Hayal edileni gerçeklikten, aradığını bulduğundan daha çok sevenlerle tanışınca kokuların yardımıyla sezen hayvanlar gibi ürperiyorum. Yaşadığı ânı diri tutabilmek için geçmişin acılarına, mutluluklarına sarılan insanları öyle kolay hissedemezsiniz. Kendilerini sıradan heyecanların ardına gizlemeyi iyi bilirler. Meraklı, neşeli, coşkulu görünmek için rol yapmaya ihtiyaçları yoktur, gündelik endişelerin dalgınlığında etrafa pek aldırış etmezler çünkü. O ‘huzursuzlara’ çok sokulmak da fayda etmez. Avuçlardan kayıp giden balıklar misali kaygandırlar biraz.
Ne kadar açık olurlarsa olsunlar iç dünyaları her daim kapalı olmaya mahkûm insanlardan söz ediyorum. Kendi acılarının neden olduğu hüzün perdesi yüzünden hayatı buğulu camların arkasından izleyenlerden... Zamanın sınırlarını aşarak öylesine sakin ve yabani bir kucaklayışla severler ki, bir süre sonra onları kabuklu dünyadan ayıranın da birleştirenin de aynı kaygılar olduğunu şaşırarak fark edersiniz. Sevmek onlar için daha ziyade sevilenin yokluğu, acılaşmış bir keder ve en çok da özlemdir. Çok mutlu olduklarına karar verdikleri o anda, bir daha hiç öyle mutlu olamayacaklarına inanırlarsa ‘lanetlenmiş’ hissedebilirler. Çoğu insan için büyük bir yıkım olabilir bu his, ama onlar büyülü bir âna sahip olduklarını düşünüp sevinirler. Aslında bu tekinsiz hal aynı zamanda büyük bir cezadır. Son âna dek ruhlarının kuytusunda taşıyacakları biriyle tanışmış olduklarına inanan bütün ‘sarhoşlar,’ talihin en güzel hediyesi olarak kabul ettikleri bu mucizevî karşılaşma yüzünden hep aynı hayalin çevresinde dolaşmak ister. Biliyorum, bu türden genellemelerin hâkim olduğu tesbitler okuyanın gerçeklik duygusunu biraz zedeliyor ama biliyoruz ki onlar sadece roman kahramanları değil. Yaşıyorlar ve bütün canlılıklarıyla, kusurlarıyla, cazibeleriyle aramızda dolaşıyorlar.
Kadının içindeki erkek...
Sabahattin Ali’ye benzetilen, kendi hayatından süzülenlerle yarattığı söylenen Raif Efendi, bu türden dikenli tavırlarla kuşatılmış, derin iz bırakan karakterlerden birisidir benim için. Bir bankada mütercim olarak çalışan, hayata büsbütün yabancılaşmış gibi görünen bu bezgin, içe kapalı adam aslında hiç de göründüğü gibi değildir. Zaten kitabın ilk bölümünde onu tarif etmeye çalışan anlatıcı da sırlarına pek vakıf olamaz. Ancak ikinci bölümde hatıralarını yazdığı defterde, vaktiyle Berlin’de yaşadığı dramatik bir aşk hikâyesini kendini acımasızca tahlil eden cümlelerle anlatmaya başlar. Ve biz bu sayede onun hayatının geri kalan kısmında bir ‘hayalet’ gibi yaşamasına neden olan kadını tanımaya ve onun sayesinde kendini bu dünyada fevkalade lüzumsuz hisseden adamı anlamaya başlarız.
Kürk Mantolu Madonna’yı okuyanların neden Maria Puder’den daha çok etkilendiğini bu yazı vesilesiyle kitabı tekrar karıştırırken fark ettim. O bir erkeğin küstah tahakkümünü, ‘ahmak gururunu’, kibirli bencilliğini ihtiyaç duyduğunda kadına has fettan tavırlarla taşıyabilen renkli, canlı bir karakter. Yazar, kadınların içinde gizlenen erkekle, erkeklerin içine sokulan kadını, durgun bir gölün sularına yansıyan gölgeli yüzler gibi resmediyor. Gücünü insanın çelişkili zaaflarından, korkularından alan bu iki karakter birbirini hem fena halde itiyor, hem de tuhaf bir şekilde çekiyor. Fazla açık ve sert konuştuğu için erkekler tarafından sevilmediğini düşünen hırçın bir kadınla, okuduğu romanların etkisiyle hayalindeki bütün kadınların vasıflarını tek bir kadında birleştiren, genç kızlara mahsus tavırlarıyla kendi yalnızlığının üstüne kapanan mahcup bir erkek. Onları buluşturan bu zıtlık ‘yalnızlıklarının’ sessizliğinde belirginleşiyor.
Mutluluğu biriktirmek...
Onların ‘çaresiz’ hikâyesini okurken hep aynı soru zihnimi bulandırıyordu. İyi tanıdığımızı sandığımız birisine âşık olup o titrek güven duygusuyla avunabilir miyiz, yoksa ‘vazgeçilmez sevda’ aslında sevdiğimizde göremediklerimizin cazibesine kapılmak, o boşlukları merak etmek midir?
Bir sergiyi gezerken önünden geçtiği kürk mantolu, biraz mağrur, biraz vahşi kadın portresine vurulan Raif Efendi, daha sonra ömrünü bir insanı aramakla geçirdiğini, bütün insanlardan bu yüzden kaçtığını, o resme tesadüf etmesiyle aradığını bulduğunu söyler. Peşine takılıp onun bir barda şarkıcı olarak çalıştığını öğrendikten sonra hayalleriyle hiç örtüşmeyen vasıflar atfettiği halde onu sevmeye devam eder. Onun için sevdiği kadının tasavvur ettiği gibi olmasının verdiği mutluluk, hayalkırıklığı demek olan gerçeğin kendisinden daha önemlidir çünkü. Defterlerinde itiraf ettiği gibi, o küçüklüğünden beri saadetini israf etmekten ürktüğü için bir kısmını hep ilersi için saklar. Bir kitabı okurken geçen iki saatin bazı senelerinden daha önemli olduğunu fark edip insan hayatının ürkütücülüğünü düşünür. Ve ruhunu onu en çok anlayacak olan kadına teslim ettiğini bilmenin sıkıntılı huzuruyla o bilinç ânını nasıl yaşadığını defterine not eder: “Yaşamak tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir âna bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak... Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, hep onu bekleyerek yaşamak...”
Dokunamadığımız tarafları severiz...
Bu romanın en çarpıcı yanı, hayalperest bir erkekle, hakikat sever bir kadının, farklı özelliklerle aynı zaaflara, korkulara teslim olmaları bence. Sabahattin Ali, bir yapboz oyunun birbirini tamamlayan eksik parçaları gibi zarif bir uyumla buluşturmuş onları. Üstelik kimilerinin hiddetle eleştirdiği o yumuşak, duygusal anlatımdan hiç ödün vermeden kurmuş sevinçle hüzün arasında gidip gelen bu oyunu. Küçük duygu kıpırtılarıyla genişlen çemberin içinde insanın iç sesini dilin sesine tercüme ederek üstüne fazla düşünmediklerimizi hatırlatıyor. Birbirimiz hakkında bildiklerimiz değil bilmediklerimiz önemlidir, biz aslında ruhlarımızın dokunamadığı tarafları severiz, diyor sanki. Raif Efendi, onu kemiren büyük yalnızlık hissiyle kendini aldatmaya hazır olduğu halde hissettiklerini açıkça, yazarak itiraf ediyor: “Müphem bir his bana, kim olursa olsun bir insanı tamamen gördükten sonra, ona hiçbir zaman tamamen yaklaşılamayacağını fısıldıyordu.” Onu kendinden uzak tutmaya çalışan Maria Puder dünyaya bastıramadığı kızgınlığıyla haykırırken aslında bir bakıma aynı çaresizliği kendi dünyasının hırçın sözleriyle dile getiriyor: “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar.”
‘Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir’
Maria Puder, bir erkeği neden sevemediğini çocukluk yaralarıyla izah edip ona hâkim olmadan sürükleyecek kuvvetli bir erkek aradığını ama hiç bulamadığını söylüyor. Onu sevdiği ve bunu bildiği halde Raif Efendi’ye dönüp tokat atar gibi “şimdi anlıyor musunuz sizi neden sevmediğimi” diye soruyor. Böyle keskin itiraflar karşısında ne yapacağını bilemeyen ‘lüzumsuz adam’ hissettiklerini defterine yazmış: “İçinde sevme kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye vermez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk, dağıldıkça azalan bir şey değildir.”
Ben aşkın dışarıdan gelmediğini, zaten içimizde mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibaret sayan Raif Efendi’yi daha gençken çok sevmiştim. Onun gibi tek bir insanın gölgesinde hep meçhulü, olmayan birini aramayacaktım. Kendimden çok emindim. Ama o sakin cümlelerinin insanı nasıl acıttığını yıllar sonra tecrübelerimle daha iyi anladım: “Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte hiçbir şey vermemiş olduğunu görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.”
Kaçırılan fırsatlar...
Kırk iki yıllık kısacık hayatına çok uzun süre hatırlanacak, yıllar içinde yüzlerce baskı yapan romanla, hikâyeler, şiirler sığdıran Sabahattin Ali, bilindiği gibi faili meçhul bir cinayetin kurbanı oldu. Hâlâ bir mezarı yok. Bu ülkenin yazarlarına her dönemde zulmeden devlet, doğumunun yüzüncü yılında onun hayatını, eserlerini gelecek nesillere hediye etmek için bir müze yapma girişiminde bile bulunmadı. Doğrusu bu hoyratlık canımı sıkıyor.
O vakit, çaresiz dönüp yine Raif Efendi’nin eprimiş defter sayfalarında dolaşıyorum: “Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, ‘bu böyle olmayabilirdi’ düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabulle her zaman hazırdır.”
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:19:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/hayali-sevdalarin-cazibesi-ve-sabahattin-ali.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!