Boğazına kadar sahtekarlığa saplanmış bir toplum. Çıkarından başka bir şey düşünemiyor. Dilinden de doğruluk, dürüstlük, ahlak sözleri eksik olmaz. Sevmediği halde seviyormuş görünür, bilmediği halde biliyormuş görünür, kendinden başkasını beğenmediği halde, iltifat etmeyi sever. Bu sahtekarlığın kabalığından habersiz olarak, inceldikçe incelmeye çalışır. Bu nedenle de, en ufak bir gerçek ve ezberleri bozan bir tutumda bu ince yerden anında kopar ve gerçek yüzüyle ortaya dökülür.
Yüze karşı güler, arkanı dönünce, dedikodu ve riyakarlık başlar. Her insanın bilinç altında yatan bastırılmış duygular vardır. Savaş ve kaos dönemlerinde ilk olarak ortaya dökülen bu
Şehvet ve yağma talan duyguları, barış dönemlerinde pusudadır. Kendi her an bunları gizlice
yatıştırmak istediği halde, birini yakaladığı an bunu açığa çıkarıp, diğerini ‘rezil etmek’ için olanca çabasını harcar. Paparazilik ayrı bir meslek haline gelmiştir. Suç bile sayılmaz.
Başkalarının zararına güler, rahatlar. Onun için ki ‘’Kapatıyoruz! ’’ kampanyaları en çok ilgi toplayan yerlerdir.
Yaşamını beğenmez hep daha fazlasını ister, ama bir başkasının kazancı onu kıskandırır. Yarınına güvenmez ama, daha fazlası için mücadele etmesini bilmez, hatta elindeki hakları alınırken bile hakkını savunmasını bilmez. Başkaları hak mücadelesi versin de ben de yararlanayım diye bakar. Ancak hak mücadelesi için çabalayanları da ispiyonlamaktan geri kalmaz. Hep lütufa alıştığından, toplu taşımalarda, başkalarının gözüne bakar ki yer versinler.
Ama bir araç fazla çıksın diye imza toplarken imza vermez, hatta imzacılara karşı çıkar…
Tanrıya inanmaz ama, ‘’ya varsa’’ diye korkudan yedek akçe gibi bir tarafta bulunsun diye ibadetini yapar. Yapmayanlar da inanırmış gibi görünür. Ama bir başkasını bunu açık açık ifade edince dinine küfür sayar ve hemen onu tecrit etmek için elinden geleni yapar. Kendi kapasitesi sınırlı olduğundan daha fazla kariyer sahibi olabilmek için, hemen başkalarını karalayıp küçültmede mükemmel bir yetenek sahibi olmuşlardır….
Tanrı yalnızca kendine inananları istismar edebilir. İstismar da güveni en çok sarsan davranış biçimidir. O nedenle en büyük, en ağzı açılmadık küfürler istismarcılara edilir. Bu bilinçaltına böyle yerleştiği için biliriz ki, tanrıya en çok küfür eden, tanrıya en çok inanandır. Olağanüstü büyüklüğüne rağmen, kulu da ona istediği ibadetleri yerine getirdiği halde, işleri hala kötü gidiyorsa, tanrısı onu istismar etmiştir. Bu şartlanma ile yaptığı küfürlerin farkında bile değildir. Hatta o cesareti kendinde bulabilmek için alkol alır, öyle küfreder. Tanrıya inanmayan birinin böyle bir ihtiyacı olamaz. O bilir ki, olmayan birinden bir beklentisi olamaz… Küfür temek ona göre karanlığa kursun sıkmaktır. Olmayan bir şeye kim küfreder?
İnsanı Sören Kierkegaard’en iyi kim tanımlayabilmiş ki?
Sören Kierkegaard’ın kendinde keşfettiği insanı, Ondan alıntılayalım. ‘’…Bütün eylemim gösterişli bir eylemsizlikten ibaret gibiydi; hala büyük düşkünlüğüm olan bir tür meşguliyet,
belki bu konuda deham var. Çok okudum, günün kalan kısmını aylaklık ederek ve düşünerek geçirdim, ya da düşünerek ve aylaklık ederek, fakat hepsi bu kadardı; Anlaşılmaz ikna edici bir güç beni sürekli tutuyordu, cebren ve hile ile. Bu güç benim tembelliğimdi. …daha çok insanı frenleyen bir kahyaya benziyordu, onunla o kadar iyisiniz ki aklınıza evlenmek bile gelmiyor. Şu kadarısı kesin ki, hayatı kolaylaştıran şeylere ve rahatlığa yabancı olmasam da, bunların içinde insanı en rahatlatanı tembelliktir.
Bir şeyler yapmalısın, fakat sınırlı kapasiteni göz önüne alırsan, yapılmış olanları daha da kolalaştırman imkansız olacaktır, sen de diğerleri gibi insancıl bir coşkuyla bir şeyleri daha zor yapmayı üstlenirsin.
Bu fikir benim baya hoşuma gitti, aynı zamanda benim de diğerleri gibi bütün bir toplum tarafından sevilip sayılmamı düşündürerek gönlümü okşadı. Çünkü herkes her biçimde her şeyi kolaylaştırmak için bir araya gelince, geriye olası tek bir tehlike kalır; yani rahat o kadar müthiş olur ki hepsi birleşince fazla gelir; o zaman, henüz farkına varılan bir eksiklik değilse de, tek bir eksiklik kalır geriye: İnsanlar zorluk ister. İnsanlık aşkıyla ve her şeyi kolaylaştıranlara karşı içten gelen bir ilgiden etkilenerek her yerde zorluklar yaratmayı kendime bir görev saydım. Bu görevin bana düşmesi için aslında tembelliğime teşekkür borçlu olup olmadığım gibi bir garip duyguya kapıldım. Aleaddin’in lambası gibi benim onu bulmuş olmam kesinlikle söz konusu değil. Sanırım tembelliğim işleri kolaylaştırmak için uygun zamanı benden saklayarak geriye kalan tek görevi bana zorla verdi.’’
Evet toplumun kolaycı yapısı içinde zor işleri üslenen –çok az da olsa- bazı insanlar bulunuyor. Hiç sevilmeyen lanetli insanlar…
Sören Kierkegaard’a onlardan biri, onun için ki 150 yıl sonra kitaplarıyla tanınmaya başladı.
Kolaycılık, kolay pirim yapıyor, ama ömrü kısa oluyor. Zor adamlar hiçbir yere sığamıyor, lanetleniyor, geç tanınıyor ama ömrü uzun oluyor…
Mehmet HalilKayıt Tarihi : 7.9.2010 21:01:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Mehmet Halil](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/09/07/kolaycilik-duz-yazi.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!