Ay kavuniçi giysilerini
tercih etmişse,
deniz lacivert gece mavisine
bürünmüşse,
Oy Oy
yıldızlar parlıyorsa sırayla
..
Bir türlü bulamadım,
Üniversite sıralarında lisenin sıcaklığını…
Bütün selamlar soğuk geldi bana,
Bütün gülümsemeler buz gibi soğuttu beni…
Çok aradım lise sıralarını!
Çünkü o sıralarda;
Bir gülünce bir daha gülerdik,
..
Azrail ölümün saçlarını yoluyordu,
Mikail papatya yaprakları koparıyordu bir bir,
Ve Cebrail son vahyi beklemede hazır ve nazır,
İsrafil kumu bitmiş kum saatine yıldızlar doldurmakta…
Benim bahçem can çekişmede,
Manolyamın kokusu, bir canavarın arasında dişlerinin.
..
...Hançer;
Kan,içerim,kan
...Hançer
Allah deyü geçerim
...Hançer
Vakit gelir göçerim
...Hançer
..
Al al olmuş lacivertlikler,
Bir ikindi vakti Datça'da
Geçen bir sürat motoruyla birlikte
Kaybolan yıllarımı unuttum işte
Daldım ud namelerinin peşine
Günle gece kavga ettiler önümde,
..
Ne kadar masum duruyor
gökyüzü bu gece
Birçocuğun gülüşünü andırıyor
yıldızlar
Ki bu gece
Nerede tünesem
..
Bir güneş doğdu, yüreğime.
Gözleri, bazen deniz mavisi, bazen cennet yeşili,
Bazen lacivert, bazen duman grisi,
Bir güneş doğdu yüreğime, sardı tüm sevgisi.
Gülüşü baltan tatlı, yaşatır dünyada cenneti.
Sevginin en saf hali, RABBİMİN hediyesi.
..
On dört şubatta sevgililer günü nedeniyle pek çok etkinlik yapıldı, farklı yerlerde. İstanbul’da bir belediye de şiirle kutlamak istemişti bu günü. “Aşk denilince akla şiir gelir” diyerek.
Kalkıp gitmek istedim, “ama önce bir programı soralım, bakalım” deyip telefon ettim. Dedim ki “arabesk içerikli bir program değil, değil mi? ” Dediler “ yoooook, çok güzel, bayılacaksınız” Edebiyat çevrelerinde sıklıkla gündeme gelen bir konu vardır: “Şiir halktan, halk şiirden koptu”. “Peki bu çevreler dışındaki şiir etkinlikleri, nasıl düzenleniyor acaba” diye düşündüm. Toplumun geniş kesimi şiiri nasıl yaşıyor? Tamam, televizyonda görüyorduk şiir (!) kliplerindeki hali ama, gidip yerinde bir tespit fena olmazdı.
Oraya gittiğimde ilk olarak bir salon dolusu seyirci, girdi görüntüme. “En az bin kişi vardır” diyerek kaba bir hesap yaptım önce. Sonra bir genç çıktı sahneye. Sonra bir genç daha ve bir genç daha. Hiçbiri seyirciyle ilgi kurmuyordu. Çünkü gecenin esas kahramanları onlar değildi. Kendi kendineyken olduğu gibi önündeki enstrümanı çalmak yeterliydi anlaşılan onlar için. Sonunda seyirciyle ilgi kuran birisi geldi, elinde sazı ile. Sesi güzeldi, klipleri de varmış. Başladı türküler söylemeye. Arada bir de biraz sonra sahneye çıkacak olan “en bi en şair”den bahsediyordu. Biraz sonra, sözü edilen “en bi kahraman şair” çıktı sahneye. Deterjan reklamlarına taş çıkartan beyaz ceketi, ucu sivrilikten yana gerekirse kendini koruma amaçlı da kullanabilecek ayakkabıları, ışık her vurduğunda göz doldurucu fularının arasından parlayıverecek şekilde ayarlanmış altın kolyesi ile. Ortalık yıkıldı. Şair çok fiyakalıydı.
Göz dolduran bir sesi vardı şairin. Hiçbir şekilde okuduğu eser sahiplerini söylememe huyu vardı. Ama bunun ne önemi vardı. Mühim olan şovdu. Hani şu “ must go on” olanından.Yer yer arabesk nağmeler eşliğinde ortaya döküverdiği dizeleri, yer yer seyirlik stand up komedi türü esprileri yöresel ağızdan öykünülen bir sesten izlerken gülüyordu herkes. Bu şiir işi çok eğlenceliydi canım. Çok gösterişliydi. Çok bi şovdu.
..
Gemi enkazının yakınında
Kopmuş ve parçalanmış
Bir direğin altında,
Buldu topal çoban
Yere batmış
Lacivert taştan
Denizin çöpçüsü
..
sabah ezanları
bu şehir İstanbul
mümin kalplere
ölü hüviyetlere
boğazın lacivert tenine
düşüyor
duyulmamış dualar
..
Kana susarken yaz akşamında kırmızı lale bahçeleri
Sarhoş ederken aşk şarabınla bedenleri yürekleri
Bu yolda seni alıkoymaya, hiçbir takımın gücü yetmez.
Daima sen yak fenerlerini gel, bizde karanlık bitmez,
Kan ağlayıp gurup vaktinde bülbül denizi kızıla boyar
..
Bir buse ver diye bekler dudağım
Derdimin dermanı gönül ortağım
Senden ses gelirse çınlar kulağım
Bin kere çağırsan koşar gelirim
Uğruna düşünmem canım veririm
Gökyüzüm mavi ruhum lacivert
..
Yelkeni daima kırarım sana
Mavi ufukların morunda sensin!
Deliler gibi hep sürerim sana
Arabamın uzun farında sensin!
Yaban meyvesinin buruk tadında
Serin pınarların nurunda sensin!
..
(gül kokulu yağmurlarda ıslandık / yine de senin kokun gitmedi / Kadınımdan)
…………… Sağanak yağmurlarda yürüyorum günlerdir durmadan, her damlanın saçlarımdan ayaklarıma kadar süzülmesini izliyor, onlarca, yüzlerce damlacığı tek tek takip ediyorum saçak altı ve şemsiye tutan korunaklı, meraklı bakışların izleyişinde… Biliyorum insanların akıllarından neler geçirdiklerini ve ben düşünmek istemiyor ilerliyorum damla damla… Islanmayan tek zerrem kalmasın, yaşamda kirletilmemiş ne kaldı diye anımsamaya çalışırken saf, masum, temiz ve dokunduğu, gezinti yaptığı her dokumda çocukluğumun çizmelerini renklendirip, birikintili yerlere giriyorum su ile dolsun diye ayakkabılarım…
……………En çok Serpili severdim küçüklüğümde, benden deli ve her su birikintisinde adeta vals yapar gibi yürüdüğü ve çamurlu suları yüzüme atıp sonra temizlerken anne şefkati gösterdiğinden, sonra da bize gidelim üstünü kurulayayım dediği için ve ben büyümeyen asla da büyümeyecek olan utangaçlığıma hiçbir kılık giydirmeden utanır koşarak eve kaçardım… Serpilden… Yağmurdan… Utangaçlığımdan… Ve ablamın okuldan gelmesine yakın saatlerde onun havlusunu kullanırdım kızacağını ve beni birkaç mahalle kovalayacağı bildiğimden… Vazgeçmezdim büyüklerimin öfkesini, kızgınlıklarını bana aktarmalarından ve onların bu sayede sinir sistemlerini çalıştırdığımı düşünür her hangi kalp rahatsızlıkları geçirmeyerek uzun soluklu yaşayacaklarına inanırdım çocuk yüreğimle… Ve sevinirdim ölmeyeceklerine dair… Şımartılmama uygun fırsat ve insanlar olmadığından her an mahallelinin tümüne usumdan geçen geçmeyen her muzurluğu onların istemediği benim çok sevdiğim, hala tatlı tatlı gülümsediğim biçimde sunardım…
…………… Veraya yazdığı mektupları okurken büyük ustanın... Kaldığım, daha sonra okunmak üzere açacağım sayfanın aralarına bahçemizden kopardığım güllerin yaprağını koyardım açıldığında koksun, yayılsın diye okuduğum ortama… Sınıftaki kızlardan öğrenmiştim kitap arası kurumuş gül yapraklarını ve önceleri kırışırken sonra ütülenmiş gibi olurlardı sayfa aralarında orta okula giderken ve bedenimde sesimde ergenliğe geçişin izlerini taşımaya başlıyordum usul ve ağır ve delişmen… Değişirken ben tüm fizyonomimle, duygularıma bana ait olmayan romantizmleri eklerken, gülle tanışıyor, renklerini karıştırıp olmayan renkte güller üretiyordum bahçemizin kimsenin göremeyeceği kuytu bir köşesinde… Her gün yeni bir renk ekleniyordu bahçemizin gizli gül köşesindeki güller den yaptığım dünyama ve en güzel gülü senin için yetiştirmeye başlıyordum o zamanlardan bugüne sana ulaştırmak gül kokulu tenine emeğimin güllerini sarmak için… Solan ve yaprakları azalanları kopartıp gökyüzüne serpiştiriyordum gece ve yıldız yıldız düşüyorlardı savurduğum uzaklıktan toprağa…
..
sulara vurdu şavkı
sevdam
egenin lacivert sularında yankılandı
neydi ellerimizin yalnızlığı
hüzzamdan hicaza geçerken
yıldızlar bir daha yakındı
..
Sen,
Karlı dağların doruğunda
Gün vurmuş bir ışık pırıltısı gibisin.
Yine sen,
Tüm gecelerde
Yakamozlardan şarkılar söyleyen
Lacivert denizler gibisin…
..
Göçtü içimin lacivert dağı
Doyumadın mı hala yüreği kara
Akciğerim döndü isli volkana
Gözümden boşanır bulanık yara
Burnumun ikiz yanı puslu bir vadi
Akciğerimi nikotin yedi
..
gece sanki ilk kez böyle lacivert
ve sanki ilk kez bu gitar böyle çalındı
bak bu karakaslar
aynı yüreğim...
bu flamenko ezgi
...tıpkı tedirginliğim
..
Bulanık bir gece daha dokunuyor şakaklarıma,
inadına sessiz ve lacivert,
şöylece uzanıyorum
takvimsiz çocukluğuma,
sabrım kelebek, dilim nedensiz nasırlanıyor durmadan...
...............
...............
..