Ben, zamanın nabzını avucunda tutan eski bir saat sarkacı,
ne kralların fermanını dinledim
ne de cellatların bilediği çeliği.
Ben, ulu bir çınarın gövdesine kazınmış bir harftim,
unutulmuş.
Yağmuru içtim, güneşi ve geceyi.
Köklerim, toprağın derinindeki o büyük türküyü aradı durdu,
memleketin türküsünü.
Sonra bir Orhan Veli dizesi takıldı aklıma ansızın:
"Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!"
İşte o an anladım:
en büyük destan, kaldırımda yürüyen bir adamın ayakkabısındaki delikte saklıydı.
O delikten sızan hayatı gördüm,
ıslak ve gerçek.
Kelimeler biriktirdim ben,
paslı teneke kutularda biriktirir gibi yağmur suyunu.
Kimi kan kırmızıydı, bir gelincik tarlası gibi öfkeli ve fani.
Kimi Süreya’nın menekşe rengi yorganı, bir kadının boynuna gizlenmiş.
Kelimeler ki, Afrika menekşesi gibiydiler,
avuçlarımda açan yasak bir sevda.
"Senin bir havan var beni asıl saran" dediler,
gökyüzünü kıskandıran o mısra gibi.
Ben o kalabalığın en sessiz tanığıydım.
Gördüm: insanlar aceleyle yaşlanıyordu,
beton duvarlar arasında yankılanan birer gürültüydüler.
Bir Turgut Uyar dizesi gibi uzayıp giden o büyük yalnızlıkta
durup göğe baktım.
Gökyüzü, her şeye rağmen maviydi.
Uçurtması tellere takılmış bir çocuğun gözleri kadar mavi.
Şimdi anlıyorum:
Yolcu bendim, yol da bendim, menzil de.
Sözcükler benim mirasım,
ne taht ne de kılıç.
Ve bu şiir,
o büyük ustaların gölgesine sığınan
ama kendi ışığını arayan cılız bir ateş;
belki de benim semamdan kayan
o kuyruklu yıldızın tozu…
Hasan Belek
14 Eylül 25
Paris
Kayıt Tarihi : 13.9.2025 23:48:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!