YAŞANILACAK KASABA ALAÇATI! Alaçatı anlatılmaz yaşanılır, hissetmek gerek. İster lacivert soğuk denizi konuşalım, ister üç tepe altı mahalle… Her bir köşesini ya da esen rüzgârını! Dünyanın bu eşsiz kasabasını yudum yudum teneffüs etmek bu güzelliğin hakkını vermek gerekmez mi? Var mıdır sahi dünyada bir eşi? Hiç zannetmiyorum. Her yeni görenin hayranlığı ve methiyesi bunu göstermiyor mu? Şu gizemli dört değirmenini efsane tebessümü insanı alıp İzmir’in Alsancak’ına sürükleyişi duygu ve düşünce dünyanızın nasıl güzelleştirdiğini anlatamam size. Martılarını konuşalım, güvercinleri unutmayalım bu Kasabanın, Bundan böyle ister deniz trafiğinin görülmemiş enerjisini, uluslararası geçişlerden hat vapurlarına, balıkçı sandallarına kadar öylesine çok geniş bir yelpaze ki anlat anlat, ne biter ne de yeterlidir. Yaz ve kış mevsiminde yaşamalı diyorum Alaçatı’nın mavinin tonları ile cumba ve pencerelerinin renginin uyumunu. Alaçatı’ya unutulmaz bir bahar havası yaşatıyor ki, muhteşemdir tek kelimeyle. Alaçatı; o güzel dar sokakları sayesinde tarihi dokusunu bozmadan yaşatan, ferahlatan gülümsemesi olmasa dayanılır gibi değil. Dünya ülkelerinden gelen turistlerin bile hayretini çekmektedir. Ne var ki hangi olumsuz zor şartlar göz önüne gelirse gelsin, şehrin sevimli martılarının her zamanki melodik şirinlikleri hiç durmadan devam eden yaşama mücadelesi ve mavi suyla olan sevinçleri unutturuyor sıkıntıları. Hatta insanı yeniden hayata bağlıyor. Bu şiir Alaçatı’da insanlar her zaman anlaşır günlüklerini yaşıyor çabalıyor küçük dünyalarıyla tutunmaya çalışıyorlar. Alaçatı’da bir aile gibi evlerimiz, baş başa, diz dize her zaman her an yanı başımızdaymış başucumuzdaymış gibi hissettiğimiz, duygu yüklü evlerimiz. Derinlemesine baktığımızda medeniyetimizin mimari renginin, insanı hayatı ve yeryüzünü nasıl da sevgi barış özgürlükler dünyası üzerinde yansıttığını ilgi hayranlık ve gururla fark edeceğiz. Dün ve bugün Alaçatı en yalın sade duruşu ve günümüz Yaz sezonunda kalabalığı arasında sıkışıp kalsa da taşıdığı gizemlilik manevi zenginlik ve tarihsel dokusu ile eskimez bir tablo. Ah Alaçatı sana her bakışımda kederliyim bu yaşadığım kasaba fotoğrafında, insanlık tarihi kadar eski, Agrilia denizinin durgun suyu kadar gizemli lacivert görünümü hayat dolu. Sessiz bulutların içinden geçiyor gibi yaşadığım kasabanın sabahını teneffüs ediyorum. Bütün yankılar bütün renkler mavinin koynunda o muhteşem güzelliğiyle ve yağmur düşüyor. Alaçatı kadar güzel yağıyor bütün aşkların üstüne ve gece olunca yıldızlar şarkı okuyor Alaçatı’ya. Böyle de romantik bir kasaba ve bu şehirde yaşamak güzel bütün acılara sıkıntı ve mutsuzluklara rağmen. Çünkü Alaçatı yaşıyor içimizde bu yüzden korkularımız değişir kâh bizi teskin eder kâh mücadele azmi katar bir kimlik, kişilik, şahsiyet yükler. Yağmurun kokusu tadı bir başkadır sanki uzak bir geçmişten süzülen gözyaşları gibidir ve gecenin renk renk ışıkları. Dayanamıyorum şehrin bir mumun yanışı gibi latif ve dertli zenginliğine o kadar farklı ki alemler gezdiren bu esrarlı sevgisi. Beni kendisine bağlamakta, bağışıklık yaptırmakta bu hüzün anları değil mi beni de çeken? Ah bu güzel kasabam Alaçatı. Düşünce duygu bakış ölçülerimi mavi yaptı düşlerim mavi gök mavi su mavi sevgi mavi bundan mı? diye düşünüyorum bendeki deli mavilik! Hangi tepesinden bakmalıyım Alaçatı’nın? Lacivert yosun kokulu o güzel görünümüne? Baktıkça başka bir dünya, başka bir dert ya da mutluluk başımı alır kaybederim kendimi. Saatlerce dalgaların gel git sahile vuran haberlerinden… Alaçatı mavi mavi çağırıyor nasıl reddedebilir? İnsanın içinden yürümek gelir. Alaçatı sahilinin ışıltılı mavi görünen denizinin güzelliğine doyum olmuyor. Sahilleri nasıl da insan mutlulukları ile dolu. Yumru Sahili’ne nazır kurulmuş şanslı evlere bakıyorum. “Ah ne güzel bir yaşam olmalı bu evlerde!” Alaçatı sahiline doğru yürüyüp, sabah çayını mavi sulara bakarak yudumlamak! Güneş batarken terasta duygulanmak. Kim bilir hangi sevinçli yüzler veya mutlu insanlar oturuyordur? Alaçatı’nın dağlarından bu kadar güzel hem çekici hem en güzel kokan bir başka çiçek daha var mıdır?
ÇAKMAK OVASI! Siz hiç Çakmak Ovası’nın patika yollarında kayboldunuz mu? Ya da Sülemiş Ovası’nın yamaçlarına çıkıp, beş veya altı metre boyunda zeytin ağaçlarını gördünüz mü? İki üç kişi ile beraber kucaklayarak ağaç gövdesini ölçtüğünü gördünüz mü? Liman Ovası’nın topraklarında yetişmiş taze acurlarından toplayıp, cacık veya tütün fidanı ocaklarının kıyılarından marul toplayıp, yapraklarından bol sirkeli salata yaptınız mı? Kış ortasında tarladan patates söküp, ocak ateşinde kıyıları kurum olmuş bakır tencerede kaynatıp, sonra patatesleri soyup, pekmeze bandırarak yiyip karın doyurdunuz mu? Çakmak ovası tarlalarında turp otu toplayıp, haşlama yaparak, bol limonlu ve has zeytinyağlı salatasını yediniz mi? Dere kıyılarından köpüşken otu toplayıp evinizdeki kümeste besleyip tavuklarınızın yumurtladığı taze yumurta ile beraber kavurup, köpüşken'li yumurta yedinizdi? Yerli buğday unuyla yoğrulmuş bahçendeki ev fırınında pişirilmiş dumanları tüterek taze ekmek yediniz mi.? Arpa çuvallarını merkebinize yükleyip Barbun Ali’nin (Ağabeyimizin) değirmeninde öğüttüğü unundan ekmeğini tattınız mı? Burcu burcu kokan ekmek kokusunu burnunuzla kokladınız mı? Ve daha sayamadığım yüzlerce çeşit meyve türlerini dağlarından toplayarak yediniz mi? Ben bunların hepsine kasabamda şahit oldum. Karadağ’ın tam tepesinde: Derler ya hani; “Dağ-taş orman ve yabani hayvan!” ben orada gördüm. Bin bir çeşit kuş, hayvan ve böcek. Yol boyunca zakkum ağaçları ile kaplı Alaçatı Çamlık Yolunun kıyıları, baharda açan rengârenk çiçeklerine ve kokusuna doyum olmuyor. Alaçatı’nın ovaları çok verimlidir, Sülemiş, Haydariye,Göbene, Çakmak Ovası, İmamoğlu, Hurmalı, Liman Ovası, Telsiz, Batarya, ekilen arazi öylesine çoktu ki; geçim sorunu hiç yok gibiydi. Arazilerin birçok yerine gidebilmek için yol yoktu. Patika yollardan gidip geliyorduk. O yıllarda televizyon yoktu. Radyo az kanallıydı bir TRT’yi bir de Sofya Radyosu’nu dinleyebilirdik. Sofya Radyosu günde birkaç saat Türkçe yayın yapardı. Türkiye’den veya Avrupa’ya çalışmaya gitmiş gurbetçilerden istekler olurdu genelde Yüksel Özkasap, Ruhi Su gibi çok değerli sanatçılar hep hasret Türküleri söylerlerdi. Şeritli teyplerle şarkı, türküler dinliyorduk. Kabak kemaneyi, onlara eşlik eden köçek oynayanları o yıllarda tanıdım. Bugün ilçe olan Urla o zamanlar küçük bir kasabaydı. Urla Pazarına sık sık gider, ihtiyaçlarımızı alırdık. Oteli, lokantası, kasabı aklınıza ne gelirse her türlü esnafı vardı. Aradığın, ihtiyacın olan her şey mevcuttu. Kasabadan normal fiyatlarla alabiliyorduk. Bir gün Annem ile birlikte Urla’ya Cuma Pazarına gitmiştik. Sene 1960’dı. Bütün pazarı gezdik Annem hep ziraat aletlerine bakıyor, benim gözlerim ise beyaz naylon gömlekleri tarıyordu. Çocukluğum garibanlık içinde geçti. Üzerime giydiğim giysiler dokuma gömleklerdi. Pantolon ne gezer? Dokuma kumaştan pijamalarla geçti yıllarım. Anneme bin bir yalvarmakla bir tane naylon içinde az ipek olan beyaz bir gömlek, bir de tokyo terlik aldırdım. Tokyo terlik’in tabanı yedi katli rengârenkleydi. Alaçatı’ya sevinçle geldim. O gece gömleğim ve terliklerimle uyudum. Sabah uyandığımda tarlaya gitmemiz gerekiyordu. Benim gömleğim üstümde, terliklerim ise ayağımda tarlaya gitmeyi beklerken: Annem; her ne kadar “Çıkar onları. Onlarla tarlaya gidilmez!” dediyse de başaramadı. Ben üzerimdekilerle tarlaya gittim. Telsiz mevkiinde bulunan anız tarlasında terliklerle yürümek kolay değildi. Ayaklarımın her yanı anızlarda sıyrık içinde hep kanamıştı. Ama ben terliklerimle anız tarlasında dolaşmaktan ve almış olduğum keyiften anızların ayaklarımın kanamasını ve vermiş olduğu acıları hiç dert etmemiştim. Çünkü çok mutluydum. Bu gün Alaçatı’nın verimli topraklarının çoğunu taş binalar aldı. Sokaklar buz gibi ova yolları artık çift şeritli oldu. Eşekleri göremiyoruz her evin önünde park edilmiş lüks arabalar var artık. Beş Ali’nin at arabası yok. Hurmalı ovasında çalışan Mehmet Bakırlı yok, Ayhan Tezcan. Nevin Tezcan, Hakkı Demiray,hurmalı ovasında Orhan Girgin, Hasan Arıcı yok, Aslan amca, Kaplan amca, "Akalın" liman ovasında Süleyman Akkaya,nerde bu güzel insanlar nerde.? Bugün tekrar dünyaya gelseler ne yaptınız bu güzelim arazileri güzelim tarlaları taş yığını haline geiniz diye bizden nasıl hesap sormazlar mıydı acabaaa.?
Aklı hep rüzgârla ve saçları hep rüzgarda haşarı bir oğlan çocuğu. Bir insan olsaydı Alaçatı, ben onla arkadaş olurdum. Gidip yeni yerler görelim diye.
Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinceye kadar yaşanılan süreçte asla unutulamayan zaman dilimleri vardır. Onlar hep sizinle birliktedir, her nerede olursanız olun. Köy yaşamımda geçen ova ve vadi günlerim benim açımdan o safhalardan belki de en önemlisidir.
Babamın ölümünden sonra Annem aileyi toplayıp Alaçatı’ya göç eder ve 1952 yılından beri hep bu güzel Alaçatı bucağında sürer hayatım. Arada bir köyümüze giderdik. Sonraki yıllarda konakladığımız kış aylarında, Germiyan Köyü’ne yürüme mesafesi olarak yaklaşık bir buçuk- iki saatlik bir uzaklıktadır. Adını Germiyanoğulları’ndan aldığı “GERMİYAN” köyü bulunduğu konumu itibariyle zeytin ağaçlarının ve çok bereketli toprakların yamacında kurulmuş.
İzmir yolu üzerinden giderseniz Merdivenlikuyu sapmazından sol tarafa giden yoldan Germiyan köyüne giderseniz. Hemen sağ tarafında Yuvarlak Vadisi dediğimiz keskin bir vadi, karşısında heybetli bir dağ, üst tarafa giden Ildırı’ya ve Kadıovacık’a kadar götüren bir dağ silsilesi ile bezenmiş olan ve çocukluğumun bir bölümünün geçtiği yaylamız Karacasar ovası. Zeytin dalına kurulan salıncakta sallandığım zeytin ağacı işte orada, sınırın tam da kenarında.
Yaşlanmış, yıpranmış. Ben şu yaşıma geldim. Aklım erdi ereli var. Kim bilir ne zamandan beri ayakta ve kim bilir hangi çağın tanığı. Karacasar’ın yamacındaki ağılımızın yeri harabe artık. İçinde büyüklerimin de içinde barındığı, dağdaki küçük tek katlı üstü toprak olan evimizden eser yok. Oturuyorum bir taşın üstüne ve geçmiş zamandan kalan sesleri dinliyorum, içimde yankılanırken. Eskilere gidiyorum. Çok eskilere. Hatıralar canlanıyor ilk günkü tazeliğinde. Hep bir aradayız. Her yer cıvıl cıvıl.Sabah tan yeri ağarırken, işe yaramayan küçük çocuklar hariç uyanıyor herkes. Mevsim yaz, fakat sabah keskin bir soğuk var iliklerine kadar titreten. Kalın giyinmelisiniz o yüzden, güneş karşıdaki dağın üzerinden görününceye kadar.
Çiğ düşmüş dalların ve otların yapraklarına. Yürüdüğünüz yerde dizinizden aşağısı ıslanıyor. Aldığınız nefesi saç diplerinde, tırnak aralarında hissediyorsunuz. Derinizdeki tüm gözeneklerden oksijen saldırısı altındasınız. Kısacası vücudunuza olabilecek her noktadan sağlık, dahası hayat şırınga ediliyor doğanın ellerinden.
Yaylanın sol tarafında aşağı doğru uzayıp giden sorgun ağaçlarının bulunduğu sulak alandaki rüzgarda nazlı salınan lalelerinin kokusuna, aşılanan dağ kekiğinin aromatik kokusu sarıyor yaylanın bütününü. Tan yeri aydınlığı ile birlikte. Cırcır böcekleri bir telaş bir telaş. Uzaklardan bir yerden kınalı keklik sesleri yükseliyor, gak gak gubak, gak gak gubak! Ya eşine ya da yavrusuna sesleniyor, bir gayretli melodi ritminde.
Dışarıda hayat böyle. Ya ağılın içerisinde? Annem bir çorba kaynatma çabasında, süslü tahta kaşıklarımızla çala kaşık yiyelim diye. Taze sağılmış süt de var, birer bardak içmek için. Halis buğday unundan, saç üzerinde pişirilmiş yufka köy ekmeği misler gibi kokmakta ısıtılırken ocaktaki sacın sırtında. Bugün kuru kaymak da yiyeceğiz belli ki. İki kocaman dal kaymak konulmuş tahta ayak üzerindeki kenarları türlü motiflerle işlenmiş bakır tepsi soframızın kenarına. Peynir var soframızda, sepet peyniri. Isırırken dişlerinizde gıcırdayan, mis kokulu, lezzeti ala ki, Annemin hünerli ellerinden üreyen. Çökelek noksan olur mu yayla sofralarından? Yufka ekmeğinin arasında sıcak çorbanın yoldaşı...
Komşu yaylalardan da güne başlamanın belirtileri geliyor. Koyun ve kuzu melemeleri çan seslerine karışıyor, köpek havlamaları eşliğinde. Çobanımız hazır. Sürüyü geniş otlaklarda gezdirmeğe… Ağır ağır ayrılıyorlar ağılın çevresinden. Çoban köpeklerimiz sürüye gözleri gibi sahip olmak üzere çobanımızın en büyük yardımcıları; bir dikkat, pür dikkat! Her yabancı ses alakadar ediyor onları. Dönüp duruyorlar biteviye sürünün etrafında. Güvenlik had safhada demek istediğim. Yalnız sürüye değil, canımıza da bekçilik yapmakta can yoldaşı köpeklerimiz. Kadınlar sütten mamul ürünler yaratacak alın teri ile yoğrulan. Erkeklerden yetişkin olanlar tarlaya Veya köye gidip gelecekler…
Aralık 2012’de dükkânımı yeni adresime taşınmıştım. Müşterilerim yeni adresimi bulmakta epeyce zorlanmışlar. Ama; “Sora sora Bağdat bulunurmuş” diye çok güzel bir söz vardır. Her gelen dostum “Yahu Ömer çok uzaklara gelmişsin! Diyerek sitemde bulundular. Son yıllarda Alaçatı’da dükkân kiralarından dolayı küçük esnafın durumunu anlatınca bana hak verdiler. Alışveriş için ziyaretime gelen dostlarım: “Dağ başına gitsen, seni yine buluruz! ” diyerek desteklerini verdikçe içim pozitif enerji ile doldu. Bir gün, Reisdere Köyü’nden rahmetli Faik Acar Amca’nın oğlu Kerim Acar, dükkânımdan içeriye girdi. “Ömer seni çok aradım. Zor buldum. Yıllar sonra Alaçatı’da adres soracağım hiç aklıma gelmezdi! ” dedi. Alaçatı çok gelişmekte olan bir belde. Cadde ve sokaklarımızda büyük bir değişim yok belki ama bina sahipleri el değiştirdi. Yıllar önce böyle değildi tabii. Rahmetli Rıza Erçeşmeli Cami altında yıllarca bakkal dükkânı çalıştırdı. Cumhuriyet meydanında Fevzi Yıldız otuz yılı aşkın bakkal dükkânı işletti. Bu gün yerinde başka bir mekânlar açıldı. Kerim arkadaşıma birkaç tane mekân ismi söylemişler ama benim dükkânımı bulmakta zorlandığını anlattı. “Bana bilmediğim dükkânların adreslerini söylüyorlar seni bulmam için. Bana deseler ki Mustafa Salkım’ın dükkânını geçince yahut Tatlıcı Hasan Usta’nın dükkânını geçtikten sonra diye bilirdim nerede olduğunu... Ama bana yeni isimler söylenince bilemedim.” Kerim arkadaşımın bu sözlerini duyunca hüzünlendim. Cuma günü öğlenden sonraydı. Kemalpaşa Caddesi’ndeki dükkânımın önünde oturmuş, kitap okuyordum. Tanıdık bir ses bana: “Hayırlı işler Ömer! ” diye seslenince başımı kaldırdım ve teşekkür ederken Sıtkı amcanın oğlu seslenenin Civan Ali olduğunu gördüm. “Ağabey gel otur, dinlen biraz” dedim. Hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Birer çay içtik ve başladık muhabbete... Hayat şartlarından sonra mevzular çocukluk anılarımız geldi. Civan Ali benim eski çocukluk yıllarımdaki mahalleden arkadaşımdı. Her gün birbirimizi görür, gençlik yıllarımızda ortak dostluklar kurardık. Ali Ağabeyin elinde bir bakraç, akşam karanlık basmadan önce bize gelir ve gün aşırı süt alırdı. Evimizin az ilerisinde bulunan santralin önündeki park alanında birlikte çok oyunlar oynadık. Komşumuz Koz Nuri (Canol) kamyon şoförüydü. İş dönüşünde kamyonunu Pazaryeri Camii’nin yan tarafına park eder,elinde büyük bir file kese kâğıdında bir şeyler sarılı vaziyette hemen evine girer, sabah namazından önce de işine giderdi.Koz Nuri’yi hiçbir zaman işe geç gittiğini göremezdik. Bir de Nazmiye Ablamız (Sakarya) vardı. Dünya tatlısı bir ablaydı. Sokağımızın başında eski Rumlardan kalma bir evde otururdu. Evinin kocaman arsası yüksek duvarlarla çevriliydi. Yetmişli yılların başında evinin bahçesine tek katlı çok güzel bir ev yaptı. Evin sokağa bakan cephesinde oturur, başında beyaz tülbentiyle her geçen tanıdıklara hal hatır sorardı. Yeni evini bitirdikten sonra kısa bir zaman içinde eski evini Rahmetli Fevzi Yıldız satın almıştı. Teyzemin büyük oğlu Hüseyin Yıldız bu eve taşındı. Nazmiye Abla akşam üzeri elinde süt tenceresi ile bizim evimize gelir, hayvanlarımızın sağılma saati gelinceye kadar Annem ve Büyükannemle saatlerce ayakta sohbet ederlerdi. Nazmiye Abla Rahmetli İskeçeli Hafız’ın kızıydı. Babası Pazaryeri Camii İmamıydı. Yıllarca imamlık yaptı ve gençlere din dersi ile Kur’an öğretti. O güzel sesli Hüsnü Hoca (Koç) O’nun talebesiydi. Nazmiye Abla’nın eşi Urlalı Süleyman Sakarya idi. Süleyman Ağabey Çeşme’de komisyonculuk yapardı. Çok şık giyinirdi. Ütüsüz pantolon, gömlek, giymezdi. Yaz aylarında akşamüzerleri Nazmiye abla ile Süleyman ağabey el ele tutuşur, Şehitler caddesinde tur atarlardı. Biz de hayran hayran bakışlarla izlerdik. Kendimize hep onları örnek alırdık. Mahallemizin örnek insanlarıydılar. Büyük küçük demezler, her kese hâl hatır sorarlardı. Ben evinin önünden geçerken, bana: “Karaoğlan Karaoğlan…” diye şarkılar söylerdi. Bende kendisine gülümser, ve o güzel sesi dinlerdim. Nazmiye Ablamızın yola bakan bahçeli evi geçen güne kadar duruyordu. Her geçişimde pencereden Nazmiye Ablam bana seslenecekmiş gibi gelirdi. Nazmiye Abla’yı kaybedeli uzun zaman oldu belki ama ben onun ölümünü bir türlü kendime inandıramadım. Nazmiye Ablanın evi artık yok! Hatıralar da yerle bir oldu. Bir tarih daha silindi tarih sayfalarından. Bir yaprak daha gitti. Değişimin önünde duramıyorsunuz! Bu böyle gelmiş böyle gidiyor. Her yüz senede bir, sahipler değişiyor galiba... Civan Ali Ağabeyle bunları konuştuktan sonra “Ömer ben gideyim artık! Koskoca ailede tek ben kaldım. Evde sadece kedim var ve bir de ben… Bazen kedimle konuşuyorum. Bir gören olsa Ali delirdi derler.” Hüzünlenerek bir birimize iyi geceler diledikten sonra yanımdan ayrıldı. Kalın sağlıcakla…
Kıyı boyunda Çeşme’yi yürümek ve düşünmek sonra… Denizi bilmek, gün boyunca sorunlardan kaçıp giden mutlu duyguların bizlerin üzerinde bıraktığı olumsuz havanın aksine güneşler asılı dallarında Çeşme’yi sevmek ve bu İlçeyi adımlar boyu yaşamak… Sözüm Çeşme; Her şeyden çok nefesi şiir olan İlçe özünde biraz özlem olsa da vuslatı şiirde bulmuş bir ilçe. Ürkek adımların yanı sıra, güçlü adımlar mutsuz çehrelerin yanı başında tebessümle çiçeklenmiş yüzler ve yüzlerce heyecan martılar sırtında Alaçatı’da Dalyan’da Çiftlik’te hayaller demlenmelidir bu vakitlerde; saatler Çeşme’de sahil kıyısında yürümeyi gösterirken. Çeşme’de hayaller kimi zaman sevmek ve sevilmek üzerine kurulur.
Ve bu ipekten dokunan hayaller mavi kanatların sırtında büyür ve yürür. Sabahlardan akşamüstlerine ve akşamüstlerinden mehtapların çıktığı gece vakitlerine kadar usanmadan yürüyüp bitmez Çeşme’de sahil kıyıları. Çeşme kıyılarında bin bir farklı dünya, renkli, çocuksu, hayatı öğreten…
Adımlar bitmez gözükse de son bulan mevsimler aceleci gözükür kaçıp gitmekte. Sıralaşmış Arnavut kaldırımları soğuk benizli çehresinden kopan sonbahar öksürükleri yaz mevsiminin vakit tamam dediğini gösterir. Acaba nerededir şimdi çiçekleri büyülü, güneşi inciden denizi ömür yaz mevsimi? Sonbaharı sevmediğimden yakınmıyorum sadece yaz mevsimini biraz erken özledim. Benim özlemim yaz mevsimiyken içinde başka özlemler taşıyan onlarca, yüzlerce insan görüyorum sararan kaldırımları çiğneyip geçip giden. Sadece geçip gitmez yüreğinde özlem taşıyan kişi.
Ardında kendinden ve hasretinden bir parça bırakır. Bu artta kalan candır, sevilmeye sevmeye dair. Kavuşmayı beklemek Çeşme’nin kızgın güneşli havaları beklemek kadar uzaktır şimdi. Sahil boyunda yürüyerek sonbaharı yudumlamak bir akşam vakti, ölgün yaprakları çiğneyerek… İlçenin herkeste başka duygular uyandıran halinin bendeki yankısı mutsuzluk olamaz. Çeşme’de sahil boyunda yürümek bir ömürdür mevsim sonu olsa da.
Öte yandan hüzün şehri değildir Çeşme. Hem kıyı boyu yürümeler aklı kurcalayan her ne varsa alıp götürür. Aslında Çeşme biraz kendini dinlemektir. Işıl ışıl parıldayan kaldırımların üzerinden gitmek akşamın bu kör halini zihinlerden siler öyle ki. Bir kaç nefeste geçip gidiliveren bu inciden kıyılar bir ömre sığmayacak kadar büyük sevdaları görüp de saklamıştır içinde. Herkes farklı duygularla kıyı boyu Çeşme’nin eşsiz zenginliğinde adımlar tüketirken, bende herkesten farklı duygularla adımlarımı ve saatleri buharlaştırarak ilerliyorum. Fikrimce her şeyden güzeli denizi bilmek ve dalgaların sabırsız çırpınışları eşliğinde mehtabı beklemek… Kalın sağlıcakla
ALAÇATI’DA YAŞAM 1960’lı yıllardı. Alaçatı Belediyesi’ne ait elektrik santrali vardı. Bugün halk Pazarı kurulan Dutlu Caddesinden yürüyerek beş yüz metre. Alaçatı Şehitlik parkımız var. Yaklaşık 15 dönüm alanı olan ve etrafı yüksek taş duvarlarla çevrilmiş, içinde palmiye ağaçları, kurtuluş savaşında canlarını bu vatan için seve seve vermiş şehitlerimizin anıt mezarları. Etrafında yüzlerce çeşit çiçekler mis gibi kokuyor. Duvarların üstüne sarılmış yemyeşil sarmaşıklar. Sarmaşıkların bir kısmı beyaz, bir kısmı mor renkte açmış. Renklerin güzelliğinden ve kokusundan ayrılamazsınız. Şehitlik bahçesinin yan tarafındaki Karagöz tepeye giden yol kıyılarındaki geniş hendekler, dokuz köprülerden taşan sular hendekleri doldurmuş. İçinde yeşil kurbağalar, küçüklü büyüklü Kaplumbağalar, küçük kefal balıkları bu temiz suda dans ediyorlar. Sürülmemiş tarla sınırlarında deniz börülceleri, diz hizasına gelmiş turp otları sarı filiz vermiş. Yemyeşil mis gibi doğa kokusu. Altın dişli Mehmet Yasemin, eşeğine pulluk ve hamutu sarmış beygiri, eşeğinin arkasına bağlamış kendisi eşeğe binmiş tarlaya çift sürmeye gidiyor. Şehitlik bahçesinden Alaçatı’ya gelirken eski mezbaha önünde, Kasap İbrahim (Masat) , elinde çengeller, kasap Bekir (Doğan) , İki oğlu Nazım ile Nedim, beraber ellerinde kalın urganla bağlanmış düveyi mezbahaya kesime götürüyorlar. Beş Ali (Çitçi): iki tekerlekli at arabasına kırmızı doru beygirini koşmuş, beygirinin alnında ziller, beygirin hamutunda rengârenk motiflerle süsler, at arabasının tekerleklerin ve zillerin vermiş olduğu o güzel ses! Caddenin sağına soluna dikilmiş yarım asırlık dut ağaçları. Yolun sağında bulunan tarlalar boydan boya sürülmüş tütün fidanı ocakları. Tarla kenarlarında gübre yığınları. Tütün fidanlarını gübrelemek için depolanırdı. Cemal Can Amca elinde yarım metre uzunluğunda sigara takımı, sigarasını yakmış diğer elinde bağ çapası bahçesine gidiyor. Cemal Amca gündüz bahçe işi, akşamları da Alaçatı’nın en güzel Şambali tatlısını yapardı. Çocukları Zale ile Tule, akşam kahvelerde veya sinemalarda dilimi yirmi beş kuruştan Şambali tatlısı satarlardı. Evimiz Elektrik santraline çok yakındı. Elektrik santralinin bahçe duvarları yerden bir metreden yükseklikte ve üstüne iki metre dikenli tel ile çevriliydi. Sadık Baba santralin bahçesini çok iyi bakardı. Rengârenk güller, kasım patları sarmaşıklar, bahçedeki havuz masmavi, suyun rengi tertemizdi. Elektrik santralinin devasa bir demir kapısı vardı. Elektrik motorları çalışmaktan dolayı içerdeki ısı yükseldiği vakitler Sadık Baba ve Paraşüt İsmail ikisi beraber kapıyı ray sistemi olmasına rağmen zorla açarlardı. Elektrik motorlarının su devir daim fıskiyelerini seyretmeyi çok severdik. Elektrik motorlarının gürültüsü hiç bitmeyen bir melodi gibi gelirdi bizlere. Manav Nurtin Ağa ve kardeşi Osman Amca’nın Pazaryeri Cami altında manav dükkânları vardı. Selanik kesreden mübadelede gelmişler. Çok disiplinliydiler. Dükkânlarının yanında hemşerileri olan Sıtkı Ağa’nın (Özcan) ağaçtan küçük bir masası vardı. Masasının üstünde ayakkabı çivisi falçata kırnap ipi ve küçük bir bal mumu. Tamir olacak olan ayakkabıyı eline alır, ipin ucunu masada önceden çakılmış olan çiviye düğüm attıktan sonra ipi bir güzel mumlar sonra ayakkabı iğnesine ipi geçirdikten sonra başlardı ayakkabının sökük yerini dikmeye. Sıtkı Amca’nın muhabbetlerine doyum olmazdı. Babasının ve yakınlarının Çanakkale’de savaştıklarını, nasıl şehit düştüklerini tek tek gözleri yaşlı anlatırdı. Hastanenin sol tarafında Mehmet Şenol’un kahvehanesi vardı. Mehmet Ağabeyin gür sesi: “Hadi beyler, çay içmeyen kalmasın! ” diye bağırması halen kulaklarımda. Eski Belediye sinemasının yanında dükkânlar vardı. Tatlıcı Yusuf Usta, Berber Ali Sarı, Terzi Yılmaz, İsmet Eser! ’in bakkal dükkânı. Manav Ankaralı Mustafa, Nebi Çatalbaş ve daha birçok esnaflar... Çarşı cıvıl cıvıldı. O yılların en güzel tatlılarından keşkül, muhallebi, Hasan Usta’nın meşhur Kara helvası! Hele ki taş helvası bir başkaydı. Kış aylarında özel Hasan Usta’ya gider, taş helvasından yerdik. Hasan Usta’nın Önünde çizgili bir önlük. Elinde kalın ve uzun bir bıçak. Taş helvası kalıp halinde ve küçük parçalar halinde keser. Tezgâhındaki terazisinde helvayı tartar, önce yağlı kâğıda sarar, sonra da kese kâğıda koyar size öğle verirdi. 1960’lı yıllarda yokluk vardı. Yoksulluk vardı. Oturduğumuz binalarda bugün adına Şömine dediğimiz yapının o yıllarda adı ocaktı. Dağlardan topladığımız odunları ocakta yakardık. Okuldan aç dönmüşsün, evinde yemek için bir şey yoksa komşuya gidilir, komşudan bir şeyler istenirdi. Ama yumurta ama tarhana! Komşunda ne varsa paylaşılırdı. Bugünlük de bu kadar. Kalın sağlıcakla.
Bu yıl Alaçatı Belediyesince 2. düzenlenecek olan “Ot festivali” 2 ve 3 Nisan 2011 Cumartesi, Pazar günleri beldemiz Eski Pazaryeri Meydanında yine çok sayıda iştirakçinin katılımı ile gerçekleşecek. “Masallar Diyarı Alaçatı’da, Otların Rüzgârlı Öyküsü” sloganı ile görücüye çıkacak ve bu yılda 2. gerçekleşecek olan “ot festivalinin” ana temasının hareket noktası bir efsaneye dayanmakta!
Efsaneye göre, antik çağda Alaçatı'da 1001 çeşit ot yetişir, ancak bu otların tamamını hiç kimse tek başına toplayamazmış. O gün bu gündür de bunu hiç kimse başaramamış. İşte bu festivalin ve içeriğinde yer alan yarışmanın düzenlenme gerekçesi de bu efsanenin gerçekliğinin kanıtlanabilirliğini bir kez daha sınamak.
Bunu kanıtlamanın tek yolu da yarışmaktan geçiyordu. Biz bunu geçen yıl denedik, bundan sonraki yıllarda da denemeye devam edeceğiz.
Kim bilir belki?
En fazla çeşidi toplayan, ama doğadan onu doğru ayıran yarışmacılarımız birinci olacak.Cumbalı evlerin taş mutfaklarından hiç eksik olmayan ot dolu tencereler, bir kez daha Alaçatı sokaklarında toplumsal ve kültürel gerekçeler ile kaynatılacak. Alaçatı'nın geleneksel ot yemekleri bir biriyle yarışarak, her bir kaşık dolusu ot yemeğinin sağlık için ne anlama geldiği üzerinde bilimsel tartışmalar da yapılacak.
Geçen yılki Ot Festivali'nde; “bin bir ot” kategorisinde birinciliği 101 çeşit otu toplayan Semra Aktaş Erden, ikinciliği Azime Tınaz, üçüncülüğü ise Recep Subaşı kazanmıştı.
“Ot Aşı” kategorisinde; birinciliği Aysen Kadıbeşegil ' in hazırladığı ' Kırk ot Salatası” İkinciliği Şehnaz Uludağ 'ın 'Güveçte Kuzu Etli Şevketi bostan' yemeği, Üçüncülüğü ise Özlem Koç 'un 'Enginar Çanağında Turp otu Salatası' almıştı.
Festivalin bu yılda tam bir bayram havası içinde gerçekleşmesini bekliyoruz. İzmir ve değişik illerden pek çok yarışmacının katılacağı “2. Alaçatı Ot Festivali’ne” yerel ve ulusal basının büyük ilgi göstereceğini umuyoruz.
Alaçatı, ülke gündeminde bir kez daha bu yönü ile yer alıp, ilgi odağı olmağa ve beğeni ile adından söz ettirmeğe devam edecek. Bu suretle, bir kez daha Egenin pek çok yabani otunun Alaçatı’da da yetiştiğini tüm ülkeye gösterme fırsatı bulacak, ne kadar bereketli bir coğrafyada yaşadığımızın sevincini bir kez daha tüm dostlarımızla paylaşacağız.
Sonuç olarak Alaçatı yine bir zoru başaracak. Yine adından övgü ve hayranlıkla bahsedilmesini sağlayacak.
Dereceye giren yemekleri hazırlayanlar ile en çok çeşitte ot toplayan yarışmacılara yine çeşitli ödüllerimiz olacak. Festival yine geçen yılki mekan da yapılacak. Bu mekânın isabetli bir seçim olduğu herkesin ortak kanaati. Konuklar, yine katılımcı yarışmacıları ve jüri üyelerini çok rahat izleyebilecekler.
Geçen yıl ki yemeklerle servis ve sunumları beni çok duygulandırmıştı. O anlarda sık sık çocukluk ve gençlik yıllarımın Alaçatı’ sına gidip geldim. Ot yemekleri yarışmasına katılan ve annemin de çocukluğumuzda bizlere yaptığı “çalkama yemeği” gözlerimi nemlendirmişti! Sağ olsun eşim, ara sıra bana bu yemeği yapar ama yemek festivalinde jüri önünde “çalkama’yı” görünce kendimi tutamamış ve bir an o yıları yeniden yaşar gibi olmuştum!
Şimdiden, yöre yemekleri ile Alaçatı’dan bu yarışmaya katılacak kadınlarımızı medeni cesaretlerinden dolayı tüm içtenliğimle kutlarım. Yarışmak kolay değil, hele yemek yarıştırmak her insanın harcı değil. Mangal gibi yürek gerek!
Cumhuriyetimizin bekçisi kadınlarımızı, hayatın her alanında olduğu gibi bu kulvarda da öncü rolü üstlenerek, erkekleri ile omuz omuza yeni başarılar için mücadele içinde olduklarını görmek kıvanç ve umut verici.
Alaçatı’mızın çıtasını daha yükseklere taşıyan Belediye Başkanımız Muhittin Dalgıç’ı, böylesi bir festivale omuz verdikleri için kutluyorum. Bu yılda 2. ve 3 Nisan tarihlerinde gerçekleşecek olan “OT yemekleri festivali” yemek yarışmasına öncelikle tüm kadınlarımızın katılmalarını diler, bu etkinliğe katkı sağlayan herkese teşekkür ederim.
Ayrıca tüm kadınlarımızın “8 Mart Dünya Kadınlar Gününü” en derin saygılarımla kutluyorum. Sağlıcakla kalın…
Alaçatı; 31 Aralık 2010 Cuma akşamı böylesi bir kalabalığı belki tarihinde ilk defa görüp yaşadı. Türkiye ve Avrupa’dan beldemizdeki yılbaşı kutlamalarına katılan yerli ve yabancı konuklar yılbaşını Alaçatı’da geçirmek için sanki yarışmış, Alaçatı sokaklarında yürüyebilmek adeta imkânsız hale gelmişti. Belediyemizin öncülüğünde düzenlenen yıl başı kutlama partisi vesilesiyle bir araya gelen Alaçatı sevdalıları, Cumhuriyet meydanına kurulan iki platformda gece boyunca sahne alan sanatçılar ve DC’ler eşliğinde doyasıya eğlendiler. Orkestra eşliğinde sahne alan sanatçılara, havai fişek, çeşitli ışık ve lazer gösterileri de refakat edip, katılımcılara görsel ve duyusal bir şölen ikram edildi. Ayrıca, işyerlerinin vitrinleri ile cadde ve sokaklardaki ağaç ve aydınlatma direklerinde yapılan ışıklandırma ve aydınlatmalarla, beldemiz bir bayram yerine dönüştürüldü. Alaçatı esnafının geceye gösterdikleri ilgi de takdire değerdi. Kışın mekânlarını açık tutmayan restoran ve kafe sahibi işletmecilerin iki günlüğüne de olsa, işyerlerini açmaları beldemize büyük bir hizmetti. Umarız emeklerinin karşılığını da almışlardır. Eskiden yılbaşı böylemi kutlanırdı! Günümüzde, Şehitlik caddesine Cumartesi günleri kurulan halk pazarı, 80’li yılların sonuna kadar, şimdi restore edilen merkez cami’inin etrafında kurulurdu. Halk ürettiği meyve ve sebzeleri bu pazaryerinde satardı. Ayrıca, eski manavlar Karaköylü lakabıyla anılan Halil Girgin, Rıza Baysal, Ankaralı Mustafa, Konyalı Nebi Çatalbaş, sabahın erken saatlerinde kamyonla İzmir’e giderler mevsim meyvelerini İzmir Toptancı Halinden getirirlerdi. Yılbaşı akşamı tüketilmek üzere manav ve pazardan tedarik edilen muz, kestane, mandalina, elma, portakal ve çeşitli çerezler evlerde akşam ezanı sonrasında kurulan yılbaşı sofralarında yerini alırdı. Şimdiki gibi marketlerden her an alınabilen hazır tavuk eti o vakitler bakkallarda satılmazdı. Her evde kümes hayvanları bulunur, buradan büyüğünden bir horoz tutulup kesilir, yılbaşı akşamının ana mönüsü de bu olurdu. Ekonomik durumu biraz daha iyi olan aileler ise tabi’i ki hindi keserlerdi. Yemekler yendikten sonra komşu ve akrabalar bir araya gelir, meyve ve çerezler yenilir, gecenin ilerleyen saatlerinde de pırnal veya zeytin odununu ile yakılan sac sobalar üstünde kestane pişirilirdi. Günümüz evlerinde yaygın bir şekilde kullanılan şöminelerin daha basiti, halk dilindeki adıyla ocaklarda da, kor ateşte bakır tencerede mısır patlatılırdı. İlerleyen saatlerde de sobadan çıkarılan odun kömürü, mangala alınır, evin hanımı kahveleri kömür ateşinin külünde pişirirdi. Sıra şans oyunlarına gelince, tombala takımı dolaptan çıkarılır, konuklarla birlikte tombala çekilir, kazananlar sevinir, kaybedenler üzülürdü. Kazanan misafirler sevinç içinde evlerinin yolunu tutarken bütün seneyi hep kazanacağı umuduyla mutlu geçirirlerdi. Kaybedenlerinse umutları bir sonraki yılbaşına kalırdı. 1980’i, 1981’e bağlayan yılbaşında TRT Kurumu Televizyonu bir ilke imza attı, televizyonda gece tam 12.00’de Türkiye’nin ünlü dansözlerinden Nesrin Topkapı’yı ekranlara çıkarttı. Zeki Müren, gibi daha birçok çok ünlü sanatçılarımızda yeni yıl mesajlarını TRT’nin siyah beyaz televizyonlarından verirlerdi. TRT’nin o yıllardaki yılbaşı müzik programları çok güzel olurdu. Akşamın erken saatlerinde ünlü klarnet sanatçısı Mustafa Kandıralı ve arkadaşları yılbaşı özel programını oyun havaları çalarak açarlardı. Ünlü ve şöhretli sanatçılar bu günde olduğu gibi, yeni yıla girilen saatlerde ekrana çıkarlardı. Halkın büyük bölümünün eğlencesi televizyon izlemekti. Son yıllarda çok sayıda televizyon kanalı oldu, elimizde televizyonun uzaktan kumandası, hangi kanala istersek o kanala geçiyoruz ama o eski programlar yok artık!
O güzel yeşil tepelerin eteğine kurulmuş köyümü seyrediyorum. Aşagılarında bağ ve zeytinlik ağaçları sanki rüyadaymışım gibi seyrediyor insan. Ak duvarlı evler daracık sokaklar. Tepelerinde yeşil cayırlar ve o koku tanıdık geliyor insana. Bu kokuyu rüyasında bile insan hissediyor. Fakat bu kokunun adını insan bir türlü koyamıyor. İnsanın zihni birden çığlık atıyor. Kekik Kekikti bu koku Coçukluğumda, bu yamaçlara çıkarken o dikensi çalıları toplar ellerimi burnuma götürür mis gibi kekik kokardı. Artık burası neresi diye sormayın burası Alaçatı. Benim köyüm burası. Bir kayanın üstüne oturuyorum bir tarafta hurmalı ovası bir tarafta Liman ovası liman ovasını ortasından ayıran Ağrillia körfezi alçak suları Alaçatı’nı binalarının bahçesinin beyaz duvarlarına kadar gelmiş. Kayanın üstünde öğlece ne dalmış Alaçatı’nın rüzgârı saçlarımı ve yanaklarımı okşuyor. Ağrillia körfezinde derme çatma iskele kayalara çarpan dalgalar mavi köpüklerle kendilerini tahtaları üzerine atıyor. Deniz göz alabildiğine boştu. Tek bir yelken bile yoktu görünümünde. Dönüp arkana bakıyorsun, yeşil tepeler gökyüzünde buluşuyor. Önünde de deniz ta, ileride kucaklaşıyordu gökyüzüyle. Benim dünyam diye geçiriyorum aklımdan, yerle gök gökle deniz arasında bir yere sıkışmış kalmışım.
alaçatı; düzgün yüzlü, taş binaları, daracık dökme taş kaplı sokakları, küçük meydanları ile türkiye’nin diğer beldelerini kıskandıracak kadar farklı ve güzel bir tatil merkezi. bu günkü şöhretini ise tarihi mimari dokusunu bozmadan ve yeni binalarını da bu dokuya uygun tarzda inşa etmesine borçludur. altı güzel mahallesi, hacımemişteki tarihi camisi ve eski pazaryerinde yer alan ve cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında haklı zorunluluklarla camiye dönüştürülmüş tarihi kilisesi ve yenimecidiye’deki kilise kalıntısı ile birlikte her bir yanı tarih kokar. agrillia limanına, germiyan’dan, nohutalan’dan, issız dereden akan, dokuz köprülerden geçerken, kiminin bulanık ve çamurlu bulduğu, bazıları içinse; dibi görünmeyen nehir görünümündeki yağmur suları hayatın ta kendisi ve gizemidir. o da bunu bildiği için akıp giderken içini göstermez. bezen yavaş yavaş akar, bazen öylesine coşup taşar ki kıyıları, tarlaları kaplar. her akıp giden su damlacığı yaşanmışlıkları da birlikte alıp giderken, genç âşıklara gelecek hayalleri kurdurup, yaşlılara iç çektirirler. her mevsim ayrı ışıklara bezenir agrilya. rengi hep değişir. sararır boza döner, grileşir, kararır ve hatta yeşerdiği bile olur ama derler ki, onu mavi olarak görebilenler sadece sevdalı gözlerdir. velhasıl alaçatı’nın her yanı birbirine benzer görünürse de aslında hayatlarımız gibi hiç birbirine benzemeyen çeşitliliktedir. alaçatı’nın sokakları ve yüksek duvarlarıyla sarmaş dolaş, yemyeşil ağaçlı tepeleri baktığımızda öte yakasındaki sakız ağaçlarına çarpıp yayılan geniş bir dalganın sakin teslimiyeti içinde dümdüz uzanır gider. alaçatı’nın hacımemiş mahallesinden yenimecidiye mahallesinin son sokağına kadar yan yana dizilmiş cumbalı, kepenkli, taş evlerinin çoğu yeni sahiplerince elden geçirilmiş pırıl pırıldır. eski ya da yeni hepsinin cam kenarlarında sardunya saksıları vardır. yosunlaşmış taş duvarlı bahçelerden yasemin, melisa ve manolya kokuları yayılır. bu duygu ve kokular eşliğinde beldenin dört bir yanına yayılmış çay bahçeleri veya cafelerinde oturup, alaçatılılar’ın tabiriyle tavşan kanı çayı yudumlamanınsa tadına doyum olmaz. geceleri de bir başkadır alaçatı’nın. efil efil esen gerence rüzgarı eşliğinde küçüğünden büyüğüne şarap evleri, kafe-bar ve restoranlar efkar dağıtmak, geçmişimizden geleceğe yeni köprüler kurmak adına kucak açmış sevenlerini bekliyor. kendinizi, her köşe başında gönül telinizi titreten bir müzik eşliğinde bir mekanda oturmuş şarabınızı yudumlar, gelecek hayalleri kurarken bulabilirsiniz! kimbilir?
Nerede eski Alaçatı? O Alaçatı’yı çok özlüyorum. Bugün Cumhuriyet Meydanı terk edilmişlik hissi veriyor bana, birazda hüzünlendirerek! Kiraya verilen veya satılan dükkânlar şimdilerde kapalı. Yazın turistik amaçlı kullanılan bu mekânlar, sezon sonunda vitrinlerini ya gazete kâğıdı ya da beyaz parşömenle kapatarak yaz sezonuna kadar dükkânlarına kilit vurdular bile. Bir kısmı incelik gösterip vitrin camına “önümüzdeki sezon görüşmek üzere” diye yazıp, kalanlara iyi kışlar dileğinde bulunurken, çoğu buna bile gerek duymadan çekip gittiler hoyratça! Alaçatı’nın Kemal Paşa Caddesi eskiden yaz – kış hareketliydi. Kahvehaneler sinemalar bakkallar bu cadde üzerindeydi. Akşamları sinemaya giden insanlar, bu caddede gezinti yaparlardı. Esnaflar geç saatlere kadar açıktı. Tarla işinden gelen üreticiler akşam yemeğinden sonra kahvehaneye çıkar, hem dost ve arkadaş sohbetlerinin sıcaklığında çaylarını yudumlar, hem de tarlasında çalıştıracak iççi bakardı. Üç tane işçi kahvehanesi vardı. İş bulabilmek için işçilerde muhakkak buralara gelirlerdi. Şimdiki gibi telefon, cep telefonu ve e-mail imkânları yoktu tabi! Birde akşam kahvehaneye çıkanlar, eşinin liste ettiği ihtiyaçları da karşılardı bakkaldan. Şimdi içim burkularak geçiyorum buralardan. Fevzi Yıldız’ın bakkal dükkânını bir gözlük firması kiralamış, koskoca bir tabela ve bir bayan gözlük reklamı yapıyor! O aşina ruh gitmiş, duvarlar sanki ağlıyor, soğuk! Kahveci Hüseyin’in yerini bir başkası kiralamış. Eski bina yıkılmış, boş arsa olarak geçici tezgâhlar konmuş sezon sonunda. Sandalye ve masaları naylonlarla örtmüşler. Kirlenmiş şimdiden hepsi, kirli naylonlar çevre ve görüntü kirliliğinden başka bir işe yaramıyor. İnsan bu yerlere baktıkça eskiyi anımsamadan geçemiyor. Bizler, bu mekânlarda yaşlılarımızın anlattığı hikâyelerle büyüdük. Aynı cadde üzerinde bulunan Raşit Orbay’ın Kahvehanesinin anıları kazınmış! Cafe olarak işletiliyor. Hacı Mustafa Bayır’ın bakkal dükkânı da. Hüseyin Bayır’ın bakkal dükkânı cafe, bir başka dükkânını ise bir banka mekân tutmuş! Ahmet Ulutaş’ın dükkânı restoran olmuş. Ruşit efendinin dükkânı yıllarca eczane olarak çalıştırıldı. Şimdi ünlü bir markayla yaz sezonunu renklendiriyor! Nalbant Mustafa Baysal’ın baba mesleğini oğlu Musa Baysal yıllarca sürdürmüştü. Vefat edince bu kez oğlu Kazım Baysal dede mesleğini devam ettirdi. Sonunda meslek işlevsiz kalınca başka bir iş bulup İzmir’e taşındı, ekmeğini orada kazanıyor, ne yapsın? Diğer oğul Mehmet Baysal’da bir dükkânı bakkal olarak çalıştırırdı. Diğer dükkânı ise küçük oğul Rıza Baysal manav olarak. Hem de Alaçatı’nın en güzel manavıydı orası. Bir küçük at arabaları vardı. Bazen kendisi, bazen çocukları at arabasında, kasalar içine yerleştirdikleri sebze ve meyveleri, Ilıca Şantiye Evlerinde satarlardı. Yaşlanınca bıraktılar, çocukları da sürdürmediler. Şimdilerde Mehmet Baysal’ın torunları Hasan ve Kayhan Ölmezer kardeşler dedelerinin ocağını tüttürüyor. Meydanlıktaki Belediye Kahvehanesini bekâr Hakkı lakabıyla tanıdığımız, Hakkı Çevik, Hilmi Çevik ve kardeşleri çalıştırırlardı. Buranın bitişiğindeki sıralı dükkânlarda ise Alaçatı Gençlik Spor Kulübü Lokali ile Okuma Odası ve bir diğerinde de Terzi Şadi’nin dükkânı vardı. Gece gündüz insan kaynardı burası. Ayaküstü kapı önü sohbetleri hep bu alanda yapılır, yaşlılar kahvehanede otururlar, gençlerse kulüp binasında! Hüseyin Akalın’ın dükkânlarının bir tanesini Terzi Sırrı Atatekin çalıştırırdı. Bir dükkân aşağısında Semerci Hasan Kuşku’nun dükkânı, Ahmet Ulutaş’ın dükkânının biraz altında ise Semerci Cemil Ustanın dükkânı bulunurdu. Bu ustalar eşeklerimize çok güzel semerler yapardı. İki zanaatkâr ağabeyimizde mesleklerinin erbabıydı. Bu yüzden çoğu kez semer yapım ve tamir işini hangisine vereceğimizi bilemez, evden semeri sırtladık mı ayaklarımız bizi hangi semerci ustasına götürürse ona giderdik. Usta semerimizi tamir edene kadar da Kahveci Hüseyin Kutluay’ın veya bekâr Hakkı’ların kahvehanesine gider çay içip tamiratın bitmesini beklerdik. Birde taş fırınlarımız ve emektarları vardı, tabi yâd etmeden geçemem. Yılların emektarı Fehim Keskin Alaçatı’ya çok hizmet etti. Hafta sonu tatili, bayram demeden, gece herkes uyurken Fehim ve Abdurrahman Keskin ağabeyler sabahlara kadar çalışıp bizlere ekmek çıkarırdılar. Şimdi orası da modaya uydu, yerinde yeni bir mekân, çok güzel unlu mamuller üreterek hizmet veriyor beldemize. Ama ben, orada yakılan piren çalısının, zeytin odununun kokusunu özlüyorum hep. İki kara fırın karşılıklıydı. Keskin’lerin Fırını ve Barbun Hasan’ın ki. Bazen aileler evlerindeki fırınları yakmaz, bir tepsi börek için değmez deyip, hazırladıkları böreği doğru bunlara getirirlerdi. Pişen börek ve ekmek kokuları bütün mahalleye yayılır, biz de bu güzel kokulardan doyasıya nasiplenirdik. Hey gidi günler, kimler gelip geçti bu yorgun diyardan bütün yük ve acılarını bırakarak. Zaman baba öğretti ki, geriye kalan bu gök kubbede, yalnızca bir hoş seda imiş! Gelenlere selam, gidenlere uğurlar olsun. Kalın sağlıcakla… Ömer ÖNAL [email protected]
SİNEMA GÜNLERİ 08/06/2010 Alaçatı İnsanımızın sanata ne kadar değer verdiği herkes tarafından biliniyor. Ben çok gençken terzi çırağıyken arkadaşlarımla geceleri geç saatlere kadar çalışırdık. Geceleri bize ziyarete gelen çok değerli dostlarımız bize ziyarete gelirlerdi. Nevin Tezcan ile Ayhan Tezcan ağabeylerim konumuz sanat veya sinema olunca bizlere eskiden nasıl Tiyatro oynadıklarını anlatırlardı. Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Köy Enstitülerin kurulduğu yıllarda Alaçatı’yada Tiyatro, Marangozluk, Demircilik İnşaat Ustalığı Biçki dikiş kursları açılmış.çok sayıda gençlerimiz bu kurslardan yararlanmış ve bu gün çok sayıda Yaşayan ağabeylerimiz ailelerinin geçimini Öğrenmiş olduğu bu sanatlarınla sağlıyorlar.Alaçatı’da iki tane sinema solonu vardı biri belediye sineması birde Sakarya sineması,her akşam iki seans film gösterisi yaparlardı. haftada bir kez tiyatro sanatçıları gelir oyunlarını sergilerlerdi.kimler gelmezdi ki? eski sinema oyuncularından Hulusi Kentmen,Atıf Kaptan,Hayri Kara bay Tuncay Özinal gibi şöhret olmuş sanatçılar Alaçatı’nın müdavimlerindendi.Nevin Abi sağolsun çok sık anlatırdı Belediye sinemasında bu gün yeri Atatürk Kültür merkezi olan yerde Tiyatro çalışmaları yaparlarmış bazı gençlerin çok başarılı olduklarından bahsederdi buğün elinden tutan olsa Türkiye’de Tiyatro sanatında çok başarılı olacak çocukların olduğunda bahsederdi ben bunlara çok kez tanık olmuşumdur.1960 lardan sonra Emin Özdemir abimizinde içinde olduğu bir tiyatro ve sanat gurubu kuruldu.bu gurubun içinde kimler yoktu ki Koreli Kazım,Yılmaz Körükçü,Mesut Serin,Özdemir kanga,Selahattin Kanga,gibi çok sayıda arkadaşlarımız Alaçatı halkına gösteri sundular.Urla ve Seferihisarda’da gösteriye gittiler.Bugünkü talk Şovculara taş çıkartacak kadar güzel oyunlar sergilediler.Kimi Tiyatro oynadı kimi Şarkı söyledi kimi saz çaldı ama bir şey yaptılar…1989 yılında ben Belediye meclis üyesi seçildim.Belediye Başkan vekili idim bir telefon geldi karşımda Milletvekili olan Türkan Akyol,Ara seçimlerda Erdal İnönü İzmir millet vekili adayı idi ve İzmirden bir genel başkan olarak seçimi her şartlar altında kazanıp Genel Başkanımızı Parlamentoya sokmamız gerekiyordu ve İzmir örgütü olarak çok çalışıp Genel Başkanımızı Parlamentoya soktuk. Bu çalışmamızda Eski Kadın Bakanımız Türkan Akyol genel Başkanınız Erdal İnönü ye Çalışması için İzmire gelmişti kendisiyle beraber çalışmamız oldu. Bana hep kara oğlan diye hitap ederdi, tanışıklığımız oradan. Selam Kara oğlan Nasılsın İyi misin hatır sormasından sonra Türkiye’nin de içinde olduğu Dünya Uluslar arası Tiyatrolar birliği İsmi Asitej olan bir kuruluş ilk olarak Türkiye’de Uluslar arası gençlik ve Çocuk Tiyatroları festivali düzenlemek istiyorlar benim de ilk aklıma gelen alaçatı oldu buna sizler ev sahipliği yapabilirsiniz dedi ben Böyle çok güzel bir projeden çok heyecanlandım. Hemen belediye başkanıma bunu ilettim belediye başkanımız Ömer üstesinden gelebilirmiyiz deyin ce Başkanım siz hiç merak etmeyin Alaçatının bu konuda bu festivale sahip çıkacağına yürekten inanıyorum dedim Belediye başkanımız Konuyu meclise taşıdı ve meclisinin onayı alındıktan sonra biz çalışmalara başladık ve Çalışmalarımızı önce ilk olarak Okul koruma derneği üyeleri Okul Aile birliği üyelerinle toplantılar düzenledik iki okulumuzun müdürleri Çocuk Tiyatroları Festivali projesine çok sahip çıktılar. Ben ve Belediye Başkanı Ankara’da Türkan Akyol Ve Asitejin yönetim kurulu üyesi Olcay Poyraz hanımefendi ile toplantı yaptık ve Alaçatı’da birinci Uluslar arası gençlik ve çocuk tiyatroları festivalini hayata geçirdik. Buradan sizlere nasıl anlatayım bilemiyorum. İlk yıl Alaçatı’da ne Kültür Merkezi vardı nede Amfi Tiyatro Bu gün otoparkın olduğu kuğulu parkı dediğimiz yerde yüzlerce Çocuk hasırların üstünde, ahşaptan yapılmış bir platformda Avrupa dan ve Türkiye’den gelen tiyatro gurubunun oyucuları oyunlarını sergiliyorlar ve oyunun sonunda çocuklarla elele tutuşup hep beraber birlikte meydanlığa geliniyordu.Türkiye’den katılan Denizli tiyatrosunun sorumlusu ,Sayın Sadık Aslankara, Olcay Poyraz,tüm Tiyatro oyuncularının,ve çocuk kitapları yazarı Ülker Köksal,gibi Ünlü isimlerin katılımıyla oynanmış olan eseri tartışıyorlardı.bizde onları büyük bir heyecanla izliyorduk. Tiyatronun ne olduğunu Profesyonel olarak anlamaya çalışıyorduk. Uluslararası Gençlik ve Çocuk festivalinin. İkinci yılında Alaçatı’da Kartal Tibet’in yönetmenliğini yaptığı Koltuk Belası filmi çekimleri vardı. Alaçatı Belediye Binası film ekibine tahsis edilmişti. Kemal Sunal’ın Belediye Başkan Adayı olduğu Partinin adı ise D.M.D.Y.D.Partisi idi bende o filimde görev almıştım Raşit Orbay,Nevin Tezcin,Recep İnak, Gibi bir çok arkadaşımızda Koltuk belası filminde görev almışlardı.Yıllardır bu film tüm ulusal kanallarda gösterime sunuldu.Türkiye’de televizyonu olan herkes Alaçatı’da çekilen bu filmi izledi ve Alaçatı’yı tanıma imkanı buldu.Alaçatı konumu olarak birçok filimler çekildi Müjde Ar ‘n oynamış olduğu Adı Vasfiye,filmi Alaçatıda çekildi Herkes Kendi evinde, Türkan Şoray ile Cüneyt Arkının beraber oynamış olduğu bir film Alaçatıda çekildi Koltuk Belası Filim çekimleri sırasında Alaçatı’da tiyatro gösterisi vardı Kemal Sunal ve kartal Tibet’e hocam ne olur bu akşam Tiyatro oyunundan sonra Alaçatı’lı ve Alaçatı’ya Tiyatro izlemeye gelen misafir çocuklar sizinle sohbet etmek istiyor bu davetimizi kabul edermisiniz. Kemal Sunal bu davetimizi kabul etti ve Çocuklarımızın Hasırların üzerinde tiyatro izledikten sonra Türkiye’mizin sevgisini kazanmış olan Beyaz perdemizin Ünlü aktörlerimizden Kemal Sunal ile çocuklarımız sohbet etme imkânına ulaştılar. Gençlik ve Çocuk Tiyatroları festivali yıllarca devam etti. Fakat Devletimizin bazı ekonomik tedbirlerine Alaçatı Belediyesinde uymak zorunda kaldı. Tiyatro festivalleri ekonomik koşullar nedeniyle artık yapılamaz hale geldi ve yapılmıyor. Bu gün çok güzel bir haberle şok yaşadım Tülin Hanım Ankara’dan döndü ve Ömer Bey çok güzel projelerle döndüm Alaçatı’da yaşayan çocuklarımıza film Festivali düzenli yelim Tülin Hanım ne olur bu projeyi hemen Belediye Başkanımla görüş ve başkanım kabul ederse hemen icraata geçirelim. Tülin Hanım 07 Haziran günü Belediye Başkanımızla görüşmeye gitti ve Belediye Başkanımızın ve her türlü Belediye desteğini yapmak için pozitif yaklaştığını ve her türlü yardımı yapmak istediğini, geleceğimiz olan çocuklarımızın her projesinde yanlarında olduğunu belirttikten Tülin hanım bunları benimle paylaştıktan sonra kendime sordum. Çocuklar Muhitin Dalgıç’ı neden bu kadar çok sevdiğini anladım, Çocuklar Sinema günleriniz hayırlı olsun. Kalın sağlıcakla ÖMER ÖNAL
1850'li yıllarda Güneyi bataklık olan Alaçatı; zamanın Sadrazamının “Bataklığı kurutun! ” Buyruğuyla Alaçatı'nın Güneyindeki tabii limana ulasan bir kanal açılır. Ovalardan büyük hendeklerle drenaj sağlanarak bataklık kurutulur. Açılan kanal daha sonraları gemilerin yanaştığı bir liman olur. Bu çalışmaya zamanın mimari Hacı Memiş Ağa önderlik eder ve adalardan imar işinde çalışmak üzere Rum işçiler getirtir. Gelen Rum işçiler Alaçatı Limanının 1000 m kuzeyinde yeni Alaçatı'yı inşa ederek yerleşirler. İşleyebilecekleri tarlaları olmadığı için, büyük toprak sahibi Türkler tarlalarını tesis edip işletmek ve bir süre sonra devretmek koşuluyla Rumlara verirler. Bir anlamda bu, yap-işlet-devret modelidir. İşletme sahibi Rumlar Alaçatı'da bağcılığı geliştirirlerGünümüzden yüzyıl önce Alaçatı'dan şarap dış ülkelere ihraç edilir. Alaçatı şarabı dünyanın kaliteli şarapları arasında yerini alır. Bu yüzden Alaçatı kiliselerinin en önemli süsleme figürleri üzüm salkımlarıdır. 1873 yılında Alaçatı'da Belediye teşkilatı kurulur. Takriben 19. yy 'dan önce Alaçatı ve çevresinde, Çeşme, Köste, Çiftlik, Ovacık vs. ile birlikte 45 bin kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun 40 bini Rum geriye kalan beş bini Türklerdi.
Hilmi Uran 1914'te Çeşme'ye Kaymakam olarak tayin edilir. Göreve başladığından bir iki ay sonra Balkanlar'dan özellikle Yugoslavya, Makedonya, bölgelerinden ilk göçmenler gemi ile Çeşme'ye gelir. Göçmenlerin gelişi Rumlar arasında panik yaratır, ve kısa zaman içinde bölgeyi terk ederler. Yugoslavya'dan gelen bu göçmenler Alaçatı'da iskân edilir. Bağcılığa yabancı olan göçmenler şarapçılığı hiç bilmezler. Selanik'ten Makedonya'nın Karacaova bölgesinden ve Girit, İstanköy gibi adalardan mübadil göçmenler gelir. Alaçatı'da tütüncülüğün gelişmesini sağlarlar. Tütün, kavun yetiştiriciliği ve hayvancılık 1980'li yıllara Alaçatı'yı taşıyan unsurlardır. Daha sonra tarım üretiminin yerini esnaflık, kısmen balıkçılık ve turizm almıştır.
Rum evleriyle,antikacılar çarşısıyla çok eskilere götüren,rüzgarıyla,deniziyle doğanın kollarında büyüyen,Ege'nin en güzel sahil kasabalarından biridir Alaçatı.
Alaçatı anlatılmaz sadece yaşanır.
YAŞANILACAK KASABA ALAÇATI!
Alaçatı anlatılmaz yaşanılır, hissetmek gerek. İster lacivert soğuk denizi konuşalım, ister üç tepe altı mahalle… Her bir köşesini ya da esen rüzgârını! Dünyanın bu eşsiz kasabasını yudum yudum teneffüs etmek bu güzelliğin hakkını vermek gerekmez mi? Var mıdır sahi dünyada bir eşi? Hiç zannetmiyorum. Her yeni görenin hayranlığı ve methiyesi bunu göstermiyor mu? Şu gizemli dört değirmenini efsane tebessümü insanı alıp İzmir’in Alsancak’ına sürükleyişi duygu ve düşünce dünyanızın nasıl güzelleştirdiğini anlatamam size. Martılarını konuşalım, güvercinleri unutmayalım bu Kasabanın, Bundan böyle ister deniz trafiğinin görülmemiş enerjisini, uluslararası geçişlerden hat vapurlarına, balıkçı sandallarına kadar öylesine çok geniş bir yelpaze ki anlat anlat, ne biter ne de yeterlidir. Yaz ve kış mevsiminde yaşamalı diyorum Alaçatı’nın mavinin tonları ile cumba ve pencerelerinin renginin uyumunu. Alaçatı’ya unutulmaz bir bahar havası yaşatıyor ki, muhteşemdir tek kelimeyle. Alaçatı; o güzel dar sokakları sayesinde tarihi dokusunu bozmadan yaşatan, ferahlatan gülümsemesi olmasa dayanılır gibi değil. Dünya ülkelerinden gelen turistlerin bile hayretini çekmektedir. Ne var ki hangi olumsuz zor şartlar göz önüne gelirse gelsin, şehrin sevimli martılarının her zamanki melodik şirinlikleri hiç durmadan devam eden yaşama mücadelesi ve mavi suyla olan sevinçleri unutturuyor sıkıntıları. Hatta insanı yeniden hayata bağlıyor. Bu şiir Alaçatı’da insanlar her zaman anlaşır günlüklerini yaşıyor çabalıyor küçük dünyalarıyla tutunmaya çalışıyorlar. Alaçatı’da bir aile gibi evlerimiz, baş başa, diz dize her zaman her an yanı başımızdaymış başucumuzdaymış gibi hissettiğimiz, duygu yüklü evlerimiz. Derinlemesine baktığımızda medeniyetimizin mimari renginin, insanı hayatı ve yeryüzünü nasıl da sevgi barış özgürlükler dünyası üzerinde yansıttığını ilgi hayranlık ve gururla fark edeceğiz. Dün ve bugün Alaçatı en yalın sade duruşu ve günümüz Yaz sezonunda kalabalığı arasında sıkışıp kalsa da taşıdığı gizemlilik manevi zenginlik ve tarihsel dokusu ile eskimez bir tablo. Ah Alaçatı sana her bakışımda kederliyim bu yaşadığım kasaba fotoğrafında, insanlık tarihi kadar eski, Agrilia denizinin durgun suyu kadar gizemli lacivert görünümü hayat dolu. Sessiz bulutların içinden geçiyor gibi yaşadığım kasabanın sabahını teneffüs ediyorum. Bütün yankılar bütün renkler mavinin koynunda o muhteşem güzelliğiyle ve yağmur düşüyor. Alaçatı kadar güzel yağıyor bütün aşkların üstüne ve gece olunca yıldızlar şarkı okuyor Alaçatı’ya. Böyle de romantik bir kasaba ve bu şehirde yaşamak güzel bütün acılara sıkıntı ve mutsuzluklara rağmen. Çünkü Alaçatı yaşıyor içimizde bu yüzden korkularımız değişir kâh bizi teskin eder kâh mücadele azmi katar bir kimlik, kişilik, şahsiyet yükler. Yağmurun kokusu tadı bir başkadır sanki uzak bir geçmişten süzülen gözyaşları gibidir ve gecenin renk renk ışıkları. Dayanamıyorum şehrin bir mumun yanışı gibi latif ve dertli zenginliğine o kadar farklı ki alemler gezdiren bu esrarlı sevgisi. Beni kendisine bağlamakta, bağışıklık yaptırmakta bu hüzün anları değil mi beni de çeken? Ah bu güzel kasabam Alaçatı. Düşünce duygu bakış ölçülerimi mavi yaptı düşlerim mavi gök mavi su mavi sevgi mavi bundan mı? diye düşünüyorum bendeki deli mavilik! Hangi tepesinden bakmalıyım Alaçatı’nın? Lacivert yosun kokulu o güzel görünümüne? Baktıkça başka bir dünya, başka bir dert ya da mutluluk başımı alır kaybederim kendimi. Saatlerce dalgaların gel git sahile vuran haberlerinden… Alaçatı mavi mavi çağırıyor nasıl reddedebilir? İnsanın içinden yürümek gelir. Alaçatı sahilinin ışıltılı mavi görünen denizinin güzelliğine doyum olmuyor. Sahilleri nasıl da insan mutlulukları ile dolu. Yumru Sahili’ne nazır kurulmuş şanslı evlere bakıyorum. “Ah ne güzel bir yaşam olmalı bu evlerde!” Alaçatı sahiline doğru yürüyüp, sabah çayını mavi sulara bakarak yudumlamak! Güneş batarken terasta duygulanmak. Kim bilir hangi sevinçli yüzler veya mutlu insanlar oturuyordur? Alaçatı’nın dağlarından bu kadar güzel hem çekici hem en güzel kokan bir başka çiçek daha var mıdır?
ÇAKMAK OVASI!
Siz hiç Çakmak Ovası’nın patika yollarında kayboldunuz mu? Ya da Sülemiş Ovası’nın yamaçlarına çıkıp, beş veya altı metre boyunda zeytin ağaçlarını gördünüz mü? İki üç kişi ile beraber kucaklayarak ağaç gövdesini ölçtüğünü gördünüz mü? Liman Ovası’nın topraklarında yetişmiş taze acurlarından toplayıp, cacık veya tütün fidanı ocaklarının kıyılarından marul toplayıp, yapraklarından bol sirkeli salata yaptınız mı? Kış ortasında tarladan patates söküp, ocak ateşinde kıyıları kurum olmuş bakır tencerede kaynatıp, sonra patatesleri soyup, pekmeze bandırarak yiyip karın doyurdunuz mu? Çakmak ovası tarlalarında turp otu toplayıp, haşlama yaparak, bol limonlu ve has zeytinyağlı salatasını yediniz mi? Dere kıyılarından köpüşken otu toplayıp evinizdeki kümeste besleyip tavuklarınızın yumurtladığı taze yumurta ile beraber kavurup, köpüşken'li yumurta yedinizdi? Yerli buğday unuyla yoğrulmuş bahçendeki ev fırınında pişirilmiş dumanları tüterek taze ekmek yediniz mi.? Arpa çuvallarını merkebinize yükleyip Barbun Ali’nin (Ağabeyimizin) değirmeninde öğüttüğü unundan ekmeğini tattınız mı? Burcu burcu kokan ekmek kokusunu burnunuzla kokladınız mı? Ve daha sayamadığım yüzlerce çeşit meyve türlerini dağlarından toplayarak yediniz mi? Ben bunların hepsine kasabamda şahit oldum. Karadağ’ın tam tepesinde: Derler ya hani; “Dağ-taş orman ve yabani hayvan!” ben orada gördüm. Bin bir çeşit kuş, hayvan ve böcek. Yol boyunca zakkum ağaçları ile kaplı Alaçatı Çamlık Yolunun kıyıları, baharda açan rengârenk çiçeklerine ve kokusuna doyum olmuyor. Alaçatı’nın ovaları çok verimlidir, Sülemiş, Haydariye,Göbene, Çakmak Ovası, İmamoğlu, Hurmalı, Liman Ovası, Telsiz, Batarya, ekilen arazi öylesine çoktu ki; geçim sorunu hiç yok gibiydi. Arazilerin birçok yerine gidebilmek için yol yoktu. Patika yollardan gidip geliyorduk. O yıllarda televizyon yoktu. Radyo az kanallıydı bir TRT’yi bir de Sofya Radyosu’nu dinleyebilirdik. Sofya Radyosu günde birkaç saat Türkçe yayın yapardı. Türkiye’den veya Avrupa’ya çalışmaya gitmiş gurbetçilerden istekler olurdu genelde Yüksel Özkasap, Ruhi Su gibi çok değerli sanatçılar hep hasret Türküleri söylerlerdi. Şeritli teyplerle şarkı, türküler dinliyorduk. Kabak kemaneyi, onlara eşlik eden köçek oynayanları o yıllarda tanıdım. Bugün ilçe olan Urla o zamanlar küçük bir kasabaydı. Urla Pazarına sık sık gider, ihtiyaçlarımızı alırdık. Oteli, lokantası, kasabı aklınıza ne gelirse her türlü esnafı vardı. Aradığın, ihtiyacın olan her şey mevcuttu. Kasabadan normal fiyatlarla alabiliyorduk. Bir gün Annem ile birlikte Urla’ya Cuma Pazarına gitmiştik. Sene 1960’dı. Bütün pazarı gezdik Annem hep ziraat aletlerine bakıyor, benim gözlerim ise beyaz naylon gömlekleri tarıyordu. Çocukluğum garibanlık içinde geçti. Üzerime giydiğim giysiler dokuma gömleklerdi. Pantolon ne gezer? Dokuma kumaştan pijamalarla geçti yıllarım. Anneme bin bir yalvarmakla bir tane naylon içinde az ipek olan beyaz bir gömlek, bir de tokyo terlik aldırdım. Tokyo terlik’in tabanı yedi katli rengârenkleydi. Alaçatı’ya sevinçle geldim. O gece gömleğim ve terliklerimle uyudum. Sabah uyandığımda tarlaya gitmemiz gerekiyordu. Benim gömleğim üstümde, terliklerim ise ayağımda tarlaya gitmeyi beklerken: Annem; her ne kadar “Çıkar onları. Onlarla tarlaya gidilmez!” dediyse de başaramadı. Ben üzerimdekilerle tarlaya gittim. Telsiz mevkiinde bulunan anız tarlasında terliklerle yürümek kolay değildi. Ayaklarımın her yanı anızlarda sıyrık içinde hep kanamıştı. Ama ben terliklerimle anız tarlasında dolaşmaktan ve almış olduğum keyiften anızların ayaklarımın kanamasını ve vermiş olduğu acıları hiç dert etmemiştim. Çünkü çok mutluydum. Bu gün Alaçatı’nın verimli topraklarının çoğunu taş binalar aldı. Sokaklar buz gibi ova yolları artık çift şeritli oldu. Eşekleri göremiyoruz her evin önünde park edilmiş lüks arabalar var artık. Beş Ali’nin at arabası yok. Hurmalı ovasında çalışan Mehmet Bakırlı yok, Ayhan Tezcan. Nevin Tezcan, Hakkı Demiray,hurmalı ovasında Orhan Girgin, Hasan Arıcı yok, Aslan amca, Kaplan amca, "Akalın" liman ovasında Süleyman Akkaya,nerde bu güzel insanlar nerde.? Bugün tekrar dünyaya gelseler ne yaptınız bu güzelim arazileri güzelim tarlaları taş yığını haline geiniz diye bizden nasıl hesap sormazlar mıydı acabaaa.?
Aklı hep rüzgârla ve saçları hep rüzgarda haşarı bir oğlan çocuğu. Bir insan olsaydı Alaçatı, ben onla arkadaş olurdum. Gidip yeni yerler görelim diye.
YAŞANMIŞ ANILAR! 1
Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinceye kadar yaşanılan süreçte asla unutulamayan zaman dilimleri vardır. Onlar hep sizinle birliktedir, her nerede olursanız olun. Köy yaşamımda geçen ova ve vadi günlerim benim açımdan o safhalardan belki de en önemlisidir.
Babamın ölümünden sonra Annem aileyi toplayıp Alaçatı’ya göç eder ve 1952 yılından beri hep bu güzel Alaçatı bucağında sürer hayatım. Arada bir köyümüze giderdik. Sonraki yıllarda konakladığımız kış aylarında, Germiyan Köyü’ne yürüme mesafesi olarak yaklaşık bir buçuk- iki saatlik bir uzaklıktadır. Adını Germiyanoğulları’ndan aldığı “GERMİYAN” köyü bulunduğu konumu itibariyle zeytin ağaçlarının ve çok bereketli toprakların yamacında kurulmuş.
İzmir yolu üzerinden giderseniz Merdivenlikuyu sapmazından sol tarafa giden yoldan Germiyan köyüne giderseniz. Hemen sağ tarafında Yuvarlak Vadisi dediğimiz keskin bir vadi, karşısında heybetli bir dağ, üst tarafa giden Ildırı’ya ve Kadıovacık’a kadar götüren bir dağ silsilesi ile bezenmiş olan ve çocukluğumun bir bölümünün geçtiği yaylamız Karacasar ovası. Zeytin dalına kurulan salıncakta sallandığım zeytin ağacı işte orada, sınırın tam da kenarında.
Yaşlanmış, yıpranmış. Ben şu yaşıma geldim. Aklım erdi ereli var. Kim bilir ne zamandan beri ayakta ve kim bilir hangi çağın tanığı. Karacasar’ın yamacındaki ağılımızın yeri harabe artık. İçinde büyüklerimin de içinde barındığı, dağdaki küçük tek katlı üstü toprak olan evimizden eser yok. Oturuyorum bir taşın üstüne ve geçmiş zamandan kalan sesleri dinliyorum, içimde yankılanırken. Eskilere gidiyorum. Çok eskilere. Hatıralar canlanıyor ilk günkü tazeliğinde. Hep bir aradayız. Her yer cıvıl cıvıl.Sabah tan yeri ağarırken, işe yaramayan küçük çocuklar hariç uyanıyor herkes. Mevsim yaz, fakat sabah keskin bir soğuk var iliklerine kadar titreten. Kalın giyinmelisiniz o yüzden, güneş karşıdaki dağın üzerinden görününceye kadar.
Çiğ düşmüş dalların ve otların yapraklarına. Yürüdüğünüz yerde dizinizden aşağısı ıslanıyor. Aldığınız nefesi saç diplerinde, tırnak aralarında hissediyorsunuz. Derinizdeki tüm gözeneklerden oksijen saldırısı altındasınız. Kısacası vücudunuza olabilecek her noktadan sağlık, dahası hayat şırınga ediliyor doğanın ellerinden.
Yaylanın sol tarafında aşağı doğru uzayıp giden sorgun ağaçlarının bulunduğu sulak alandaki rüzgarda nazlı salınan lalelerinin kokusuna, aşılanan dağ kekiğinin aromatik kokusu sarıyor yaylanın bütününü. Tan yeri aydınlığı ile birlikte. Cırcır böcekleri bir telaş bir telaş. Uzaklardan bir yerden kınalı keklik sesleri yükseliyor, gak gak gubak, gak gak gubak! Ya eşine ya da yavrusuna sesleniyor, bir gayretli melodi ritminde.
Dışarıda hayat böyle. Ya ağılın içerisinde? Annem bir çorba kaynatma çabasında, süslü tahta kaşıklarımızla çala kaşık yiyelim diye. Taze sağılmış süt de var, birer bardak içmek için. Halis buğday unundan, saç üzerinde pişirilmiş yufka köy ekmeği misler gibi kokmakta ısıtılırken ocaktaki sacın sırtında. Bugün kuru kaymak da yiyeceğiz belli ki. İki kocaman dal kaymak konulmuş tahta ayak üzerindeki kenarları türlü motiflerle işlenmiş bakır tepsi soframızın kenarına. Peynir var soframızda, sepet peyniri. Isırırken dişlerinizde gıcırdayan, mis kokulu, lezzeti ala ki, Annemin hünerli ellerinden üreyen. Çökelek noksan olur mu yayla sofralarından? Yufka ekmeğinin arasında sıcak çorbanın yoldaşı...
Komşu yaylalardan da güne başlamanın belirtileri geliyor. Koyun ve kuzu melemeleri çan seslerine karışıyor, köpek havlamaları eşliğinde. Çobanımız hazır. Sürüyü geniş otlaklarda gezdirmeğe… Ağır ağır ayrılıyorlar ağılın çevresinden. Çoban köpeklerimiz sürüye gözleri gibi sahip olmak üzere çobanımızın en büyük yardımcıları; bir dikkat, pür dikkat! Her yabancı ses alakadar ediyor onları. Dönüp duruyorlar biteviye sürünün etrafında. Güvenlik had safhada demek istediğim. Yalnız sürüye değil, canımıza da bekçilik yapmakta can yoldaşı köpeklerimiz. Kadınlar sütten mamul ürünler yaratacak alın teri ile yoğrulan. Erkeklerden yetişkin olanlar tarlaya
Veya köye gidip gelecekler…
MAHALLE DOSTLUKLARI
Aralık 2012’de dükkânımı yeni adresime taşınmıştım. Müşterilerim yeni adresimi bulmakta epeyce zorlanmışlar. Ama; “Sora sora Bağdat bulunurmuş” diye çok güzel bir söz vardır. Her gelen dostum “Yahu Ömer çok uzaklara gelmişsin! Diyerek sitemde bulundular. Son yıllarda Alaçatı’da dükkân kiralarından dolayı küçük esnafın durumunu anlatınca bana hak verdiler. Alışveriş için ziyaretime gelen dostlarım: “Dağ başına gitsen, seni yine buluruz! ” diyerek desteklerini verdikçe içim pozitif enerji ile doldu.
Bir gün, Reisdere Köyü’nden rahmetli Faik Acar Amca’nın oğlu Kerim Acar, dükkânımdan içeriye girdi. “Ömer seni çok aradım. Zor buldum. Yıllar sonra Alaçatı’da adres soracağım hiç aklıma gelmezdi! ” dedi.
Alaçatı çok gelişmekte olan bir belde. Cadde ve sokaklarımızda büyük bir değişim yok belki ama bina sahipleri el değiştirdi. Yıllar önce böyle değildi tabii. Rahmetli Rıza Erçeşmeli Cami altında yıllarca bakkal dükkânı çalıştırdı. Cumhuriyet meydanında Fevzi Yıldız otuz yılı aşkın bakkal dükkânı işletti. Bu gün yerinde başka bir mekânlar açıldı. Kerim arkadaşıma birkaç tane mekân ismi söylemişler ama benim dükkânımı bulmakta zorlandığını anlattı. “Bana bilmediğim dükkânların adreslerini söylüyorlar seni bulmam için. Bana deseler ki Mustafa Salkım’ın dükkânını geçince yahut Tatlıcı Hasan Usta’nın dükkânını geçtikten sonra diye bilirdim nerede olduğunu... Ama bana yeni isimler söylenince bilemedim.” Kerim arkadaşımın bu sözlerini duyunca hüzünlendim.
Cuma günü öğlenden sonraydı. Kemalpaşa Caddesi’ndeki dükkânımın önünde oturmuş, kitap okuyordum. Tanıdık bir ses bana: “Hayırlı işler Ömer! ” diye seslenince başımı kaldırdım ve teşekkür ederken Sıtkı amcanın oğlu seslenenin Civan Ali olduğunu gördüm. “Ağabey gel otur, dinlen biraz” dedim. Hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Birer çay içtik ve başladık muhabbete... Hayat şartlarından sonra mevzular çocukluk anılarımız geldi. Civan Ali benim eski çocukluk yıllarımdaki mahalleden arkadaşımdı.
Her gün birbirimizi görür, gençlik yıllarımızda ortak dostluklar kurardık. Ali Ağabeyin elinde bir bakraç, akşam karanlık basmadan önce bize gelir ve gün aşırı süt alırdı. Evimizin az ilerisinde bulunan santralin önündeki park alanında birlikte çok oyunlar oynadık.
Komşumuz Koz Nuri (Canol) kamyon şoförüydü. İş dönüşünde kamyonunu Pazaryeri Camii’nin yan tarafına park eder,elinde büyük bir file kese kâğıdında bir şeyler sarılı vaziyette hemen evine girer, sabah namazından önce de işine giderdi.Koz Nuri’yi hiçbir zaman işe geç gittiğini göremezdik.
Bir de Nazmiye Ablamız (Sakarya) vardı. Dünya tatlısı bir ablaydı. Sokağımızın başında eski Rumlardan kalma bir evde otururdu. Evinin kocaman arsası yüksek duvarlarla çevriliydi. Yetmişli yılların başında evinin bahçesine tek katlı çok güzel bir ev yaptı. Evin sokağa bakan cephesinde oturur, başında beyaz tülbentiyle her geçen tanıdıklara hal hatır sorardı. Yeni evini bitirdikten sonra kısa bir zaman içinde eski evini Rahmetli Fevzi Yıldız satın almıştı.
Teyzemin büyük oğlu Hüseyin Yıldız bu eve taşındı. Nazmiye Abla akşam üzeri elinde süt tenceresi ile bizim evimize gelir, hayvanlarımızın sağılma saati gelinceye kadar Annem ve Büyükannemle saatlerce ayakta sohbet ederlerdi. Nazmiye Abla Rahmetli İskeçeli Hafız’ın kızıydı. Babası Pazaryeri Camii İmamıydı. Yıllarca imamlık yaptı ve gençlere din dersi ile Kur’an öğretti. O güzel sesli Hüsnü Hoca (Koç) O’nun talebesiydi. Nazmiye Abla’nın eşi Urlalı Süleyman Sakarya idi. Süleyman Ağabey Çeşme’de komisyonculuk yapardı. Çok şık giyinirdi. Ütüsüz pantolon, gömlek, giymezdi. Yaz aylarında akşamüzerleri Nazmiye abla ile Süleyman ağabey el ele tutuşur, Şehitler caddesinde tur atarlardı. Biz de hayran hayran bakışlarla izlerdik. Kendimize hep onları örnek alırdık. Mahallemizin örnek insanlarıydılar. Büyük küçük demezler, her kese hâl hatır sorarlardı. Ben evinin önünden geçerken, bana: “Karaoğlan Karaoğlan…” diye şarkılar söylerdi. Bende kendisine gülümser, ve o güzel sesi dinlerdim.
Nazmiye Ablamızın yola bakan bahçeli evi geçen güne kadar duruyordu. Her geçişimde pencereden Nazmiye Ablam bana seslenecekmiş gibi gelirdi. Nazmiye Abla’yı kaybedeli uzun zaman oldu belki ama ben onun ölümünü bir türlü kendime inandıramadım. Nazmiye Ablanın evi artık yok! Hatıralar da yerle bir oldu. Bir tarih daha silindi tarih sayfalarından. Bir yaprak daha gitti. Değişimin önünde duramıyorsunuz! Bu böyle gelmiş böyle gidiyor. Her yüz senede bir, sahipler değişiyor galiba...
Civan Ali Ağabeyle bunları konuştuktan sonra “Ömer ben gideyim artık! Koskoca ailede tek ben kaldım. Evde sadece kedim var ve bir de ben… Bazen kedimle konuşuyorum. Bir gören olsa Ali delirdi derler.” Hüzünlenerek bir birimize iyi geceler diledikten sonra yanımdan ayrıldı.
Kalın sağlıcakla…
ÖMER ÖNAL
[email protected]
ÇEŞME SAHİLİNDE YÜRÜMEK
Kıyı boyunda Çeşme’yi yürümek ve düşünmek sonra… Denizi bilmek, gün boyunca sorunlardan kaçıp giden mutlu duyguların bizlerin üzerinde bıraktığı olumsuz havanın aksine güneşler asılı dallarında Çeşme’yi sevmek ve bu İlçeyi adımlar boyu yaşamak…
Sözüm Çeşme; Her şeyden çok nefesi şiir olan İlçe özünde biraz özlem olsa da vuslatı şiirde bulmuş bir ilçe. Ürkek adımların yanı sıra, güçlü adımlar mutsuz çehrelerin yanı başında tebessümle çiçeklenmiş yüzler ve yüzlerce heyecan martılar sırtında Alaçatı’da Dalyan’da Çiftlik’te hayaller demlenmelidir bu vakitlerde; saatler Çeşme’de sahil kıyısında yürümeyi gösterirken. Çeşme’de hayaller kimi zaman sevmek ve sevilmek üzerine kurulur.
Ve bu ipekten dokunan hayaller mavi kanatların sırtında büyür ve yürür. Sabahlardan akşamüstlerine ve akşamüstlerinden mehtapların çıktığı gece vakitlerine kadar usanmadan yürüyüp bitmez Çeşme’de sahil kıyıları. Çeşme kıyılarında bin bir farklı dünya, renkli, çocuksu, hayatı öğreten…
Adımlar bitmez gözükse de son bulan mevsimler aceleci gözükür kaçıp gitmekte. Sıralaşmış Arnavut kaldırımları soğuk benizli çehresinden kopan sonbahar öksürükleri yaz mevsiminin vakit tamam dediğini gösterir. Acaba nerededir şimdi çiçekleri büyülü, güneşi inciden denizi ömür yaz mevsimi? Sonbaharı sevmediğimden yakınmıyorum sadece yaz mevsimini biraz erken özledim. Benim özlemim yaz mevsimiyken içinde başka özlemler taşıyan onlarca, yüzlerce insan görüyorum sararan kaldırımları çiğneyip geçip giden. Sadece geçip gitmez yüreğinde özlem taşıyan kişi.
Ardında kendinden ve hasretinden bir parça bırakır. Bu artta kalan candır, sevilmeye sevmeye dair. Kavuşmayı beklemek Çeşme’nin kızgın güneşli havaları beklemek kadar uzaktır şimdi. Sahil boyunda yürüyerek sonbaharı yudumlamak bir akşam vakti, ölgün yaprakları çiğneyerek… İlçenin herkeste başka duygular uyandıran halinin bendeki yankısı mutsuzluk olamaz. Çeşme’de sahil boyunda yürümek bir ömürdür mevsim sonu olsa da.
Öte yandan hüzün şehri değildir Çeşme. Hem kıyı boyu yürümeler aklı kurcalayan her ne varsa alıp götürür. Aslında Çeşme biraz kendini dinlemektir. Işıl ışıl parıldayan kaldırımların üzerinden gitmek akşamın bu kör halini zihinlerden siler öyle ki.
Bir kaç nefeste geçip gidiliveren bu inciden kıyılar bir ömre sığmayacak kadar büyük sevdaları görüp de saklamıştır içinde. Herkes farklı duygularla kıyı boyu Çeşme’nin eşsiz zenginliğinde adımlar tüketirken, bende herkesten farklı duygularla adımlarımı ve saatleri buharlaştırarak ilerliyorum. Fikrimce her şeyden güzeli denizi bilmek ve dalgaların sabırsız çırpınışları eşliğinde mehtabı beklemek… Kalın sağlıcakla
Dünyanın merkezi Alaçatı.Hatıraların yaşanacağı tek köy burasıdır.
ALAÇATI’DA YAŞAM
1960’lı yıllardı. Alaçatı Belediyesi’ne ait elektrik santrali vardı. Bugün halk Pazarı kurulan Dutlu Caddesinden yürüyerek beş yüz metre. Alaçatı Şehitlik parkımız var. Yaklaşık 15 dönüm alanı olan ve etrafı yüksek taş duvarlarla çevrilmiş, içinde palmiye ağaçları, kurtuluş savaşında canlarını bu vatan için seve seve vermiş şehitlerimizin anıt mezarları.
Etrafında yüzlerce çeşit çiçekler mis gibi kokuyor. Duvarların üstüne sarılmış yemyeşil sarmaşıklar. Sarmaşıkların bir kısmı beyaz, bir kısmı mor renkte açmış. Renklerin güzelliğinden ve kokusundan ayrılamazsınız. Şehitlik bahçesinin yan tarafındaki Karagöz tepeye giden yol kıyılarındaki geniş hendekler, dokuz köprülerden taşan sular hendekleri doldurmuş. İçinde yeşil kurbağalar, küçüklü büyüklü Kaplumbağalar, küçük kefal balıkları bu temiz suda dans ediyorlar.
Sürülmemiş tarla sınırlarında deniz börülceleri, diz hizasına gelmiş turp otları sarı filiz vermiş. Yemyeşil mis gibi doğa kokusu. Altın dişli Mehmet Yasemin, eşeğine pulluk ve hamutu sarmış beygiri, eşeğinin arkasına bağlamış kendisi eşeğe binmiş tarlaya çift sürmeye gidiyor.
Şehitlik bahçesinden Alaçatı’ya gelirken eski mezbaha önünde, Kasap İbrahim (Masat) , elinde çengeller, kasap Bekir (Doğan) , İki oğlu Nazım ile Nedim, beraber ellerinde kalın urganla bağlanmış düveyi mezbahaya kesime götürüyorlar. Beş Ali (Çitçi): iki tekerlekli at arabasına kırmızı doru beygirini koşmuş, beygirinin alnında ziller, beygirin hamutunda rengârenk motiflerle süsler, at arabasının tekerleklerin ve zillerin vermiş olduğu o güzel ses! Caddenin sağına soluna dikilmiş yarım asırlık dut ağaçları.
Yolun sağında bulunan tarlalar boydan boya sürülmüş tütün fidanı ocakları. Tarla kenarlarında gübre yığınları. Tütün fidanlarını gübrelemek için depolanırdı. Cemal Can Amca elinde yarım metre uzunluğunda sigara takımı, sigarasını yakmış diğer elinde bağ çapası bahçesine gidiyor.
Cemal Amca gündüz bahçe işi, akşamları da Alaçatı’nın en güzel Şambali tatlısını yapardı. Çocukları Zale ile Tule, akşam kahvelerde veya sinemalarda dilimi yirmi beş kuruştan Şambali tatlısı satarlardı. Evimiz Elektrik santraline çok yakındı. Elektrik santralinin bahçe duvarları yerden bir metreden yükseklikte ve üstüne iki metre dikenli tel ile çevriliydi. Sadık Baba santralin bahçesini çok iyi bakardı. Rengârenk güller, kasım patları sarmaşıklar, bahçedeki havuz masmavi, suyun rengi tertemizdi. Elektrik santralinin devasa bir demir kapısı vardı.
Elektrik motorları çalışmaktan dolayı içerdeki ısı yükseldiği vakitler Sadık Baba ve Paraşüt İsmail ikisi beraber kapıyı ray sistemi olmasına rağmen zorla açarlardı. Elektrik motorlarının su devir daim fıskiyelerini seyretmeyi çok severdik. Elektrik motorlarının gürültüsü hiç bitmeyen bir melodi gibi gelirdi bizlere.
Manav Nurtin Ağa ve kardeşi Osman Amca’nın Pazaryeri Cami altında manav dükkânları vardı. Selanik kesreden mübadelede gelmişler. Çok disiplinliydiler. Dükkânlarının yanında hemşerileri olan Sıtkı Ağa’nın (Özcan) ağaçtan küçük bir masası vardı. Masasının üstünde ayakkabı çivisi falçata kırnap ipi ve küçük bir bal mumu. Tamir olacak olan ayakkabıyı eline alır, ipin ucunu masada önceden çakılmış olan çiviye düğüm attıktan sonra ipi bir güzel mumlar sonra ayakkabı iğnesine ipi geçirdikten sonra başlardı ayakkabının sökük yerini dikmeye.
Sıtkı Amca’nın muhabbetlerine doyum olmazdı. Babasının ve yakınlarının Çanakkale’de savaştıklarını, nasıl şehit düştüklerini tek tek gözleri yaşlı anlatırdı.
Hastanenin sol tarafında Mehmet Şenol’un kahvehanesi vardı. Mehmet Ağabeyin gür sesi: “Hadi beyler, çay içmeyen kalmasın! ” diye bağırması halen kulaklarımda. Eski Belediye sinemasının yanında dükkânlar vardı. Tatlıcı Yusuf Usta, Berber Ali Sarı, Terzi Yılmaz, İsmet Eser! ’in bakkal dükkânı. Manav Ankaralı Mustafa, Nebi Çatalbaş ve daha birçok esnaflar... Çarşı cıvıl cıvıldı.
O yılların en güzel tatlılarından keşkül, muhallebi, Hasan Usta’nın meşhur Kara helvası! Hele ki taş helvası bir başkaydı. Kış aylarında özel Hasan Usta’ya gider, taş helvasından yerdik.
Hasan Usta’nın Önünde çizgili bir önlük. Elinde kalın ve uzun bir bıçak. Taş helvası kalıp halinde ve küçük parçalar halinde keser. Tezgâhındaki terazisinde helvayı tartar, önce yağlı kâğıda sarar, sonra da kese kâğıda koyar size öğle verirdi.
1960’lı yıllarda yokluk vardı. Yoksulluk vardı. Oturduğumuz binalarda bugün adına Şömine dediğimiz yapının o yıllarda adı ocaktı. Dağlardan topladığımız odunları ocakta yakardık. Okuldan aç dönmüşsün, evinde yemek için bir şey yoksa komşuya gidilir, komşudan bir şeyler istenirdi. Ama yumurta ama tarhana! Komşunda ne varsa paylaşılırdı.
Bugünlük de bu kadar. Kalın sağlıcakla.
ÖMER ÖNAL
[email protected]
OT’LARIN DAMAKLARLA DANSI!
Bu yıl Alaçatı Belediyesince 2. düzenlenecek olan “Ot festivali” 2 ve 3 Nisan 2011 Cumartesi, Pazar günleri beldemiz Eski Pazaryeri Meydanında yine çok sayıda iştirakçinin katılımı ile gerçekleşecek. “Masallar Diyarı Alaçatı’da, Otların Rüzgârlı Öyküsü” sloganı ile görücüye çıkacak ve bu yılda 2. gerçekleşecek olan “ot festivalinin” ana temasının hareket noktası bir efsaneye dayanmakta!
Efsaneye göre, antik çağda Alaçatı'da 1001 çeşit ot yetişir, ancak bu otların tamamını hiç kimse tek başına toplayamazmış. O gün bu gündür de bunu hiç kimse başaramamış. İşte bu festivalin ve içeriğinde yer alan yarışmanın düzenlenme gerekçesi de bu efsanenin gerçekliğinin kanıtlanabilirliğini bir kez daha sınamak.
Bunu kanıtlamanın tek yolu da yarışmaktan geçiyordu. Biz bunu geçen yıl denedik, bundan sonraki yıllarda da denemeye devam edeceğiz.
Kim bilir belki?
En fazla çeşidi toplayan, ama doğadan onu doğru ayıran yarışmacılarımız birinci olacak.Cumbalı evlerin taş mutfaklarından hiç eksik olmayan ot dolu tencereler, bir kez daha Alaçatı sokaklarında toplumsal ve kültürel gerekçeler ile kaynatılacak. Alaçatı'nın geleneksel ot yemekleri bir biriyle yarışarak, her bir kaşık dolusu ot yemeğinin sağlık için ne anlama geldiği üzerinde bilimsel tartışmalar da yapılacak.
Geçen yılki Ot Festivali'nde; “bin bir ot” kategorisinde birinciliği 101 çeşit otu toplayan Semra Aktaş Erden, ikinciliği Azime Tınaz, üçüncülüğü ise Recep Subaşı kazanmıştı.
“Ot Aşı” kategorisinde; birinciliği Aysen Kadıbeşegil ' in hazırladığı ' Kırk ot Salatası” İkinciliği Şehnaz Uludağ 'ın 'Güveçte Kuzu Etli Şevketi bostan' yemeği, Üçüncülüğü ise Özlem Koç 'un 'Enginar Çanağında Turp otu Salatası' almıştı.
Festivalin bu yılda tam bir bayram havası içinde gerçekleşmesini bekliyoruz. İzmir ve değişik illerden pek çok yarışmacının katılacağı “2. Alaçatı Ot Festivali’ne” yerel ve ulusal basının büyük ilgi göstereceğini umuyoruz.
Alaçatı, ülke gündeminde bir kez daha bu yönü ile yer alıp, ilgi odağı olmağa ve beğeni ile adından söz ettirmeğe devam edecek. Bu suretle, bir kez daha Egenin pek çok yabani otunun Alaçatı’da da yetiştiğini tüm ülkeye gösterme fırsatı bulacak, ne kadar bereketli bir coğrafyada yaşadığımızın sevincini bir kez daha tüm dostlarımızla paylaşacağız.
Sonuç olarak Alaçatı yine bir zoru başaracak. Yine adından övgü ve hayranlıkla bahsedilmesini sağlayacak.
Dereceye giren yemekleri hazırlayanlar ile en çok çeşitte ot toplayan yarışmacılara yine çeşitli ödüllerimiz olacak. Festival yine geçen yılki mekan da yapılacak. Bu mekânın isabetli bir seçim olduğu herkesin ortak kanaati. Konuklar, yine katılımcı yarışmacıları ve jüri üyelerini çok rahat izleyebilecekler.
Geçen yıl ki yemeklerle servis ve sunumları beni çok duygulandırmıştı. O anlarda sık sık çocukluk ve gençlik yıllarımın Alaçatı’ sına gidip geldim. Ot yemekleri yarışmasına katılan ve annemin de çocukluğumuzda bizlere yaptığı “çalkama yemeği” gözlerimi nemlendirmişti! Sağ olsun eşim, ara sıra bana bu yemeği yapar ama yemek festivalinde jüri önünde “çalkama’yı” görünce kendimi tutamamış ve bir an o yıları yeniden yaşar gibi olmuştum!
Şimdiden, yöre yemekleri ile Alaçatı’dan bu yarışmaya katılacak kadınlarımızı medeni cesaretlerinden dolayı tüm içtenliğimle kutlarım. Yarışmak kolay değil, hele yemek yarıştırmak her insanın harcı değil. Mangal gibi yürek gerek!
Cumhuriyetimizin bekçisi kadınlarımızı, hayatın her alanında olduğu gibi bu kulvarda da öncü rolü üstlenerek, erkekleri ile omuz omuza yeni başarılar için mücadele içinde olduklarını görmek kıvanç ve umut verici.
Alaçatı’mızın çıtasını daha yükseklere taşıyan Belediye Başkanımız Muhittin Dalgıç’ı, böylesi bir festivale omuz verdikleri için kutluyorum. Bu yılda 2. ve 3 Nisan tarihlerinde gerçekleşecek olan “OT yemekleri festivali” yemek yarışmasına öncelikle tüm kadınlarımızın katılmalarını diler, bu etkinliğe katkı sağlayan herkese teşekkür ederim.
Ayrıca tüm kadınlarımızın “8 Mart Dünya Kadınlar Gününü” en derin saygılarımla kutluyorum. Sağlıcakla kalın…
ÖMER ÖNAL
ALAÇATI’DA YILBAŞI
Alaçatı; 31 Aralık 2010 Cuma akşamı böylesi bir kalabalığı belki tarihinde ilk defa görüp yaşadı. Türkiye ve Avrupa’dan beldemizdeki yılbaşı kutlamalarına katılan yerli ve yabancı konuklar yılbaşını Alaçatı’da geçirmek için sanki yarışmış, Alaçatı sokaklarında yürüyebilmek adeta imkânsız hale gelmişti.
Belediyemizin öncülüğünde düzenlenen yıl başı kutlama partisi vesilesiyle bir araya gelen Alaçatı sevdalıları, Cumhuriyet meydanına kurulan iki platformda gece boyunca sahne alan sanatçılar ve DC’ler eşliğinde doyasıya eğlendiler.
Orkestra eşliğinde sahne alan sanatçılara, havai fişek, çeşitli ışık ve lazer gösterileri de refakat edip, katılımcılara görsel ve duyusal bir şölen ikram edildi.
Ayrıca, işyerlerinin vitrinleri ile cadde ve sokaklardaki ağaç ve aydınlatma direklerinde yapılan ışıklandırma ve aydınlatmalarla, beldemiz bir bayram yerine dönüştürüldü.
Alaçatı esnafının geceye gösterdikleri ilgi de takdire değerdi. Kışın mekânlarını açık tutmayan restoran ve kafe sahibi işletmecilerin iki günlüğüne de olsa, işyerlerini açmaları beldemize büyük bir hizmetti. Umarız emeklerinin karşılığını da almışlardır.
Eskiden yılbaşı böylemi kutlanırdı! Günümüzde, Şehitlik caddesine Cumartesi günleri kurulan halk pazarı, 80’li yılların sonuna kadar, şimdi restore edilen merkez cami’inin etrafında kurulurdu. Halk ürettiği meyve ve sebzeleri bu pazaryerinde satardı.
Ayrıca, eski manavlar Karaköylü lakabıyla anılan Halil Girgin, Rıza Baysal, Ankaralı Mustafa, Konyalı Nebi Çatalbaş, sabahın erken saatlerinde kamyonla İzmir’e giderler mevsim meyvelerini İzmir Toptancı Halinden getirirlerdi.
Yılbaşı akşamı tüketilmek üzere manav ve pazardan tedarik edilen muz, kestane, mandalina, elma, portakal ve çeşitli çerezler evlerde akşam ezanı sonrasında kurulan yılbaşı sofralarında yerini alırdı.
Şimdiki gibi marketlerden her an alınabilen hazır tavuk eti o vakitler bakkallarda satılmazdı. Her evde kümes hayvanları bulunur, buradan büyüğünden bir horoz tutulup kesilir, yılbaşı akşamının ana mönüsü de bu olurdu. Ekonomik durumu biraz daha iyi olan aileler ise tabi’i ki hindi keserlerdi.
Yemekler yendikten sonra komşu ve akrabalar bir araya gelir, meyve ve çerezler yenilir, gecenin ilerleyen saatlerinde de pırnal veya zeytin odununu ile yakılan sac sobalar üstünde kestane pişirilirdi. Günümüz evlerinde yaygın bir şekilde kullanılan şöminelerin daha basiti, halk dilindeki adıyla ocaklarda da, kor ateşte bakır tencerede mısır patlatılırdı. İlerleyen saatlerde de sobadan çıkarılan odun kömürü, mangala alınır, evin hanımı kahveleri kömür ateşinin külünde pişirirdi.
Sıra şans oyunlarına gelince, tombala takımı dolaptan çıkarılır, konuklarla birlikte tombala çekilir, kazananlar sevinir, kaybedenler üzülürdü. Kazanan misafirler sevinç içinde evlerinin yolunu tutarken bütün seneyi hep kazanacağı umuduyla mutlu geçirirlerdi. Kaybedenlerinse umutları bir sonraki yılbaşına kalırdı.
1980’i, 1981’e bağlayan yılbaşında TRT Kurumu Televizyonu bir ilke imza attı, televizyonda gece tam 12.00’de Türkiye’nin ünlü dansözlerinden Nesrin Topkapı’yı ekranlara çıkarttı. Zeki Müren, gibi daha birçok çok ünlü sanatçılarımızda yeni yıl mesajlarını TRT’nin siyah beyaz televizyonlarından verirlerdi. TRT’nin o yıllardaki yılbaşı müzik programları çok güzel olurdu. Akşamın erken saatlerinde ünlü klarnet sanatçısı Mustafa Kandıralı ve arkadaşları yılbaşı özel programını oyun havaları çalarak açarlardı.
Ünlü ve şöhretli sanatçılar bu günde olduğu gibi, yeni yıla girilen saatlerde ekrana çıkarlardı. Halkın büyük bölümünün eğlencesi televizyon izlemekti. Son yıllarda çok sayıda televizyon kanalı oldu, elimizde televizyonun uzaktan kumandası, hangi kanala istersek o kanala geçiyoruz ama o eski programlar yok artık!
ÖMER ÖNAL
BENİM KÖYÜM
O güzel yeşil tepelerin eteğine kurulmuş köyümü seyrediyorum. Aşagılarında bağ ve zeytinlik ağaçları sanki rüyadaymışım gibi seyrediyor insan. Ak duvarlı evler daracık sokaklar. Tepelerinde yeşil cayırlar ve o koku tanıdık geliyor insana. Bu kokuyu rüyasında bile insan hissediyor. Fakat bu kokunun adını insan bir türlü koyamıyor. İnsanın zihni birden çığlık atıyor. Kekik Kekikti bu koku Coçukluğumda, bu yamaçlara çıkarken o dikensi çalıları toplar ellerimi burnuma götürür mis gibi kekik kokardı. Artık burası neresi diye sormayın burası Alaçatı. Benim köyüm burası. Bir kayanın üstüne oturuyorum bir tarafta hurmalı ovası bir tarafta Liman ovası liman ovasını ortasından ayıran Ağrillia körfezi alçak suları Alaçatı’nı binalarının bahçesinin beyaz duvarlarına kadar gelmiş. Kayanın üstünde öğlece ne dalmış Alaçatı’nın rüzgârı saçlarımı ve yanaklarımı okşuyor. Ağrillia körfezinde derme çatma iskele kayalara çarpan dalgalar mavi köpüklerle kendilerini tahtaları üzerine atıyor. Deniz göz alabildiğine boştu. Tek bir yelken bile yoktu görünümünde. Dönüp arkana bakıyorsun, yeşil tepeler gökyüzünde buluşuyor. Önünde de deniz ta, ileride kucaklaşıyordu gökyüzüyle. Benim dünyam diye geçiriyorum aklımdan, yerle gök gökle deniz arasında bir yere sıkışmış kalmışım.
Ömer Önal
ALAÇATI
alaçatı; düzgün yüzlü, taş binaları, daracık dökme taş kaplı sokakları, küçük meydanları ile türkiye’nin diğer beldelerini kıskandıracak kadar farklı ve güzel bir tatil merkezi. bu günkü şöhretini ise tarihi mimari dokusunu bozmadan ve yeni binalarını da bu dokuya uygun tarzda inşa etmesine borçludur.
altı güzel mahallesi, hacımemişteki tarihi camisi ve eski pazaryerinde yer alan ve cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında haklı zorunluluklarla camiye dönüştürülmüş tarihi kilisesi ve yenimecidiye’deki kilise kalıntısı ile birlikte her bir yanı tarih kokar.
agrillia limanına, germiyan’dan, nohutalan’dan, issız dereden akan, dokuz köprülerden geçerken, kiminin bulanık ve çamurlu bulduğu, bazıları içinse; dibi görünmeyen nehir görünümündeki yağmur suları hayatın ta kendisi ve gizemidir. o da bunu bildiği için akıp giderken içini göstermez. bezen yavaş yavaş akar, bazen öylesine coşup taşar ki kıyıları, tarlaları kaplar.
her akıp giden su damlacığı yaşanmışlıkları da birlikte alıp giderken, genç âşıklara gelecek hayalleri kurdurup, yaşlılara iç çektirirler. her mevsim ayrı ışıklara bezenir agrilya. rengi hep değişir. sararır boza döner, grileşir, kararır ve hatta yeşerdiği bile olur ama derler ki, onu mavi olarak görebilenler sadece sevdalı gözlerdir.
velhasıl alaçatı’nın her yanı birbirine benzer görünürse de aslında hayatlarımız gibi hiç birbirine benzemeyen çeşitliliktedir. alaçatı’nın sokakları ve yüksek duvarlarıyla sarmaş dolaş, yemyeşil ağaçlı tepeleri baktığımızda öte yakasındaki sakız ağaçlarına çarpıp yayılan geniş bir dalganın sakin teslimiyeti içinde dümdüz uzanır gider.
alaçatı’nın hacımemiş mahallesinden yenimecidiye mahallesinin son sokağına kadar yan yana dizilmiş cumbalı, kepenkli, taş evlerinin çoğu yeni sahiplerince elden geçirilmiş pırıl pırıldır. eski ya da yeni hepsinin cam kenarlarında sardunya saksıları vardır. yosunlaşmış taş duvarlı bahçelerden yasemin, melisa ve manolya kokuları yayılır. bu duygu ve kokular eşliğinde beldenin dört bir yanına yayılmış çay bahçeleri veya cafelerinde oturup, alaçatılılar’ın tabiriyle tavşan kanı çayı yudumlamanınsa tadına doyum olmaz.
geceleri de bir başkadır alaçatı’nın. efil efil esen gerence rüzgarı eşliğinde küçüğünden büyüğüne şarap evleri, kafe-bar ve restoranlar efkar dağıtmak, geçmişimizden geleceğe yeni köprüler kurmak adına kucak açmış sevenlerini bekliyor. kendinizi, her köşe başında gönül telinizi titreten bir müzik eşliğinde bir mekanda oturmuş şarabınızı yudumlar, gelecek hayalleri kurarken bulabilirsiniz!
kimbilir?
Ömer Önal
[email protected]
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER!
Nerede eski Alaçatı? O Alaçatı’yı çok özlüyorum. Bugün Cumhuriyet Meydanı terk edilmişlik hissi veriyor bana, birazda hüzünlendirerek! Kiraya verilen veya satılan dükkânlar şimdilerde kapalı. Yazın turistik amaçlı kullanılan bu mekânlar, sezon sonunda vitrinlerini ya gazete kâğıdı ya da beyaz parşömenle kapatarak yaz sezonuna kadar dükkânlarına kilit vurdular bile. Bir kısmı incelik gösterip vitrin camına “önümüzdeki sezon görüşmek üzere” diye yazıp, kalanlara iyi kışlar dileğinde bulunurken, çoğu buna bile gerek duymadan çekip gittiler hoyratça!
Alaçatı’nın Kemal Paşa Caddesi eskiden yaz – kış hareketliydi. Kahvehaneler sinemalar bakkallar bu cadde üzerindeydi. Akşamları sinemaya giden insanlar, bu caddede gezinti yaparlardı. Esnaflar geç saatlere kadar açıktı. Tarla işinden gelen üreticiler akşam yemeğinden sonra kahvehaneye çıkar, hem dost ve arkadaş sohbetlerinin sıcaklığında çaylarını yudumlar, hem de tarlasında çalıştıracak iççi bakardı. Üç tane işçi kahvehanesi vardı. İş bulabilmek için işçilerde muhakkak buralara gelirlerdi. Şimdiki gibi telefon, cep telefonu ve e-mail imkânları yoktu tabi!
Birde akşam kahvehaneye çıkanlar, eşinin liste ettiği ihtiyaçları da karşılardı bakkaldan. Şimdi içim burkularak geçiyorum buralardan. Fevzi Yıldız’ın bakkal dükkânını bir gözlük firması kiralamış, koskoca bir tabela ve bir bayan gözlük reklamı yapıyor! O aşina ruh gitmiş, duvarlar sanki ağlıyor, soğuk! Kahveci Hüseyin’in yerini bir başkası kiralamış. Eski bina yıkılmış, boş arsa olarak geçici tezgâhlar konmuş sezon sonunda. Sandalye ve masaları naylonlarla örtmüşler. Kirlenmiş şimdiden hepsi, kirli naylonlar çevre ve görüntü kirliliğinden başka bir işe yaramıyor.
İnsan bu yerlere baktıkça eskiyi anımsamadan geçemiyor. Bizler, bu mekânlarda yaşlılarımızın anlattığı hikâyelerle büyüdük. Aynı cadde üzerinde bulunan Raşit Orbay’ın Kahvehanesinin anıları kazınmış! Cafe olarak işletiliyor. Hacı Mustafa Bayır’ın bakkal dükkânı da. Hüseyin Bayır’ın bakkal dükkânı cafe, bir başka dükkânını ise bir banka mekân tutmuş! Ahmet Ulutaş’ın dükkânı restoran olmuş. Ruşit efendinin dükkânı yıllarca eczane olarak çalıştırıldı. Şimdi ünlü bir markayla yaz sezonunu renklendiriyor!
Nalbant Mustafa Baysal’ın baba mesleğini oğlu Musa Baysal yıllarca sürdürmüştü. Vefat edince bu kez oğlu Kazım Baysal dede mesleğini devam ettirdi. Sonunda meslek işlevsiz kalınca başka bir iş bulup İzmir’e taşındı, ekmeğini orada kazanıyor, ne yapsın? Diğer oğul Mehmet Baysal’da bir dükkânı bakkal olarak çalıştırırdı. Diğer dükkânı ise küçük oğul Rıza Baysal manav olarak. Hem de Alaçatı’nın en güzel manavıydı orası. Bir küçük at arabaları vardı. Bazen kendisi, bazen çocukları at arabasında, kasalar içine yerleştirdikleri sebze ve meyveleri, Ilıca Şantiye Evlerinde satarlardı. Yaşlanınca bıraktılar, çocukları da sürdürmediler. Şimdilerde Mehmet Baysal’ın torunları Hasan ve Kayhan Ölmezer kardeşler dedelerinin ocağını tüttürüyor.
Meydanlıktaki Belediye Kahvehanesini bekâr Hakkı lakabıyla tanıdığımız, Hakkı Çevik, Hilmi Çevik ve kardeşleri çalıştırırlardı. Buranın bitişiğindeki sıralı dükkânlarda ise Alaçatı Gençlik Spor Kulübü Lokali ile Okuma Odası ve bir diğerinde de Terzi Şadi’nin dükkânı vardı. Gece gündüz insan kaynardı burası. Ayaküstü kapı önü sohbetleri hep bu alanda yapılır, yaşlılar kahvehanede otururlar, gençlerse kulüp binasında!
Hüseyin Akalın’ın dükkânlarının bir tanesini Terzi Sırrı Atatekin çalıştırırdı. Bir dükkân aşağısında Semerci Hasan Kuşku’nun dükkânı, Ahmet Ulutaş’ın dükkânının biraz altında ise Semerci Cemil Ustanın dükkânı bulunurdu. Bu ustalar eşeklerimize çok güzel semerler yapardı. İki zanaatkâr ağabeyimizde mesleklerinin erbabıydı. Bu yüzden çoğu kez semer yapım ve tamir işini hangisine vereceğimizi bilemez, evden semeri sırtladık mı ayaklarımız bizi hangi semerci ustasına götürürse ona giderdik. Usta semerimizi tamir edene kadar da Kahveci Hüseyin Kutluay’ın veya bekâr Hakkı’ların kahvehanesine gider çay içip tamiratın bitmesini beklerdik.
Birde taş fırınlarımız ve emektarları vardı, tabi yâd etmeden geçemem. Yılların emektarı Fehim Keskin Alaçatı’ya çok hizmet etti. Hafta sonu tatili, bayram demeden, gece herkes uyurken Fehim ve Abdurrahman Keskin ağabeyler sabahlara kadar çalışıp bizlere ekmek çıkarırdılar. Şimdi orası da modaya uydu, yerinde yeni bir mekân, çok güzel unlu mamuller üreterek hizmet veriyor beldemize.
Ama ben, orada yakılan piren çalısının, zeytin odununun kokusunu özlüyorum hep. İki kara fırın karşılıklıydı. Keskin’lerin Fırını ve Barbun Hasan’ın ki. Bazen aileler evlerindeki fırınları yakmaz, bir tepsi börek için değmez deyip, hazırladıkları böreği doğru bunlara getirirlerdi. Pişen börek ve ekmek kokuları bütün mahalleye yayılır, biz de bu güzel kokulardan doyasıya nasiplenirdik.
Hey gidi günler, kimler gelip geçti bu yorgun diyardan bütün yük ve acılarını bırakarak. Zaman baba öğretti ki, geriye kalan bu gök kubbede, yalnızca bir hoş seda imiş! Gelenlere selam, gidenlere uğurlar olsun. Kalın sağlıcakla… Ömer ÖNAL
[email protected]
SİNEMA GÜNLERİ
08/06/2010
Alaçatı İnsanımızın sanata ne kadar değer verdiği herkes tarafından biliniyor. Ben çok gençken terzi çırağıyken arkadaşlarımla geceleri geç saatlere kadar çalışırdık. Geceleri bize ziyarete gelen çok değerli dostlarımız bize ziyarete gelirlerdi. Nevin Tezcan ile Ayhan Tezcan ağabeylerim konumuz sanat veya sinema olunca bizlere eskiden nasıl Tiyatro oynadıklarını anlatırlardı. Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Köy Enstitülerin kurulduğu yıllarda Alaçatı’yada Tiyatro, Marangozluk, Demircilik İnşaat Ustalığı Biçki dikiş kursları açılmış.çok sayıda gençlerimiz bu kurslardan yararlanmış ve bu gün çok sayıda Yaşayan ağabeylerimiz ailelerinin geçimini Öğrenmiş olduğu bu sanatlarınla sağlıyorlar.Alaçatı’da iki tane sinema solonu vardı biri belediye sineması birde Sakarya sineması,her akşam iki seans film gösterisi yaparlardı. haftada bir kez tiyatro sanatçıları gelir oyunlarını sergilerlerdi.kimler gelmezdi ki? eski sinema oyuncularından Hulusi Kentmen,Atıf Kaptan,Hayri Kara bay Tuncay Özinal gibi şöhret olmuş sanatçılar Alaçatı’nın müdavimlerindendi.Nevin Abi sağolsun çok sık anlatırdı Belediye sinemasında bu gün yeri Atatürk Kültür merkezi olan yerde Tiyatro çalışmaları yaparlarmış bazı gençlerin çok başarılı olduklarından bahsederdi buğün elinden tutan olsa Türkiye’de Tiyatro sanatında çok başarılı olacak çocukların olduğunda bahsederdi ben bunlara çok kez tanık olmuşumdur.1960 lardan sonra Emin Özdemir abimizinde içinde olduğu bir tiyatro ve sanat gurubu kuruldu.bu gurubun içinde kimler yoktu ki Koreli Kazım,Yılmaz Körükçü,Mesut Serin,Özdemir kanga,Selahattin Kanga,gibi çok sayıda arkadaşlarımız Alaçatı halkına gösteri sundular.Urla ve Seferihisarda’da gösteriye gittiler.Bugünkü talk Şovculara taş çıkartacak kadar güzel oyunlar sergilediler.Kimi Tiyatro oynadı kimi Şarkı söyledi kimi saz çaldı ama bir şey yaptılar…1989 yılında ben Belediye meclis üyesi seçildim.Belediye Başkan vekili idim bir telefon geldi karşımda Milletvekili olan Türkan Akyol,Ara seçimlerda Erdal İnönü İzmir millet vekili adayı idi ve İzmirden bir genel başkan olarak seçimi her şartlar altında kazanıp Genel Başkanımızı Parlamentoya sokmamız gerekiyordu ve İzmir örgütü olarak çok çalışıp Genel Başkanımızı Parlamentoya soktuk. Bu çalışmamızda Eski Kadın Bakanımız Türkan Akyol genel Başkanınız Erdal İnönü ye Çalışması için İzmire gelmişti kendisiyle beraber çalışmamız oldu. Bana hep kara oğlan diye hitap ederdi, tanışıklığımız oradan. Selam Kara oğlan Nasılsın İyi misin hatır sormasından sonra Türkiye’nin de içinde olduğu Dünya Uluslar arası Tiyatrolar birliği İsmi Asitej olan bir kuruluş ilk olarak Türkiye’de Uluslar arası gençlik ve Çocuk Tiyatroları festivali düzenlemek istiyorlar benim de ilk aklıma gelen alaçatı oldu buna sizler ev sahipliği yapabilirsiniz dedi ben Böyle çok güzel bir projeden çok heyecanlandım. Hemen belediye başkanıma bunu ilettim belediye başkanımız Ömer üstesinden gelebilirmiyiz deyin ce Başkanım siz hiç merak etmeyin Alaçatının bu konuda bu festivale sahip çıkacağına yürekten inanıyorum dedim Belediye başkanımız Konuyu meclise taşıdı ve meclisinin onayı alındıktan sonra biz çalışmalara başladık ve Çalışmalarımızı önce ilk olarak Okul koruma derneği üyeleri Okul Aile birliği üyelerinle toplantılar düzenledik iki okulumuzun müdürleri Çocuk Tiyatroları Festivali projesine çok sahip çıktılar. Ben ve Belediye Başkanı Ankara’da Türkan Akyol Ve Asitejin yönetim kurulu üyesi Olcay Poyraz hanımefendi ile toplantı yaptık ve Alaçatı’da birinci Uluslar arası gençlik ve çocuk tiyatroları festivalini hayata geçirdik. Buradan sizlere nasıl anlatayım bilemiyorum. İlk yıl Alaçatı’da ne Kültür Merkezi vardı nede Amfi Tiyatro Bu gün otoparkın olduğu kuğulu parkı dediğimiz yerde yüzlerce Çocuk hasırların üstünde, ahşaptan yapılmış bir platformda Avrupa dan ve Türkiye’den gelen tiyatro gurubunun oyucuları oyunlarını sergiliyorlar ve oyunun sonunda çocuklarla elele tutuşup hep beraber birlikte meydanlığa geliniyordu.Türkiye’den katılan Denizli tiyatrosunun sorumlusu ,Sayın Sadık Aslankara, Olcay Poyraz,tüm Tiyatro oyuncularının,ve çocuk kitapları yazarı Ülker Köksal,gibi Ünlü isimlerin katılımıyla oynanmış olan eseri tartışıyorlardı.bizde onları büyük bir heyecanla izliyorduk. Tiyatronun ne olduğunu Profesyonel olarak anlamaya çalışıyorduk. Uluslararası Gençlik ve Çocuk festivalinin. İkinci yılında Alaçatı’da Kartal Tibet’in yönetmenliğini yaptığı Koltuk Belası filmi çekimleri vardı. Alaçatı Belediye Binası film ekibine tahsis edilmişti. Kemal Sunal’ın Belediye Başkan Adayı olduğu Partinin adı ise D.M.D.Y.D.Partisi idi bende o filimde görev almıştım Raşit Orbay,Nevin Tezcin,Recep İnak, Gibi bir çok arkadaşımızda Koltuk belası filminde görev almışlardı.Yıllardır bu film tüm ulusal kanallarda gösterime sunuldu.Türkiye’de televizyonu olan herkes Alaçatı’da çekilen bu filmi izledi ve Alaçatı’yı tanıma imkanı buldu.Alaçatı konumu olarak birçok filimler çekildi Müjde Ar ‘n oynamış olduğu Adı Vasfiye,filmi Alaçatıda çekildi Herkes Kendi evinde, Türkan Şoray ile Cüneyt Arkının beraber oynamış olduğu bir film Alaçatıda çekildi Koltuk Belası Filim çekimleri sırasında Alaçatı’da tiyatro gösterisi vardı Kemal Sunal ve kartal Tibet’e hocam ne olur bu akşam Tiyatro oyunundan sonra Alaçatı’lı ve Alaçatı’ya Tiyatro izlemeye gelen misafir çocuklar sizinle sohbet etmek istiyor bu davetimizi kabul edermisiniz. Kemal Sunal bu davetimizi kabul etti ve Çocuklarımızın Hasırların üzerinde tiyatro izledikten sonra Türkiye’mizin sevgisini kazanmış olan Beyaz perdemizin Ünlü aktörlerimizden Kemal Sunal ile çocuklarımız sohbet etme imkânına ulaştılar. Gençlik ve Çocuk Tiyatroları festivali yıllarca devam etti. Fakat Devletimizin bazı ekonomik tedbirlerine Alaçatı Belediyesinde uymak zorunda kaldı. Tiyatro festivalleri ekonomik koşullar nedeniyle artık yapılamaz hale geldi ve yapılmıyor. Bu gün çok güzel bir haberle şok yaşadım Tülin Hanım Ankara’dan döndü ve Ömer Bey çok güzel projelerle döndüm Alaçatı’da yaşayan çocuklarımıza film Festivali düzenli yelim Tülin Hanım ne olur bu projeyi hemen Belediye Başkanımla görüş ve başkanım kabul ederse hemen icraata geçirelim. Tülin Hanım 07 Haziran günü Belediye Başkanımızla görüşmeye gitti ve Belediye Başkanımızın ve her türlü Belediye desteğini yapmak için pozitif yaklaştığını ve her türlü yardımı yapmak istediğini, geleceğimiz olan çocuklarımızın her projesinde yanlarında olduğunu belirttikten Tülin hanım bunları benimle paylaştıktan sonra kendime sordum. Çocuklar Muhitin Dalgıç’ı neden bu kadar çok sevdiğini anladım, Çocuklar Sinema günleriniz hayırlı olsun. Kalın sağlıcakla
ÖMER ÖNAL
1850'li yıllarda Güneyi bataklık olan Alaçatı; zamanın Sadrazamının “Bataklığı kurutun! ” Buyruğuyla Alaçatı'nın Güneyindeki tabii limana ulasan bir kanal açılır. Ovalardan büyük hendeklerle drenaj sağlanarak bataklık kurutulur. Açılan kanal daha sonraları gemilerin yanaştığı bir liman olur. Bu çalışmaya zamanın mimari Hacı Memiş Ağa önderlik eder ve adalardan imar işinde çalışmak üzere Rum işçiler getirtir. Gelen Rum işçiler Alaçatı Limanının 1000 m kuzeyinde yeni Alaçatı'yı inşa ederek yerleşirler. İşleyebilecekleri tarlaları olmadığı için, büyük toprak sahibi Türkler tarlalarını tesis edip işletmek ve bir süre sonra devretmek koşuluyla Rumlara verirler. Bir anlamda bu, yap-işlet-devret modelidir. İşletme sahibi Rumlar Alaçatı'da bağcılığı geliştirirlerGünümüzden yüzyıl önce Alaçatı'dan şarap dış ülkelere ihraç edilir. Alaçatı şarabı dünyanın kaliteli şarapları arasında yerini alır. Bu yüzden Alaçatı kiliselerinin en önemli süsleme figürleri üzüm salkımlarıdır. 1873 yılında Alaçatı'da Belediye teşkilatı kurulur. Takriben 19. yy 'dan önce Alaçatı ve çevresinde, Çeşme, Köste, Çiftlik, Ovacık vs. ile birlikte 45 bin kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun 40 bini Rum geriye kalan beş bini Türklerdi.
Hilmi Uran 1914'te Çeşme'ye Kaymakam olarak tayin edilir. Göreve başladığından bir iki ay sonra Balkanlar'dan özellikle Yugoslavya, Makedonya, bölgelerinden ilk göçmenler gemi ile Çeşme'ye gelir. Göçmenlerin gelişi Rumlar arasında panik yaratır, ve kısa zaman içinde bölgeyi terk ederler. Yugoslavya'dan gelen bu göçmenler Alaçatı'da iskân edilir. Bağcılığa yabancı olan göçmenler şarapçılığı hiç bilmezler. Selanik'ten Makedonya'nın Karacaova bölgesinden ve Girit, İstanköy gibi adalardan mübadil göçmenler gelir. Alaçatı'da tütüncülüğün gelişmesini sağlarlar. Tütün, kavun yetiştiriciliği ve hayvancılık 1980'li yıllara Alaçatı'yı taşıyan unsurlardır. Daha sonra tarım üretiminin yerini esnaflık, kısmen balıkçılık ve turizm almıştır.
yaşlanmak istediğim yer.
Alaçatı...Dünyadaki cennetim huzurum! ! ...! ! ! ...
çeşmenin bir ilçesi.acaip güzel plajları var
Rum evleriyle,antikacılar çarşısıyla çok eskilere götüren,rüzgarıyla,deniziyle doğanın kollarında büyüyen,Ege'nin en güzel sahil kasabalarından biridir Alaçatı.