EVVEL GİDEN AHBABA SELAM OLSUN ERENLER! ...
M.NİHAT MALKOÇ
…Merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu Hocamın Aziz Hatırasına…
Anadolu çocuklarının bilindik tedirginliği ve çekingenliğiyle üniversite kapılarında bulduk kendimizi. Henüz ana kucağından ve gönül sıcağından ayrılmışken fırtınalar abandı gönül coğrafyamıza. Sevinçle keder arası bir hissiyatın hamallığını üstlenmişti yorgun bedenim. Ayaklarım bedenime, beynim duygularıma söz geçiremiyorken senin şefkat ikliminde soluklandık. Odandaki karaltılar sevgi ve dostluğun siluetini çiziyordu gönül tuvaline. Gökkuşağı gibi bütün ana ve ara renkleri içinde barındırıyordun. Sadece karanlıklara ve karalıklara kapalıydı yürek kalelerinin kapısı. Sevgi çiçekleri boy atmıştı yürek tarlalarında. Bozkırları bile yeşertmeye muktedirdi tebessüme banılmış bakışların.
Seninle göz göze geldiğimizde, fırtınalar kopmuştu benliğimde, şimşekler çakmıştı beynimde. Kırılan dallarım kımıldayarak hayat belirtisi göstermişti en umarsız zamanımda. Kanayan yarama kapı kapı dolaşarak aradığım merhemdin. ‘Doktor iyi hastanın ayağına gelir’ halk deyişini canlandırıyordu yosun kokulu, küf yeşili zaman. Bakışında bir harikuladelik vardı besbelli. Bu bir ana bakışı kadar sıcak, baba bakışı kadar otoriterdi. Cesaretin, çelikleşen iradenin, kararlılığın, Mevlana’ca hoşgörünün, Yunus’ça bakışın izleri vardı çehrende. Ait olmadığımız bir yerde bize kapılarını açmıştın ardına kadar. Bahçelerinde bin bir özenle büyüttüğün gonca güllerden koklatmıştın bize. Mecnun’un kızgın çöllerde aradığı Leyla, Ferhat’ın uğruna dağları deldiği Şirin, Kerem’in yüreklerini yakan Aslı’ydın benim için.
Irmaklar kadar akışkan, deryalar kadar engin, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibiydi yüreğin. Nice gönüllere kazınmıştı adın. O gönüllerden biri de ben olacaktım belli ki… Ahmet’tin, adın gibi övülmeye değerdin, beğenilmiş bir kuldun, Allah’a şükredendin. Efendimizden almıştın adını. Zira o resul-i kibriyanın gökteki adı Ahmet, yerdeki adı Muhammet’ti. Hilmi’ydi ikinci adın, adın gibi yumuşak huyluydun, Eyüp’çe sabrın vardı tahammülsüzlüğün bir sarmaşık misali gönüllerimizi sardığı bu kokuşmuş zamanda. İsminle müsemmaydın. Müftü olan babandan almıştın Türk-İslam terbiyesini. İmamoğlu soyadı ne de yakışırdı sana. Birbirinden anlamlı adını ve soyadını ne kadar da güzel taşırdın benliğinde.
Karanlıkları kovmak, cehaleti boğmak, sevgi olup yağmak için doğmuştun. Kırık kalplere aşk ve sevgi götüren muhabbet katarıydı kırılgan yüreğin. Köprüydün dünü bugüne, bugünü yarınlara bağlayan. Ortaçağ karanlığını silen tılsımlı silgiydin. Mazlumların güçlü kolu, yolunu kaybetmişlerin yoluydun. Âmâlara göz, sağırlara kulaktın. İçindeki denizlerde devasa gemiler bilgi limanlarına sefer üstüne sefer eylerdi. Ücra köylerde dalgalanan şanlı bayrağın alıydın sen, peteklerimizin balıydın sen, karanlığa küfretmek yerine, çıra olanların emsaliydin sen. Aşk kokardı hecelerin, aydınlıktı gecelerin, müşterekti acıların. Bir mumdun yandıkça etrafı aydınlatan, göklerimizde Süreyya’ydın karanlık gecelerde. Alnın açıktı, başın dikti. Bir nesil geliyordu arkandan. İrfan ordusunun muzaffer komutanıydın. Senin de korku bilmez Serdengeçti’lerin, Genç Osman’ların, Ulubatlı Hasan’ların, Fatih’lerin, Sultan Süleyman’ların, söz sultanı Baki’lerin, Fuzuli’lerin vardı. Peşinde koştuğun ideallerin vardı.
Seni tanıdığım güne selam olsun. Beni sana götüren yollar güllerle dolsun. Yağmurlar yıkasın gönül bahçelerini. Bulutlar gölgelesin yürekleri yangın yerine çeviren kızgın ağustosları. Sıcakların, yerini eylül yağmurlarına bıraktığı zamanda tanıdım seni. Bütün enerjisini gül bahçeleri için seferber eyleyen bir bahçıvandın. İlgiye, bilgiye ve bakıma muhtaç gül bahçelerin vardı senin. En zor zamanlarda bile gönül heybende sakladığın bir tutam umudun vardı senin. Tipi ve boranlarda en güvenli limandın bizler için. Yarınlara ışık saçan bir meşaleydin. Ağrın Dağı’nın tepesinde bembeyaz kar, Karacaoğlan’ın kalbinde yaşattığı yârdın. Arıydın her çiçekten bal alan. Petektin bin bir sabırla ve tahammülle oluşan. Nakıştın Anadolu’yu çağrıştıran, âşıkların dillerinden düşmeyen yanık bir türküydün sen…
Bozkırlarda boy atan, yarınlara programlanmış fidanların vardı senin. Meyveye durmaya hazırlanan ağaçların vardı hazanlara ve hüzünlere rağmen. Tohumların filizlenmişti toprakta, fide olmuştu, boy vermişti, çınarın gölgesinde meyveye durmuştu bazıları. Bütün dillerin anası ve atası sayılan sevgi diliyle konuşurdun sen. Bu dilde ortaya dökerdin bütün hünerlerini. Gönül evlerinin maharetli mimarıydın, kükreyen bir aslandın cehalet karşısında.
Bir tohumda sepet sepet meyvelerin hayalini görürdün sen. Kelimelerdi en büyük silahın. Doğrusunu söylemek gerekirse usta bir silahşordun de. Karakışlarda bahar sıcaklığını yaşatırdın bizlere. Menzili aydınlık ufuklar olan apaydınlık ve düz bir yol açtın bize. Yürüdük uygun adım peşine. Bilgi okyanuslarında devasa gemiler yüzdürdük. En zor zamanlarda yine sendin kılavuz kaptanımız. Atlaslara sığmazdı gönül ülken. Tasalı günlerimizde akan gözyaşlarımızı silen bir mendil olurdun. Korkularımıza sığınaktı sevgi zırhıyla korunan gönül kalen. Başımıza taç, yolunda yürüdüğümüz amaç, yaralı gönüllerimize ilaçtın sen. Damarlarımızda kandın, vücudun motoru candın, içimizde besleyip büyüttüğümüz bir bitimsiz heyecandın. Müspet ilimlerin kapısını açan altın anahtardın sen.
‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlardı sözlerin. Altı sene boyunca Almanya’da bir eğitim neferi olarak zamanı kıymetlendirmiştin. Oradaki Türk çocuklarının göz göre göre ellerimizden kayıp yitip gitmesine gönlün razı olmadığı için en güzel yıllarını onlara ayırmıştın. Bizim yaban ellerdeki bahçelerimizi sulamak için mesafeleri bir bir aşmıştın. Bu aydınlık yolda mesafe alabilmek için çocuklarının hasretini bile içine gömmüştün.
Hocaların hocası güzel hocam, seninle tanıdık asırları aşıp günümüze ulaşan eski edebiyatımızı. Gazelleri, kasideleri, rubaileri, senin güzel sunumunla sevdik. Hoca Dehhanî’yle başlayan Divan edebiyatını Şeyh Galip’le sonlandırdık. Eski metinleri bulmaca tadında çözdük. Aruz veznini bir hamur gibi yoğurduk günlerce. Zafer tablolarıyla dolu şanlı tarihimizi ve ciltlere sığdırmakta zorluk çektiğimiz eski kültürümüzü sen sevdirdin bizlere. Korkularımızı yendik verdiğin güvenle. Resmiyetin soğukluğu hiçbir zaman girmedi amfilerimize. Öğretmenden çok dosttun, babaydın, kol kanat geren bir hamiydin sen.
Toprak kokardı, buram buram Anadolu kokardı çatlamış ellerin. Trabzon’un Köprübaşı kazasından çıkmıştın kutlu hayat yolculuğuna. Doğup büyüdüğün topraklara âşıktın. Türkülerimizdeki millî sestin sen. Aç ruhlarımızın gıdasıydın sen. Gönül bahçemizde solmayan güldün; Hakk ve hakikatten gayri yalan yanlış yazmayan kalemimizin siyah incisi, vicdanımızın sesiydin. Düşmana şahin bakışlıydın; dostun bağında bir barış güverciniydin. Tebessümünle beslenirdi yakın dostların. Varlığın ve ağırlığın hissedilirdi hep… Sevgiye açılan el, hakikati terennüm eden dildin. Asırlık Osmanlı çınarında kırılmayan daldın; âşıkların sazında hiç kesilmeyen teldin. Gönül kitabının altın işlemeli kapağıydın.
Nice eğriler senin tezgâhında doğruldu. Sevgisizler senin aşk okyanuslarında sevgiye yelken açtı. Nice hoşgörüsüzler nezaket öğrendi senden. Seni model alan ben, öğretmen olma aşkıyla ve şevkiyle yanıp tutuşuyordum. Ecnebi değerleri boşayıp yerli değerlerle gönül izdivacı yapmaktı arzum. Yabani ağaçlara yerli aşı yapmaktı asıl hedefim. Ayrık otlarını gönül bahçelerinden koparmaya and içmiştim. Sendin hayallerimin ışığı, kutlu yolculuğumda kılavuzumdun sen. Bil ki şimdi ben de senin izinde yürüyen bir aydınlık yolcusuyum.
Saçını süpürge ettin uyuyan bir nesli ayağa kaldırmak için. Böbreklerin bile çalışma tempona ayak uyduramadı. Zor günlerin dostluk örneklerinin en güzelini eşinden gördün. Bir yastığa baş koyduğun hayat arkadaşın böbreğini bile paylaştı seninle. Hayatını borçlu olduğun insan bunu hiç getirmedi dile. Fakat sen yine hep koşturdun, pusularda gafil avlanan bir nesli kurtarmak için. Yorgun vücudun her geçen gün koptu senden. Sınıftı, öğrenciydi, dersti seni hayata bağlayan. Gücünü talebelerin tebessümlerinden aldın hep. Gülen bir yüz yetti emeğinin karşılığını almak için. Okuldan koptuğun gün bittiğin gündü besbelli. İçindeki hüzün harmanı o zaman abandı yüreğine. Fakat hiçbir zaman yalnız kalmadın; okulu eve taşıdın sen. Gayret iltifat ve vefa görmeliydi. ‘Vefalı olan vefalı bulur’ kaidesince sen de vefa gördün hep. Vefa çiçeğini suladın ömrünce. Vefa ağacının leziz meyveleri tattın. Bunu çoktan hak ettin sen.
Serencamımız toprakla vuslattır elbet. Birileri geliyorsa birileri de gidecek. Hayatın kanunu doğum-ölüm üzerine kurulmuştur. Vaktini bilmesek de hepimizin Hakk’la randevusu mutlaktır. Güzel insanlar yağız atlara binip göç ediyor her geçen gün maneviyatı kirlenen dünyamızdan. Öpülecek eller çekiliyor aramızdan. Büyük ruhların boşluğu kolay dolmuyor. Hayatta büyüyenler olduğu gibi küçülenler de oluyor. Büyükler büyüklükleriyle, küçükler küçüklükleriyle iz bırakıyorlar. Birilerine rahmet, birilerine lanet okunuyor. Dünyayı aydınlatanların kabirleri aydınlanırken, dünyayı karartanların da kabirleri kararıyor. Herkes eylemlerinin karşılığını mükâfat veya ceza olarak görüyor. Hak bir şekilde yerini buluyor.
Mehtap, ışığını biraz daha kısıyor geceden. Büyük ruhların göçüşü de büyük oluyor. Kara haber tez duyuluyor her zaman olduğu gibi. Senin Hakk’a vuslatın da büyük oldu sevgili hocam... Hayatta ilk kez üzdün bizleri sen. Hakk’ın divanına yüz sürdün, göç eyledin sen; biz can dostlarına bir elveda bile demeden. Gönül hüzünlenince kalem de coşar elbet. Duygulara kem vurulmaz bu demlerde. İşte ben sustum kalemim konuştu bu hüzün havasında. Dile geldi kelimeler. Senin güzelliğine, ölümünün ruhlarımızda bıraktığı hüzne vurgu yaptı heceler:
“Manevi erzakını doldurmuş çıkınına
Gönüllü asker olmuş ruhların akınına
Ölümüne kalemler, cümle kitap ağladı
Hüzün süvarileri yürekleri dağladı
Terk eyledi fenayı ruh kanatlanıp uçtu
Erken giden yolcuya gök kapısını açtı
Seneler akar durur, özlemin ateş olur
Sevgin büyür gönülde yıldızlara eş olur
Göç etti Ahmet Hilmi dünya denen gurbetten
Ten toprağı öpmeden beden kurtulmaz dertten
Takatin kesilmesin mukaddes seferinde
Hocaların hocası rahat uyu yerinde! ...”
Âh hocam, ölümün zamanı olmaz ama sanki biraz erken mi göçtün ne! ... Gerçi bütün ölümler erkendir aslında. Hayat her zaman kısadır. Dünya her şeye rağmen yaşanılasıdır. Ölüm ‘keşke’leri çoğaltan hazan ve hüzün mevsimidir. Fakat yine de söylüyorum bir elveda deme fırsatın olsaydı keşke… Son kez bir daha hasret giderebilseydik. Ölüm en büyük derstir biz fanilere. Son dersini böyle vermeseydin keşke… Yine ‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlayıp Hindistan’dan çıksaydık keşke… ‘Keşke’leri çok kullandığımın farkındayım elbet. Ne olurdu bu kadar ‘keşke’leri kullandırtmasaydın bize keşke! .... Bizleri bir cami avlusunda değil de yine her zaman olduğu gibi bir amfide toplayıp son dersini verseydin keşke! ...
Âh güzel hocam âh! ... Ne büyük bir yağmurla göçüp gittin aramızdan. Gökler bile ağladı zamansız ayrılığına. Şemsiyeler bulutların giryelerini tutamadı bile. Rahmet olup taştı gök boşluğundan inen elmas yağmurları. Sana rahmet ve mağfiret dilemek için semaya yöneldi bütün eller… Çok sevdiğin baba topraklarına yol almak üzere tabutunu omuzladı can dostların. Gidişinle bir yanımız eksik kaldı elbet. Boğazlarımızda düğümlendi sözler. Başka ne diyelim ki, “Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…” Sözün bittiği bu noktada karmaşık hissiyatıma şair Cahit Sıtkı Tarancı “Sanatkârın Ölümü” adlı şiiriyle tercüman oldu:
“Gitti gelmez bahar yeli,
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli,
Anahtar Tanrı’da kaldı.
Geldi çattı en son ölmek,
Ne bir yemiş ne bir çiçek.
Yanıyor güneşte petek,
Bütün bal arıda kaldı.”
BİR DAĞ(LARCA) DEVRİLDİ
M.NİHAT MALKOÇ
Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.
Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.
‘Şairler az mı yaşıyor? ’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.
Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.
Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.
Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.
Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.
Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…
KUR'AN'DA RAMAZAN, RAMAZAN'DA KUR'AN
M.NİHAT MALKOÇ
Gönül ufuklarımızın güneşi olan ramazan içimizi aydınlatıyor. Ruhumuzun kirleri günbegün arınıyor. Yıl boyunca çoraklaşan ve çölleşen gönül bahçelerimiz ramazan ikliminde yeşeriyor. Gönüllerimiz insan sevgisiyle büyüdükçe büyüyor, adeta kâinatı kuşatıyor. İçimizde sürüp giden yangınlar, duaların sağanağında sönüyor. İçimizdeki isler Kur'an'ın cilasıyla kayboluyor. Ramazan, rahmet semalarından müjdeler getiriyor bizlere. Resulullah'ın gül kokan selamını 'baş üstüne' deyip şeref sayıp alıyoruz. Gönüller bayram yerine dönüyor.
Müslümanların dinî duygularının canlandığı, diriliş emarelerinin görüldüğü bu ayda Kur'an, müminlerin gündemine oturur. Aslında hiçbir zaman elimizden düşürmememiz gereken Kur'an, bu ayda diğer zamanlara nazaran daha çok yanımızda ve yakınımızda olur. Bu mübarek zaman diliminde Kur'an'a daha bir yoğunlaşırız. Fakat mühim olan bu güzel davranışı diğer aylarda da sürdürebilmektir. Zira bu yüce kitap bütün çağları kapsamaktadır. İnsanlığın hayat kaynağı olan Kur'an-ı Kerim ramazana özel önem atfederek ondan genişçe bahsediyor. Yüce kitabımız Kur'an, ramazan ve oruçla ilgili şunlara genişçe yer veriyor:
'(Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun) . Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır) . Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, -eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır.'(Bakara, 184)
'Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahit olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun) . Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz.'(Bakara, 185) '
Yüce Rabbimiz 'Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sakınıp korunasınız diye, size de farz kılındı.'(Bakara, 183) buyurarak ramazanın ve onun meyvesi olan orucun diğer dinlerde de var olduğunu bizlere hatırlatıyor. Fakat günümüzde bozulmamış, geçerli tek din İslamiyet olduğu için bizler bozulmuş dinlerin ahkâmını itibara almayacağız. Zira Müslüman'ın dini İslam, kitabı Kur'an, peygamberi Hz. Muhammed(sav) 'dir. Bizi sadece bu dinin, bu kitabın, bu Peygamberin söz ve fiilleri bağlar.
Ramazan Kur'an'ın yeryüzünü aydınlattığı aydır. Kur'an-ı Kerim'in indirildiği ay olan ramazan, Müslümanlar arasında Kur'an ayı olarak da bilinir. Peygamber Efendimiz bu ayda Kur'an'ı daha çok okurdu. Allah Resulü her ramazan, Cebrail'le Kur'an'ı karşılıklı okurlar, azamî dikkatle gözden geçirirlerdi. Bizler de onun ümmetinden kullar olarak bu ayda en azından Kur'an'ı bir kez hatmetmeliyiz. Mümkünse mukabelelere iştirak etmeliyiz. Kur'an okumanın yanında, okunanı dinlemek de çok sevaplıdır. Kur'an'ı koşturarak değil, tecvidine uyarak, tabir caizse sindirerek okumakta fayda vardır. Keşke okurken anlamına da vakıf olabilsek…'Ey örtünüp bürünen! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce kalk ve ağır ağır Kur'an oku.'(Müzzemmil 1-4) ayeti Kur'an okumada nasıl davranacağımızı öğütlüyor. Marifet birkaç hatim indirmek değil, hakkını vererek, içine sindirerek okumaktır.
Ramazanla birlikte camilerimizde Kur'an sesi diğer zamanlara nazaran daha bir yüksek çıkıyor. Genellikle sabah namazından sonra ve ikindi namazından önce yapılan mukabelelerde Kur'an sevdalıları yüce kitabımızı büyük bir iştiyakla okuyor veya okuyanları takip ediyor. Fakat ne yazık ki anlamına vakıf olamıyorlar. Keşke Kur'an'ı asgari düzeyde de olsa anlayabilsek. Hiç olmazsa her rekâtta okuduğumuz Fatiha'nın anlamını öğrenmeye, kısa süreleri kavramaya kafa yorsak! ... Bunlar hiç de zor olmayan mühim meselelerdir. Gelin bu ramazanda Kur'an'ı sadece Arapçasından değil, Türkçesinden de okuyalım. Okuduğumuzu anlayalım ki tefekkür edebilelim. Bu durum inancımızı daha da pekiştirip zenginleştirecektir.
RAMAZAN’A DAİR MÜLAHAZALAR
M.NİHAT MALKOÇ
Müslümanlar için rahmet ve bereket ayları olan üç aylar adeta sevapların hasat mevsimidir. Recep, Şaban ve Ramazan diye peş peşe sıralanan bu aylarda çok mübarek geceler de mevcuttur. Bu aylar içerisinde bulunan Regaip, Miraç, Berat ve Kadir geceleri maneviyat ikliminde alabildiğine soluklandığımız mukaddes zaman dilimleridir. Regaip gecesi, Recep ayının ilk cuma gecesine, Miraç gecesi, Recep ayının yirmi yedinci gecesine, Berat gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesine, Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rastlar. Fakat Kadir gecesinin tam vakti ihtilaflıdır. Sevgili Peygamberimiz, bu aylarda her zamankinden daha çok ibadet eder ve “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını hakkımızda hayırlı kıl, bizi Ramazan ayına kavuştur.” diye dua ederdi.
Ramazan on bir ayın sultanı sıfatıyla her yıl kapımızı çalar, hayatımıza bambaşka bir renk ve ahenk katar. Bu ayın mübarek atmosferi manevî dünyamızı çepeçevre kuşatır. Ağzımız kötü sözlerden, midemiz ise abur cubur yiyeceklerden uzak durur. İç dünyamız manevî bereketle hayat bulur. Gerçek huzurun ikliminde soluklanırız. Hayat bulur hayat…
Ramazanlarda evlerimizde bambaşka bir heyecan ve telaş yaşanır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen herkes bu tatlı heyecana iştirak eder. Ramazanın iftarı ve sahuru huzurun ve manevî lezzetin doruğa ulaştığı demlerdir. Ya teravihlere ne demeli, küçük büyük camilere doluştuğumuz, bin bir hatıramızın yaşandığı mübarek teravihler! ... Ramazanla birlikte uzun süre camilerden uzak kalan ayaklarımız, ilahî huzurun ikliminde rahat ederler. Cumalık gidişler her akşam kılınan teravih namazlarıyla taçlanır; ruh huzura kavuşur.
Ramazan insanı munisleştirir. Oruçlu insan kötülük yapmaz, başkalarına bulaşmaz. Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus gibi sevgi dolu olur. Kendisine bulaşmak isteyenlere Peygamber Efendimizin yaptığı gibi oruçlu olduğunu hatırlatır ve susar. O büyük insan, ramazanda Müslüman’ın tavrını şöyle özetler: “ Şayet birisi kendisiyle itişmeye veya kendisine karşı ağız bozmağa kalkışırsa ‘ben oruçluyum’ diye mukabelede bulunsun”
Bu hadiste de belirtildiği gibi gelecekte pişman olmamak için hayatımıza çekidüzen vermeliyiz. Allah’ın çizdiği yolda yürümeliyiz. Anne babalarımıza sağ iken yetiştiğimizde onlara ‘öf’ bile dedirtmemeliyiz, rızalarını kazanmalıyız. Resulullah’ın adı geçtiğinde ona selatü selam getirmeliyiz. Ramazan geldiğinde onu ibadetlerle geçirip Hakk’ın razı olacağı kullar içerisinde yer almalıyız. Sayılı günlerimizde basiret gözümüzü dört açmalıyız.
Ramazanın bereketi hayatın her yanına siner. Cadde ve sokaklar daha bir renkli olur. Açılan kitap fuarları, verilen konferanslar gönül çağlayanımızı daha da coşturur. Akşamleyin alınan o güzelim susamlı pideler neşemizi ve iştahımızı doruğa çıkarır. Hele verilen toplu iftarlar! ... Eşimizi, dostumuzu buralarda görür, sohbetleri derinleştiririz. Hayatın yoğunluğunda ihmal edilen gidip gelmelere vesile olur Ramazan, dost buluşmaları için bulunmaz bir nimettir. Kısacası ramazan hayata hayat katan müstesna bir zaman dilimidir.
Ramazanla birlikte yaşlı dünyada taze başlangıçlar yaşanır. Ramazan şenlik ayıdır aynı zamanda… Gönüllerimiz, camilerimiz ve şehirlerimiz bu ayda şenlenir. İftarda ve sahurda sofraya oturunca bayram sevinci yaşarız. İftardan önce şöyle bir dua okunması çok uygundur: “Allah’ım senin için oruç tuttum, sana iman ettim, sana güvendim ve dayandım, senin lütfettiğin rızık ile orucumu açıyorum, geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla Rabbim! ”
Bu ayda kandiller ve mahyalar içimizi aydınlatır. Anne ve babalar oruç tutan yavrularına şefkat gösterme, ikramda bulunma ve merhamet etme konularında yarışırlar. Eller Allah’a kalkar, mülkün gerçek sahibinden af ve mağfiret dilenir. İşlenen günahlardan dolayı pişmanlık duyulur. Bu kıymetli süreçte gökten rahmet ve bereket sağnak sağnak yağar. Kısacası ramazan, sıradanlaşan hayatı anlamlı kılmanın yoludur. Ne mutlu bizlere! Şükrolsun ki bir kez daha bu güzel duyguları yaşamak nasip oldu bize. Bizi bu günlere eriştiren Allah’a binlerce şükürler olsun. Ramazanınız mübarek, iftar ve sahurunuz bereketli olsun.
SEYYİD AHMET ARVASİ’YE DAİR
M.NİHAT MALKOÇ
Hak dostları halk dostlarıdır aynı zamanda. Bunlardan biri olan, Türk-İslam davasını hayatının mutlak çizgisi kabul eden ve bu çizgide yürüyen kâmil bir insandı Seyyid Ahmet Arvasî… O, çağımızın Ahmet Yesevî’siydi. Zamanın rengine boyanmayan, zamanı İslam rengine boyamayı gaye edinen tavizsiz bir müslümandı O... Türk-İslam ülküsünü yoğuran hamurkârların başında geliyordu. Bütün gayreti İslam’ın sesinin gür çıkmasını sağlamaktı.
İslâm’la Türklüğü ve Batı medeniyetini bağdaştıramayanların Arvasî’yi çok okumaları gerekir. Zira İslam inancıyla Türklük ülküsü et ve tırnak gibidir. Bu hususta Gökalp de “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyerek Arvasî’yle aynı görüştedir. Arvasî, modern çağın büyük sancılarını gideren fikir mimarlarından biriydi.
İslam, Türkler için biçilmiş bir kaftandı. Bazı kendini bilmezler, ecdadımız olan eski Türkleri, bazı varlıkları ve özellikle de bozkurdu totem olarak kabul etmekle suçlarlar. Oysa tarihe tarafsız gözle bakanlar bunun hiç de böyle olmadığını göreceklerdir. Arvasî bunu değişik ortamlarda özellikle vurgulayarak tarihî hakikati şu şekilde ifade etmiştir:
“Hiç bir zaman Türk’ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir. Türk milliyetçiliği politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.
İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır.”
Seyyid Ahmet Arvasî, Türk-İslâm ülküsünü hayatının esas gayesi olarak görmüş ve her anını bu uğurda harcamış, İslam’ı merkez alan bir Türk alperendir. O, sığ olan ve kökeni olmayan bir milliyetçiliği asla benimsememiştir. Düşmanlarımızın zihniyetini çok iyi tahlil ederek bu kanlı zehire adeta panzehir olmuştur. O, Türk-İslâm ülküsüne bağlılığını ve çıkar yol olarak bu görüşe bir can simidi olarak sarılışını şöyle izah etmektedir:
“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi planlamaktadır.
Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor.
Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkılmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yok.”
Yirminci asrın son çeyreğinde ebediyete uğurladığımız büyük mütefekkir, sosyolog ve Türk-İslâm ülküsünün yılmaz savunucusu, peygamber soyunun nurlu oluklarından süzülen neslin son temsilcilerinden olan Arvasî’yi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.
APARTMAN HAYATI VE MAHREMİYET
M.NİHAT MALKOÇ
Dünya nüfusu hızla artıyor. Köylerden şehirlere göç durmak bilmiyor. Göç ve nüfus artışı, şehirlerde bir sürü sorunu da beraberinde getiriyor. Köyler boşalırken, kentler kaldıramayacakları ağır bir yükün altına sokuluyor. Durum böyle olunca şehirler köyleşiyor her geçen gün. Şehirlerin kalabalıklaşması hayat kalitesini ve iş verimi düşürüyor. Son yıllarda şehirlere olan talep önceki zamanlarla kıyaslanamayacak kadar arttı. Bu durum hiç de hayra alamet değil. Köylüler şehre akın edince oralardaki verimli topraklar işlenmiyor. Böylece üretim toplumundan tüketim toplumuna geçişin sancılarını yaşamak durumunda kalıyoruz. Şehir hayatı tüketim çılgınlığını körüklüyor. Aile fertleri bir kişinin eline bakıyor.
Apartman hayatı insanoğlunun doğasına aykırı bir yaşam tarzıdır. Apartmanlarda dört duvar arasına sıkıştırılan ruhlarımız kafese kapatılan kuşlar gibi özgürlük rüyaları görüyor. Apartman hayatı, nerden bakarsanız bakın, sağlıklı bir yaşam tarzı değildir. Zira böyle bir hayat, sürekli gerilimlere kapı aralayarak ruh sağlığımızı bozuyor. Bu da anlaşmazlıklara ve kavgalara zemin hazırlıyor. Oysa tek katlı evlerde oturmak bu sorunları kökten halledecektir. Türkler göçebe hayattan anakent hayatına geçişte çok yaralar aldı, almaya da devam ediyor. Sözde modern hayatın nimetlerinden yararlanıyoruz ama gerçekler hiç de öyle değil. Her geçen gün kalabalıklar içerisinde yalnızlaşıyoruz. İnsanlar bir arada yaşıyorlar ama nerdeyse hiçbir şeyi paylaşmıyorlar. Apartmanlarda çoğu kimse birbirini tanımıyor, hal hatır sormuyor.
İnsanlar dertlerini paylaştıkça eritir, güzellikleri de paylaştıkça yeşertir. Lakin günümüzde dertler kurşun gibi içimize çöküyor, güzellikler de çölleşen gönül bahçelerinde kuruyup gidiyor. Onları bir sevgi sözcüğüyle, bir selamla yeşertmekten imtina ediyoruz. Önce kimliğimizi, sonra soluduğumuz havayı, en sonunda da asırlar evvelinden taşıyıp getirdiğimiz kültürümüzü gömdük apartman mezarlıklarına. Beton duvarlar arasında gönüllü mahkûm olduk. Anlaşılan o ki bu mahkûmiyetimiz ancak tenin toprağa değmesiyle son bulacak.
Apartman kültürü veya kültürsüzlüğü her geçen gün baş döndürücü hızla gelişerek yerleşiyor. Şehirlerde müstakil evler bulmak pek mümkün değil. Herkes üst üste yaşıyor. Fakat birbirinden habersiz, birbirini tanımadan ve anlamadan… Kimse kimseyle selamlaşmıyor. Selamlaşsa da dudak ucuyla… Bayramlarda kimse kimseye gitmiyor. Herkes bayramını hane içine hapsediyor. Kalabalıklar içinde yalnızlık çekmek sanırım buna denir. Mahalle kültürünün yerini apartman kültürü aldığından beri insanlar dert küpü... Her gün kavgayla geçiyor hayat... Yok bilmem halı silkeledin, yok çamaşır astın, yok ses çıkararak yürüdün, yok televizyonun sesini çok açtın, yok bilmem pişirdiğin balığın kokusu rahatsız etti… Dert çok, huzur yok. Kavga etmek, birbirimizi korkutup yıldırmak için sebep arıyoruz.
Apartman hayatı mahremiyetleri de ortaya döktü. Gizlimiz saklımız kalmadı bu ortak mekânlarda. Komşumuzun ishal olduğunu tuvalete gidip gelmelerinden, çocuğunun hasta olduğunu öksürmelerinden, aile arasında kavga ve kırgınlıkların olduğunu bağırmalarından, eğlendiklerini de vur patlasın çal oynasın tarzı koşuşturmalarından ve kahkahalarından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Özellikle ses izolasyonu olmayan evlerde herkes birbirinin konuşmalarını duyabiliyor. Karyolamızda başımızı yasladığımız duvarın hemen arkasında başkaları yaşıyor. En küçük bir ses bile duyuluyor. Üst katta oturanlar karşıdaki apartmanın yatak odasını rahatlıkla görebiliyor. Serbest kıyafetle evde dolaşmak ne mümkün… Ne zaman, hangi apartman dairesinden gözetlendiğin belli değil. Mahremiyet sadece ince bir duvarla birbirinden ayrılıyor. Duygu ve düşüncelerimizi komşularımızla paylaşmasak da yaşadıklarımızdan haberdar olabiliyoruz. Özel hayatlar ortaya dökülüyor bir anlamda.
Apartmanlarda üzerimize güneş doğmuyor. Yağmur sonrası toprak kokusunu hissedemiyoruz. Kentlerin de bir ruhu vardı eskiden. Zamanımızda ruhsuz şehirlerde yaşıyoruz. Artık kadın erkek herkes çalışıyor. Sabah çıkıp akşam dönerek evleri otel gibi kullanıyoruz. Böyle bir hayat çok para getirse de asla beklenen huzuru getirmeyecektir.
ÇOCUKLUĞUMUN RAMAZANLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Geçmişe özlem hep vardı, bundan sonra da hep olacaktır. Çünkü geleceğe yürüdükçe geçmişte bir şeylerimizi bırakıyoruz. O bıraktıklarımız, özellikle doyumsuz hatıralarımız, bizleri bir mıknatıs misali maziye çekiyor. Anlata anlata bitiremediğimiz çocukluğumuzdaki ramazanlar hayallerimizi süslüyor. Peki, o ramazanlarda bugünkülerden farklı olarak ne vardı? Bizleri derinden etkileyen, zihinlerimize kazınan bu ramazanların tılsımı neydi?
Eski ramazanlar bugünkülerden daha görkemli bir asalet ve ruh taşıyordu. Birlik, beraberlik ve dayanışma vardı. İnsan ve insanlık merkezinde yaşanıyordu her şey… Herkesin sofrasında aile dışından insanlar da bulunurdu çoğu zaman… Fakirle zengin arasında uçurumlar yoktu. Maddiyat kıstas değildi. Ortak paydamız sevgi, saygı ve hoşgörüydü.
Çocukluğumun ramazanlarına aylar öncesinden hazırlanırdı annelerimiz. İftar ve sahurdaki işleri kolaylaştırmak için yufkalar açılırdı. Zamanımızda marketlerde hazır yufkalar satılıyor. Kimse bu zahmete girmiyor. Oysa köy kadınlarının bir araya gelip büyük bir dayanışma ve yardımlaşma örneği gösterdikleri o hazırlık sürecinde pek çok şey paylaşılırdı. Sohbetlerin demi koyulaşırdı. İnsanlar dertlerini ve sevinçlerini ortaya dökerdi.
Ramazanda iftar yemekleri yendikten sonra akşam namazları kılınırdı. Ardından işbölümü yapılarak biriken bulaşıklar yıkanırdı. Şimdiki gibi bulaşık makinelerimiz de yoktu. Mutfaktaki işler biter bitmez kadın erkek, kız kızan, çocuk ayrımı yapmadan ailece teravihe gidilirdi. Camiye giderken komşulara da haber verilirdi. Onlar da bu hayra ortak edilirdi. Camilerimiz insanlarla dolup taşardı. Salâvatlar, dualar, âminler göklere yükselirdi. Minarelerin ışıkları önümüzü ve gönlümüzü aydınlatırdı. Saflar dolup taşardı insanlarla.
Günümüzdeki insanlar apartmanlara tıkanmış, adeta mahkûm hayatı yaşıyor. Kimsenin kimseden haberi yok. İnsanlar her geçen gün birbirlerine yabancılaşıyor. Mabetlerle olan iman bağımız kopmuş. Çocuklar da artık teravihlere gitmiyor. Çünkü kızın dizisi, erkeğin bilgisayarda strateji oyunu var. Baba kahvede arkadaşlarıyla pişti oynayacak. Anne ya evlenme programlarına takılıp kalacak ya da MSN denen illette dedikodu yapacak. Camiler mi, onlar çoktan unutulmuş; saçı sakalı beyazlayanlar ilk safı doldursa kâfi görülüyor.
Bugün içi boşaltılmış, maneviyattan uzak düşmüş, sırf kuru bir gelenek olarak yaşatılan ramazanları görüp de 'ah o eski ramazanlar' diye geçmişe özlem duyanlara hak veriyorum. Çünkü çağımız, insanı maddî bir varlık olarak kabul etmiş, onun ruh tarafını nedense hesaba katmamıştır. Bu mevcut durum, bolluk içinde yaşamamıza rağmen huzurumuzu temin edememiş, hatta var olan keyfimizi de kaçırmıştır. İnsanın fıtratını hiçe sayınca ortaya çıkacak manzara bundan daha farklı olamazdı. İnsanı merkez kabul etmeyen anlayışlar yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Böyle sistemler insana aradığı huzuru sağlayamaz, mevcut huzurunu da kaçırır. Huzursuzluğumuzun yegâne sebebi de budur.
Millet olarak yaptığımız en büyük hata, dini dünyevileştirmektir. Gittiğimiz bu yol fevkalade yanlıştır. Bugün acılar, sefaletler, afetler, felâketler, zilletler ve manevî işgaller içerisinde yaşıyor olmamız geçmişte yaptığımız hataların tezahürüdür. Dünyevî hayatı uhrevî hayata tercih etmek, içimizdeki boşluğun çapını her geçen gün daha da büyütüyor. İçimizde büyüttüğümüz ümit tomurcuklarının eşkinleri, dayanıksız olduğu için, hafif rüzgârda bile kırılıyor. Oysa bu eşkinler bir zamanlar çelikten daha dayanıklıydı. Demek ki bunları uzun süre susuz bıraktık, kurudu, pörsüdü, boyun büktüler, diriliklerini kaybettiler. Bunları tekrar yeşertmek bizim azim ve kararlılığımızla mümkün olabilir. Onları sulama vakti gelmedi mi?
Milletçe dünden haz ve hız alıp yarınlara koşma azmini ve kararlılığını içimizde bulabilirsek nostaljiler hakikat aynasında boy göstermeye, boynu bükük güllerimiz istikbal vazosunda yeşermeye başlayacaktır. Siz yeter ki uygun toprak, uygun vazo ve yeterli su bulun ve onlara gözünüz gibi bakın. Her şey bugüne nazaran daha da güzelleşecek ve hayat anlamını bulacaktır. Bu arzuyu yaşayacak ve yaşatacak gönüllere bugün ne çok ihtiyacımız vardır.
MÜSLÜMAN COĞRAFYASINDA RAMAZANLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Ramazan gönül dünyamızda müstesna günlerin başlangıcıdır. Rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş ayı olan ramazan; gönül coğrafyamızı şenlendirdi. Oruç ikliminde arınan Müslümanlar günahlarını atıp yeni ve pak bir hayatın kapısını aralıyorlar. Hayır konusunda yarışan Müslümanlar, İslam kardeşliğini yaşamanın hazzını iliklerinde hissediyorlar. Resulullah Efendimiz “Bu ayı oruç tutarak, ibadet ederek ve hayır için harcamada bulunarak geçirenlere ne mutlu! ” diyerek oruç ikliminde arınan, hayırda yarışan Müslümanlara müjdeler veriyor. “Ramazan’ın ilk gecesinden itibaren şeytanlar ve cinlerin azgınları bağlanır. Cehennemin kapıları kapanır, artık (Ramazan’ın sonuna kadar) onun hiçbir kapısı açılmaz. Cennetin kapıları açılır ve artık (Ramazan’ın sonuna kadar) hiçbir kapısı kapatılmaz. Bir seslenici: ‘Ey hayırda öne geçen sen gel! Ey kötülükte ileri giden sen dur! ’ diye seslenir. Allah’ın o zaman cehennemden azad edilen kulları vardır. Bu her gece böyle olur.” hadisi de orucun gereklerini hakkıyla yerine getirenleri büyük mükâfatlarla müjdeliyor.
Dünya Müslümanları ramazan ayının getirmiş olduğu manevî havayı teneffüs ediyor. Bir buçuk milyarlık Müslüman âlemi Rabbimizin emri olan oruç ibadetini ifa ve ihya ediyor. Bu ayda Müslümanlar oruç dairesinde aynı kitabın, aynı peygamberin, tek ve aynı olan Rablerinin etrafında kenetleniyorlar. Bir bütünün parçaları olan Müslümanların ayrı gayrı demeden, ayrıntılarda kaybolmadan bir araya gelmesi, ümmet bilinci içerisinde dayanışma örnekleri göstermesi Müslümanlığın ve Müslümanların geleceği açısından hayatî bir öneme sahiptir. Bir vücut olan Müslümanlar sıkıntıları ve güzellikleri böylece paylaşıyorlar.
Müslüman coğrafyası ramazana dertsiz giremiyor bir türlü. Ne yazık ki bu ayın coşkusunu ve hazzını doyasıya yaşayamıyoruz. Dünya Müslümanları ramazana yine büyük sıkıntılarla giriyor. Irak’tan Çeçenistan’a kadar pek çok ülkede Müslümanlar esaret zincirlerini kırmanın zorlu mücadelesini veriyor. Daha onlar gibi nice ülkede ramazan heyecanı mevcut şartlardan dolayı hissedilemiyor. Müslümanların başsız, birlik ve beraberlikten uzak bir görüntü içerisinde olması ramazanın güzelliklerine gölge düşürüyor. O ülkelerdeki müminler ramazanı gereğince yaşayamıyorlar. Bir sürü engellerle karşılaşıyorlar.
İslam dünyası arzulanan birlik ve beraberliği gösteremiyor bugünlerde. Öyle ki Müslümanlar ramazana birlikte girme konusunda bile beraber hareket edemiyorlar. Bazı devletler bir gün önce, bazılarıysa bir gün sonra giriyor bu kutlu aya. Ay takviminin esas alındığı ramazan, özlenen Müslüman birliğini nedense sağlayamıyor. Orucun başlangıcında bir türlü birleşemeyen Müslümanlar doğal olarak bayramlarda da birleşemiyor. Birleri bayram ederken birileri oruca devam ediyor. Bu durum bile Müslümanların mevcut dağınıklığını ve gevşek durumunu göstermeye yetecek bir delildir. Ramazanda birlik ve beraberliği sağlayamayan dünya Müslümanlarının birbirinin dertlerine merhem olması beklenebilir mi?
Ramazan; kardeşliği perçinleştiren, dayanışmayı sağlayan mübarek bir zamandır. Manevî kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük olan bugünlerde Afganistan’da, Çeçenistan’da, Irak’ta, Doğu Türkistan’da ve Kerkük’te ramazanların ne kadar buruk yaşandığını tahmin edebiliyorum. Acaba bu kardeşlerimiz ramazanda iftar ve sahurların heyecanını, coşkusunu, huzurunu ne zaman yaşayacaklar? Bizler o kardeşlerimiz için neler yapıyoruz? Bir şeyler yapamıyorsak ‘Müslüman kardeşliği’ kavramının içi boş kalmıyor mu? O insanlar acılar içinde yaşarken bizler zengin sofralarda nasıl yiyebiliyoruz? İçimiz hiç mi acımıyor?
Müslümanlar bu mübarek günlerde birlik ve dayanışma içerisinde ol(a) mayacaklar da ne zaman olacaklar? Yürekteki bir’ler niçin birliği beraberinde getirmiyor? Artık Müslümanların acıları ve yürek sızıları dinsin. İnananların yüzü gülsün. İftar yaparken sofrasına bir somun sıcak ekmeği koyamayanların vahim durumunu düşünüp lokmalar boğazınızda düğümlenmiyorsa kalbinizi bir kez daha yoklayın ve arındırın. Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen Müslümanların bence insanî ve imanî açıdan eksiklikleri vardır.
RESULULLAH’IN RAMAZANLARI
M.NİHAT MALKOÇ
Gönül göklerimizin parlayan yıldızı ramazan, içimizi aydınlatarak yürek mahzenlerimizdeki karanlıkları kovdu. Evlerimizi huzurla dolduran ramazan, kuruyan gönül ırmaklarını taşırdı; sükût eden yürek tellerimizi titretti. Nadasa bıraktığımız salâvatlar şimdi içimizde yankı buluyor. İnananların payına düşüyor günde beş vakit ezan… Çoraklaşan gönüllerimiz bir damla ab-ı hayat hükmündeki tevhid ve tehlillerle can bulur.
Ramazan, Müslümanlara en büyük müjdedir aslında. Bilindiği gibi mübarek ramazan hicretin ikinci yılında farz kılınmıştı. Kâinatın güneşi Efendimiz çok sevdiği ashabıyla ancak dokuz yıl oruç tutabilmişti. Bu ramazanlar rahmanî duyguların yürek semalarımızı çepeçevre sardığı vakitlere kapı aralardı. Asrı Saadet döneminde ramazan yaklaşınca hayat da ona göre yeniden tanzim edilirdi. Herkes iç dünyasını tövbelerle temizler, ruhların dirilişine zemin hazırlardı. Resululllah Efendimiz ramazanın yaklaşmasıyla beraber Müslümanları toplar, bu ayın ehemmiyetine dair vaaz ve nasihatlerde bulunurdu. Zaten bu devrin altın kalpli ümmeti aylar öncesinden bu ayın heyecanını duymaya başlardı. Hayat bir anlamda yenilenirdi.
Bir başkaydı asr-ı saadetteki ramazanlar… Çünkü insanlar bugünkü gibi gaflet denizlerinde kulaç atmazdı o zamanlar... Haramlardan şiddetle kaçınırlar, şüpheli şeylerden de uzak dururlardı. Onların hayatı düz bir çizgide, rahmanî dairede sürüp giderdi. Bu kutlu zamanda yaşayanlar Resullerine kayıtsız şartsız bağlıydılar. O’nun için canlarını feda etmeyi göze alabilirlerdi. Onlar büyük küçük demeden ailece ramazan ikliminde soluklanırlardı.
Ramazanlar şüphe yok ki müminlerin ibadet şevkini ve heyecanını artıran müstesna zaman dilimleridir. Yalnızlığın hançeriyle yaralanan mabetlerin yüzü bu ayda güler. Öte yandan Hz. Muhammed(sav) ramazana büyük ehemmiyet gösterir, onu hürmetle karşılar, hüzünle uğurlardı. Ümmetinin bu kıymetli vakitleri ganimet bilmesi için onları uyandırırdı. O’nun şu sözleri ramazana verdiği değere işarettir: “Ey insanlar! Büyük ve mübarek bir ay sizi gölgeledi. Öyle bir ay ki, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi o aydadır. Yine öyle bir ay ki, Allah (Celle Celaluhû) gündüzlerinde oruç tut¬mayı farz kıldı, gecelerinde teravih namazı kılmayı nafile kıldı. Kim bu ayda hayırlı bir işle Allah’a yaklaşırsa başka aylarda bir farz eda etmiş gibi olur. Kim bu ayda farz olan bir ibadeti yerine getirirse başka zamanda yetmiş farz yerine getirmiş gibi sayılır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın karşılığı cennettir.”
Sayılı günler olan ramazan; sevapların katlandığı, günahların miktarınca yazıldığı nurlu zamandır. Ramazanın rahmet ve bereket ikliminden nasiplenememek ne büyük bir bedbahtlıktır. Bu ayda sağanak halinde yağan rahmet ve bereket yağmurları, çölleşen yürekleri yeşertir. Ramazan ayının başladığı bir günde Resulullah şöyle buyurmuştu: “İşte bereket ayı Ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. O ay yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı sizinle iftihar eder. Öyle ise, kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayandır.”
Ramazanın bütün özellikleriyle yaşatılması Müslüman olarak en büyük arzumuzdur. Sadece aç kalmak ramazanı ihya etmek için yeterli değildir. Oruç diyet olarak görülmemelidir. Oruç Hakk’a yakın olmaktır. Bu günlerin heyecanını bütün hücrelerimizde hissetmeliyiz. Kimi insanların sahura kalkmadığına şahit oluyoruz. Onlar uykularına kıyamıyorlar. Oysa sahur bu ayın şiarlarındandır. Resulullah: “Sahur yemeğini yemek berekete sebeptir. Sizden biriniz bir yudum su içmekle de olsa sahuru terk etmesin. Çünkü sahura kalkıp yiyip içene Allah rahmet etmekte, melekler de istiğfarda bulunmak¬tadır.” diyor.
Resulullah Efendimizin ramazanları dopdolu geçerdi. O, ramazanın sadece gündüzünde değil, gecesinde de hep ibadetle meşgul olurdu. Nefsiyle hesaplaşan Efendimiz, ramazanın son kısmında da itikâfa girerdi. O’nun ramazanları ibadet ve kulluk açısından bereketliydi. Bizler O’nun ümmetinden olduğumuz için bu hususta da onu rehber edinmeliyiz.
ŞİİRİN KALBİNE YOLCULUK…
M.NİHAT MALKOÇ
Hayatta ben de varım demenin, duyguların sığınağı olan kalplere kendi imzasını atma merakının ve endişesinin tecellisidir şiir. Bu imza, insanın varlığıyla beraber gönüllere atılmış ve bugün de atılmakta... Okuyucular bu söz imzasını kendine göre yorumlama çabası içerisinde ona yepyeni renkler ve şekiller vermekte, şiiri zenginleştirmektedirler. Bu açıdan bakınca şiiri yazan şair olsa da, onu şiir burçlarında dalgalandıran, ona katkıda bulunan okuyuculardır. Bu yüzden şairler, şiir gücünü açığa çıkaran okurlara çok şey borçludur.
Şiir, duygu dünyasına yapılan esrarengiz bir yolculuktur. İçselleştirilen duyguların paylaşılmasıdır şiir… Şiirin kalbine yapılan bitimsiz yolculuk bir çeşit define avcılığına benzer. Zaman zaman düşlenen gerçekleşse de çok kere hayal kırıklığının sancısı sarar benliğimizi. Altın peşinde koşan define avcısının, sarraftan altın (ç) alıp bu hayal kırıklığını örtmeye çalışması, imge avcılarının kısır döngü sarmalında debelendikten sonra hazır imgeleri (ç) almasıyla eşdeğer ahlakî bir zaaftır. Bu nasıl bir ruhtur ki emanet duygularla beslenir ve semirir. İmge hırsızlarının tekrara düşme korkusu da yoktur. Bu aslında bir çeşit hastalık halidir. Onlar hicaptan da mahrumdur. Başkalarının çöplüğünden medet umarlar. İmgelerin mahremine kapıdan giremeyenlerin bacadan inmesi ve böylece söz incilerini (t) aşırması üstatların ayranını kabartsa da onların güçlü söz kalelerini düşürmeye muvaffak olamaz.
Şiir sıradanlığı aşmak, mükemmele koşmaktır. Şiir yapısı imge taşlarıyla kurulur. Bilinmelidir ki imgesiz şiir sığdır ve okuyucuyu tembelliğe iter. Şairler de bir çeşit söz mühendisleridir. Şiirin kurgusu imgelerin yerli yerinde ve birbiriyle bağlantılı olarak sıralanmasıyla oluşur. İmgeler kelimelerin sırlarını keşfetmekle şiire dönüşür. Şiiri klasik söz kalıbı olmaktan kurtaran ve nasihat veren didaktik bir parça olmaktan uzaklaştırıp derinleştiren ve okuyucunun algılarına emanet eden şairler, imge imparatorlukları kurarlar.
Şair imgelerin babası, imgeler şairin çocuğudur. İmge hırsızlığı yapmakla başkasının çocuğunu kaçırmak şeklen aynıdır. Şiir atlasında göz kamaştıran hissiyat kalelerinin muhtemel saldırılara karşı nasıl savunulacağı bir muammadır. Bu hususta şairin eli kolu bağlıdır. Ama taklitler hiçbir zaman aslın mertebesine ulaşamaz. Taklit sönmeye mahkûmdur.
Peki, şiir ne zaman tamamlanır? Şairin zihninde devam eden şiir bitmemiş sayılır. Onun içindir ki şiir zihnimizi tamamıyla terk edene kadar üzerinde çalışılmalıdır. Bir oturuşta yazılan şiirlerin bir okuyuşta tükenme tehlikeleri hep vardır. Hissiyatı süslemeden, olduğu gibi anlatmak şiirselliğe ihanettir. Soyutlaşan duygular, imgelerle el ele verip şiir göğünde birer bulut olurlar. Okuyucunun idrakiyle de çatlamış yürek topraklarına yağıp oraları bereketlendirirler. Soyutlamalar şiire renk verir. Şiir soyutlamalarla derinleşir bir bakıma.
Bilindik sözcüklerden içi sırlarla dolu yeni dünyalar kuran şair, bizlere birer ipucu vererek bu renkli dünyayı anlamlandırmamızı ister. İşin bu noktasında kalp gözünün gücü girer devreye. Ufku geniş ve duygu heybesi dolu olanlar daha çok anlam ve sezgi biriktirirler dağarcıklarında. Öte yandan şiire anlam zenginliği katan imgeler, şiir okuyucusunun dünyasının genişliği kadar yer kaplar. Bazen alabildiğine genişler, bazen de küçülür imgelerin çağrışımları. Bu da şiir okuyucusunun ‘ben’ini ve benliğini açığa çıkarır. Aklın sınırlarını zorlayan imgeler bir anlamda onları çözeceklerin, onlara kimlik ve kişilik kazandıracakların ruh dünyasına ayna tutarlar. İmgeler çok kere şairle şiir sever arasında düş köprüsü olurlar.
İmgeye bozulan tembel şiir okuyucularının serzenişlerine de şahit oluyoruz zaman zaman… Onlar şiirde her şeyin açık verilmesini, okuyucunun zorlanmamasını talep ediyorlar. Bu kişiler şiirle düzyazıyı birbirine karıştırdıklarının farkında bile değiller. Bu tip insanlar bununla da kalmayıp şiirde mutlak anlam ararlar; şiirin öğretici yönünü önemserler. Soyut şiirin babası Ahmet Haşim bu kişilere şöyle cevap veriyor: “Mana araştırmak için şiiri deşmek, şakıması yaz gecelerinin yıldızlarını ürperme içinde bırakan kuşu (bülbül) eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o büyüleyici sesi karşılayabilir mi? ”
İlk Yayın: Mortaka/Kış 2009/Sayı: 11
BAYRAMLARDA HÜZÜN VAR
M.NİHAT MALKOÇ
Zaman boşluğunda akıp giden zerreler misaliyiz. Tutunacak bir dalımız da yok bu akışta. Bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Nice hakikatleri ıskalayarak basiretten uzak yaşayıp gidiyoruz. Günler günleri, geceler geceleri kovalayıp duruyor peşi sıra. Ne çabuk geçti bir aylık ramazan günleri… Şimdi elveda ya şehr-i ramazan demenin burukluğunu yaşıyoruz. Rahmet ve bağışlanma ayı olan ramazanı geride bıraktığımız için üzülsek de Hakk’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirdiğimiz için seviniyoruz. Hüzünle sevinç arasında farklı duygular yaşıyoruz bugünlerde. Rabbimiz oruç ibadetini ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor. Ömrü olanlar için nice ramazanlar gelip geçecektir zaman içerisinde. Fakat gelecek seneki ramazanda ve bayramda bir kısım insanlar ömür sermayesini tamamlayacakları için aramızda ol(a) mayacaklar. Onlar hoş bir seda bırakacaklar geride… Zaman değirmeni bir gün, onlar gibi bizleri de çarklarında un ufak edip öğütecektir. Ahiret saadeti için hayata bu bilinçle bakmalı ve kulluk vazifelerimizi ona göre yeniden tanzim etmeliyiz. Altın kâsede bizlere sunulan vakti hayırlı eylemlerimizle sevaba döndürmeliyiz.
Gönüllerin İslam’la aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda. Halk uzun asırlardan beri ramazan ve kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi millî bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat bunlar dinî bayramlarımız kadar halk katında benimsenmemiştir. Dinî ve millî bayramları milletçe kenetlenmeye vesile kılmalıyız. Dört tarafı şer güçlerle çevrili olan ülkemizin birlik ve beraberliğe her zaman çok ihtiyacı vardır.
Ramazan ve kurban bayramlarında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkence kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan da bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayramlar sadece dirilerin değil, ölülerin de hatırlandığı, yâd edildiği müstesna zaman dilimleridir. Sabahleyin camilere koşan müminler bayram namazını huşu ve huzur içerisinde kıldıktan sonra birbirleriyle bayramlaşırlar. Yüreklerden yüreklere dostluk köprüleri kurulur. Bayramlaşmaya gelenlere tatlılar, şekerler, türlü taamlar ikram edilir. Ailece kahvaltı yapılır. Ölüler de unutulmaz. Dirilerden sonra ölüler ziyaret edilir. Mezarlıklar vefalı insanlarla dolup taşar. Kur’an’ın nidası uhrevî bir atmosfer oluşturur mezarlıklarda. Bazılarının gözünden hâlâ oluk oluk gözyaşları süzülür. Onlar şehit aileleridir. Ciğerpareleri olan evlatları hain kurşunlara hedef olmuştur. Onlar hayatlarını vererek bu güzel toprakları bizlere kazandırmışlardır. Büyük şair Mehmet Akif’in deyimiyle onlara aguşunu açmış peygamber. Aileler hem hüzünlü hem de gururludur bu yüzden. Fakat yaralı yüreğe söz kâr etmez ki! ...
Aslında bayramlar zenginlerden çok, fakirlerin ve garibanların hakkıdır. Zenginler için zaten diğer günler de bayram sevinciyle geçer. Bayramlar ekseriyetle neşeli günlerdir. Fakat buna rağmen gizli bir hüzün var bayramlarda. Hele dostlarından uzaklarda bayram geçirenler için bu hüzün ikiye, üçe katlanır. Kaybettiklerimiz geçer gözlerimizin önünden. Boş kalan koltuklar acımızı katmerleştirir. Gözlerimiz birilerini arar da beyhude yorulur. Ufuklarda bir gölge arar dalıp giden ıslak gözlerimiz. Ufuklar da ketum davranır, saçıp dökmez sırlarını. Giden gitmiştir ardına bakma fırsatı bile bulamadan. Şimdi çok uzaklarda Kerem’ dönüşür ayrılığın çarklarında ezilen yürekler… Âh ne zordur gurbette bayramlar… Sahi dünya da bir gurbet değil mi ya! ... Sözlerimi Alvarlı Muhammed Lütfi Efe Hazretleri’nin bir dizesiyle tamamlıyorum: “Mevla bizi affede / Bayram o bayram olur / Cürm-ü hatalar gide / Gör ne güzel ıyd olur...” Türk-İslam âleminin bayramı mübarek olsun. Nice bayramlara sağlıkla! ...
Kayıt Tarihi : 21.2.2010 13:12:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!