MAVİ MAVİ:
İSTANBUL FISILTILARI
Soğuk bir ikindi vakti, İstanbul sokaklarındayım. Bu yılın bitmesine, yeni yılın gelmesine dört gün var. Yeni yılın gelişine mi, bu yılın gidişine mi bilmiyorum, ama daha bu günden sevinçler, kutlamalar başlamış. Oysa bir yılın bitmesi veya başlaması hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Takvimler kendi seyrinde yoluna devam ederken, kişi de kendi kaderini yaşıyordu hepsi bu... Acaba yeni yıl insanların isteklerine, dileklerine yer verecek mi? Kim bilir? Belki, yine de bir umut... Bunları düşünerek ilerliyordum gözlerime ilişen Arnavut kaldırımlarında, bir an kaldırım taşlarını dizen işçilerin boncuk boncuk terini hissettim ensemde…
Bozacılardan yükselen tarçın kokusu aklımı çeliyordu. Attığım adımlar beni bir bozacıya götürdü. İçerisi tıklım tıklım, oturmaya yer yoktu! Olsun, zaten oturmayacak, güneş olsun veya olmasın gün batımı saatinde rıhtımda olacak, İstanbul'u içime çekecektim. Tam geri dönüyordum ki:
-Kadifemsi, sıcak bir tonla:Bir dakika hanımefendi, diye bir ses duydum.
Sesin geldiği yöne doğru döndüm; elinde boza bardağı, üzerinde sarı leblebiler ve mahcubiyetini saklamaya gerek duymayan bir bey tüm kibarlığıyla karşımda duruyordu. Bardağı bana doğru uzattı ve konuşmaya başladı.
-Kusura bakmayın yerimiz yok! Belli ki üşümüşsünüz ikramımız olsun.
-Buyurun bu da kartımız, diye ekledi.
-Teşekkür edip, aldım.
İçim o an hem bozadan hem de insanlıktan yana ısındı.
-Teşekkür edip, çıktım.
İstanbul'u dinlemeye bıraktığım yerden devam ettim. Bir ayakkabı boyacısı sığındığı çatı altında kısmetini bekliyordu. Düşman değildi ama gözleri ayaklardaydı! Selam verip geçtim. Az ilerde iki sokak şarkıcısı boyunlarında gitarları, yarım eldivenleri, uzun tırnakları, battaniye misali paltoları boyunlarında yün atkıları ve soğuktan kızarmış burunlarıyla, bir sahne dekoru gibi sokağın bir köşesinde oturuyor ve söyledikleri şarkıyla ısınmaya çalışıyorlardı. ''Ekmek, şarap, sen ve ben birde sabahın dördü .‘’ ‘’Sen,’’diye seslendikleri an sanki bir ses bekler gibi kulak kabartıp sokağı gözlüyorlardı. Sen, dedikçe yürek yangınları gözlerime hüzün damıtıyordu ve vuslatlar ömrümden kayıp gidiyordu. Bir süre bakışarak eşlik ettim, göz lisanıyla konuştuk. Daha sonra el sallayıp uzaklaştım oradan.
Yorulunca bir ahşap konağın önünde durdum. Sabah yağan yağmurun izi duruyordu konağın siluetinde. Soluksuz kalırcasına ıslak ahşap kokusunu ciğerlerime çektim. Hava şartlarından, bakımsızlıktan ve yalnızlıktan oldukça eski gözükse de, heybeti- büyüsü yerinde duruyordu. İki tarafı bahçe ve patika yol, geniş-düz taşlarla döşenmişti. Gül fideleri gonca vermek için baharı bekliyordu. Bir çit sarmaşığı yapraklarının sararmasına yer yer dökülmesine aldırmadan verandaya kadar uzanmış, sanki bayrak salıyordu. Üzerinde zincirli kilitler duran koca demir kapının iki kanadı olsa da, içeri girmem mümkün değildi. Yasağın içinde barındırdığı cazibeden mi yoksa tarihe olan merakımdan mı bilmiyorum, bir an önce konağın içini görmek istiyordum ve bu isteğime engel olamadığım için
Durduğum yerde gözlerimi kapatıp, rüzgarın esintisine kaptırıp ruhumu hayal etmeye başladım. Verandada mutlaka eski koltuklar ve sallanan bir sandalye olmalıydı. Bir köşesinde yağmur sularının birikintisi ve sarmaşıktan dökülen yaprakların ıslak yüzü vardı. Birer kayık gibi suda yüzen yapraklar çarptı hayalimin gözlerine. Burnuma beş çaylarından üzümlü kekin ve buharı tüten çayın kokusu geldi. Aynı anda kulaklarıma muhabbetler, gülüşmeler takıldı. Evin içini hayal edince önce mutfaktan başladım, hala kızarmış hamur ve kahve kokusu vardı duvarlarda. Gümüş çatallar, kaşıklar, rengârenk porselenler, boy boy kahve fincanları, kapı kolunda asılı örgü mutfak önlükleri ve mutlaka dantel örtülerin süslediği rafların birinde frekansı TRT ayarlı küçük bir radyo vardı. Hatta radyo açıktı ve yurttan sesler topluluğu türkülerle mutfağı şad ediyordu. Kenarları işlemeli havlular üst üste katlanmış şekilde bir sepette duruyordu. Pencere kenarında, divanda oturmuş bir hatun kucağında tepsi pirinç ayıklıyordu.
Belki de akşam yemeğinde, kuru fasulye pilav vardı kim bilir? Mutfaktan odaya geçince ilk gözüme ilişen ağır renkte perdeler, naftalin kokan halılar, aralarına lavanta keseleri koyulmuş, katlanmış çamaşırlarla dolu dolaplar vardı ve genzimde hissettim bu iki kokunun karışımını. Kapı arkasında üç beş halı rulo edilmiş bir şekilde belki de yayılmak için bayramı bekliyorlardı. Eski bir sehpada bulmacaları çözülmüş gazeteler, tükenmek üzere olan bir kalem ve bir camı çatlamış gözlük duruyordu. Salona geçince; ortada büyük bir yemek masası, dantel bir örtü, vazo ve vazoda yapma çiçekler… Kim bilir bu masada ne ziyafetler verilmiş, ne misafirler ağırlanmıştı? Oturma alanı salonun yukarı tarafında kalıyordu: Döşemesi eskimiş, ahşapları aşınmış, aralarında sehpalar olan oymalı koltuklar vardı. Köşedeki sehpada ise bir gramofon ve Münir Nurettin SELÇUK çalıyordu ''Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın...'' o an gözyaşlarımı dillendiriyorum her bir nağmede…
Yerde çiçekleri solmuş bir acem halısı, konsül de siyah-beyaz fotoğraflar, ahşap çerçeveleriyle capcanlı duruyorlar, sanki konuşsam cevap vereceklermiş gibi bakan sıcak bakışlarını gördüm bir an… Kesinlikle salonun duvarında boydan boya bir ayna vardı ve sırrında kim bilir kaç sureti saklıyordu? Bu asırlık konak kimlere yuva olmuştu acaba? Kaç minik ayak büyümüştü, yüründükçe gıcırdayan çivileri gevşemiş ahşap zeminde? Ne sevdalar, nefretler, kavgalar, dargınlıklar ne aşk dolu saatler geçmişti acaba? Evin hüzün kokusu üzerime sindikçe kafamda cevapsız sorular çoğalıyordu. Bir an kendimi dinledim; geçmiş zaman bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Oysa geçmişim geleceğime gebeyken şimdiliğimin gölgesinden kaçıyordum dur durak bilmeden ve sustum bir yumruk gibi boğazıma oturan kimsesizliğim çığlık çığlığa yankılanırken duvarlardan, eğilip içimdeki kalabalıkların alnından öpüp yola devam ettim.
Nedense İstanbul ile aramda garip bir bağ ve garip bir çekişme vardı. Bir tarafım seviyor, diğer tarafım ürküyor hatta belki nefret bile ediyordum. Bir yanım coşuyor, diğer yanım duruyordu yani anlamlarda bile anlamsızlaşıyordu her şey. Biliyordum İstanbul rüya şehri, âşıklar kentiydi. Biliyordum hayallerden bile devasa, her köşesi ayrı güzeldi. Ama İstanbul'a neden kızgın ve kırgındım? Beynimi ve yüreğimi yokladım. Tarihler, sızılar, kederler durmadan birbirine çarpıyordu beynimin ve yüreğimin ara boşluğunda. Artık düşünmekten aciz cevap bulmakta bile takatsizdim ama bulmuştum sonunda kendime bile itiraf edemediğim sorunun cevabını. Gül çehre sultanım, annem, bu şehirde hastalanmış ve bize veda etmişti yağmurlu bir İstanbul akşamında. Şimdi uyuyor altın toprağında, bir yorgan gibi üzerini örtüyor kentin ışıkları… Martılar şarkı söylüyor, İstanbul uykusunda ağlıyordu. ömrümün ışıklarını söndürüp yoluma devam ettim.
Durmadan yürüyordum. Dar bir sokaktan ana caddeye saptım, tüm ihtişamıyla karşımda Kız Kulesi duruyordu. Bir tarafı duvağı yüzünde bir gelin gibi edalı edalı bakıyordu, diğer tarafı ise ürkek on sekizlik bir delikanlı gibiydi. Daha derin bakınca oturaklı, alımlı bir kadın gibi gözüküyordu gözlerime. Hikâyesi hazin olsa da iyi ki yaptırılmış ve taşınmış bu günlere...
Bir günün son demlerini yaşarken, güneş son anda kurtuldu bulutlardan ve gösterdi cemalini son defa. Kızıl bir perde çekildi gökyüzüne el sallar gibi, gül atar gibi, göz kırpar gibi… Başını yarin omzuna koyup, gözlerini kapayıp öylece gitti…
Anılarımı heybeme koyup, güneşe selam durup İstanbul’a veda etme vakti geldi. Bir daha kim bilir ne zaman gelirim yürek yarası şehre? Kim bilir bir daha ne zaman İstanbul fısıldar ruhuma? Kim bilir? Hafif bir rüzgâr başladı üşüdüm gitmeden bir fincan kahve içmenin tam da zamanı. Kırk yılı bir fincana sığdırıp kırk yerinden öpmeliyim bağrında annemi saklayan şehri. Gözlerimi kapatıp uyuttum içimdeki çocuğu ve dinlemeye koyuldum İstanbul’u.
Orhan Veli’nin dizeleri takıldı dilime:
‘’İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…’’ bu dize aklımı kurcaladı Kim bilir İstanbul Orhan Veli’nin kulağına ne söylemişti?!
Ben de gözlerimi kapattım ey Fatih'in rüyası Süleyman'ın haşmetli şehri hadi fısılda kulağıma dinliyorum seni
Azra Nimet öner
Nimet ÖnerKayıt Tarihi : 3.5.2025 14:42:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!