Bir zamanlar, bir kalbin içinde bir ülke vardı.
Adı “Belki”ydi.
Orada insanlar söz verir, sonra susardı.
Ve bir kadın yaşardı o ülkede —
adı Kübra olsun.
Gözleri, yağmur öncesi sessizlik gibiydi.
Bir şeyi kaybetmeden önce hissetmenin ağırlığını bilirdi.
Sabahları aynaya baktığında
kendisini değil, geçen günleri görürdü.
Bir parçası bugünde yaşar,
kalanı hep “keşke”nin gölgesinde yürürdü.
Bir zamanlar çok sevmişti —
bir insanı değil sadece,
bir ihtimali, bir umudu,
bir gülüşün altına gizlenmiş bir “belki”yi.
Ama bazı sevgiler,
dokunmadan da yorar insanı.
Bazı ilişkiler,
söylenmeyenlerin ağırlığında çöker.
O da öyle yorgundu;
sanki içinden binlerce kez geçmişti hayat,
ama hiçbirinde durmamıştı.
Her şeyin “idare eder” olduğu bir dönemde,
bir sabah pencereyi açtı;
rüzgâr bile isteksizdi,
gökyüzü griydi ama yağmıyordu.
İşte o anda anladı:
Bazı dünler, yaşanmak için değil, unutulmak için var.
Defterini açtı,
ilk sayfasına şu cümleyi yazdı:
“Kaybettiklerim değil, geri dönmeye çalışan hâllerim yoruyor beni.”
Sonra sokaklara çıktı.
Aynı yollardan geçti,
aynı insanlara rastladı,
ama hiçbirinin gözünde kendini bulamadı.
Bir çocuğun topu ayağına çarptı,
“Abla!” dedi çocuk, “atar mısın?”
Kübra topu aldı, gülümsedi,
ve o gülüşte yıllardır unuttuğu bir sıcaklık hissetti.
Belki umut, tam da o anda yeniden doğmuştu;
bir çocuğun sesinde,
bir gülüşün hatırlattığı masumlukta.
Gün batarken deniz kıyısına gitti.
Ay ışığı dalgaların omzuna düşüyordu.
Cebinden eski bir fotoğraf çıkardı;
gülümseyen yüzler, eksik kelimeler…
Fotoğrafın arkasına kalemle yazılmış bir cümle:
“Unutma, seni hep sevdim.”
Kübra içinden fısıldadı:
“Ama ben kendimi hiç sevmedim o sırada.”
Ve işte o fark ediş —
tüm dünleri bir anda yaktı.
O gün, geçmişine değil,
kendine taziye tuttu.
Bir mum yaktı o gece.
Ne dilek diledi, ne affetti.
Sadece sustu.
Sessizliğin içinde,
“artık tamam” diyen bir nefesin kutsallığı vardı.
Sabah olduğunda aynaya tekrar baktı.
Bu kez ne gözlerinin altındaki yorgunluğu,
ne de saçlarının arasında saklanan griliği gördü.
Sadece yaşamın sade bir devamını.
“Ben heba olmadım,” dedi,
“sadece yanlış kalplerde bekledim.”
Ve o günden sonra her günü,
bir veda değil, bir merhaba gibi yaşamaya başladı.
Kırgınlıklarından çiçek ekti,
pişmanlıklarından rüzgâr yarattı.
Her esintide,
biraz daha hafifliyordu geçmiş.
Yıllar geçti.
Bir gün, kasabanın kenarındaki mezarlığa gitti.
Bir taşın üstünde yazılıydı:
“Burada, heba olan dünler yatıyor.”
Gülümsedi.
Eğildi, taşın üzerine bir nergis bıraktı.
“Artık sizi anmak bile güzel,” dedi.
“Çünkü anladım; hiçbir şey gerçekten kaybolmaz.
Bazı şeyler sadece dönüş yolunu uzatır.”
Sonra denize yürüdü,
ayakkabılarını çıkardı,
suya bastı.
Soğuk, ama dürüsttü deniz.
“Artık hiçbir şeye mecbur değilim,” dedi.
“Ne kalmaya, ne gitmeye, ne unutmaya.”
Ve dalgalar,
adını bilmediği bir şarkı mırıldandı:
“Kendini affeden, yeniden doğar.”
O gece rüzgâr evinin penceresini tıklattı.
Kübra defterini açtı,
bir satır daha yazdı:
“Heba olan dünlerim,
beni bugünkü ben yaparken,
belki de en büyük armağanını verdin:
Unutmayı değil, bırakmayı öğrettin.”
Kalemi bıraktı, gözlerini kapadı.
Bir yıldız kaydı —
belki geçmişin son kırıntısıydı,
belki de yeniden başlamanın işareti.
O an anladı:
Kaybetmek bazen bitiş değil, dönüşümün ilk adımıydı.
Kayıt Tarihi : 7.11.2025 19:46:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.



Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!