Kendi olarak, sana gelen - sana gereksinimi olmadan, seni isteyen - sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen - kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- - O, işte... kabulümsün...
Seviname,oturup sevdiğinizi hayal edersiniz, elinize kağıt kalem alırsınız, yüreğiniz daha hızlı atmaya başlar,sonra nasıl olursa bilmem göğsünüzden elinize ordan kaleminize akar, ve o kendini bilmezmiş gibi siz onu hep hayal ettiğniz gibi onu ona anlatmak için yazmaya başlarsınız. İşte sevi name budur.Yok edilmediği sürece o kağıt her okuyan için acıklıdır; böylede bir sevda varmış denir.
BİR MEKTUP (Tarih atmaya gerek yok, artık tüm zamanlar birbirinin aynı çünkü…)
Bu da ne ki? Neden şimdi yazmak istedim ki sana? Ve ne yazacaksam? Kafamda hiçbir şey yok. Ama yine de çok uzun yazacağımı sanıyorum… Tek yapacağım şey; lacivert bir aygırı kar beyazı ovaya salıverir gibi lacivert kalemi ak kağıda koyuvermek! İçgüdüleri ona yol gösterir elbet, yıllar boyu yüreklere kim yol gösterdi ki? ... Yürekler, kalemler ve kurşunlar yolunu bilir.
Dün gece mesajlaştık epeyce. İçinde bulunduğun uçurumun kara yüzünü göremesem de sezdim. Beynimle değil de kemiklerimle algıladım. Kemiklerimin o hiç de tekin olmayan sızısıyla anladım… Nemli bir sızı, hani meteoroloji bülteni ninelerin kemiklerindeki gibi “rutubetli” bir sızı; hiç de tekin olmayan, kahpe fırtınaları haber veren bir sızı… Ki o fırtına eminim yaslı bir kokuyla esecektir. Yaslı, nemli ve biraz da korkunç bir kokuyla… Terkedilmiş evlerin bodrumlarının kokusu gibi… Kasvetli, beklemekten ağırlaşmış, içindeki organik maddeler yüzünden hafifçe cesedi çağrıştıran bir koku… Korkunç… Tıpkı açlıktan ölen bir bebeğin son nefesinin kokusu gibi; az önce burada olan, ama artık olmayan hayatın ürpertici veda kokusu… Senin yalnızlık uçurumundan yukarı esen (belki de son çıkışlarına son kez dört elle sarılan) o kesif rüzgarın kokusu böyle bir şeydi işte, hani kemiklerimi sızlatan… Hani gecenin bir vaktinde ürküten beni… Ve hani mesajlar bittikten sonra oturup da bu hüzünlü çığlıkların için ağlatan! ...
Dün geceki mesajlarından beri seni düşünüyorum. Garip bir tedirginlikle… Çok da iyi kullanamadığın kelimelerle ifade etmeye çalıştığın ruh halini düşünüyorum. Mesajlarının altındaki yazıyı, satır aralarını okumaya çalışıyorum. Öyle bir cümle yazdın ki, o kadar cümle içinde bir o cümle sarstı beni: “Tüm insanların toplam yalnızlığını taşımak” gibi açımlanabilecek bir cümle… Din gibi bir cümle… İsa tüm insanların günahlarını gönüllü yüklenmişti ya, onu çağrıştırdı bana. Sonra da tam çarmıha gerilmişken başını tanrıya kaldırıp hayatının ilk (ve de son) isyanını ya da sorgulamasını yaptı: “Eloi! ... Eloi! ... Lama sabaktani? ! ” Ahh, bu antik Latince! Asla tam olarak çevrilemez ama açımlanabilir: “Baba! ... Baba! ... Neden –beni- bıraktın? ! ” İnsanlığın tüm acılarını yüklenen İsa bile isyanı bastı! ... Üstelik gönüllü yüklenmişti… Ama sen, tüm insanlığın yalnızlığına denk bir yalnızlık taşıyorsan (ve üstelik bunu hiç de gönüllü yüklememişsen) bu İsa’dan daha dinsel bir mucize gibi geliyor bana… Tüm mucizeler gibi korkunç ve lanetli! ...
Hala neden yazdığımı ve ne yazacağımı bilmiyorum. Bu yazıyı sana verip vermeyeceğimi de bilmiyorum. Seni düşünerek bir şeyler yazmanın beni rahatlatacağını nereden çıkardığımı da bilmiyorum. Dediğim gibi, garip bir tedirginlik bu…
“Seni anlıyorum” geyiğine girmeyeceğim. Sahtekarlık olur, çünkü bir bok anlamıyorum. Ama seziyorum denilebilir. Dolaylarında dolaşıyorum denilebilir. Belki de çakalların leş kokusunu alması gibi acının kokusunu alıyorum da denilebilir. Evet, acının o dehşetli kokusunu! ...
Neresinden kaçırdık ki hayatı biz? Böyle istememiştik, neler oldu? Çöldeki bir deve iskeletinin kaburgalarının arasından akıp giden o altın kum zerreleri gibi aktı gitti parmaklarımızın arasından hayat… İnce, uzun, kalın, güzel, kısa, çirkin, yaralı, tırnakları yenmiş, saz çalan, gitar çalan, sevgilinin dudaklarına dokunan; ama hayatı tutamayan o zavallı parmaklarımızın arasından aktı gitti hayat! ... Ey hayat! Şavkı sularda bir dolunaydı; ama yoktuk biz aslında bu oyunda, o yüzden bizi yok saydı! ...
İnsanların seni yanlış terazide tarttıklarını söyledin –yani yazdın-. Ne büyük bir hayal kırıklığı bu! ... Uçan balonu elinden kaçmış bir çocuğun alt dudağının bükülüşü bu! Yıl boyunca dişi-tırnağıyla sürdüğü, ektiği tarlasını biçmeye gittiğinde tarlasının yakıldığını gören çiftçinin yere çöküp de nikotin sarısı bıyıklarını ısırması bu! Bir telefonun ebedi sessizliğinin önünde sabırla ses beklemek bu! Trajik! ...
Ne zaman bu kadar derinlere gömdün kendini? Bu kimyası bellisiz ölü toprağını ne zaman serptin üstüne de kesik bir çınar kütüğü gibi çaresizliğe yattın? Kimbilir kimlerin vurduğu kahpe hançerlerden akan masum kanına konup kalkan o yeşil sırtlı sineklerin rengi, ne zaman boyadı gözyaşlarını? Ne oldu? Deniz fenersiz bir gecede rota bulamayan bir koca kara tanker gibi ne zaman yittin yalnızlığın o yoğun sisinde; o tonlarca yürek yükünle hangi dalgalara yalpa vuruyorsun?
Ahh, yalnızlığın kızıl gözlü şeytanı öptü seni değil mi? Bir zamanlar öpmeye kıyamadığım o Akdeniz kayığı dudaklarını o tüylü, pençeli yalnızlık emip de morarttı değil mi? O düş zamanlarında dokunmaya doyamadığım yayla göğsüne, uyumaya kanamadığım dağ omuzlarına olanca ağırlığıyla çöktü de oturdu değil mi? Acıyor değil mi? Onun dişlerindeki tedavi edilemeyen zehir senin savunmasız damarlarına bir kez girdi değil mi? Aşktan başka panzehir yok; ama aşk da çook ekimiş zamanlarda kalan –ve artık gerçekliğinden kuşku duyduğumuz- o eflatun saçlı deniz kızları kadar uzak değil mi? Acıyor değil mi? Seni anlamıyorum ama o acıyı bilirim.
İşte o acıyı bildiğim içindir ki, yeniden bakacağım o kaya karası gözlerine senin… Yeniden dikkatle bakacağım. Ve Kavafis’in şiirinde olduğu gibi, hani savaş bittikten sonra meydanları dolaşıp da cesetlerin arasında –bulmamayı umarak- oğlunu arayan o ana gibi; savaş meydanı gözlerinde senin, -bulmamayı umarak- tükenişini arayacağım. İşte o acıyı bildiğim içindir ki, kıyılarına yaklaşıp uçurumlarına bakacağım senin!
Artık kimsenin kimseye yararı olmaz, hepimiz kendi içimizdeki kör kuyulara düştük çünkü… Hiç kimsenin ışığı da yok, ipi de! ... Ama bazen dikkatli bir bakış bile, gözbebeklerinin gerisini görmeye çalışan bir bakış bile; küçücük de olsa bir yarayı onarabilir…
Hani ortaçağda cüzamlılar yalıtılıp mağaralara falan kapatılırmış ya; işte oradaki cüzzamlıların birbirine yardım etmesi gibi: Artık umut yoktur, yalnızca acının en kolay hali için çabalama vardır ya; işte öyle dokunacağım sana! ...
Kendi olarak, sana gelen - sana gereksinimi olmadan,
seni isteyen - sensiz de olabilecekken,
senin ile olmayı seçen - kendi olmasını,
seninle olmaya bağlayan- -
O, işte...
kabulümsün...
Oruç Aruoba
seviyorum seni. sarkilarda ariyorum seni haritalarda yasadigin sehri. kitplarda ismini (bunun gibi bir seydi)
toyluk zamanının karamaları.hiç kimse ferhat ile şirin değildi..ama kendilerini onlar gibi sanıyorlardı.bu zamanla anlaşılan bir aldatıcı histir..
Seviname,oturup sevdiğinizi hayal edersiniz, elinize kağıt kalem alırsınız, yüreğiniz daha hızlı atmaya başlar,sonra nasıl olursa bilmem göğsünüzden elinize ordan kaleminize akar, ve o kendini bilmezmiş gibi siz onu hep hayal ettiğniz gibi onu ona anlatmak için yazmaya başlarsınız. İşte sevi name budur.Yok edilmediği sürece o kağıt her okuyan için acıklıdır; böylede bir sevda varmış denir.
mesajla yer değiştiren,anılarda buruk bir hüzün bırakan...
AŞK MEKTUBU..........
OKADAR ÇOK YAZIP YAKTIM Kİ KÜLLERİNDEN YENİ BİR AŞK DOĞARDI...
BİR MEKTUP
(Tarih atmaya gerek yok,
artık tüm zamanlar
birbirinin aynı çünkü…)
Bu da ne ki? Neden şimdi yazmak istedim ki sana? Ve ne yazacaksam? Kafamda hiçbir şey yok. Ama yine de çok uzun yazacağımı sanıyorum… Tek yapacağım şey; lacivert bir aygırı kar beyazı ovaya salıverir gibi lacivert kalemi ak kağıda koyuvermek! İçgüdüleri ona yol gösterir elbet, yıllar boyu yüreklere kim yol gösterdi ki? ... Yürekler, kalemler ve kurşunlar yolunu bilir.
Dün gece mesajlaştık epeyce. İçinde bulunduğun uçurumun kara yüzünü göremesem de sezdim. Beynimle değil de kemiklerimle algıladım. Kemiklerimin o hiç de tekin olmayan sızısıyla anladım… Nemli bir sızı, hani meteoroloji bülteni ninelerin kemiklerindeki gibi “rutubetli” bir sızı; hiç de tekin olmayan, kahpe fırtınaları haber veren bir sızı… Ki o fırtına eminim yaslı bir kokuyla esecektir. Yaslı, nemli ve biraz da korkunç bir kokuyla… Terkedilmiş evlerin bodrumlarının kokusu gibi… Kasvetli, beklemekten ağırlaşmış, içindeki organik maddeler yüzünden hafifçe cesedi çağrıştıran bir koku… Korkunç…
Tıpkı açlıktan ölen bir bebeğin son nefesinin kokusu gibi; az önce burada olan, ama artık olmayan hayatın ürpertici veda kokusu…
Senin yalnızlık uçurumundan yukarı esen (belki de son çıkışlarına son kez dört elle sarılan) o kesif rüzgarın kokusu böyle bir şeydi işte, hani kemiklerimi sızlatan… Hani gecenin bir vaktinde ürküten beni… Ve hani mesajlar bittikten sonra oturup da bu hüzünlü çığlıkların için ağlatan! ...
Dün geceki mesajlarından beri seni düşünüyorum. Garip bir tedirginlikle…
Çok da iyi kullanamadığın kelimelerle ifade etmeye çalıştığın ruh halini düşünüyorum. Mesajlarının altındaki yazıyı, satır aralarını okumaya çalışıyorum.
Öyle bir cümle yazdın ki, o kadar cümle içinde bir o cümle sarstı beni: “Tüm insanların toplam yalnızlığını taşımak” gibi açımlanabilecek bir cümle… Din gibi bir cümle… İsa tüm insanların günahlarını gönüllü yüklenmişti ya, onu çağrıştırdı bana. Sonra da tam çarmıha gerilmişken başını tanrıya kaldırıp hayatının ilk (ve de son) isyanını ya da sorgulamasını yaptı: “Eloi! ... Eloi! ... Lama sabaktani? ! ”
Ahh, bu antik Latince! Asla tam olarak çevrilemez ama açımlanabilir: “Baba! ... Baba! ... Neden –beni- bıraktın? ! ” İnsanlığın tüm acılarını yüklenen İsa bile isyanı bastı! ... Üstelik gönüllü yüklenmişti…
Ama sen, tüm insanlığın yalnızlığına denk bir yalnızlık taşıyorsan (ve üstelik bunu hiç de gönüllü yüklememişsen) bu İsa’dan daha dinsel bir mucize gibi geliyor bana… Tüm mucizeler gibi korkunç ve lanetli! ...
Hala neden yazdığımı ve ne yazacağımı bilmiyorum. Bu yazıyı sana verip vermeyeceğimi de bilmiyorum. Seni düşünerek bir şeyler yazmanın beni rahatlatacağını nereden çıkardığımı da bilmiyorum. Dediğim gibi, garip bir tedirginlik bu…
“Seni anlıyorum” geyiğine girmeyeceğim. Sahtekarlık olur, çünkü bir bok anlamıyorum. Ama seziyorum denilebilir. Dolaylarında dolaşıyorum denilebilir. Belki de çakalların leş kokusunu alması gibi acının kokusunu alıyorum da denilebilir. Evet, acının o dehşetli kokusunu! ...
Neresinden kaçırdık ki hayatı biz? Böyle istememiştik, neler oldu? Çöldeki bir deve iskeletinin kaburgalarının arasından akıp giden o altın kum zerreleri gibi aktı gitti parmaklarımızın arasından hayat…
İnce, uzun, kalın, güzel, kısa, çirkin, yaralı, tırnakları yenmiş, saz çalan, gitar çalan, sevgilinin dudaklarına dokunan; ama hayatı tutamayan o zavallı parmaklarımızın arasından aktı gitti hayat! ... Ey hayat! Şavkı sularda bir dolunaydı; ama yoktuk biz aslında bu oyunda, o yüzden bizi yok saydı! ...
İnsanların seni yanlış terazide tarttıklarını söyledin –yani yazdın-.
Ne büyük bir hayal kırıklığı bu! ... Uçan balonu elinden kaçmış bir çocuğun alt dudağının bükülüşü bu! Yıl boyunca dişi-tırnağıyla sürdüğü, ektiği tarlasını biçmeye gittiğinde tarlasının yakıldığını gören çiftçinin yere çöküp de nikotin sarısı bıyıklarını ısırması bu! Bir telefonun ebedi sessizliğinin önünde sabırla ses beklemek bu! Trajik! ...
Ne zaman bu kadar derinlere gömdün kendini? Bu kimyası bellisiz ölü toprağını ne zaman serptin üstüne de kesik bir çınar kütüğü gibi çaresizliğe yattın? Kimbilir kimlerin vurduğu kahpe hançerlerden akan masum kanına konup kalkan o yeşil sırtlı sineklerin rengi, ne zaman boyadı gözyaşlarını? Ne oldu? Deniz fenersiz bir gecede rota bulamayan bir koca kara tanker gibi ne zaman yittin yalnızlığın o yoğun sisinde; o tonlarca yürek yükünle hangi dalgalara yalpa vuruyorsun?
Ahh, yalnızlığın kızıl gözlü şeytanı öptü seni değil mi? Bir zamanlar öpmeye kıyamadığım o Akdeniz kayığı dudaklarını o tüylü, pençeli yalnızlık emip de morarttı değil mi? O düş zamanlarında dokunmaya doyamadığım yayla göğsüne, uyumaya kanamadığım dağ omuzlarına olanca ağırlığıyla çöktü de oturdu değil mi? Acıyor değil mi? Onun dişlerindeki tedavi edilemeyen zehir senin savunmasız damarlarına bir kez girdi değil mi?
Aşktan başka panzehir yok; ama aşk da çook ekimiş zamanlarda kalan –ve artık gerçekliğinden kuşku duyduğumuz- o eflatun saçlı deniz kızları kadar uzak değil mi? Acıyor değil mi? Seni anlamıyorum ama o acıyı bilirim.
İşte o acıyı bildiğim içindir ki, yeniden bakacağım o kaya karası gözlerine senin… Yeniden dikkatle bakacağım. Ve Kavafis’in şiirinde olduğu gibi, hani savaş bittikten sonra meydanları dolaşıp da cesetlerin arasında –bulmamayı umarak- oğlunu arayan o ana gibi; savaş meydanı gözlerinde senin, -bulmamayı umarak- tükenişini arayacağım.
İşte o acıyı bildiğim içindir ki, kıyılarına yaklaşıp uçurumlarına bakacağım senin!
Artık kimsenin kimseye yararı olmaz, hepimiz kendi içimizdeki kör kuyulara düştük çünkü… Hiç kimsenin ışığı da yok, ipi de! ...
Ama bazen dikkatli bir bakış bile, gözbebeklerinin gerisini görmeye çalışan bir bakış bile; küçücük de olsa bir yarayı onarabilir…
Hani ortaçağda cüzamlılar yalıtılıp mağaralara falan kapatılırmış ya; işte oradaki cüzzamlıların birbirine yardım etmesi gibi: Artık umut yoktur, yalnızca acının en kolay hali için çabalama vardır ya; işte öyle dokunacağım sana! ...
Hala bu zamanda, sevgilisine aşk mektupları yazanlar varsa ben onları tebrik etmek istiyoum....
Bir mektup bekliyorum,
Sevgilim diye başlayan
Canım diye biten,
Dün gelmesi gereken
Bugün hala gelmeyen....
aşkım diye başlar aşkım diye biter...