Allah’ın takdir edeceği sonuç ne olursa olsun buna razı olma ahlâkıdır. Tembellik, umursamazlık, lâkayıtlık, sorumsuzluk, boşvermişlik, adamsendecilik, uyuşukluk anlamlarına gelmez. Tevekkül sahibi bir kul, bir iş yapmaya karar verdiğinde harekete geçer, elinden geleni yapar, işi bitirir, sonucu Allah’a bırakır ve huzurla bekler. Bundan sonra sonuç ne olursa olsun bunun Allah’tan geldiğini bilir ve başına gelene razı olur.