Zaman zaman gezi yazıları kaleme alıyorum; kimi zaman gezi esnasında, kimi zaman da çok eskilerde yaptığım bir geziyi anımsayarak. Bunu niçin yaptığımı sordum kendime. Bir bakıma gezi yazılarımın felsefesini yerine oturtmak istedim, kendi gözümde. Gezdiğim yerlere ilişkin yazdığım yazılarda kullandığım dil sebebiyle bu yazılarımın anı türü ile bir akrabalık bağı olabileceğini düşündüm. Bu yazılarda dili kendi hikâyem üzerinden anlatarak kurmak, bilerek yaptığım bir şey ancak amacım, elbette anılarımı yazmak değil. Anıları yazarken geçmişte yaşananlar, yeniden yaratılır. Anı yazıları, yaşamak dediğimiz geçmiş zamanlar iskeletine yeniden beden giydirmeye kalkışarak kaleme alınır da diyebilirim. Bu bakımdan anı yazılarında içten içten kendisini zorlayan “ aslında nasıl yaşanmalı kurgusu”, yaşananın gerçekte nasıl gerçekleştiğini örtebilir gibi gelir bana. Teori- pratik sonsuz döngüsünün ise, gezmekle, yeni mekânlarda bilinci yeniden bilemekle tam bir ilgisinin bulunması gerekir. İçinde yazanın hikâyesinin de yer aldığı gezi yazıları, hatıraya dayalı hayat hikâyelerinin felsefe tütsülü atmosferine göre, daha somutun içinden süzülür gelir. Böyle olunca da yazısında yazarın kendisiyle ilgili ayrıntılardan çok, oraların kendisinde bıraktığı oluşumlar ortaya çıkar. Ben de sanırım bu nedenle böyle bir dili tercih ediyorum. Çünkü bana göre bir yeri anlatmak için, o yerin insan’a nasıl değdiğine bakmak gerekir öncelikle. Ve bu anlamda kendimden başka malzeme yok elimde. Kendimden ve geziyi birebir paylaştığım ekibimden. Ve biliyorum ki; her birimiz, içinde bulunduğumuz toplumun küçük yansımaları olduğumuza göre; bir yere dair içimizde oluşan duygular ve çağrışımlar, kişisel gibi görünse de toplumsaldır aslında. Bunun yanı sıra yazdıklarım, sadece rehberlik özelliği taşıyan yazılar olsun da istemiyorum. Buradan düşünürken “gezi edebiyatı” kavramına geçiyor beynim. Gezi aktarımları, birbirinden çok farklı yayın organlarında kendisine yer bulabilecek geniş bir konu çünkü. Gazeteler, gezi dergileri, edebiyat dergileri, kültür-sanat dergileri ve yaşamımıza gittikçe daha fazla kaynaşan internet ortamı gibi geniş bir yelpazede ulaşıyor bize bu yazılar. Böyle olunca her birisinin kendi amacına uyacak şekilde öncelediği içerik farklı oluyor; bu yazıları sunma şeklindeki olanaklar da öyle.
Rehberlik amaçlı yazılarla gezi edebiyatı kapsamına giren yazıları birbirinden nasıl ayıracağız peki, gibi bir soru geliyor aklıma bu noktada. Bugünün gezi yazıları, ne kadar edebiyatın içinde yer alıyor? Burada sadece kısa süreli yer değiştirenlerin yazılarını merceğe alarak düşündüğümü söylemeliyim. Bu yer değiştirmeler, ister bir yaşam şekli halinde peş peşe yaşanmış olsun, isterse yaşamın içine sıkışmışlığımızı yaran ara zamanlarda gerçekleşmiş olsun. Yoksa farkındayım; göç edenlerin ve ettirilenlerin kaleme aldıkları eski memleketlerini anlatan ve/veya yeni memleketlerine orada yaşayanlardan daha bir dış gözle bakanların yazıları, ya da “kaçış” diye adlandırabileceğimiz kapsama giren yazılar, konunun değinmediğim derin uzanım noktaları. Tekrar kendi düşünme aralığımdaki konuya dönecek olursam sorular, peş peşe üstüme gelmeye devam ediyor. Seyahate çıkan kişinin kendisi yanı sıra gidilen, gezilen yerlerdeki insan dokusu da bir kenara itilerek sadece oralarda yenilip içilecek, gezilip görülecek yerlerin listesini veren cümle kalabalığına mı dönüyor gittikçe bu yazılar? Yazının yanında sunulan görsel malzeme ne kadar çok ve görkemli, yazının yayımlandığı kâğıt da ne kadar parlaksa o kadar mı göz alıyor, göz dolduruyor ve o kadar mı hizmet ediyor tüketime?
Gazete veya bazı gezi dergilerinde yer alacak yazılarda o yayın organlarınca, güçlü görselliğin ve rehber niteliği taşıyan bilgilerin sıralandığı yazılar, o yöreleri hızlıca tanımak isteyen okuyucu için cazip olacaktır, düşüncesiyle bu tür formlar, daha tercih edilir bir biçim olabiliyor. Bu isteğin sebebinde gittikçe daha kısa metinler okumak hatta mümkünse okumaktansa resimlerine bakmak isteyen hız çağı okuyucusunun etkileri de düşünülebilir. Günümüzde insana, ulaşmak isteyeceği bilgiye hızlı kavuşup, hızlı yaşayıp, hızlı tüketeceği mekânlar arama zihniyetinin pompalanması ile de ilgilidir bu durum. Öte yandan şunu açmak isterim; yazılardaki görsel malzeme için gereksiz, yayımlandığı kâğıt için de önemsizdir demiyorum. İnsana her şeyin en güzeli yakışır elbette ve yazıda aktarılan duyguyu tamamlayacak olan, yazının ruhunu zamanda donduran yazı eki fotoğrafları da elbette önemli. Yazının insanda sayfaya dokunma isteğini kamçılayacak ama aynı zamanda onu yormayacak bir malzeme üzerinde sunulması da çekim yaratacak bir faktör. Ancak iyi bir yazı için yeterli değil tüm bunlar. Gidilen yerdeki insan-mekân-zaman yakınlaşmasının sahici bir şekilde okuyucuyla paylaşıldığı yazıların insana daha derinden dokunacağı açık çünkü. Peki bu noktada ayrım yapmadaki kritik sorumuz şu olabilir mi o halde: Yazı, okuyucuyu ziyaretçi olmak yerine, turist olmaya mı çağırıyor?
Temasa geçilen her farklı yerin insan yaşamında yeni bir eğitim, yaşamı dönüştüren bir edim olduğu unutulunca (unutturulunca) kendimizi turist konumunda buluvermek, kaçınılmaz oluyor. Ziyaretçi olmanın özel tadının “fiyata her şey dahil” tatil anlayışının yanında bilerek pek bir boynu bükük bırakıldığı bu yeni düşünme şeklini olduğu gibi kabullenmek mi gerekir peki? Kabullenmediğimiz yerde insan’ı anlatmakta inat etmek, insan’ı hatırlatmakta ısrar etmek gerekmez mi? Bu noktada da araç ve amaç kavramlarını yeniden sorgulamak gerekmez mi? Gittiğimiz yerlerden, yazdığımız, okuduğumuz yazılardan önce bilincimize giydiğimiz tüm emanet kalıpları üstümüzden çıkarıp kendimize yeniden şöyle bir bakmak gerekir öncelikle. Sanat, hayatı daha iyiye götürmek için varsa; gezi yazılarına da bu gözle bakmak gerekir. Burada bir müddet duraklayarak sesli düşünmeye devam ediyorum o halde. Bunu yaparken de edebiyata sığınıyorum yine; insan’ı iyisiyle kötüsüyle olduğu gibi anlatarak hep bir adım öne götürmeyi hedefleyen edebiyata. Karmaşıklığıyla, dinginliğiyle, ihtiyaçlarıyla, konforlarıyla, imkânlarıyla, beklentileriyle, çantasına koyduğu soruları, şaşkınlıkları, korkuları, zaaflarıyla… kısaca “insan”ı tam anlamıyla önce anlamaya, sonra anlatmaya kilitlenmiş edebiyata. Şu sıralar moda olduğu için geçtiği her yerde mecburen dinlediği değil, göğsünün en özel yerinde taşıdığı şarkılarıyla düşünmeliyim insan’ı. Meraklarıyla, hevesleriyle, coşkularıyla, en saf haliyle beslenmeye, gelişmeye duyduğu özlemleriyle düşünmeliyim o halde.
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
yazacaksak insanı anlatan gezi yazıları yazmalı, okuduğumuz her gezi yazısında edebiyatın lezzetini aramalıyız ki:
İnsan Kuş Misali Diyebilmek İçin Hep-Aynur Uluç
yukarıdaki alıntı şunu mu söylemek istiyor ki acaba dedim...
Gönül kuşu kalktı uçtu havaya
İn gönül dedim de indiremedim
Aşıp aşıp gider karlı dağlara
Dön gönül, dedim de döndüremedim
:)
bazen yalnızca gülümsemek de yeter bir çok şeye...
Her şeyin sığlaştığı, tek tipleştiği bir ortamda edebiyat, genel anlamıyla bile fakirleştirilmeye çalışılırken, televizyonlarda hiçbir ciddi edebiyat dergisinde tek bir şiirine bile rastlanmayan şiir şovmenlerinin boy gösterdiği, çok satan kitaplar listelerinin edebiyatta değer kavramına ölçü olarak tanımlandığı günümüzde kuru kuru gidilecek yerler, tadılacak lezzetler, görülecek noktalar olarak rotası çizilen gezi yazılarını bir kenara koyup, yazacaksak insanı anlatan gezi yazıları yazmalı, okuduğumuz her gezi yazısında edebiyatın lezzetini aramalıyız ki, gezi edebiyatı “bir zamanlar” şeklinde anımsanan bir edebiyat türü olarak gömülmesin tarihin sayfalarına. İnsan, kendi özüne yabancılaşıp, sadece tüketen bir varlığa indirgenmesin. Gören, anlayan, duyan, koklayan, bilinmeyeni çözmeye çalışan insan, her duygusunu özgürce yaşayıp gittiği her yeni yerle birlikte en çok da yeni kendini keşfettiği yolculuklara hevesle çıksın yine. Çıksın ki; gittiği yerlere kendini götürmeyi, döndüğü yerlerden oraları beraberinde getirmeyi unutmasın.
çok güzel sözler ve yazınız..beğenerek okudum..düşündüm ...sustum...dinledim sözlerinizi.teşekkürler ...
Bu şiir ile ilgili 3 tane yorum bulunmakta