Hayata Ve Ölüme Mizahla Direnen Adam; Ku ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Hayata Ve Ölüme Mizahla Direnen Adam; Kurt Vonnegut

Bir arkadaşım ara sıra, genç bir adamın vaktiyle bir barda beceriksizce bana takılırken söylediği o cümleyi hatırlatır: “Siz bu coğrafyadan değilsiniz galiba” demişti. Şaka yapmıyordu. Mizahı ciddiyetinde saklı olan gergin tonu hoşumuza gitmişti, epey gülmüştük. O garip adam elbette fiziksel özelliklerimi kastetmişti. Gerçekten ruhen de kendimi çoğu zaman ‘bu coğrafyaya’ ait hissetmiyordum. Ve aynı zamanda fena halde buraya aittim. Bu çelişkili aidiyet hissi, sadece yüz yıllardır farklı kültürlerden bu topraklara süzülen gelenekle, alışkanlıklarla beslenirken doğduğumuz yere ‘yabancılaşmakla’ ilgili değil. Yaşanan her yeni trajediyle birlikte biraz daha eksiliyor, insan olmaktan utanıyor, aşağılanıyor, eziliyor, küçülüyor ve nihayetinde tuhaf bir umursamazlıkla yaşadıklarımızı sıradanlaştırıyoruz. Tartışmaları ve yankıları en fazla bir hafta süren her korkunç hadisenin sonunda “Biz buraya aidiz ve bu ülkenin hakikati de bu” diyoruz. Ve daha biz o cümleyi tamamlamadan hayat kötülüğün, çaresizliğin başka bir yüzünü gösteriyor. Bu sistemin insanı uyuşturan zehrine o kadar alışmışız ki başka türlü bir hayatın mümkün olmadığına inanıyoruz sanki.

Vahşetin, şiddetin, zulmün o keskin dili neredeyse ruhumuzun hiç iyileşmeyecek olan sakat bir parçası oldu. Bugün bu ülkede doğup otuz yaşına yaklaşmakta olan gençler doğdukları günden beri hiç dinmeyen kanlı bir savaşa tanıklık ederek büyüdüler. Farkındaysanız, bu soğuk cümlede sadece ‘savaştan’ bahsediyorum. İçinde darbeler, işkenceler, derin devlet eliyle taammüden yaratılan terör bile yok.

PAZAR GÜNLERİ NE YAZARLAR?

Günlerdir televizyonlarda, gazetelerde ‘son katliamı’ tartışanları kesif bir umutsuzlukla izlerken hep aynı soruları soruyorum kendime. İnsanı kendisine, hayata yabancılaştıran, insani değerleri unutturan şartları nasıl görmezden gelebiliyoruz? Nasıl oluyor da hadiseler ne kadar yıkıcı olursa olsun saf bir iyimserlikle devam edebiliyoruz hayata? O aldatıcı gücün kaynağı ne?

Bilmiyorum ki, böyle bir ülkede gazetecilik yapanlar her gün yeni bir ‘alçaklığın’ manşetini atarken ne hisseder, pazar günleri ne yazarlar, ne anlatmak isterler? Ben hakikaten bazen bilemiyorum, sıkılıyorum, boğulacak gibi oluyorum. Bu yazıyı yazdığım sabah, bir yandan gazetelerin özel anneler günü eklerindeki ‘paket programlara’ bakıyorum, bir yandan da internette Mardin olaylarına ilişkin hazırlanan adli tıp raporunun buz gibi cümlelerine. Neden o köyde ölen kadınların vücudunda ölen erkeklerinkine göre daha fazla kurşun bulunmuş biliyor musunuz; iki saniye bile düşünmeden o minicik bedenlerin üstlerine kapanarak çocuklarını korumaya çalıştıkları için! Aydınlık bir tatil günü için ne yazayım şimdi ben bu ülkede. Anneler gününün ne kadar kutsal ve anlamlı olduğunu mu? Annelere ilişkin güzel, tatlı bir film mi anlatayım, yoksa ‘duygusal’ bir romandan mı bahsedeyim?

“HADİ GEÇMİŞ OLSUN! ”

Belki de savaşa, vahşete, ölüme, patlayan bombalara rağmen hayata yenilmemek için sığınılacak yer yine hayatın gerçekleriyle örtüşen, kesişen hayalî bir dünyadır. O ‘hayalî’ dünyanın puslu atmosferini zekice hikâyelerle, keskin bir mizah duygusuyla kurgulayan, hayatı kırık bir şaka gibi yaşayan bir adam gelip geçti bu dünyadan. Adı Kurt Vonnegut.

Üniversitedeyken yazmakla ilgili yeterince yetenekli olmadığını düşünen öğretmenine kızıp okulu terk eden yazar, antropoloji okumadan önce ikinci dünya savaşına katılmıştı. Dresden’in bombalanması sırasında kurtulan yedi Amerikalı savaş esirinden biri olan Vonnegut, kapatıldığı mahzende tanık olduğu korkunç olayları ironik bir dille Mezbaha No 5 adlı romanında anlattı. Kitabın kahramanı ‘kaçık’ Billy Pilgrim, savaşın, ölümün anlamsızlığını bir gezegende gördüklerini yazmış: “Tralfamodorluların bir ceset gördüklerinde tek düşündükleri, ölen kişinin o belirli anda kötü bir durumda olduğu ama aynı kişinin başka bir sürü anda gayet iyi durumda olduğudur. Artık ben de birisinin öldüğünü duyduğum zaman yalnızca omuz silkiyor ve Tralfamadorluların ölüler için dediklerini söylüyorum: “Hadi geçmiş olsun”. Bu son cümle Vonnegut’un acılara karşı kullandığı ‘acımasız’ bir savunma kalkanı gibidir. Kitap boyunca sayıklayan kahramanı, yaşadıklarını hiç yaşamamış gibi hissetmek ve öyle ifade edebilmek için sürekli “Hadi, geçmiş olsun” der. Onun ölümün katı hakikatine yakın duran hayat hikâyesini öğrenmeden, edebiyatı, yazıyı, hayata tutunmak için kullandığını bilmeden ilk okuduğum kitabındaki ‘alaycı’ üslubundan biraz huzursuz olmuştum. Ama sonra diğerlerini okumaya başlayınca onun karmaşık dünyasını daha iyi kavradım. Sanırım zamanın uçuculuğunu, yok oluşun çaresizliğini, savaşın acımasızlığını kimse onun kadar sade, sert ve acıtan bir mizah anlayışıyla yazamazdı. O mutsuzluğun en derinindeki koyu, karanlık duyguları bile gülümseterek anlatabilme cesaretini gösterebilen bir hayalperestti.

PALL MALL’E MİLYON DOLARLIK DAVA

Çocuk Kurt, hayata katlanabilmek için yazıyı boşuna seçmemişti muhtemelen. Yazmak onu acının, ölümün insanı çürüten, sıradanlaştıran hoyratlığından koruyordu. Annesi bir ‘anneler gününde’ intihar eden bu acayip çocuk, büyürken diğer yakınlarını da farklı nedenlerle kaybetti. Bazıları delirdi. Ölen kardeşinin çocuklarını evlat edinen muhalif yazar, sık sık yedi çocuğunu toplayıp onlara nasihatte bulunuyormuş: “Hiçbir şartta katliamlara ve savaşlara dahil olmayın. Hepimiz öyle ya da böyle bu düzenin içinde yaşamak zorundayız. Ama bizden farklı oldukları için insanları öldürmek zorunda değiliz. İnanmadığınız hiçbir partiye oy vermeyin. Cinayetlerin ortağı olmayın.”

1985 yılında insanların vahşi saçmalıklarına dayanamayıp çekip gitmeye kalkışan ama beceremeyen bu çocuksu adamın neredeyse bütün romanları ‘best-seller’ olmuştu. Çok sigara içtiği halde ölemediği için sigara şirketine milyon dolarlık dava açan Vonnegut, hayatında iz bırakanları yazdığı son kitabı Ülkesi Olmayan Adam’da, o ‘eğlenceli’ hikâyeleri anlatmış: “12 yaşımdan başlayarak fitresiz Pall Mall’den başka sigara içmedim. Ve yıllar var ki Brown&Williamson, hem de paketin üzerine yazarak, beni öldürmeyi vaat ediyor. Ama artık 82 yaşıma geldim. Eksik olmayın sizi pislikler.”.

O topluma değil, bireyin hayatı bütün kötülüklerine rağmen iyileştirebilen mucizevi gücüne inandı. Kendini bu dünyada hiçbir yere ait hissetmedi. Gerçekten ülkesi de, dini de yoktu onun. Hayalî gezegenlerinde yaşıyordu. Savaşlara, katliamlara, ölümlere, bazen kendisi gibi delirenlere kederlendi ama yazılarında neşesini hiç kaybetmedi. İyice yaşlandığında bile “Hemingway, kendini öldürdüğünde yaşamına bir son nokta koydu. Oysa yaşlılık bir noktalı virgüle benziyor” diyerek kendisiyle, ihtiyarlıkla dalga geçiyordu. Mezar taşına “Her şey güzeldi ve hiçbir şey canımı yakmadı” yazdırmak istemiş. Hiç şaşırmadım. Bu cümle de onun ‘acı’ mizahına çok yakışıyor.

Ben vaktiyle onun genç yazarlara söyledikleri arasında en çok “Tek bir kişinin hoşuna gitmek için yazın. Pencereyi açıp bütün dünyayla aşk yaşamaya kalkarsanız zatürre olursunuz” nasihatini beğenmiştim. Şimdi durduk yerde üşütenlere baktıkça onun ne demek istediğini daha iyi anlıyorum.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:21:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan