M.Mollaosmaoğlu'nun Ata Mezarlığı adlı romanında çok güzel anlatılır Atacama Çölü...
Sarı rengin kahverengiden bordoya döndüğü, etrafa altın tozu serpilmiş hissi veren tek renkli bir başka dünyanın semalarında yol alıyordu uçak. Pasifiğin siyaha çalan koyu laciverdiyle, okyanusun bu tekdüzeliğe isyan edercesine dövdüğü dağların eteğine yükselen dalgaların gri sisi bile, bordo-sarının hâkimiyetini kırabilecek güçte görünmüyordu. Zira, Peru’nun güneyinden başlayıp Kuzey Şili’yi kaplayan Atacama Çölü, yaklaşık bin kilometrelik bir sahil şeridine paralel uzanırken, yüksek And Dağları ile Pasifik Okyanusu arasına çekilmiş sarı bir fırça darbesinin keskinliğinde aykırılık abi-desi gibiydi. Dünya kurulduğundan beri değişmeyen tek yer burasıymış gibi görünen çölün bordo-sarı sonsuzluğuna insanlar uğramamış, hayvanlar ayak basmamış, yağmur tek bir damlasını esirgemiş olmalıydı. Çünkü burada, ne bir ot, ne bir kaktüs, ne de bir kertenkeleye rastlamak mümkündü, ama yine de kıyı kentlerinde, madenci kasabalarında, ya da çöl vahalarında yaşayan bir milyona yakın insanın varlığını biliyor olmak, çöle karşı tezattan kaynaklanan tuhaf bir hayranlık uyandırmıştı hep... Bu çelişki, acımasız-vahşi bir coğrafyanın, bu kadar nüfus üzerindeki korumacılığının hayranlığıydı belki de. Aslında, nem olmadığı için hiçbir şey yok olmuyor, çürümeyen her canlı kalıcı eserlere dönüşüyor ve Atacama’nın zenginliğini diğer dünya köşelerinden daha farklı bir boyuta taşıyordu. Bütün bu özellikleriyle, dar kıyı şeridinden yükselerek And Dağları eteklerindeki altiplanolara ulaşan Atacama, verimsiz ve ürkütücü kimliğine kavuşurken, en az yüz yıldır yağmur almamış bölgeleriyle dünyanın en kurak yeri sıfatını da hak etmesine neden oluyordu. Buna rağmen, dünyevi gözle bakıldığında, üst üste yığılmış bu kadar olumsuzluğa rağmen, ruhunun derinliklerinde her ne varsa sevimsiz, hatta ürperti verici bu coğrafi yapı, Engin’de aşina olduğu bir özlem duygusu uyandırıyordu. Ve çöle atfedilmiş tezattan kaynaklanan hayranlık duygusunu, ezelden beri yaşarmış-bilirmiş gibi hissediyordu… “Atacama Çölü ha, bence çöl değil altın kaplı bir mabet,” diye mırıldandı saatlerdir gözlerini alamayıp dalıp gittiği aşağıdaki büyüleyici tekdüzeliğe uçağın penceresinden bakarken… “Atacama’nın anlamını bilmiyorsun değil mi? ” diyen Shan’ın sesiyle başını çevirdi. “Hayır.” “Ata Mezarlığı…”
Peru'nun Güneyinden, Şilinin ortalarındaki başkent Santiago'ya kadar uzanan çöl. Üstelik Pasifik sahilinde... Bazı yerlerine en az yüz yıldır yağmur yağmamış! .
M.Mollaosmaoğlu'nun Ata Mezarlığı adlı romanında çok güzel anlatılır Atacama Çölü...
Sarı rengin kahverengiden bordoya döndüğü, etrafa altın tozu serpilmiş hissi veren tek renkli bir başka dünyanın semalarında yol alıyordu uçak. Pasifiğin siyaha çalan koyu laciverdiyle, okyanusun bu tekdüzeliğe isyan edercesine dövdüğü dağların eteğine yükselen dalgaların gri sisi bile, bordo-sarının hâkimiyetini kırabilecek güçte görünmüyordu. Zira, Peru’nun güneyinden başlayıp Kuzey Şili’yi kaplayan Atacama Çölü, yaklaşık bin kilometrelik bir sahil şeridine paralel uzanırken, yüksek And Dağları ile Pasifik Okyanusu arasına çekilmiş sarı bir fırça darbesinin keskinliğinde aykırılık abi-desi gibiydi. Dünya kurulduğundan beri değişmeyen tek yer burasıymış gibi görünen çölün bordo-sarı sonsuzluğuna insanlar uğramamış, hayvanlar ayak basmamış, yağmur tek bir damlasını esirgemiş olmalıydı. Çünkü burada, ne bir ot, ne bir kaktüs, ne de bir kertenkeleye rastlamak mümkündü, ama yine de kıyı kentlerinde, madenci kasabalarında, ya da çöl vahalarında yaşayan bir milyona yakın insanın varlığını biliyor olmak, çöle karşı tezattan kaynaklanan tuhaf bir hayranlık uyandırmıştı hep... Bu çelişki, acımasız-vahşi bir coğrafyanın, bu kadar nüfus üzerindeki korumacılığının hayranlığıydı belki de. Aslında, nem olmadığı için hiçbir şey yok olmuyor, çürümeyen her canlı kalıcı eserlere dönüşüyor ve Atacama’nın zenginliğini diğer dünya köşelerinden daha farklı bir boyuta taşıyordu. Bütün bu özellikleriyle, dar kıyı şeridinden yükselerek And Dağları eteklerindeki altiplanolara ulaşan Atacama, verimsiz ve ürkütücü kimliğine kavuşurken, en az yüz yıldır yağmur almamış bölgeleriyle dünyanın en kurak yeri sıfatını da hak etmesine neden oluyordu.
Buna rağmen, dünyevi gözle bakıldığında, üst üste yığılmış bu kadar olumsuzluğa rağmen, ruhunun derinliklerinde her ne varsa sevimsiz, hatta ürperti verici bu coğrafi yapı, Engin’de aşina olduğu bir özlem duygusu uyandırıyordu. Ve çöle atfedilmiş tezattan kaynaklanan hayranlık duygusunu, ezelden beri yaşarmış-bilirmiş gibi hissediyordu…
“Atacama Çölü ha, bence çöl değil altın kaplı bir mabet,” diye mırıldandı saatlerdir gözlerini alamayıp dalıp gittiği aşağıdaki büyüleyici tekdüzeliğe uçağın penceresinden bakarken…
“Atacama’nın anlamını bilmiyorsun değil mi? ” diyen Shan’ın sesiyle başını çevirdi.
“Hayır.”
“Ata Mezarlığı…”
Peru'nun Güneyinden, Şilinin ortalarındaki başkent Santiago'ya kadar uzanan çöl. Üstelik Pasifik sahilinde... Bazı yerlerine en az yüz yıldır yağmur yağmamış! .
bilgi haznemizde yok böyle bir terim.. :)
abii resmen sallıyorum...bu sakın güney amerikada bi çöl olmasın...........:P
bu bu nedir bu