Bir kış daha bitti Gece Hanım. Bir külkedisi masalının üzerinden sekiz mevsim geçti. Geriye elindeki hüzün sarısı altın bir ayakkabıyla karbondioksitli sokaklarda o ayakkabıların sahibini arayan bir prens degil, sadece sizden baska hiçbir yüreğe uymayacagını bildigim birkaç siir, bir de “gece”nin üçünde beyaz bir attan bozma bir arabaya atlayıp bir deniz kıyısında sessizce dalgaları izleyen bir çirkin prens kaldı.
Sizden geriye dudaklarıma donmuş bir nefes gibi yapışan ardışık geceler kaldı Gece Hanım, yüklemsiz ve devinimsiz saatler, yıkanmamış kupa bardaklar ve mevsimine göre elektrikli soba ya da bir vantilatörün yalnızlığımı bölen sesi.
Kırgın bir yürek nasıl atar bilir misiniz Gece Hanım, hani içlerindeki yaşama sevinci gün geçtikçe çekilen eskimiş paçavra bir pilin döndürmeye çalıştığı, ama çoğu zaman beceremediği yelkovanlı bir saat gibi. Siz de eski saatlerinizi sigara dolusu bir yalnızlığın en kireç tutmamış kösesine benim gibi asar mısınız Gece Hanım?
Her şiir, sahibini arar da Gece Hanım, sahibi de soldu mu çiçeklerim diye su vermez mi onlara? insanlar gibi ölürler, ümitler gibi ölürler, çiçekler gibi ölürler; ölürler imlası uzun zamandır düzeltilmemiş siirler de Gece Hanım. Varoş bir dudağa bir fısıltı gibi konmayı beklemiş her şiir, kelimeleri unutulunca bir karış toprağa gömülür. Hadi beni unuttunuz, can verdiğiniz kelimeleri de mi Gece Hanım?
Daha dostum eller ile gezer mi?
Solmuş derler gül benzinin iziği,
Daha dostum eskisinden güzel mi?
O ne dedi, sen ne dedin varıncak?