Köylü
(Babam Şahin Çalışkan’ın yaşamından kesit)
Dağ yolunda bir köy bilirim,
Buram buram tereyağlı börek kokar,
Sabahları ayçiçeği kökleriyle saclar ısınır,
Tandırlarda mayalılar pişer, konur azıklara.
İnekler ovaya iner, çobanlar boz eşeklerin sırtında,
Dere yamaçlarında koyunlar otlar,
Kuzular, bir ayrı meleşir martlarda,
Söğüt gölgelerinde dinlenir ırgatlar,
Yanan ciğerlere yayık ayranı çare olur,
Güneş bir ayrı yakar Anadolu'yu.
Derelerde, çamurlarda oynanır oyunlar,
Sazlıklardan yaban kuşları kanat çırpar,
Kül renkli bulutlar örter ovayı hep ikindilerde,
Köylüler çamur patikalarda tarla yolunda,
Toza, toprağa bulanmış yürekleri umutla dolu,
Batan güneş yarınlara gebe,
Sere serpe yorgun yatarlar,
Bakar durur cami avlusunda tespih çeken ihtiyarlar,
Dağları duman, yolları toz kaplar gün akşamları,
Ocaklar tüter, aşlar pişer,
Birbirine yaslanır gönüller,
Neşet Ertaş bir ayrı yorgunluk giderir,
Çoktan uykuya varır gözler,
Gömülürler minderlere, yataklara,
Ne pencerelere düşen ay,
Ne yollarda koşturulan atlar,
Ne karanlıkları bekler çıralar,
Yorgun gelir gelinler ahırlardan,
Kütükler alevlenir mangallarda kahveler köpürür,
Höpürdeterek içer Anadolu'm.
Okumadan cahilde kalsalar,
Bakraçtaki yoğurtlar kadar, aktır yürekler,
Ocağa kazanlar iner,
Çocuklar üfüre üfüre içmeyi dener,
Yaksa da ağızlarını sütler,
Ağalar konuşur, gençler dinler,
Misafire bir ayrı ikram vardır, köyümde,
Minderlerde uyuklar, yorgun gözler,
Asmanın altında öpüşür sevgililer
Gün, sırma telli saçlarını savurur, kızıl ufuklarda,
Yaldızlı bulutlar içinde, ümitler yükselir,
Yeşil kadife yüreklerde...
Yavuz Bayram Çalışkan
Köyüm Baymış, Anadolu’muzun orta yerinde Ankara-Adana yolu üzerinde Aksaray’ın kuzeyinde yirmi kilometre uzaklıktadır. İki dere arasında sıkışmış küçük bir köy, gün doğarken koyunlar, inekler yola düşer çobanlar azıkları sırtında ya eşek üstünde ya da yayan yürüyerek, bağıra bağıra giderler hayvanları otlatmaya. Tüm köyün hayvanları aynı çoban otlatırdı.
Yıl bindokuzyüzotuzikili yılları geçmekte, mart ayının soğukları insanları esir almış, ocaklarda sütler peynir yapmak için kaynatılıyor, kadınlar o günün ekmeğini yaparlar tek başlarına, çocukları yanlarında durmadan “ana dürüm versene” derler. Dürümler çökelekli dürümdür, yani peynirden başka dürüm yapmazlar, tereyağı ile yağlanır verilir çocuklara işte o sabah kahvaltısıdır. Köy susuz bir köydü içme suyu “iğdelide tatlı pınar” denilen yeren gelirdi, su çok azdı, kadınlar hep ağız kavgası ile sıra mücadelesi yapardı, nöbetleşe su alınırdı, bazen de testiler kırılırdı su için.
Bir cuma akşamı gün ovayı kızıllığına bürümüşken erkekler köy odasında köyleri dolaşan bir berber saçları, sakalları kesmekle meşguldü, köyde tıraş böyle yapılırdı. Köyde akrabaların veya büyük aile gruplarının misafir odaları vardı. Bu köy odalarında berberler, seyyar satıcılar, kalaycılar, sünnetçiler gelir işlerini görür, oda sahipleri misafirlerin yemeğini, yatağını getirir, böylece misafirlerde çok rahat ederdi. Komşu köylerden gelenlerde olur, köy odalarında hoş bir sohbet devam ederdi.
Rıfat Çalışkan’ın odasında da berber köylüleri tıraşla meşguldü. Rıfat Çalışkan; Babası Ali, annesi Meryem binsekizyüzdoksanlı yılarda doğmuş Hasan adında bir abisi varmış, evlendirildiği anda askere çağırılmış oğlunu görmeden gitmiş Hasan, Rıfat’ı genç yaşta evlendirmişler, yukarı çimeli(Veyis Fakılı) köyünden Kara melik’in kızı kezibanla, Hasan abisinin karısıyla, Rıfat boylu poslu bir delikanlı idi, askerde onbaşı oldu, seferberlik zamanı idi, asker kaçaklarını arayıp kışlaya getirirlerdi, bir gün bir kaçağı aramak için köylerine giderler, hanımı “hiç görmedik”der. Kaçağın çocuğu devamlı olarak kış yakacağı olarak kullanılan Kayılı kermelere bakmaktadır. Rıfat “indirin şu kermeleri”der askerler kermelerin arasından kaçağı bulurlar ve kışlaya götürürler. Rıfat’ın askerliği yedi sene sürer açlık diz boyu askere verilen yiyecek oldukça azdır, bir gün trenle asker sevkiyatı vardır o trende Rıfat Çalışkan’da bulunmaktadır. Tren Bağdat’a gitmektedir, asker aç ve yorgundur, askerler tren durduğunda doğruca bir buğday tarlasına koşarlar ve başaklanmış buğdayların firiklerini yerler, bazıları ise ayaklarındaki potinlerin kauçuğunu yemektedirler. Babam askerde ot yayıldığını hep anlatırdı. Zaman birinci cihan harbi zamanına denk gelir.
Bağdat’taki kışlaya gidildiğinde tayin (verilen yiyecek) boldur askerler bolca yerler, sabah Rıfat Çalışkan uyandığında birçok askerin çok yemek yemekten öldüğünü görür. Bu hatırlarla askerden gelir. Artık onun lakabı “paşa”dır. İri cüsseli olduğu için bu adı köylüler takmıştır.
Rıfat’ın Abisi Hasan askere gidince hicaz, yemen sonra izi kaybolmuş sormuş soruşturmuşlar, ne bir haber ne bir iz, Keziban’ı göndermemişler, birde oğlu kalmış Hasan’ın Ahmet adında, kaynı Rıfat’a vermişler Keziban’ı tam onüç yıl sonra, o da ses etmemiş, kabul etmiş, Rıfat istemese de söz büyüklerin emri olduğu için karşı çıkamamış, işte bu evlilik devam ederken yıl bindokuzyüzotuziki, baymış köyü, köy odasının dışından bir çocuk sesi duyulur.”Rıfat Emmi bir oğlun oldu”. Rıfat emmi “sağ ol yavrum” der. Berber Abdurrahman” Rıfat emmi çocuğun adını koydun mu? ”. “Hayır” der Rıfat emmi. “Doğan çocuğun adı Şahin olsun” der berber Abdurrahman. “Tamam “ der odadakiler, köylü şahin böylece adlanır.
Anam, babam, sevimli ve sıhhatli bir bebek olduğumu söylerlerdi. Dört yaşına kadar anamı emdiğimi hatırlıyorum. Anam memesine biber sürmüş, bende çok ağlamıştım. Dört, beş yaşlarımda ebemle bostan, bağ beklerdik. Bir gün Meryem ebemle bağda yatıyorduk. Ebem yetmiş yaşlarındaydı. Gece uyurken birden beni kucağına aldığı gibi kaçmaya başladı.”Neden kaçıyorsun ebe” dedim. Ebem” Aman yavrum yılan var, yatağın yanında yatıyor”dedi.
Komşu bağda Deli Çapan derler, uzun boylu, iri yarı, biraz safça bir adam yatardı. Ebem hemen komşunun yattığı yere doğru koştu, Deli Çapan kırk yaşlarındaydı. “Aman Çapanım bizim yatağın yanında yılan var, onu öldür”dedi. Deli Çapan eline büyük bir değnek aldı, yılana koştu. Gece simsiyah, zifiri karanlık, göz gözü görmüyor, yatağın yayına varınca pat, pat yılan vurmaya başladı. Biz ebemle epey geriden bakmaya çalışıyoruz ama karanlıktan göremiyoruz. Biraz sonra Deli Çapan karanlıkta belirdi.”İşte Meryem cici yılanı öldürdüm yola atıyorum”dedi, yola doğru yürüyüp yatmaya gitti. (cici, halaya deniyor) .
Bizde ebemle yatağımıza geldik, yattık. Sabah oldu güneş doğuyor ebem beni yavaşça uyandırdı,”haydi yavrum yılana bir bak nasılmış” dedi. Ebem yılanın ölüsünden korkuyor, bende kalktım yola gittim, bir de baktım ki yolda kalın bir urgan parçası yatıyor, meğerse urganı yılan bellemiş. “Çapan emmide urganı iyi dövmüş yola atmış, getirdim”dedim. Ebemle epeyce gülüştük.
Benden yedi yaş büyük bir Yusuf ağam vardı. Her günümüz beraber geçerdi, köyden başka yer bilmezdik, köylüydük, ne traktör ne başka bir araç vardı köyde, tarlaya yürüyerek giderdik, inekleri otlatırdık, sırtımızda bezden bir torba içinde bir dürüm çökelekli, suyu sazlıklardan içerdik, şişe yoktu bilmezdik. Bazen de ben abime ekmek götürürdüm, anamın eli ağırdı yavaş yapardı ekmeği, inek gütmeye giden abime ekmeğini verdiğimde çok gecikmiş olurdum ona çok kızardı. Yokluk yılları hüküm sürerdi ama çocuk mutluluğu vardı yüreğimde, azla yetinirdik, çoraplarımız eskiyince anam yama yapardı pantolon yamalı, gömlek yamalı, ağlamazdık şunumuz yok, bunumuz yok diye.
Bir gün bostan bekliyoruz Yusuf abimle birlikte, abim büyük kavunları bana yoldurmazdı bende yemek isterdim, bir gün Yusuf abime “onüç kavunu yerim”dedim. “Tamam” dedi gitti onüç kavunu yoldu getirdi, önüme sıraladı, başladım yemeğe üç, dört, beş, çocuğum daha beş altı yaşlarında, başka yiyemedim, “olmaz yiyeceksin hepisini” diyerek zorla ağzıma kavunları sokmaya başladı, ağladım. Anam koşarak geldi elinden aldı.
Babamın amcasını oğlu Fayık Çalışkan vardı bizlerden sekiz on yaş büyük, o da bostan beklerdi, Topal cingan diye bir elek kalbur ustası vardı hep “güvenirim fayık ağaya”derdi. Fayık abi olmuş karpuz ve kavunları bulmak için komşuların ve kendilerinin bostanları üzerinde bıçakla damgalayıp oyuklar açardı hasat zamanı geldiğinde birçok bostan damgalanmış olurdu ve çoğu çürürdü.
Yusuf abim ve Fayık abi kuşları çok severdi, çok meraklı idi, bir tarlada kuş yuvası olduğunu sezdi mi tarlayı adım adım dolaşır kuşun yuvasını bulurdu. Abimle birlikte kuşlara tuzak kurardık, atın kuyruk kıllarını kıvırıp ilmek yapıp çiviyle tahta parçasına bağlardık tuzağın üzerini saman kaplardık, kış günleri aç kuşlar tuzaktaki buğdaya gelirdi, kuşları avlardık ve avladığımız kuşları tandırda pişirip yerdik. Abimin köyde adı kuşçuya çıkmıştı.
Yine bir gün bir keklik yuvası bulmuş, kekliğin dört yumurtası vardı, keklik yavru çıkarmak için gurk yatıyormuş birden kalktı çok heyecanlanmıştım. Abim bana yuvayı gösterdi “bu kekliği tutalım”dedi. Abim onbir yaşında ben dört yaşındaydım. “Abi nasıl tutacaksın kekliği “ dedim. “Seni yuvanın önüne körleye cem, kuş geldiğinde elini kapatıp tutacaksın”dedi. Emrini tutmazsam beni döverdi. Mecburi razı oldum. Yuvanın ağzına bir çukur kazdı, tarlada beni soyundurdu, çukura girdim, üzerime toprak örttü, burun ve ağzımın geldiği yere kurumuş otlardan koydu kafam dışarıdan gözükmüyordu. Gözüm yuvayı görüyordu, kalbim hızlı atıyordu, susamıştım, uzun bir bekleyiş oldu sırtımı toprak kaşındırmaya başladı, ben kıpırdadıkça abim bağırıyordu,”hareket etme sessiz ol, kıpırdama” diye. Bende hareket etmeye korkuyordum, ucunda dayak yemek vardı işin, bir süre sonra keklik geldi ve yuvasına girdi, nefes alamaz olmuştum, toprağın sırtımdaki kaşıntısını unutmuştum. Elimi kekliğin üzerine atarken keklik pıııır diye uçup gitti. Çok korktum, gözlerim yaşlıydı, abim çekişerek geldi, yüzüme bir tokat attı, ağlıyordum, sırtım toprak içindeydi, “giy elbiseni” dedi, bir tokada razı idim, hemen elbisemi giydim. “Şimdi ben yatacağım” dedi. Çukuru boyuna göre büyüttü, soyunarak içine girdi, bende yuvanın uzağına gizlendim, becerebildiğim kadar. Bir süre sonra keklik yine yuvasına geldi abim kekliği tutmuştu, sevinerek köyün yolunu tuttuk. Kekliğin yumurtalarını otlarıyla aldık eve getirdik, bir tahtta kafes bulduk içine yuvayı yaptık dört yavru doğduğunda sevincimiz anlatılamazdı, keklik sesini duyduğumda hatıralar dokunur bana.
Evimiz toprak, yüreğimiz altın,
Bir çökelekli dürümle doyarım,
Hatıralar gelir çöker akşamlara,
Tatlı pınar’daki kekliklerin seslerini duyarım.
Dağa yakacak toplamaya; Meryem ebemle ben köyümüzün büyük susuz deresi olan, yalçın kayalı, sarp yamaçlı, derin dereye yakacak toplamaya gittik. Derin dereden su yoktu ama bahar yağmurlarında sel gelirdi, bizlerde korkuyla ve heyecanla seyre dalardık coşkun akan suları, sel bittiğinde çamurlarıyla oyun oynardık. Ebem boruk, kekik gibi otları toplarken bende derede öten kuşları kovalıyordum. Çok güzel kuşlar vardı, ebemin ot toplama işi bitene kadar hep kuşlarla uğraştım. Ebem otlardan bir şelek yapıp sırtına aldı, bende yanına düştüm, köye geldik, evimizin kapısına gelince Mahmut amcanın oğlu hasan vardı kapıda, benden üç yaş büyük, yanımıza geldi, “nerden getirdiniz yakacağı”diye sordu, bende “derin dereden” dedim.”Hasan bir görsen öyle güzel kuşlar var ki o derede, bazıları ficon, ficon teneke gibi dingildiyor, bazıları da bra, bra diye keçi gibi bağırıyor” diye anlattım. Bu kuş seslerinin taklitlerini yaparken amcamın karısı Gülbari yenge duymuş, taklidimi yaparak milleti güldürürdü. Bazen sabahları sis olurdu, anam bir tekerleme söylerdi, ben hep gülerdim, hala gülerim söyledikçe ve o ak yürekli anamı hatırlarım. Anam sis basınca;
‘’Ben anamın ilkiyim,
Kuyruğu ala tilkiyim,
Git kör duman git’’ derdi, güneşle birlikte duman dağılırdı. Ne günlerdi, hey gidi günler hey.
Köylü Şahin okula başlıyor;
Sene bindokuzyüzkırk, köyümüzde okul yok, çevre köylerde okullar açılmış, yedi yaşıma bastığım sene Hacı âli amcam Ankara’dan geldi, “yazın sonunda okullar açıldığında Şahin’i gelip götüreceğim oğlum Talip’le okusunlar onları ilkokula yazdıracağım” dedi. Hacı âli amcam Ankara tophanede memur idi. Bende okuyacağım için çok sevinçliydim ama uzun sürmedi bu sevinç, şeker hastalığı ve karaciğer rahatsızlıkları onu bu dünyadan götürdü, hem de gepe genç tam otuz yaşına dünyaya gözlerini kapadı.
Umut ışığı gözlerime düştü an,
Bir sel olur coşar zaman,
Yandı yüreğim, yandı geleceğim,
Yıkıldım bittim o an.
O yıl okula gidemedim, o yıl ineklerin peşinde dolaştım durdum, ama içimdeki okul özlemi çığ gibi büyüyordu, yapayalnızdı düşüncelerim, tek başınaydı umutlarım. Çoban olmak istemiyordum, ben öğretmen olmak istiyordum. Sekiz yaşına bastığım sene bizim köyden iki çocuk, komşu köy olan yeni köy’de(Çimeli) okula yazılmışlar, bir Pazar yanıma geldiler. Öyle güzel anlatıyorlardı ki okulu, bizde üç çocuk çok imrendik, içlerinden Şevket Arıbaş’a sordum, “Bizi de yazarlar mı okula? ”, “evet, yazarlar geleni yazıyorlar”dedi Şevket.
Üç kafadar pazartesi günü komşu köye gidelim okula yazılalım dedik. Üç çocuk pazartesi ekimin ilk haftası bindokuzyüzkırk’da bizim köye yürüyerek yirmi beş, otuz dakika uzaklıkta olan yeni köy’e tepeleri aşarak gittik. Yanımızda kimse yoktu, Şahin Çalışkan, Zekeriya Kara, İbrahim Arıbaş Yeni köy’e yaklaştık, ihtiyar bir adam bağıra bağıra duvar örüyordu, taşı koyuyor, çamuru üzerine atıyor,”dede sana yardım edelim” dedik, biraz yardım ettik. “Sağ olun çocuklar”dedi ihtiyar amca. “Sizler nereye gidiyorsunuz” bende “okula yazılacağız” dedim. “Yavrularım ben okul hocası ile iyi konuşurum, sizleri ben yazdırayım okula” dedi. Bizde sevindik kendimize bir yol gösteren insan bulmuştuk, aramızda gülüştük. Dede önde biz arkada okula vardık. Okulun hocası bizleri görünce gülümseyerek “hoş geldiniz çocuklar” dedi. Biz heyecandan hiç ses çıkarmadık, öylece kaldık, çünkü ne yapacağımızı bilmiyorduk. Sonradan bizi okula getiren yaşlı amcanın adının Köke Memik olduğunu öğrendik. Köyün en yaşlısı imiş.
Köke Memik amca “Hoca, bu çocuklar Baymış köyünden geldiler, köylerinde okul yok bu yavruların, bunları okula yazmanı istiyorum. Hoca “hay hay amca derhal yazayım” dedi. “Öyleyse bana müsaade yavrularım”dedi Memik amca, hemen ellerine sarılıp elini öptük, gözlerimiz ışıldıyordu, ne Mutluyduk. Öğretmen bizim adlarımızı kalın bir deftere tek tek yazdı. “Artık bu okulun öğrencileri oldunuz” dedi bizde çok sevindik, öğretmen bizi hemen diğer öğrencilerin arasına oturttu. Öğrenciler bize birer kâğıt, birer de kurşun kalem verdiler. Kâğıtlara o gün çizgiler çizdik. Öğretmen “Paydos” dedi. Bizler yine geldiğimiz gibi dağ, tepe yürüyerek köyümüze geldik. Koşarak kerpiç evimizin merdivenlerinden ikinci kata çıktım, önü açık üstü kapalı bir balkon gibi yerimiz vardı annemle babam yer minderinde oturuyorlardı, heyecan içinde “okula yazıldım” dedim. Yüzümdeki umudu paylaşır gibi sevindiler. Ertesi gün babam eşeğe binip Aksaray’a gitti, dönüşünü heyecanla bekledim, bizlere kalem, defter almıştı, çok sevindik, okumaya devam ettik, her sabah ve her akşam o yolu yürüyorduk, ayağımızda el yapımı deri çarıklar vardı, babalarımız hayvan derisinden yapardı. Başka ayakkabı giymedik hiç. Kışın anam koyunların yünlerini eğirirdi sonra bana kazak örerdi onu giyerdim soğuklarda. Her günün öğle yemeği çökelekli dürümdü, onu yerdim. Yeniköy’deki okulda bir sınıfta dört-beş, bir sınıfta bir-iki-üç okuyordu. Tek öğretmenimiz vardı. Bir-iki-üçlerin okuduğu sınıfta sıra yoktu. Kerpiçlerin üzerine tahta kalasları uzatmışlar, kerpiçleri biraz daha yukarı yükseltmişler, bir kalas daha uzatmışlar, onlar bizim masamızdı.
Umurumda değildi köpekler, kayalar, taşlar,
Biliyordum, eğitimle dik duracaktı yarınlarda başlar,
Ömrümde başıma geldi olmadık işler,
Yaşandı bitti, gözümde kaldı sadece yaşlar.
Birinci sınıfın sonunda benimle yazılan İbrahim’le, Zekeriya sınıfta kaldılar, ben ikinci sınıfa geçtim, ama çok üzüldüm sınıfımız ayrıldı diye.
Ertesi yıl yine okula gidip gelmeye başladık pazartesinden cumartesi öğleden sonraya kadar, sadece Pazar günü tatildi. Dere, tepe, karda tipide, güneşte, yağmurda yılmadan giderdik. Tipi çok artarsa o gün okul bitiminde öğretmenimiz bizleri Yeniköylü çocukların evlerine gönderirdi, arkadaşlarımızın evlerinde yatardık, bazen soğuk bir odada, bazen bir tandırın yanında uyurduk elektrik yoktu. Ödevlerimizi sabah erkenden ya da okuldan gelince gün kararmadan yapardık. Çok hevesliydim. Okul çantam yoktu anamın diktiği bez torbada taşırdım dürümümü ve defterlerimi, omuzlarımın ağrıdığı olurdu. Soğuklarda ciğerlerim üşürdü okul dönüşü tandırın sıcağında uyur kalırdım. Birinci ve ikinci sınıflardaki öğretmenimize Küçük Ali derlerdi, Allah rahmet eylesin çok değerli bir öğretmendi.
Yol beni yormuştu iki yıl boyunca dayanmıştım ama üçüncü sınıfa başlayacağımıza yakın ben ağladım. “Baba beni şehirde okut, ben yatılı okulları köyde okuyarak kazanamam, ben şehirde okuyacağım” diye tutturdum. Babam beni kırmadı, şehirde kimsemiz yoktu, babam bana adımı koyan berber Abdurrahman’ın evine götürdü, adamında çocuğu yokmuş, beni bağırlarına bastılar. Ulu ırmağın kenarında kemer altında eski bir kerpiç evde kalamaya başladım, ne anam yanımda ne de babam, bir seven el yoktu omuzumda, yemeğimi yapanda yoktu, yapa yalnızdım ama ben okumak istiyordum, azimliydim.
Hasret ve özlem yanı başımda,
Ne gelenim var ne de gidenim,
Daha küçüğüm onbir yaşında,
Köylü okumak istiyor kader ne yapsın.
Cumhuriyet okuluna yazıldım, derslerime çok iyi çalışıyorum, öğretmenim Saim Ulu ırmak beni çok seviyor ve özen gösteriyor, bende bildiklerimi gözlerimdeki ışıltıyla ve parmağımla anlatıyorum.
Abdurrahman amca sebzecilik de yapardı. Hanımı hava yenge çok iyi ve anlayışlı kadın, güzel yemeklerde pişirirdi. Bana iyi davranırdı hiç yabancılık çekmedim. Komşuları oturmaya gelirler, ben onlarla ilgilenmez, hep derslerime çalışırım. Şehrin yerli kadınları bana “bak köylüye hep çalışıyor” derlerdi. Umursamazdım, beni hiçbir şey durduramazdı, başarmalıydım. Anamı da özlüyordum, babamı da, hasret bambaşka bir şeydi arada bir gizli gizli ağlardım duvar diplerinde. Hiç harçlık almazdım zaten babamın parası yoktu, bir gün bana bir şinik buğday verdi “bunu harçlık yaparsın “ dedi. Sırtımda Aksaray’ın yolunu tuttum saatler sonunda Aksaray’a geldiğimde dudaklarım çatlamıştı. Pazara götürdüm buğdayı çok ucuza sattım pek para etmezdi buğday. Kalem ve defter alırdım harçlığıma hiç şeker almazdım, iplere dizilmiş kırmızı kırmızı şekerlere hayranlıkla bakardım, hele bir gazoz içmek için neler vermezdim. Ama hiç gazoz içemedim, şekerde yiyemedim.
Bahara doğru beni sıtma tutmaya başladı, o zamanlar Aksaray’ın içme suyu temiz değildi, şehrin etrafı bataklılarla dolu idi. Herkes sıtma oluyordu, beni sık sık sıtma tutmaya başladı. Abdurrahman amca babama haber verdi, babam gelince ağladım, “ben burada hasta oluyorum, beni yine köye götür” diye. Babamda nisan ayının ilk haftasında beni köyümüze götürdü, anam hemen bir ıhlamur kaynattı, sıcacık içtim, başıma da bir ıslak bez koydu, ilaç yoktu içecek. Bazen de yoğurttan çalkama yapardı tuzlu suyla, içerdim, iyi gelirdi bana. Okuluma üçüncü sınıfta yeniden Yeniköy’de başladım, köy iyi gelmişti bana, yine yollar yürümek için vardı, çünkü o yollarda geleceğimi arıyordum. Ben öğretmen olmak istiyordum.
Kurban kesildiğinde et yiyebilirdik ancak, diğer zamanlarda patates, pilav, nohut, mercimek, bazen anam erişte keserdi, ama en çok dürüm yerdim. Etler ipe asılır, tuzlanırdı, güneşte kurutulurdu, bozulmadan yerdik aylarca, birde etleri kavurup sızgıt yapılırdı, toprak küpeciklere konurdu, çökelekleri de küpeciklerde saklardı anam. Kavunları kışa bırakmak için mutfağın üstünden sarkan iplere asardık, sonra da yerdik. Bağ yapraklarını iplere dizerek kuruturdu anam, dağlarda mercimek cacığı toplar kuruturdu kışları yerdik. Hiç yemek seçmezdim. Bir ineğimizin sütü, yoğurdu, peyniri bize yeterdi. Her yıl yavru verirdi, en son bildiğim altı ineğimiz olmuştu. Kurban kestiğimiz koyunların kuyruk yağları koyunların derisi temizlenerek içlerine konurdu ve yemeğe katardı anam. Her sabahın kahvaltısı tereyağlı börekti, çay nedir bilmezdik.
Köylü değirmene gidiyor; Babam bir gün beni Aksaray’da şehrin kenarında “Müftü Değirmeni”ne gönderdi. Üç kile buğdayı babam eşeğimize yükledi ve beni değirmene göndermek istedi. Ben ağladım “baba daha çocuğum gücüm yetmiyor, yapamam “ dedim. “Git unu öğüt” dedi. Yola düştüm eşeğin arkasında buğday seklemi bazen sarkıyor, çuval düşmesin diye dua ediyorum. Uzartık (topakkaya) yakınlarında Karaburun tepelerine geldiğimde çuval eşekten düştü yalnızım, “çocuk değirmene salınır mı? ” diye ağladım. O sıra sapmaz köylüleri geldi bana yardım ettiler, çuvalı tekrar yüklediler. Değirmene vardık, unu öğüttük, bende Sapmazlıların eşeklerini güttüm, onlarla birlikte köye döndüm, koşarak anama sarılıp ağladım. Anamın başımı okşadığı o günü hiç unutamıyorum.
Babam köy odasında büyüklerle otururdu bende Yusuf abimle tarlaya gittik, iki atımız ve arabası vardı birde ikili pulluğumuz, tarla sürmek için babam bizleri yollardı tarlaya, çocuk demeden, hep güvenirdi bizlere. Yusuf abim atların dizginlerini eline alırdı bende pulluğun kolunu tutardım, öğlen sonuna kadar sürerdik tarlayı, atlar yorulunca gelirdik köye, yorulurdum hemen yatardım, Yusuf abim beni hiç sevmezdi hep kıskanırdı her fırsatta döverdi. Bir gün arabayla tarlaya giderken beni atların arasına iteledi, iki atın ayakları arasına düştüm, atların ayağı canımı çok yaktı, arabanın tekerlekleri arasından çıktım, ağlıyordum, Yusuf abim bana bağırdı” sakın babama söyleme yoksa döverim” sustum, gözyaşlarımı sildim, için için ağladım. Ekim başlarında okula gidiyordum dördüncü sınıfa, çok muhterem bir öğretmenim vardı, o yıl hastalandı ve öldü, ona çok üzüldüm, Sait Bey diye bir öğretmen. Okul kapandı.
Hüzün doruklarda kar olur,
Yokluk umutlarla var olur,
Huzuru ararken insan,
Daha beteri beni bulur.
Babam beni aldı Kırgıl Köy’üne (Yeşil tepe Kasabası) götürdü, orada Azife halam vardı, babamın bacısı, onun evinde kalarak okula gitmeye başladım. Fuat Keskin adında bir öğretmenimiz vardı. Sınıftaki öğrenciler benden kat kat ilerde idiler. Bende o değerli öğretmenden çok yararlandım. Azife bibim (halam) bana iyi bakardı, büyük bir salona yatardık, yere yün döşek sererdiler, üzerime de yün yorgan uyuması güzeldi be. “Hey günler hey, hep beni mi bulur özlemler, hem ben mi kalacağım anasız babasız, ama ben okumak için katlanıyorum bunlara”, bana dağlı derlerdi kırgıl köyünde, dağlı gel dağlı git. Umursamazdım takılan lakaplara, kabullenirdim hep bunlara çünkü ben öğretmen olmak istiyordum.
Halamın kocası Abdurrahman amca çok iyi avcı idi köylerinin yakınlarında büyük bir göl vardı, sazlıklarda kazlar, ördekler, behriler, angutlar öterdi, Abdurrahman amca bol bol ördek avlardı, halam av yemeğini yapar bizde yerdik, o yıl çok rahat geçmişti. Hiç kızmazdı halam bana, çok severdi beni, onu asla unutamam bende çok emeği var. Yaz geldi okul kapandı köyüme bir eşeğe binerek geldim, yine köydeydim. Her yaz olduğu gibi inekleri güderdim. Öğle yemeğim belimde bir bezde sarılı olurdu, Koçaş kuyularında sulardık inekleri, gün ikindiye süzülürken düşerdik köy yoluna, ineklerin ardında, yorgun ve bitkin. Babamda yazları Yeniköy’ün davarını güderdi bazen ona evden azık götürürdüm yürüyerek dağları aşar, davarı bulurdum. Babam çökelekli dürümünü yedikten sonra tabakasını çıkarır tütünü elleriyle sarardı, benzinli bir çakmağı vardı onunla yakardı sigarasını, sonra dalardı gözleri uzun uzun ovaya bakardı sessizce. Kalkar giderdim köye, bazen çoban köpekleri saldırırdı, çok korkardım, elime bir değnek alır sallardım. Kaça kaça köyü bulurdum.
Beşinci sınıfa geçtiğim yıl, Yeni köy’e öğretmen gelmişti, Ali Saydam diye değerli bir öğretmen. Naklimi yine Yeniköy’e aldırdı babam. Öğretmenim benimle özle olarak ilgilenirdi, bende durmadan çalışırdım, o yıl beşinci sınıfı pekiyi ile bitirdim.
Kerpiç evimizin damı topraktı, Tuz gölünden hem çorak hem de tuz getirirdi babam, tuzu köylere götürür satardık, bir yaz günüydü anamla babam bilmediğim bir sebepten tartışmıştı, babamla tuza gitmek için arabayı hazırlıyordu, atların koşumlarını bağlıyordu bir yandan da anama sesleniyordu, “ Keziban azığımızı hazırladın mı sakın unutma” dedi, anamda “hazırladım tamam” dedi. Toprak yollardan saatler süren yolculuk sonunda tuz ölü kenarına geldik, babam önce koyun kıllarından eğrilmiş yünlerin ipinden yapılan nakışlı çuvallara iri tuzları doldururken bende ağızlarını açıyorum çuvalların, daha sonrada bel küreği ile çorakları belleyerek çıkarmaya başladı, kan ter içinde kalmıştı ama arabanın içi çorak ve tuzla iyice dolmuştu, atlar yürümekte zorlanıyordu bazen babam arabadan inerek atları kamçılıyordu. Düzlüğe çıktığımızda babam “ azığımızı açta yiyelim” dedi. Bez bohçayı açtım, yufka ekmekten başka bir şey yoktu, “baba ekmek var başka bir şey yok” dedim. Babam çok kızdı “ yahu şu insana yapılır mı, yaptığına bak” dedi. Babam annemi hiç dövmezdi, aneminde ağzından kötü söz çıkmazdı, yemez yedirirdi, içmez içirirdi. Köye döndüğümüzde babam anama terse ters baktı, anam hiç oralı olmadı, babamda ses etmedi. Anam kuru fasulye yapmıştı bakır kapta, çok acıktığımızdan ikişer kap yedik, Bir sürahi dolu ayranı da içtik, karnım o gece çok şişmişti. Annemin sevgisini ta yüreğimde hissettim.
Köylü ortaokula gidiyor; Heyecanım artmıştı, ilkokul bitmişti, diplomamı almıştım. Pekiyilerden mutluydum çalışmalarımın ürününü almıştım, hedefime doğru ilerliyordum. Ortaokula yazdan hazırlanmaya başladım, ortaokulun kitaplarını buldurdum babama, her gün onları okudum, çalıştım. Konya’da bir askeri okulun var olduğunu öğrendim, Askeri okula merakım artmıştı, oraya gitmek istiyordum. Soruşturduk, babama heyeti sıhhiyeden rapor alacaksın demişler, Konya’ya babamla bir kamyon kasasında geldik, ismini hatırlayamadığım babamın bir tanıdığının evine geldik, babam” burada kal raporu al” dedi. Birçok servisten sağlam çıktım, sıra göz doktoruna gelince takıldım. Bilmediğim bir sebepten bana göz doktoru “bir hafta sonra gel” dedi. Para filan bırakmamıştı, bir kamyon gördüm, “ amca beni Aksaray’a götürür müsün, askeri okul raporu için babam bıraktı param yok” dedim. Adam gözlerime bakarak “bin kasaya yavrum, ama koyunların arasında ezilme” dedi. Koyunların arasında bir köşeye oturdum, sallana sallana, toprak yollarla Aksaray’ı bulduk. Köye elbette yürüyerek gittim, başka vasıta yoktu. Ben çocuk muydum büyük müydüm bilemedim. Yaşıma bakıyorum küçüğüm, yaptıklarıma bakıyorum çok büyüğüm, çünkü hedefim büyük, zorluklara katlanmalıyım, kimse kimseyi meslek sahibi yapmaz, ne yaparsan kendine yaparsın bu hayatta, ömür geçip giderken saçlarıma aklar düşmüyordu belki ama gözlerimdeki yaşlar hiçte eksik olmuyordu.
Yürüdüm, ağladığımı anama hiç göstermedim. Bir hafta geçti, ben yine Aksaray’a yürüdüm yine bir kamyona bindim buğday yüklüydü, koyunda kokmuyordu, kasaya bindim rüzgâra karşı dalgın gözlerimle bakarken yolara, uyumuşum, daha ilkokulu yeni bitirmişim, kamyon durmuş şoför amca sesleniyor “ oğlum geldik hadi atla kasadan” hemen indim, teşekkür ettim. O gece bir handa kaldım, insanlar hanlarda kalırlardı dışarıya da hayvanlarını bağlarlardı. Anam çökelekli ekmek dürümleri koymuştu azığıma sabah onlardan birsini yedim sonra da doğruca hastaneye gittim, doktoru sordum o doktor değişmiş, durumumu başka doktora hemşire anlattı, “bu çocuk han köşelerinde perişan, bunu işini yap doktor bey” dedi. Doktor muayene edince “ heyete gel yavrum, orada arkadaşlara da söylerim işini tamamlarız” dedi. Heyet odasını kapısında beklemeye başladım, kapıcı herkesin raporunu topladı,” senin göz noksan” dedi. Bende “heyette muayene edecek doktor” dedim. “ Heyette muayene olmaz defol” dedi kapıcı. Bende küçük köylü çocuğu şikâyet edilecek yerleri bilmiyordum, hakkımı arayamadan çıktım dışarı, köyüme bir kamyonun arkasında ezik hayallerle döndüm. Anam karşıladı kapıda hiç ses etmedim hemen anladı kıvırcık saçlarımı okşayarak beni teselli etti.
Kıvırcık saçlarımda dolaşan o güzel el,
Askeri okul umudum döküldü tel tel,
Alıp götürdü yarınlarımı gözlerden akan bir sel,
Öğretmen olacağım günler yaklaşıyor, gel artık gel.
Tüm aile harman yerinde dövenle başakları sürüyorduk, iyi giyimli adam geldi, babamı tanıyordu. Hoşbeş den sonra ‘‘bu yeğen beşi bitirdi mi? ’’ dedi. Babam ‘’bitirdi, bir ortaokulda okutacağız. Ne yapacağız bilmem? Görüyorsun bu yıl ekinleri dolu vurdu, az bir harmanımız var, yiyeceğimiz çıkmaz, bir de bu çocuğun okutulması var’’ dedi. Hüzünle tabakasını çıkardı, tütün sarardı, adama uzattı o da sardı, ikisi birlikte tüttürmeye başladılar. Gelen adam ‘’Rıfat amca Köy Enstitüleri var, sen şahin’i oraya yazdır, inşallah kazanır gider’’ dedi. Adam ayrılırken içime bir heyecan düştü, içim kaynıyordu, okuma azmi ve isteğini asla bastıramıyordum, babamın yokluğunu da anlıyordum, hani ekinlerde doluya gitmişti, hayallerim bir deniz gibi coşuyordu, bakalım ne olacaktı.
Eylül ayının içi idi, hemen ertesi gün babamla Aksaray’a gittik Milli Eğitim Memurluğu’na vardık. Babam memura durumu anlattı, karnemi, diplomamı gösterdi, memur bana gülen gözlerle baktı, orada ön kayıt yapıldı. Gözlerime bakarak ‘’ çok dikkatli olacaksın, en iyi yazı ile yazacaksın’’ dedi. Kalemi bana uzattı aldım heyecan dalga dalga geliyordu ‘’ Ben Köy Enstitüsünde okuyarak köyüme öğretmen olmak istiyorum ‘’ diye yazdırdı. Ne büyük bir duyguydu, gurur kaplamıştı sahilleri, görmediğim denizlerin suları kabarıyordu yüreğimde. Memur’’ Ben evrakları gönderirim, eğer isterlerse oğlun gider, okur amca’’ dedi. Oradan ayrıldık babamın elini sımsıkı tutuyordum. Ortaokula da yazdırdı beni, mutluydum okuma isteğim adım adım benimleydi, bakalım neler olacaktı. Köy Enstitüsü için imtihan olduk soruları hızla cevapladım bildiğim sorulardı.
Ortaokullar açılmıştı, babam yine bir arkadaşının evine getirdi oda Nürgüz’lü Topal Şaban hapishanenin yakınında evi var. Bana ucuzundan bir elbise alındı, ortaokul şapkası alamadı, para yok. Bunun ne demek olduğunu biliyordum yokluk yılları naz götürmezdi. Ağlasan da alamazsın istediğini, her şeye razıydım.
O zaman sarı sırmalı ortaokul şapkaları, her öğrencinin alma mecburiyeti vardı, ama biz alamadık, üç lira, ama paramız yok.
Babam köyümüze sekiz kilometre uzaklıktaki Koçaş devlet üretme çiftliğine bulaşıkçı olarak girdi, yetmiş beş lira maaşla, bu paraya ben okuyacaktım. Babam bulaşıkçı tulumunu giydi mi benim yüreğim parçalanıyordu, o küçük yaşta babama acıyordum.
Ortaokul başladı dersler bana kolay geliyordu, çünkü yazın derslere çalışmıştım, çok meraklıydım, okumak aşk gibiydi.
Cumartesi günleri bayrak merasimi vardı, benim sarı sırmalı şapkam olmadığı için müdür bağırarak beni kovdu, çok gücüme gitmişti. Müdür fakirin halinden anlamıyordu, fakirdik gibi Aylar geçmeye başladı ben iyi notlar alıyordum. Değişmez alın yazgısı, bir kara bulut benimle beraberdi. Fakat harçlığım bile yoktu, bir kara kalem alacak param yoktu. Öğleyin eve varıyorum evin hanımı gezmeye gitmiş geri aç dönerim okula, bir simit alacak param yok. Akşam eve dönerim yine evin hanımı dönmemiş kapılarda gezmelerde, soğukta kapıda saatlerce beklediğim olurdu, aç ve susuz. Evin hanımı gelir bir şey söyleyemem esir gibiyim. Babam aldığı parayı eve zor yetiştiriyor bana harçlık veremiyor güya bulaşıkçılıktan aldığı parayla ben okuyacaktım. Yine de derslerime iyi çalışıyorum, yeter ki okuyum diyorum.
Aralığın ilk haftası sene 1945, Köy Enstitüsü’ne yazıldım ne oldu bir yoklayım dedim. Milli Eğitim Memurluğu’na gittim. Bizi yazan memura ‘’ne oldu bizim Köy Enstitüsü’’ dedim. Gel yavrum dedi bir liste çıkarttı, otuz üç kişi imtihana girmişsiniz dört kişi kazanmış, bu dört kişi içinde sende varsın, gitmek istersen yarın gel evraklarını vereyim gir oku’’ dedi. Dünyalar benim olmuştu, çok sevindim, gözlerimden akan vuslattı. İçimden ılık ılık rüzgârlar esiyordu, tez babama gitmeliydim. Ertesi gün köye yayan, yürüyerek üç saatte vardım. Oradan Koçaş çiftliğine gittim. Babama müdürden izin aldık. Aksaray'ın yolunu tuttuk, eşeğimizle geldik.
Aksaray ortaokulundan diplomamı almaya varınca Müdür Muavini Fikret Madaralı ‘’yavrum sen iyi okuyorsun, köy enstitüsünden ancak bir öğretmen olursun, başka bir şey olamazsın ‘’ dedi. Bende ‘’ görüyorsunuz bir okul şapkası bile alamadık müdür tüm okula beni rezil etti ‘’ dedim. ‘’pekiyi yavrum başarılar dilerim’’ dedi. Diplomamı verdi. Kaldığımız eve vardık babam yatağımı eşeğe yükledi, köye dönmek üzere, bana yedi lira harçlık verdi, ‘’ sana uğurlar olsun yavrum’’ dedi.
Köylü Enstitüye gidiyor
Ertesi gün diğer kazanan arkadaşlarda geldi birleştik. Şahin Çalışkan, İsmet Güneş, Bekir Yılmaz, Kuddusi Aslan, dördümüz Ereğli’ye giden bir kamyonun kasasına bindik elli kuruşa, öğle üzeri toz toprak içinde Ereğli’ye vardık. Enstitüye gidecek vasıta aramaya başladık, arayıp sorarken okulun kamyonuna rastladık, kasasına bindik, bizim durumumuzda yirmi beş otuz kişi daha vardı. İvriz Köy Enstitüsü’nün yanına yaklaşınca kamyon bir tuğla yığını yanına durdu. Şoför’’ haydin bakalım çaylaklar, yükleyin şu tuğlaları’’ dedi, bizde çabukça yükledik, yine kamyona bindik, okula geldik. Bizi topluca idare odasına götürdüler. Hepimizin eline uzun uzun kâğıtlar verdiler, sıhhat raporu almak içinmiş. Beni bir telaş kapladı’’ eyvah’’ dedim. İçin için korkuyordum ya yine elenirsem diye. ‘’Allah’ım ne yapayım, allah'ım sen yardım et’’ diye arkadaşlara sezdirmeden dualar ediyordum. Çünkü Konya’daki durum olur diye korkuyordum.
Hastaneye vardık, iki doktor vardı idrarlar incelendi ben sağlam çıktım. Diğer muayenelerde de bir sorun çıkmadı, yalnız biraz zayıftım doktorun birisi’’ bu çocuk çok zayıf ‘’ dedi ben tir tir titriyordum. Öbür doktor ‘’o enstitünün temiz havasında demir gibi olur, fakir çocuk beslenememiş ne yapsın’’ dedi. Böylece tehlikeyi atlattım, serinledim, içimden sevinç nidaları yükseliyordu. Tekrar enstitüye geldik kaydımızı yaptılar, bana 706 numarayı verdiler, köylü köy enstitülü oldu.
Kaydımı yaptırınca anneme babama mektup yazdım, durumu bildirdim. O zaman köy enstitülerinde bir hafta ders, bir hafta tatbikat için iş gösterirlerdi. Okulda tam disiplinli bir iş ilkesi hâkimdi. Çok güzel öğrenci yetiştiriyorlardı, okulumu seviyordum, öğretmen olacaktım. Çok değerli öğretmenlerimiz vardı, küçük sınıflardaki öğrenciler büyük sınıflara ağabey derlerdi. Okulda saygı, sevgi ve iyi bir disiplin vardı.
Okuldaki binaları öğrenciler kendileri yapıyorlardı gibi yardım ederlerdi. Yatakhanelerde, yemekhanelerde soba yoktu. Dershanelerimizde soba vardı. Sınıflar birer hafta nöbet tutarlar, okulun her işini görürlerdi. Jondövü metodu uygulanıyordu ne demekse. Yemekhane, yatakhane, tuvalet, bütün temizlik işlerini öğrenciler yapardı.
Birinci, ikinci sınıfları takıntısız geçtim. Üçüncü sınıfta ikinci devrede hastalandım, doktora çıktım hastalığıma’’ Zatülcenp (plürözü) Okulda iyi olamazsın seni İstanbul’a göndereceğim ‘’ dedi doktor. İstanbul Valide bağ Provan toryum’una gittim, iyi bir tedavi dönemi sonucu iyi oldum, yatakları, yemekleri ve çam havası güzeldi, iyi gelmişti İstanbul. Tekrar okula döndüm ve sınıfımı kalmadan geçtim. Hastalandığımı anne ve babama bildirmedim, üzülürler diye. Aileme çok değer verirdim çok severdim onları.
Okulda vatan sevgisi ön planda tutulurdu. ‘’Biz para için değil, vatan için, bu vatana vatansever öğrenciler yetiştirmek için öğretmen olacağız’’ diye parolamız vardı. Çok muhterem öğretmenlerimiz vardı, Türkiye’nin öğretmenleri sanki seçilmiş buraya gelmişlerdi. Kelimelerle ifade edilemez derecede iyi insanlardı.
Köylü mezun oluyor
Son sınıfa geçince bizlere görüş ufkumuzun gelişmesi için her masrafı devlete ait Adana, Antalya taraflarını inceleme gezisi çıktı. Gezi bitiminde mezuniyet imtihanları vardı biz iki arkadaş Ali Yeşilyurt ve Şahin Çalışkan geziye gitmedik dersimize çalışıp imtihana hazırlanacağız diye, okul idaresi de uygun gördü. İkimiz devamlı çalıştık, geziye gidenlerin çoğu ikmale kaldı, biz Ali Yeşilyurt’la takıntısız mezun olduk. Artık öğretmendim köylü öğretmen olmuştu, bu azmin zaferi değil de neydi? Yaşamımdan bir kesiti sizlere sundum, bunları yazarken gözlerim, gönlüm doldu taştı ama hayatımın gerçeklerini bir bir yazdım eksiği var fazlası yok, bir ömürlük hayatımızda mücadele ve cesaretin yanındaysa, açlık yokluk ne kelime, elinizde olanların değerini bilin ve anlayın hayat tek nefestir yaşanmalı ve haz almalı insan…
Yavuz Bayram Çalışkan (Şiirhan)
Eli Öpülesi Öğretmen
Güneşin aydınlığı ile okula koşturan,
Gülen gözleri ile geleceği coşturan,
Cehalet duvarını bilgi ile aştıran,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Okullarda dersleri veren,
Tüm zorluklara göğüs geren,
Karanlıkları çağdaşlıkla yere seren,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Canını esirgemeyip nefesini tüketen,
İlim, irfan dolu gençler üreten,
Düşmana kılıç misali yeten,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Okulları öğrenciyle dolduran,
Bilimi, tekniği okuldan aldıran,
Doğruluğu, dürüstlüğü bizlere bildiren,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Milletiyle kurtuluş savaşını gören,
Her yanı ilim, irfan yuvası ile ören,
Bilgisizliği önüne katıp süren,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Eğitime canını veren,
Çağdaşlığı Atatürkçülükte gören,
Cahilliği yerlere seren,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Kolumuza irfan bileziğini takan,
Uygarlık ateşini yüreğimize yakan,
Cehaleti ilim ile yıkan,
Eli öpülesi öğretmendir, öğretmen.
Yavuz Bayram dünü yarını bilir,
Yirmi dört kasımlarda öğretmenlerine gelir,
Öper ellerini huzur bulur,
Eli öpülesi, can öğretmenlerin.
Yavuz Bayram Çalışkan
Yavuz Bayram ÇalışkanKayıt Tarihi : 15.6.2014 21:42:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
CANIM BABAMIN NE ZORLUKLARLA ÖĞRETMEN OLUŞU KENDİ AĞZINDAN ANLATILMAKTADIR.
![Yavuz Bayram Çalışkan](https://www.antoloji.com/i/siir/2014/06/15/koylu-12.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!